Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda fitne kavramı (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Yunus suresi ayet 85
Dediler ki: "Biz Allah'a tevekkül ettik; Rabbimiz, bizi zulmeden bir kavim için bir fitne (konusu) kılma."

Hz. Musa'nın (a.s) çağrısına cevap verenler ise ona itaat edip, onu takib eden söz konusu "gençler"di, tüm bir cemaat olarak,İsrailoğulları değil. Metnin bağlamından açıkça anlaşılan budur.

"Rabbimiz, bizi zulmeden bir kavim için bir fitne, bir yargılama sebebi kılma" duasının çok kapsamlı bir anlamı vardır. Her ne zaman Hakkın öncüleri olanlar, hakikatı hakim kılmak, hüküm sürmekte olan kötülüğü kökünden kazımak üzere kıyam ederse, çeşitli tip zalimlerle karşı karşıya gelirler. Bu zalimler o veya bu sebeple daima onların bir eksiğini, kusurunu, yanlışını bulmaya çalışırlar.
Birinci tip zalimler her türlü gücü hakikat savunucularını alt etmek üzere seferber eden batıl savunuculardır. Diğer tipler ise, inandığını iddia eden ancak devrin iktidarıyla çatışmaya girmeye cesaret edemeyen sözde Hakk savunucularıdır. Bu tipler böyle bir şeyin faydasız ve boşuna gayret olduğunu ileri sürerek batılla savaşma konusunda aldıkları yanlış tavrı haklılaştırmak için mazeretler ileri sürerler. Bunu, alçakça tavırları yüzünden duyacakları vicdan azabını bastırmak için yaparlar. Tüm çabaları kendilerini değil, Hak öncülerinin yanlışlık içinde olduğunu ispata çalışmaktır. Bir başka güruh daha vardır ki, taraflar arası çatışmanın sonucunu bekleyerek ister hak ister batıl safında olsun güçlü tarafa geçerek onlarla işbirliği yaparlar. Şimdi hakikat savunucularının bu zalim insanlar için nasıl bir fitne nedeni olduğunu düşünelim. Eğer Hakk'ın yanındakiler dağılır ya da yenilirse, birinci gruptaki zalim güruh şöyle diyecektir: "Zaten biz haklıydık, bu budalalar değil, aksi olsaydı yenilmezlerdi". İkinci grupsa şöyle der: "Yenilgileri, şartları doğru değerlendiremediklerini yeterince ispatlamıştır. Büyük güçlerle çatışmaya girmeleri sonunda değerli hayatlarına mal oldu. Zaten Allah'ın emri devrin tiranlarından herhangi bir yasaklama olmaksızın en temel dini vecibelerimizi yerine getirebiliyorken kendimizi böyle tehlikelere atmamızı isteme bizden."
Sonuncu gruptaki alelade insanların kendi hakikat ölçüleri şöyledir:"Galip olan haklıdır. Dolayısıyla uğradıkları yenilgi, Hakk davayı savunduklarını söyleyenlerin haksız olduklarını göstermiştir. "İşte böyle, hakikat savunucularının işlediği her yanlışlık, her hata, yüzyüze geldikleri beklenmedik durumlar karşısında gösterdiği her zaaf, herhangi bir yenilgi karşısında içine düştüklari moral çöküntü, batıla meyyal olanlar için iyi bir mazeret teşkil eder. Sonuç olarak, Hakka "davet" davetçilerin "yenilgi"sinden birkaç yıl sonra rafa kaldırılır.
Bütün bunlar muvacehesinde Hz. Musa'nın (a.s) ashabının duasının yerinde, zamanında ve anlamlı olduğu açıkça görülmektedir. "Rabbimiz, bizden rahmetini esirgeme de, bu zalim kimseler için bir fitne, bir yargı nedeni olmayalım. Bizi yanlışlık, yenilgi ve zaaftan koru ve bizi bu dünyada muvaffak kıl ki, yarattıkların için bir hayır nedeni olalım zalimler için bir günah vesilesi değil..."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İsra suresi ayet 73
Onlar neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi.

Bu ayetin önemini kavrayabilmek için, Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke döneminin ilk on yılında yaşadığı olayları gözönünde bulundurmalıyız. Mekkeli müşrikler herhangi bir şekilde Hz. Peygamber'i (s.a) tevhidi inanç ve davetinden döndürmek ve onunla şirk ve cahiliye gelenekleri arasında bir uzlaşma yapması konusunda onu zorlamak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu amaca ulaşmak için ona çeşitli şekillerde yaklaşıyorlardı. Ona tuzaklar kurdular, mal teklif ederek baştan çıkarmaya çalıştılar, tehdit ettiler, ona karşı iftiralar düzdüler, işkence yaptılar ve ona ve taraftarlarına karşı sosyal ve ekonomik boykot uyguladılar. Kısacası onu etkisiz kılmak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Taha suresi ayet 90
Andolsun, Harun bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz (denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman'dır; şu halde bana uyun ve emrime itaat edin" demişti.

Halbuki Harun, daha Musa İsrailoğullanna dönmeden önce buzağıya ta*panlara şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah sizin imanınızı ve dininize ne derece bağlı olduğunuzu denemek istedi. Sizin rabbiniz bu buzağı değil, rahmeti bütün yaratıkları kaplayan Allah'tır. Buzağıya tapmayı bırakıp sadece Allah'a ibadet etmekte bana uyun ve emrime itaat edin.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hac suresi ayet 11
İnsanlar arasında öylesi de var ki, sınırlı ve somut bir amaç uğruna Allah'a kulluk eder. Eğer işleri iyi giderse hoşnut olur. Fakat eğer sınav amaçlı bir sıkıntı ile karşılaşırsa yüzgeri eder, sırt çevirir. Böylesi hem dünyayı hem de ahireti kaybeder ki, işte apaçık hüsran budur.

Bu tip insanlar zamana göre hareket eden ve kazanan tarafa geçmek için İslâm ile küfür arasındaki sınırda duran kimselerdir.

Bu tür bir insan zayıf bir karaktere sahip olduğu ve İslâm'la küfür arasında kararsızlıkla gidip geldiği için "nefs"inin bir kölesi olur. İslâm'ı kişisel çıkarı için seçer: Bütün istekleri yerine gelir, kolay ve rahat bir hayat sürerse İslâm'a bağlı kalır; Allah'tan razı olur ve imanında "sebat" eder. Tam tersine, eğer "iman"ı ondan bazı fedakarlıklar ister veya bazı sıkıntılarla karşılaşır, Allah yolunda zorluk ve kayıplara katlanması gerekir, yahut da istediklerine sahip olamazsa, Allah'ın ilahlığı, Rasûl'ün elçiliği hakkında tereddüt etmeye başlar ve "İman"ın herşeyinden şüphe duyan bir kimse olur. İşte o zaman bir kazanç elde edeceği veya bir kayıptan korunmasını sağlayacak olan her gücün önünde boyun eğmeye hazır bir hale gelir.

Bu, kapalı bir şekilde ifade edilmiş büyük bir gerçektir. Kararsız insan aslında hem bu dünyada hem de ahirette ziyandadır ve bir kâfirden bile kötü durumdadır. Kâfir kendisini sadece bu dünyanın faydalarını kazanmaya ayarlar, az veya çok bunda başarılı olur.
Çünkü o kendisine Allah korkusu, ahirette hesaba çekilme ve İlahi kanunun koyduğu yasaklar gibi sınır ve engeller koymaz. Aynı şekilde gerçek bir mümin de sabır ve sebatla Allah yolunda ilerler ve bu dünyada da başarı kazanması mümkündür. Fakat dünya malının hepsini kaybetse de, o ahirette kurtuluşa ereceğinden emindir. Buna karşılık "Kararsız Müslüman" hem bu dünyada, hem de ahirette ziyan içindedir. Çünkü o, şüphe ve kararsızlık içindedir ve iki dünyadan birini seçememektedir. O Allah'ın ve ahiret hayatının varlığına karar veremediği için, kafirin rahatlığı gibi bir kararlılıkla sadece dünya hayatına yönelemez. Allah'ı ve ahiret hayatını düşündüğünde ise dünyanın çekiciliği ve ilâhi davete cevap verdiğinde hayatta karşılaşması muhtemel olan güçlükler ve uymak zorunda kalacağı sınırlamaların korkusu onun sadece ahiret hayatı için yaşamasına izin vermez. "Allah'a ibadet" ile "dünyaya tapma" arasındaki bu çatışma onu hem bu dünyada, hem de ahirette hüsrana uğrayanlardan kılar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Nur suresi ayet 63
Elçinin çağırmasını, kendi aranızda kiminizin kimini çağırması gibi saymayın. Allah, sizden bir diğerinizi siper ederek kaçanları gerçekten bilir. Böylece onun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin isabet etmesinden veya onlara acı bir azabın çarpmasından sakınsınlar.

"Dua" çağırmak, dua etmek, seslenmek" demektir. Dua'r-Rasul, 'Rasul'ün çağırması veya duası' ya da 'Rasul'ü çağırma' anlamına gelir. Bu nedenle, ayetin hepsi de aynı derecede doğru üç anlamı vardır:
a) "Peygamberin çağrısı, halktan birinin çağrısı yerine konulmamalıdır." Çünkü Peygamberin çağrısı gözardı edemeyeceğiniz olağanüstü önemdedir. Eğer O'nun çağrısına cevap vermez veya cevapta tereddüt ederseniz, imanınızı riske sokmuş olursunuz.
b) "Peygamberin duasını halktan birinin duası yerine koymayın." Eğer o sizden razı olur ve sizin için dua ederse, sizin için bundan daha büyük bir servet olamaz. Yok sizden razı olmaz ve size lanet ederse o zaman sizin için bundan daha büyük bir iflâs olamaz.
c) "Peygamber'e seslenmek, aranızda birinize seslendiğiniz gibi olmamalıdır." Yani, Hz. Peygamber'e, başkalarına isimleriyle seslenip hitap ettiğiniz gibi seslenip hitap edemezsiniz. O'na karşı son derece saygılı olmalısınız, çünkü bu konuda göstereceğiniz en ufak bir umursamazlık, ahirette Allah'ın sorgusunu gerektirecektir.
Bu anlamların üçü de metne tamamen uygunsa da, birincisi bundan sonraki konuyla daha yakından bağlantılıdır.

Münafıkların bir diğer özelliği de budur. Onlar, ortak bir hedef için toplanmaya çağrıldıklarında, müslümanlar arasında sayılmalarını istemediklerinden çağrıya cevap vermezler. Müslümanların cevap vermesine ise kinle hasedlenirler ve fırsatını bulur bulmaz sıvışıp giderler.

İmam Cafer es-Sadık'a göre, "fitne" burada "zalimlerin yönetimi" demektir. Yani müslümanlar, Rasûl'ün hükümlerine itaat etmezlerse, zorbaların hükmü altına düşerler. Bunun yanısıra fitnenin daha başka pek çok şekilleri de olabilir. Sözgelimi, mezhep ayrılıkları, iç savaş, ahlâkî-manevî çöküş, toplum hayatının bozulması, dahilî kaos, siyasî ve maddi gücün çözülmesi, başkalarının emri altına girme vs....
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ankebut suresi ayet 10
İnsanlardan öylesi vardır ki, "Allah'a iman ettik" der; fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah'ın azabıymış gibi sayar; ama Rabbinden ‘bir yardım ve zafer' gelirse, andolsun: "Biz gerçekten sizlerle birlikteydik" demektedirler. Oysa Allah, alemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?


Konuşmacı tekil olduğu halde çoğul zamiri kullanır ve "inandık" der. İmam Razi bu konuda çok ince bir noktaya değinmiştir. İmam Razi, bir münafığın her zaman müminlerden sayılmak istendiğini ve imanından sanki diğerleri gibi gerçek bir müminmiş gibi bahsettiğini söyler. Bu münafığın durumu, iyi bir savaş ortaya koyup düşmanları sürüp götüren bir ordu ile savaş alanına çıkan korkak bir askerin durumu gibidir. Böyle bir asker savaşa hiç katkıda bulunmamış olabilir, fakat evine döndüğünde sanki savaşın en büyük kahramanlarından biri imiş gibi "İyi bir savaş ortaya koyduk ve düşmanı sürüp çıkardık" der.

Yani, "Allah'ın azabından korkularak nasıl küfür ve günahlardan sakınılırsa, bu adam da insanların işkencelerinden korkarak iman ve iyilikten sakınıp kaçar. İman ettikten sonra kafirlerin tehditleri, hapsetmeleri ve işkenceleri ile karşı karşıya kalınca, küfrü nedeniyle, Allah'ın, öldükten sonra cehennemde vereceği ceza ve azabın bundan daha şiddetli olamayacağını düşünür. Bu nedenle zamanı gelince öte dünyadaki cezasını çekmeye ve bu dünyadaki azaptan kurtulup kolay bir hayat sürmek için imandan vazgeçip kafirlere katılmaya karar verir."

Yani, "Bugün o bedenini kurtarmak için kafirlere katılmış ve Allah'ın dinini yüceltme yolunda bir diken batmasına katlanmaya bile hazır olmadığı için müminleri bırakmıştır. Fakat Allah, kendi yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlara zafer ihsan ettiğinde, bu kimse zaferin meyvelerinden payını almak için ortaya çıkacak ve müslümanlara: "Kalplerimiz sizinleydi; kazanmanız için dua ettik; sizin göreve bağlılığınızı ve fedakârlıklarınızı takdir ettik" diyeceklerdir."
Burada, dayanılmaz işkence, zarar ve aşırı korku anında samimi bir kalple imanında sabit kalmak şartıyla kişinin islâm'dan döndüğünü ilan etmesine izin verildiğine dikkat edilmeledir. Fakat baskı anında hayatını kurtarmak için İslâm'dan döndüğünü söyleyen samimi bir müslümanla, ideolojik olarak İslâm'ın doğru bir din olduğuna inanan, fakat iman yolunda karşılaşılan tehlike ve güçlükleri görünce kafirlere katılan bir fırsatçı arasında çok büyük bir fark vardır. Görünüşte birbirlerinden pek farklı değildirler, fakat onları değişik kutuplara yerleştiren farklı nokta şudur: Baskı anında İslâm'dan döndüğünü söyleyen samimi müslüman, İslâm'a sadece ideolojik olarak bağlı olmaya devam etmekle kalmaz, aynı zamanda pratikte hisleri de her zaman İslâm ve müslümanlar tarafında olmaya devam eder: Onların başarısını savunur, yenilgisine üzülür. Baskı altında bile müslümanlarla işbirliği yapma konusundaki her fırsatı değerlendirmeye çalışır, düşmanların zincirleri bir miktar gevşediğinde iman kardeşleri ile birleşme çareleri aramaya başlar. Bunun aksine fırsatçı, iman yolunun uyulması zor bir yol olduğunu ve İslâm'ın yanında yer aldığında karşılaçağı dezavantajların, küfrün yanında yeraldığında karşılaşacaklarından daha fazla olduğunu farkederse, kişisel emniyeti ve dünyevi çıkarları için İslâm'dan ve müslümanlardan yüz çevirip kafirlerle dostluklar kurar ve kendi çıkarları için imana apaçık ters ve müslümanlara zararlı olduğu halde kafirlere her tür yardım ve hizmeti yapmaya hazır olur. Fakat aynı zamanda, İslâm'ın gelecekte bir gün kazanabileceği ihtimaline de gözlerini kapamaz. Bu nedenle ne zaman müminlerle bir konuşma fırsatı ele geçirse, ileride zamanı gelince sözlerinin fayda sağlayabilmesi için, müslümanların fikir ve inançlarını kabul ettiğini, fedakârlıklarını takdir ettiğini söyler. Kur'an'ın başka bir yerinde yine münafıkların bu çıkarcı davranışlarına şöyle değinilmiştir: "Münafıklar sizi yakından gözetleyip durmaktadırlar. Eğer size Allah tarafından bir fetih gelirse: "Biz de sizinle beraber değil miydik?" derler. Eğer savaşta kafirler üstün gelirse "Biz size üstünlük sağlayıp, sizi müminlerden korumadık mı?" derler." (Nisa, 141)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ahzab suresi ayet 14
Eğer onlara (şehrin her) yanından girilseydi sonra da kendilerinden fitne (karışıklık çıkarmaları) istenmiş olsaydı, hiç şüphesiz buna yanaşır ve bunda pek az (zaman) dışında (kararsız) kalmazlardı.

"Kendilerinden fitne çıkarmaları istenseydi": Kafirler, şehre galip olarak girip, onlardan, Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak için kendileriyle işbirliği yapmalarını isteselerdi.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Saffat suresi ayet 63
Doğrusu biz, onu kâfirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık.

Kafirler bu ayeti işitir işitmez Hz. Paygamber (s.a) ile alay etmek için, bir fırsat daha ele geçirdiklerini sanmışlardı. Onlar şöyle diyorlardı : "Cehennemin kavurucu ateşi içerisinde bir ağaç nasıl yetişebilir."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Saffat suresi ayet 162
O'na karşı kimseyi fitneye sürükleyecek değilsiniz.

Çünkü sizin ne taptıklarınız; putlarınız ve şeytanlarınız Allah'a karşı kimseyi kandıramazsınız. Ancak cehenneme yaslanacak olanı aldatırsınız. Onun için Allah'ın ihlas ile seçilen kullarını bozamazsınız
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zümer suresi ayet 49
İnsana bir zarar dokunduğu zaman, bize dua eder; sonra tarafımızdan ona bir nimet ihsan ettiğimizde, der ki: "Bu, bana ancak bir bilgim dolayısıyla verildi." Hayır; bu bir fitne (kendisini bir deneme)dir. Ancak çoğu bilmiyorlar.

Yani onlar, sadece Allah'ın adı zikredildiğinde yüzlerini ekşitirler.

Bu cümle iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Allah, bana verilen nimetlere layık olduğumu bilmektedir. Çünkü layık olmayıp yanlış bir inanca sahip olsaydım, Allah bana bu nimetleri bağışlamazdı." İkincisi, "Ben bu işin ehli olduğum için bana bu nimetler verilmiştir."

Cahiller kendilerine verilen nimetleri, Allah indinde makbul kimseler olduklarının alâmet ve delili zannederler. Oysa, Allah'ın bu dünyada verdiği nimetler bir fitneden (sınamadan) başka bir şey değildir. Dünyada verilen nimetler ikram olsun diye değil, imtihan için verilmektedir. Eğer aksi olsaydı, Hak üzerinde olanlar yoksulluk içinde kıvranırken dalâlet üzerinde olanlar lüks ve zenginlik içinde yüzmezlerdi. Dünyada nimet sahibi olmak, Allah katında makbul olmanın alâmeti değildir. Çünkü yeryüzünde iyi insanların yoksulluk çekerken, kötü oldukları herkesçe bilinen insanların refah içinde yaşadıkları aşikârdır. Bu husus üzerinde derin bir şekilde düşünüldüğünde, akıl sahibi her insan, dünyadaki yoksulluk ve zenginliğin Allah'ın sevgi ve nefretine bir ölçü teşkil edemeyeceğini anlayacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Muhammed suresi ayet 22
Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye dönmüş olmaz mısınız?

"Hakimiyeti ele alınca" diye çevirdiğimiz "intevelleytüm" ibaresinin diğer bir tercümesi de "Eğer hakimiyetiniz gerçekleşirse" şeklinde yapılabilir.

Bu ayetten anlaşılan birinci mana şudur: Siz şimdi İslam'ı savunmakta usanç gösterirseniz ve bu muazzam yeryüzü düzenini kuran İslam nizamı için can ve malınızdan fedakarlık yapmaktan yüz çevirirseniz sonuç, yüzyıllardır birbirinizin boynunu vurduğunuz, kendi çocuklarınızı bile diri diri gömdüğünüz ve Allah'ın arzında zulüm ve fesadı yaydığınız o cahiliyet sistemine dönmekten başka ne olabilir?
Ayetin taşıdığı ikinci mana da şudur: Siz böyle hareket edip yaşadığınız müddetçe, iman ettiğinizi söylediğiniz dine karşı içinizde hiçbir samimiyet ve vefakarlık yoksa, onun uğruna hiçbir fedakârlığa hazır değilseniz ve böyle bir ahlâkî anlayış içinde olduğunuz halde Allah size güç verip dünya meselelerini çözmekte elinize yetki verirse, sizden zulüm ve bozgunculuk yapmaktan, kardeş kanına girmekten başka birşey yapmanız beklenemez.
Bu ayet, İslam'da akrabalar arası münasebetlerin kesilmesinin haram olduğunu açıkca ortaya koymaktadır. Diğer yandan, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde akrabalarla iyi ilişkiler kurulması büyük sevaplardan sayılmış ve sila-i rahim emri verilmiştir. (Örnek olarak bkz. Bakara: 83, 177, Nisa: 8, 36, Nahl: 90, İsra: 26, Nur: 22.)
"Rahm" kelimesi Arapça'da, istiare yoluyla yakınlık ve akrabalık anlamında kullanılmıştır. Bir kişinin uzak veya yakın bütün akrabaları onun Zevi'el-Erham'ı (akraba topluluğu) dırlar. Akrabalık derecesi ne kadar yakın ise o kişi üzerinde o kadar fazla hakkı vardır ve onunla ilişkilerin kesilmesi o ölçüde günahtır.
Sıla-i rahmin (akraba ile ilişki) gereklerinden olarak kişinin gücü yetiyorsa, akrabasına iyilik yapmaktan kaçınmaması gerekir. Sıla-i rahmin zıddı olan "Kat-ı rahim" (akrabalarla ilişkilerin kesilmesi) ise, kişinin akrabaları ile ilişkilerini kesmesi veya yapabileceği iyilikten kasten kaçınmasıdır.
Hz. Ömer (r.a) bu ayete dayanarak "Ümmu Veled'in (efendisinden çocuğu olan cariye) satılmasını haram kabul etmiş, sahabiler de bu hususta ittifak etmişlerdir. Hakim, Müstedrek isimli eserinde Hz. Büreyde'den şu hadisi nakletmektedir: "Bir gün Hz. Ömer'in meclisinde otururken aniden bir gürültü koptu. Soruşturulunca anlaşıldı ki, bir cariye satılıyor ve kızı da ağlıyormuş. Hz. Ömer bütün Ensar ve Muhaciri topladı ve onlara şunu sordu: "Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinde akrabalar arasındaki bağların kesilmesine izin verildiğini biliyor musunuz?" Hepsi birden, "Hayır" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) "O halde ne biçim iştir ki, aranızda anne kızından koparılıyor; akrabalar arasındaki bağların böyle acı bir şekilde koparılması nasıl olabilir?" dedi. Daha sonra da bu ayeti okudu. Halk da "Bu olaya mani olmak için uygun gördüğünüz çözüm ne ise onu yapınız" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer bütün İslam beldelerine şu genel emri gönderdi: "Efendisinden çocuk doğuran hiçbir cariyeyi satmayınız. Çünkü bu akrabalık bağlarının kesilmesidir, bu da helal değildir."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zariyat suresi ayet 14
Tadın fitnenizi. Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir."
Fitne kelimesi burada iki mânâ taşıyor. Biri, "Bu azabınızı tadınız." İkincisi, "Dünyada çıkardığınız fitnelerin tadına bakınız" demektir. Arapça'da bu kelimeye aynı anda bu iki mânânın verilmesi mümkündür.

Kafirlerin "Artık o kıyamet günü ne zaman gelecek" sorularının altında: Onun gelişi niçin gecikiyor? Biz onu inkar ettiğimiz, yalanladığımızdan dolayı azaba uğrayacağımız gerektiğine göre o gün niçin gelmiyor mânâsını gizliyordu. Bu bakımdan cehennem ateşinde kavrulurken onlara denecek ki, "İşte bu sizin çabuk gelmesi için çırpındığınız şeydir. Bu ayetlerden şu mânâ da kendiliğinden çıkmaktadır. İsyan eder etmez Allah'ın sizi yakalamaması büyük bir iyiliği idi. Düşünmek, anlamak ve kendinize gelmek için size uzun bir mühlet verdi durdu. Ama siz öyle ahmaktınız ki, bu mühletten faydalanacağınız yere tersine o günün size çabuk gelmesini istediniz durdunuz. Artık çabuk gelmesini isteyip durduğunuz şeyin ne olduğunu alın görün.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kamer suresi ayet 27
Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip-bekle ve sabret.

Bu, "Biz onları sınamak için, dişi bir deve göndereceğiz" ayetinin açıklamasıdır. Yani karşılarında birden bire bir deve halkolunmuş.

Kamer suresi ayet 28
"Ve onlara, suyun kendi aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Her su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun.

Bu, "Biz onları sınamak için, dişi bir deve göndereceğiz" ayetinin açıklamasıdır. Yani karşılarında birden bire bir deve halkolunmuş ve onlara "bir gün bu deve, bir gün sizler kuyu ve çeşmelerden içeceksiniz. Devenin su içtiği gün kimse çeşme ve kuyulardan su içmediği gibi, hayvanlarına da su almayacak" denilmiştir. Bu emir Allah'ın Peygamberi tarafından verilmiştir. Kafirler, O Peygamber (Hz. Salih) için "Bu adam yalnızdır, O'nun arkasında bir cemaat ve güç yoktur" diyorlardı.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Hadid suresi ayet 14
(Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?" Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz, (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah'a ve İslam'a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldaltıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu."

Yani, "Biz aynı İslâm cemiyetinde birlikte yaşamamış mıydık? Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizinle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyor hacca gidiyor ve zekat vermiyor muyduk? Toplantılarınızda bulunmuyor muyduk? Sizinle aramızda akrabalık, sosyal ilişkiler yok muydu? O halde aramızdaki bu fark niye?" diyeceklerdir.

Yani, "Müslüman olduğunuzu söylemenize rağmen ihlaslı değildiniz. İslâm ile küfr arasında duruyordunuz ve küfrden kendinizi tamamen koparmamıştınız. İslâm'a da hiç bir zaman sıkı sıkıya bağlı olmadınız.

"" gözetiyordunuz, bekliyordunuz anlamındadır. Tıpkı iki yoldan birini seçme durumunda olup hangi tercihi daha kârlı olacağını kestiremeyen kimseler gibi. İslâm'ın en nazik dönemlerinde münafıklar da aynı tavır içindeydiler. Açıkça kafirlerin saflarında değillerdi ama İslâm'a da yararlı olmuyorlardı. Hangi taraf kazanırsa, ona katılmayı bekliyorlardı. Sözgelimi, İslâm kazandığında, kelime-i şehadet getirmiş olmanın avantajından istifade edip Müslümanların arasına girerler; küfür kazanırsa, kafirlerin saflarına katılırlar ve Müslümanların saflarında gözükmenin zararlı olacağını düşünürler. İşte bunlar ihlastan yoksun kimselerdir.

Bu ifade ile münafıkların içine düştükleri şüpheler kastedilmiştir. İşte münafıklığın gerçek nedeni de bu şüphelerdir. Onlar Allah'ın varlığı, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliği, ahiretteki ceza ve mükafatın gerçekliği hakkında şüphe içindedirler. Yine hak ve batılın mücadelesi konusunda kuşku duymaktadırlar. Bu şüpheler olmaksızın bir kimse münafık olamaz.

Bu, iki anlama gelir. Birincisi; "Siz hayatınız boyunca bu şüphe içinde kaldınız." İkincisi; "İslâm muzaffer oldu ama sizler sadece seyirci olarak kaldınız."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mümtehine suresi ayet 5
Rabbimiz, bizi inkâr edenler için bizi fitne (deneme konusu) kılma ve bizi bağışla Rabbimiz. Şüphesiz Sen, üstün ve güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin."

Müminlerin, kafirler için fitne (imtihan) kılınması, birkaç şekilde olabilir ve her müminin bundan sakınması gerekir. Bu, kafirlerin müminleri yendikten sonra, hak üzerinde oldukları için müminleri mağlup ettiklerini sanmaları ve "Eğer bunlar (müminler) Allah yolunda olsalardı, biz onları yenemezdik" demeleri şeklinde olabilir. Müminlerin kafirler için imtihan konusu olmalarının bir şekli böyledir. Başka bir şekli ise, kafirlerin aşırı bir baskı ve zulüm uygulamaları sonucunda, Müslümanların din ve ahlakları konusunda onlarla anlaşma yapıp taviz vermek zorunda kalmalarıdır. Böyle bir durum, diğer insanlar için alay olurken, kafirlere de dini ve müminleri zelil etmeye vesile çıkar. Üçüncü bir şekilde şöyle olabilir: "Hak dinin temsilcileri, yüce bir dâvânın elemanları olmalarına rağmen, içinde bulundukları makama yakışmayacak bir şekilde, ahlakî vasıf ve faziletlerden mahrum olurlarsa ve cahiliyye toplumunda yaygın olduğu gibi, diğer insanların düştükleri ahlakî zaaflara düşerlerse, kafirlere fırsat verilmiş olacak ve onlar, "Bu kimselerin ne özellikleri var ki bizden daha şerefli kabul edilsinler" diyebileceklerdir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Teğabun suresi ayet 15
Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir fitne (bir deneme)dir. Allah ise, büyük ecir (en güzel karşılık) O'nun katında olandır.

Burada Ebu Malik Eşari'nin rivayet ettiği şu hadis gözönüne alınmalıdır: "Senin asıl düşmanın, kendisini katlederek, zafer kazandığın ve onun seni öldürmesiyle, Cenneti kazandığın kimse değil, sulbünden olan çocuklar ve sahibi olduğun maldır." (Taberani) Aynı konuda Allah Teâlâ, Enfal: 28'de şöyle buyurmuştur: "Bilin ki mallarınız ve çocuklarınız birer fitnedir. (Şayet Allah'ın sevgisini, onların sevgisinden üstte tutarsanız) büyük mükafat O'nun yanındadır."
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kalem suresi ayet 6
Delilik hanginizde imiş.

Yakında göreceksiniz. "Kim fitneye tutulmuş?" kim delirmiş?, kim çıldırmış?, kim din dışı kalmış? Onları siz göreceksiniz. Yani kim hak yolda? kim batıl yolda? olduğu yakında ortaya çıkacak diyor Allah (c.c).

Kalem suresi ayet 7
Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı iyi bilir. O, hidayette olanı da iyi bilir.

Kimin doğru yolda olduğunu, kimin sapık yolda olduğunu Allah en iyi bilendir. Sırat-ı müstakim üzerine de olduğunu, dünyada devlete, ahirette cennete gitmenin yolunun, İslâm yolu olduğunu Allah bildirdiğine göre, bunun dışında olanlar, sapık yoldadırlar.

İslâm dışı hayat yaşayanların sapıklıklarına bizim aklımız yetmiyor ve bunu da görüyorsunuz. Saymaya kalkışsak, sapıklığın çeşidini sayabilecek durumda değiliz. Her gün basın yoluyla, sapıklığın bir başka çeşidini insanlara takdim ediyorlar. Bu sapıklıklara düşmemek için bizim, yolumuzu iyi seçmemiz gerekiyor ki; O yolda Allah'ın belirttiği yoldur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Müddessir suresi ayet 31
Biz o ateşin koruyucularını meleklerden başkasını kılmadık. Ve onların sayısını inkâr edenler için yalnızca bir fitne (konusu) yaptık ki, kendilerine kitap verilenler, kesin bir bilgiyle inansın, iman edenlerin de imanları artsın; kendilerine kitap verilenler ve iman edenler (böylece) kuşkuya kapılmasın. Kalplerinde bir hastalık olanlar ile kafirler de şöyle desin: "Allah, bu örnekle neyi anlatmak istedi?" İşte Allah, dilediğini böyle şaşırtıp-saptırır, dilediğini böyle hidayete erdirir. Rabbinin ordularını kendisinden başka (hiç kimse) bilmez. Bu ise, beşer (insan) için yalnızca bir öğüttür.

Yani, onların güç ve kuvvetlerini insanî eşdeğerleri ile kıyas etmen senin ne kadar ahmak olduğunu göstermektedir. Halbuki onlar insan değil meleklerdir. Siz, Allah Teâlâ'nın meleklerden ne güçte mahluklar yarattığını bilemezsiniz.

Zahiren, cehennem görevlilerinin sayısını bildirmeye bir gerek yoktur. Ama denilmektedir ki "Onların sayılarını anlatmakla da küfredenler için, başka değil, ancak bir fitne ve imtihan kıldık." Bir kimse eğer zâhiren iman etmişse, Allah'ın uluhiyyeti ve büyük kudreti ya da vahiy ve peygamberlik hakkında bir şüphesi varsa bunu duyar duymaz hemen "Allah'ın o büyük hapishanesinden sayısız cin ve insanın işini görmek için sadece on dokuz şahıs mı bunlara birer azap verecek?" diyerek küfrünü izhar edecektir.

Bazı müfessirler; Ehl-i Kitab'ın (Yahudi ve Hıristiyan) kitaplarında cehennem meleklerinin sayısının on dokuz olarak beyan edildiğini söylüyorlar. Yani, buna göre, onlar bunu duyunca bu Kur'an'ın gerçekten Allah'ın kelamı olduğuna inanacaklardır. Ama bence, bu çeşit tefsir iki nedenden ötürü pek doğru değildir. Birincisi, ben dünyada mevcut bulunan Yahudi ve Hıristiyan dini kitaplarını mütalaa ettim, ama bunların sayısının on dokuz olduğuna dair bir şeye rastlayamadım. İkincisi, Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde Ehl-i Kitab'ın kitaplarında bulunan bazı şeyler beyan edilmiş olmasına rağmen onlar bu sefer "Muhammed bunları bizim kitaplarımızdan kopye etmektedir" diyorlardı. Bence bu ayetin doğru açıklaması şudur: "Muhammed (s.a) çok iyi bilmekteydi ki, onun ağzından sözkonusu olan bu on dokuz cehennem meleğini duyduklarında hemen onu alaya alacaklardır. Ama buna rağmen O kendine gelen bu vahyi hiçbir korku ya da tereddüde düşmeden ilan etmiştir. Yapılan hiçbir alaya aldırış etmemiştir. Belki cahil Araplar bilmiyorsa da Ehl-i Kitap pekala bilmekteydi ki her zaman peygamberler böyle olmuşlardı. Allah onlara ne vahyettiyse insanların hoşuna gitse de gitmese de, onlar aynısını aktarıyorlardı. Bu yüzden Ehl-i Kitap'tan Allah Rasulü'nün bu tavrını görerek yani her türlü muhalefete rağmen onun ilk bakışta acaib gelen bir hususu tereddütsüz açıklamakta olduğunu ve böyle bir tavrın ancak bir peygamberin tavrı olabileceğini farkeredek iman etmeleri beklenirdi.
Bilinmelidir ki Allah Rasulü müteaddit kereler benzer tavırda bulunmuştu. En bariz olanı Mirac hadisesidir. Kalabalık bir mecliste, bu hayretengiz olayı duyduklarında muhaliflerin ne diyecekleri hususunda zerre kadar tereddüt etmeden bu olayı kafirlere açık açık anlatmıştı.

Bu husus Kur'an-ı Kerim'in müteaddit yerlerinde beyan edilmiştir. Her bir imtihandan sonra eğer bir mü'min kişi imanında sebat gösterir, bu konuda bir şüphe, inkar ya da itaatsizlikten kaçınır ve din hakkında sözünden dönme yoluna kaymaz da yakîn, itimat, itaat ve vefa yolunu tutarsa, bu kişide o zaman iman kökleşir, netleşir. Bkz. Al-i İmran 163; Enfal 2, an: 2; Tevbe 122-125, an: 125; Ahzab 22, an: 38; Feth 4, an: 7.

Kur'an-ı Kerim'de geçen bilimum kalp marazlarından maksat, münafıklıktır. Bu yüzden de bazı müfessirler, bu kelimeyi görerek bu ayetin Medenî olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü münafıkların ortaya çıkışının Medine'de olduğu bilinmektedir. Ama bu görüş birçok sebepten dolayı doğru değildir. İlk olarak, Mekke'de münafığın olmadığı iddiasının yanlış olduğunu biz Ankebut Suresi'nin giriş bölümünde ve açıklama notları 1 ve 12, 13, 14, 15'de izah etmiştik. İkincisi, böyle tefsir etmek bence doğru değildir. Çünkü bu sözün gelişi belirli bir hadise ya da belirli bir durum üzerine vukubulur. Onlara göre, bu bağlam içindeki bu cümle başka bir hadise hakkında nazil olmuş ve bu hiç ilgisi olmayan yere, araya sokulmuştur. Müddessir Suresi'nin bu kısmının tarihsel arkaplanı, muteber rivayetler vasıtasıyla bizce bilinmektedir. Yani Mekke döneminin başlarında belirli bir hadise üzerine nazil olmuştur. Bütün sözün gelişimi o hadise ile açık bir ilgi içindedir. Sure, hadise münasebetiyle nazil olmuştur. Şimdi cümlenin seneler sonra Medine'de nazil olmasının sonra da buraya yerleştirilmiş olmasının ne ilgisi var, denebilir. Gelelim buradaki kalp hastalığından neyin murad edildiğine. Bundan kasıt, şüphedir. Sırf Mekke'de değil, bütün dünyada önceden günümüze dek bir çok insan vardır ki bunlar katiyetle Allah'ı, ahireti, vahyi, peygamberliği, cennet ve cehennemi vb. inkar ederler. Her devirde kimi insanlar, Allah var mı yok mu? Ahiret olacak mı yoksa olmayacak mı? Meleklerin, cennet ve cehennemin gerçekten bir varlığı var mı, yoksa birer efsane mi bunlar? Rasul gerçekten bir rasul mü, O'na vahiy geliyor mu? gibi hususlarda şüphe içinde bulunuyor.
Bu gibi şüpheler pekçok insanı küfre götürür. Yoksa bu hakikatleri kesin olarak inkar eden ahmaklar, dünyada hiçbir zaman sayıca fazla olmamıştır. Çünkü zerre kadar aklı olan hiçkimse, bu gibi hususların kesinlikle mümkün olmadığı, imkan harici olduğu konusunda kesin konuşamaz.

Bunun manası, "Onlar Allah'ın kelamını kabul ediyorlardı" demek değildir, ama "Allah niye bunu söylemiştir?" diye hayret ediyorlardı. Aslında onlar: "Bir sözde eğer bu gibi akıl ve mantık dışı şeyler söyleniyorsa bunlar Allah'ın kelamı nasıl olabilir?" demek istiyorlardı.

Yani Allah Teâlâ bazen kelamında ve buyruklarında öyle şeyler söylemektedir ki, bunların her biri insanlar için bir imtihan sebebidir. Huyu güzel, doğruluğu seven ve sağlam düşünce sahibi bir kimse bunu işitince doğru anlam vererek dosdoğru yolu bulur. Aynı şeyi inatçı, eğri düşünceli ve doğruluk düşmanı bir insan duyduğunda ise ondan yanlış anlamlar çıkarır ve doğrudan kaçmak için bunu bahane olarak kullanır. Birinci tip insan, doğruyu sevdiği için Allah ona hidayet verir. Çünkü hidayet isteyen bir kimseyi saptırmak Allah'ın sünneti değildir. İkinci tip insan ise, hidayet istememekte ve sapmayı, sapkınlığı sevmektedir. Bunun için Allah onu dalâlet yoluna iter. Çünkü doğrudan nefret eden bir kimseye doğru yolu göstermek de Allah'ın sünneti değildir. (Allah'ın hidayet vermesi ve saptırması hakkında tefsirimizin pekçok yerinde izahatlar yapmıştık. Mesela, Bkz. Bakara an: 10, 16, 19, 20; Nisa an: 173; Enam an: 17, 28, 30.)

Yani, Allah'ın kainatta ne kadar mahlukat yarattığını, onlara ne gibi kuvvetler verdiğini ve onlara ne gibi görevler verildiğini Allah'tan başka kimse bilemez. Küçük bir alemde yaşayan insan, kendi sınırlı seviyesinden etrafındaki dünyaya bakarak neden Allah'ın yarattığı kainatın kendi duyu organlarıyla ya da geliştirdiği aletler ile hissedebildiği kadar olduğunu düşünsün. Bu onun kendi akılsızlığındandır. Allah'ın yaratmış olduğu bu kainat o kadar geniş ve büyüktür ki, sadece onun bir bölümünün bile tam olarak bilgisini elde edebilmek imkansızdır. Nerede kaldı, onun küçük beyni bu alemi bütün genişliği ve boyutlarıyla alabilsin.

Yani, onlar bu azabı tatmaya müstehak olmadan önce akıllarını başlarına toplasınlar da kendilerini kurtarmaya baksınlar.


Kuranda fitne ile alakalı ayetleri böylece aktarmış olduk

ALLAHım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et;
batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et.
Amin
 

leyla-1

Altın Üye
Katılım
4 May 2007
Mesajlar
38,553
Tepki puanı
5,369
Puanları
163
Yaş
50
ALLAHım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et;
batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et.
Amin

Allah razı olsun kardeşim emeklerinize gönlünüze sağlık Allah ecrini her iki dünyada kat kat vermek nasip etsin Rabbim.
Allah hepimizin yar ve yardımcısı olsun bilerek ve idrak edenlerden olmak dini görevlerimizi tam itikatiyle yapmak bu dünyada ve ahirette Allah'ın sevdiği razı olduğu kullar olmak cennetinden birer köşk Peygamber Efendimizin Şefaatine nail olmak nasip etsin Rabbim.
Allah korktuklarımızdan emin umduklarımıza nail olmak duaları her iki dünyada kabul olunan kullar olmak nasip etsin Rabbim.
Selam ve dua ile Allah'a emanet olun herşey gönlünüzce olsun.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
leyla-1,
Duanıza katılıyor ve Allah CC razı olsun diyorum
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt