Siyahgulsevdalisi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 20 Haz 2006
- Mesajlar
- 2,046
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
kardeşinizin
gıybetini yapmayın
Her ikisi birlikte yola çıkarlar, yolculukları esnasında bir gemiye binerler. Gemi yoluna devam ederken, Hızır Aleyhisselâm geminin bir yerini deler ve tahta parçasını çıkarır. İlerleyen zaman içinde delinip çıkarılan bir tahta parçası koca geminin kurtulmasına vesile olur.
Bir mü'min, diğer bir mü'minin aleyhine bir söz söylediğinde, sakın bu sözleri aleyhine söylenene ulaştırmayın. Müslümanlar hiçbir zaman kötü haberin değil, iyi ve güzel haberlerin postacısı olmalıdırlar. Bu söz taşıma olmadığı zaman mü'minlerin araları iyi olur, mü'minler de birbirleri ile iyi geçinirler. Bütün kötülükleri insana yaptıran nefistir, nefsi emmâre, insana kötülüğü emrediyor. Bu mânada ki bir hadis–i şerifte Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular:
"Her kim bir kardeşini bir günahla ayıplarsa, o günahı işlemedikçe ölmez."
Bu hususun yanında bir de gıybet ve iftira vardır ki, Allah mü'min kardeşlerimizi bunlardan muhafaza eylesin. Gıybet; mü'minin, mü'min kardeşinin arkasından konuşması, bu konuşma duyulduğunda hoşlanmayacağı bir şeyse, işte bu gıybettir.
Gıybet büyük günahtır. Allah Celle Celâluhu Kur'an–ı Kerim'de gıybeti açıkça zemmetmiştir. O kadar pis bir şey ki gıybet, Rabbimiz onu ölü eti yemeye benzetmiş. Bir mü'min düşünün, o mü'minin canı, malı ve ırzı Müslümanlara haramdır. Gıybet de bu gruba girer ve dolayısıyla da gıybet mü'minin ırzı, şeref ve haysiyeti ile alâkalıdır. Bunun içindir ki, Allah Celle Celâluhu gıybet hususunu mal ve can ile birlikte tutmuştur.
Gıybetten uzak durmalı, hele hele birinin hatırı için, bir başkasının menfaati için, kendi menfaati için ya da sadece nefsin talebi için bu büyük suç işlenmez. Hatırı sayılacak biri var, emrine amade olunacak biri var o da Mevlâ'mızdır. Mevlâ'mızın hatırı sayılınca, emrine amade olununca, Resûlullah ve onun varislerinin de hatırı sayılmış olur.
NE GÜZEL BABA NE GÜZEL OĞUL
Sultan Murat Han, Fatih Sultan Mehmet'in babası. Sultan Murat sağlığında saltanatı oğlu Mehmet'e bıraktı. Mehmet o zaman henüz on beş yaşında, çocukluk ile ergenlik arasında idi. O sıralarda Osmanlı devletinde, yaklaşık elli yıl öncesinde yaşadığı fetret devrinin verdiği zaafın az da olsa emareleri mevcuttu. Devlet erkânı, çocuk denecek yaşta bulunan Mehmet'in tahta çıkmasını doğru bulmadı. Tahta bir çocuğun çıktığını gören batının, haçlı seferi başlatacağını düşünüyorlardı. Bu düşüncelerini ve endişelerini Sultan Murat'a bildirdiler. Sultan Murat, devlet ricalinin, kendisinin geri dönmesi, idareyi yeniden ele alması taleplerini reddetti.
Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, devlet ricalinin endişeleri haklı çıkmıştı, batıdan gelen haberler büyük bir haçlı ordusunun hazırlık aşamasında olduğu ve yakında yola çıkacağını bildiriyordu. İkinci bir haber, haçlı ordusunun Osmanlı topraklarına doğru harekete geçtiğini bildiriyordu.
İşin ciddiyetinin zaten bilincinde olan devlet erkânı, durumu genç padişah Sultan Mehmet ile istişare ettiler. Sultan Mehmet de durumun vahametinin bilincindeydi. Manisa da inzivaya çekilmiş durumda olan babasına bir mektup yazdı:
"Eğer Osmanlı'nın padişahı siz iseniz, haçlı ordusu hareket etmiş üzerimize geliyor, ordunun başına geçin ve düşmana karşı koyun. Yok, padişah ben isem, size emrediyorum derhal ordunun başına geçin."
Oğlundan bu dâhiyane mektubu alan II. Murat, söyleyecek söz bulamadı. Derhal hareket etti, idareyi ele aldı ve kâfir haçlı ordusunu perişan etti. Bu duruma ne denilir? Ne güzel baba! Ne güzel oğul!
Ne buyurmuştu Kâinatın Efendisi, o güzel oğul ve onun askerleri için:
"İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden ne güzel emirdir. Onu fetheden ne güzel ordudur."
SEN DÜNYAYI İDARE ETMEKLE GÖREVLİSİN
Osmanlı sultanları, Mevlâ'larının emir ve yasaklarına riayet ederler, saltanat onların ibadetlerini azaltmazdı. Bilakis ibadet etmeye âşık mü'minlerdi. Bunun en güzel örneklerinden birini Fatih Sultan Mehmet'in şahsında görüyoruz. İstanbul yeni fethedilmişti, fetih gerçekleşeli üç gün olmuştu. Fatih, hocası, mürşidi, şeyhi, gönül dostu Akşemseddin'e şöyle der:
"Hocam! Ben halvete girmek istiyorum, bana yardımcı ol."
Akşemseddin, Sultan'ın bu talebini hiç tereddüt etmeden reddeder ve ona şöyle der:
"Bu yol öyle bir yoldur ki, bu yoldaki lezzeti bir defa tattın mı, dünya saltanatın, makamın, mevkiin gözünden silinir gider. Halbuki sen devleti idare etmekle görevlendirilmişsin. Üzerine aldığın bu görevi hakkıyla yapmaya memursun. Sen halvete girersen, dünyanın düzeni bozulur, devlet zaafa düşer, sonra da Allah'ın gazabına uğrarız. Senin sâlik olman değil, mâlik olman gerekir."
KENDİ ELİNDE DEĞİLSEN KİMİN ELİNDESİN?
"Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun delillerindendir. O dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da kâdirdir." (Şura, 29)
Mevlâ'nın varlığını kabul etmeyen bir insan bütün varlığı ile haykırıyor:
"Beni ben yaratmadım?! Beni kim yarattı?!"
Sadece güneş mi, ay da öyle diyor, yıldız da, hatta zerreden kürreye varıncaya kadar her varlık öyle haykırıyor:
"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?" (İbrahim, 10)
O öyle bir Allah'tır ki, gökler, yer ve her ikisinin arasındaki her şey O'nun varlığının delilleridir. O'nun varlığını haykırırlar. Denilir ki: Yüce Rabbimizin kendisi varlığının delilidir.
Şu gözümüz, görmemiz yok mu? Bir düşünün nasıl görüyoruz? Gözümüz, görmemiz kendi irademiz ile olmuş olsaydı, bundan beynimize tam hâkim olduğumuz ortaya çıkardı. Beynimize tam hâkim olsaydık, görme hâdisesini kendimiz yapardık. Meselâ herhangi bir şikâyetimiz olduğunda, dilenci misali doktor kapılarında dolaşmıyor muyuz? Halbuki gittiğimiz bu doktorların elinde bir şey yok. Allah Celle Celâluhu'nun onlara verdiği ilmi kullanarak bize yardımcı oluyorlar.
Lokman Hekim, oğluna:
"Oğlum!... Ölmeyi inkâr ediyorsan, uyuma. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorsan, uyuduktan sonra uyanma." dediğinde oğlu:
"Baba bu benim elimde değil." cevabını verince Lokman Hekim:
"Öyle ise sen, senin elinde değilsin. O hâlde kimin elinde isen, ona kulluk et."
MUSİBETLER GÜNAHLARI SİLER, DERECELERİ YÜKSELTİR
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder." (Şura, 30)
Bir insan düşünün ki, başı ağrıdı, dişi ağrıdı veya herhangi bir yerinde bir ağrı meydana geldi. Bu insanın başına, bu ağrı değil de, ağrının yerine bir kul hakkı gelmiş olsaydı, onun için hangisi daha iyi olurdu. Hiç şüphesiz ağrı, kul hakkından iyidir. Çünkü sana bir belâ, musibet, kaza, ağrı, sızı isabet edince, günahlarınız affa uğrar, dereceniz yükselir. Hâl böyle olunca kaza, belâ, musibet, ağrı, sızı, mü'minler için ceza değil gerçekte nimettir. Başına gelen her musibet mü'mine birkaç yönlü fayda sağlar. Bir defa o musibet sayesinde, belki işleyeceğin bir günah engellenmiş olur. Hem günah işlemen engellendi, hem de geçmiş günahın af oldu, hem de derecen yükseldi.
Şöyle düşünün: Mevlâ'mız bizi hasta etmekle terbiye ediyor, günahlarımızı affediyor, derece veriyor, ondan sonra da tekrar sıhhat veriyor. Şöyle de düşünmeyin: Mevlâ'mız her işlediğimiz günahın karşılığı olarak musibet göndermez, bazılarını affeder. Eğer her işlediğimiz günahın karşılığı olan cezayı musibet olarak bize vermeye kalksa, değil insanlar, bütün mahlûkat helâk olur giderdi. Bu helâk olmadan bitkiler bile kendisini kurtaramazdı.
KEŞKE DAHA ÇOK BELÂ VE MUSİBETE MARUZ KALSAM
"Ey İnsanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O'dur." (Fâtır, 15)
Gökler, yer ve bütün varlık âlemi O'nundur. Bütün her şey O'nun olduğu hâlde, O'nun şeylerini başkasından isteriz, başkasına minnet ederiz. Ya Rabbi hakikatleri bize hakkıyla duyur. Ey insan! Gerçek zengin olan Mevlâ'mızdır, O'nun kapısından ayrılma. O'nun zenginliği, dünya zenginlerinin zenginliklerine benzemez. Dünya zenginleri, bir var bir yok. Onlar kendilerini kurtarmazlar. Başlarına gelen bir belâyı ne kendileri, ne de zenginlikleri defedebilir. Ey insanlar! Siz gerçek zengine, gerçek iş gören zengine bakın, O'nun kapısında dilenci olun.
Sağlam, sağlık, sıhhatte olduğumuz zaman Rabbimize hamdediyoruz. Hasta veya sıkıntı ile karşılaştığımızda da kesinlikle şikâyet etmememiz gerekir. Niçin şikâyet etmememiz gerektiği hususunda ki haber bize Kehf sûresinde verilmektedir.
Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın arkadaşlıklarını hatırlayalım. Her ikisi birlikte yola çıkarlar. Yolculukları esnasında bir gemiye binerler. Gemi yoluna devam ederken, Hızır Aleyhisselâm geminin bir yerini deler ve tahta parçasını çıkarır. İlerleyen zaman içinde delinip çıkarılan bir tahta parçası koca geminin kurtulmasına vesile olur. Ne acayip bir iş değil mi?
Hızır Aleyhisselâm çocuğu öldürmüştü. Çocuğun ölümü ana–babasının hayrına olmuştu. Biz perdenin sadece bir yüzünü görüyoruz, perdenin arka yüzünü görmediğimiz için gerçeklerden haberimiz olmadığı gibi, düşünemiyoruz bile.
Görünüşte belâ ve musibet olan şeylerin arka planında cennet vardır. Eğer sabredebilirsek. Bunu bilsek, belâ ve musibetlere sevineceğiz. Belâ, musibet ve sıkıntılara sabredip katlandığımız için Mevlâ'mız çok büyük mükâfatlar verecek. Ancak insan bunu bilmiyor. Ne zaman ki, âhirette bu büyük hakikat görünecek, o zaman insan ne diyecek biliyor musunuz?
"Keşke dünya hayatında daha fazla hasta olsaydım. Daha çok belâ ve musibetlere maruz kalsaydım." diyecek.
gıybetini yapmayın
Her ikisi birlikte yola çıkarlar, yolculukları esnasında bir gemiye binerler. Gemi yoluna devam ederken, Hızır Aleyhisselâm geminin bir yerini deler ve tahta parçasını çıkarır. İlerleyen zaman içinde delinip çıkarılan bir tahta parçası koca geminin kurtulmasına vesile olur.
Bir mü'min, diğer bir mü'minin aleyhine bir söz söylediğinde, sakın bu sözleri aleyhine söylenene ulaştırmayın. Müslümanlar hiçbir zaman kötü haberin değil, iyi ve güzel haberlerin postacısı olmalıdırlar. Bu söz taşıma olmadığı zaman mü'minlerin araları iyi olur, mü'minler de birbirleri ile iyi geçinirler. Bütün kötülükleri insana yaptıran nefistir, nefsi emmâre, insana kötülüğü emrediyor. Bu mânada ki bir hadis–i şerifte Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdular:
"Her kim bir kardeşini bir günahla ayıplarsa, o günahı işlemedikçe ölmez."
Bu hususun yanında bir de gıybet ve iftira vardır ki, Allah mü'min kardeşlerimizi bunlardan muhafaza eylesin. Gıybet; mü'minin, mü'min kardeşinin arkasından konuşması, bu konuşma duyulduğunda hoşlanmayacağı bir şeyse, işte bu gıybettir.
Gıybet büyük günahtır. Allah Celle Celâluhu Kur'an–ı Kerim'de gıybeti açıkça zemmetmiştir. O kadar pis bir şey ki gıybet, Rabbimiz onu ölü eti yemeye benzetmiş. Bir mü'min düşünün, o mü'minin canı, malı ve ırzı Müslümanlara haramdır. Gıybet de bu gruba girer ve dolayısıyla da gıybet mü'minin ırzı, şeref ve haysiyeti ile alâkalıdır. Bunun içindir ki, Allah Celle Celâluhu gıybet hususunu mal ve can ile birlikte tutmuştur.
Gıybetten uzak durmalı, hele hele birinin hatırı için, bir başkasının menfaati için, kendi menfaati için ya da sadece nefsin talebi için bu büyük suç işlenmez. Hatırı sayılacak biri var, emrine amade olunacak biri var o da Mevlâ'mızdır. Mevlâ'mızın hatırı sayılınca, emrine amade olununca, Resûlullah ve onun varislerinin de hatırı sayılmış olur.
NE GÜZEL BABA NE GÜZEL OĞUL
Sultan Murat Han, Fatih Sultan Mehmet'in babası. Sultan Murat sağlığında saltanatı oğlu Mehmet'e bıraktı. Mehmet o zaman henüz on beş yaşında, çocukluk ile ergenlik arasında idi. O sıralarda Osmanlı devletinde, yaklaşık elli yıl öncesinde yaşadığı fetret devrinin verdiği zaafın az da olsa emareleri mevcuttu. Devlet erkânı, çocuk denecek yaşta bulunan Mehmet'in tahta çıkmasını doğru bulmadı. Tahta bir çocuğun çıktığını gören batının, haçlı seferi başlatacağını düşünüyorlardı. Bu düşüncelerini ve endişelerini Sultan Murat'a bildirdiler. Sultan Murat, devlet ricalinin, kendisinin geri dönmesi, idareyi yeniden ele alması taleplerini reddetti.
Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, devlet ricalinin endişeleri haklı çıkmıştı, batıdan gelen haberler büyük bir haçlı ordusunun hazırlık aşamasında olduğu ve yakında yola çıkacağını bildiriyordu. İkinci bir haber, haçlı ordusunun Osmanlı topraklarına doğru harekete geçtiğini bildiriyordu.
İşin ciddiyetinin zaten bilincinde olan devlet erkânı, durumu genç padişah Sultan Mehmet ile istişare ettiler. Sultan Mehmet de durumun vahametinin bilincindeydi. Manisa da inzivaya çekilmiş durumda olan babasına bir mektup yazdı:
"Eğer Osmanlı'nın padişahı siz iseniz, haçlı ordusu hareket etmiş üzerimize geliyor, ordunun başına geçin ve düşmana karşı koyun. Yok, padişah ben isem, size emrediyorum derhal ordunun başına geçin."
Oğlundan bu dâhiyane mektubu alan II. Murat, söyleyecek söz bulamadı. Derhal hareket etti, idareyi ele aldı ve kâfir haçlı ordusunu perişan etti. Bu duruma ne denilir? Ne güzel baba! Ne güzel oğul!
Ne buyurmuştu Kâinatın Efendisi, o güzel oğul ve onun askerleri için:
"İstanbul elbette fethedilecektir. Onu fetheden ne güzel emirdir. Onu fetheden ne güzel ordudur."
SEN DÜNYAYI İDARE ETMEKLE GÖREVLİSİN
Osmanlı sultanları, Mevlâ'larının emir ve yasaklarına riayet ederler, saltanat onların ibadetlerini azaltmazdı. Bilakis ibadet etmeye âşık mü'minlerdi. Bunun en güzel örneklerinden birini Fatih Sultan Mehmet'in şahsında görüyoruz. İstanbul yeni fethedilmişti, fetih gerçekleşeli üç gün olmuştu. Fatih, hocası, mürşidi, şeyhi, gönül dostu Akşemseddin'e şöyle der:
"Hocam! Ben halvete girmek istiyorum, bana yardımcı ol."
Akşemseddin, Sultan'ın bu talebini hiç tereddüt etmeden reddeder ve ona şöyle der:
"Bu yol öyle bir yoldur ki, bu yoldaki lezzeti bir defa tattın mı, dünya saltanatın, makamın, mevkiin gözünden silinir gider. Halbuki sen devleti idare etmekle görevlendirilmişsin. Üzerine aldığın bu görevi hakkıyla yapmaya memursun. Sen halvete girersen, dünyanın düzeni bozulur, devlet zaafa düşer, sonra da Allah'ın gazabına uğrarız. Senin sâlik olman değil, mâlik olman gerekir."
KENDİ ELİNDE DEĞİLSEN KİMİN ELİNDESİN?
"Gökleri, yeri ve bunların içine yayıp ürettiği canlıları yaratması da O'nun delillerindendir. O dilediği zaman bunları bir araya toplamaya da kâdirdir." (Şura, 29)
Mevlâ'nın varlığını kabul etmeyen bir insan bütün varlığı ile haykırıyor:
"Beni ben yaratmadım?! Beni kim yarattı?!"
Sadece güneş mi, ay da öyle diyor, yıldız da, hatta zerreden kürreye varıncaya kadar her varlık öyle haykırıyor:
"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?" (İbrahim, 10)
O öyle bir Allah'tır ki, gökler, yer ve her ikisinin arasındaki her şey O'nun varlığının delilleridir. O'nun varlığını haykırırlar. Denilir ki: Yüce Rabbimizin kendisi varlığının delilidir.
Şu gözümüz, görmemiz yok mu? Bir düşünün nasıl görüyoruz? Gözümüz, görmemiz kendi irademiz ile olmuş olsaydı, bundan beynimize tam hâkim olduğumuz ortaya çıkardı. Beynimize tam hâkim olsaydık, görme hâdisesini kendimiz yapardık. Meselâ herhangi bir şikâyetimiz olduğunda, dilenci misali doktor kapılarında dolaşmıyor muyuz? Halbuki gittiğimiz bu doktorların elinde bir şey yok. Allah Celle Celâluhu'nun onlara verdiği ilmi kullanarak bize yardımcı oluyorlar.
Lokman Hekim, oğluna:
"Oğlum!... Ölmeyi inkâr ediyorsan, uyuma. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorsan, uyuduktan sonra uyanma." dediğinde oğlu:
"Baba bu benim elimde değil." cevabını verince Lokman Hekim:
"Öyle ise sen, senin elinde değilsin. O hâlde kimin elinde isen, ona kulluk et."
MUSİBETLER GÜNAHLARI SİLER, DERECELERİ YÜKSELTİR
"Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Allah çoğunu affeder." (Şura, 30)
Bir insan düşünün ki, başı ağrıdı, dişi ağrıdı veya herhangi bir yerinde bir ağrı meydana geldi. Bu insanın başına, bu ağrı değil de, ağrının yerine bir kul hakkı gelmiş olsaydı, onun için hangisi daha iyi olurdu. Hiç şüphesiz ağrı, kul hakkından iyidir. Çünkü sana bir belâ, musibet, kaza, ağrı, sızı isabet edince, günahlarınız affa uğrar, dereceniz yükselir. Hâl böyle olunca kaza, belâ, musibet, ağrı, sızı, mü'minler için ceza değil gerçekte nimettir. Başına gelen her musibet mü'mine birkaç yönlü fayda sağlar. Bir defa o musibet sayesinde, belki işleyeceğin bir günah engellenmiş olur. Hem günah işlemen engellendi, hem de geçmiş günahın af oldu, hem de derecen yükseldi.
Şöyle düşünün: Mevlâ'mız bizi hasta etmekle terbiye ediyor, günahlarımızı affediyor, derece veriyor, ondan sonra da tekrar sıhhat veriyor. Şöyle de düşünmeyin: Mevlâ'mız her işlediğimiz günahın karşılığı olarak musibet göndermez, bazılarını affeder. Eğer her işlediğimiz günahın karşılığı olan cezayı musibet olarak bize vermeye kalksa, değil insanlar, bütün mahlûkat helâk olur giderdi. Bu helâk olmadan bitkiler bile kendisini kurtaramazdı.
KEŞKE DAHA ÇOK BELÂ VE MUSİBETE MARUZ KALSAM
"Ey İnsanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O'dur." (Fâtır, 15)
Gökler, yer ve bütün varlık âlemi O'nundur. Bütün her şey O'nun olduğu hâlde, O'nun şeylerini başkasından isteriz, başkasına minnet ederiz. Ya Rabbi hakikatleri bize hakkıyla duyur. Ey insan! Gerçek zengin olan Mevlâ'mızdır, O'nun kapısından ayrılma. O'nun zenginliği, dünya zenginlerinin zenginliklerine benzemez. Dünya zenginleri, bir var bir yok. Onlar kendilerini kurtarmazlar. Başlarına gelen bir belâyı ne kendileri, ne de zenginlikleri defedebilir. Ey insanlar! Siz gerçek zengine, gerçek iş gören zengine bakın, O'nun kapısında dilenci olun.
Sağlam, sağlık, sıhhatte olduğumuz zaman Rabbimize hamdediyoruz. Hasta veya sıkıntı ile karşılaştığımızda da kesinlikle şikâyet etmememiz gerekir. Niçin şikâyet etmememiz gerektiği hususunda ki haber bize Kehf sûresinde verilmektedir.
Musa Aleyhisselâm ile Hızır Aleyhisselâm'ın arkadaşlıklarını hatırlayalım. Her ikisi birlikte yola çıkarlar. Yolculukları esnasında bir gemiye binerler. Gemi yoluna devam ederken, Hızır Aleyhisselâm geminin bir yerini deler ve tahta parçasını çıkarır. İlerleyen zaman içinde delinip çıkarılan bir tahta parçası koca geminin kurtulmasına vesile olur. Ne acayip bir iş değil mi?
Hızır Aleyhisselâm çocuğu öldürmüştü. Çocuğun ölümü ana–babasının hayrına olmuştu. Biz perdenin sadece bir yüzünü görüyoruz, perdenin arka yüzünü görmediğimiz için gerçeklerden haberimiz olmadığı gibi, düşünemiyoruz bile.
Görünüşte belâ ve musibet olan şeylerin arka planında cennet vardır. Eğer sabredebilirsek. Bunu bilsek, belâ ve musibetlere sevineceğiz. Belâ, musibet ve sıkıntılara sabredip katlandığımız için Mevlâ'mız çok büyük mükâfatlar verecek. Ancak insan bunu bilmiyor. Ne zaman ki, âhirette bu büyük hakikat görünecek, o zaman insan ne diyecek biliyor musunuz?
"Keşke dünya hayatında daha fazla hasta olsaydım. Daha çok belâ ve musibetlere maruz kalsaydım." diyecek.