Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda fitne kavramı (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 193
Ve fitne kalmayıncaya ve dîn, Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın (onları öldürün). Bundan sonra eğer vazgeçerlerse o zaman zalimlerden başkasına karşı düşmanlık yoktur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 102
Onlar, Süleyman (A.S)'ın mülkü üzerine şeytanların okuduğu (anlattığı, tilâvet ettiği) şeylere tâbî oldular (uydular). Süleyman (A.S), inkâr etmedi (sihir yapmadı ve kâfir olmadı). Fakat şeytanlar insanlara, sihri ve Babil Şehri'ndeki iki meleğe, Harut ve Marut'a indirilen şeyleri öğretmekle kâfir oldular. Oysa onlar: “Biz sadece bir fitneyiz (sizin için bir imtihanız). O halde (sakın sihir ilmini öğrenerek) kâfir olmayın.” demedikçe hiç kimseye bunu öğretmezlerdi. Fakat o ikisinden, erkek ile karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı ve de onlar, Allah'ın izni olmadan onunla (sihirle) hiç kimseye zarar verebilecek değillerdir. Ve onlar kendilerine fayda vermeyen, zarar veren şeyleri öğreniyorlar. Andolsun ki onlar, onu (sihri ve ona ait bilgileri) satın alan kimsenin ahirette bir nasibi olmadığını kesin olarak öğrendiler. Elbette onunla (sihre karşılık) nefslerini sattıkları şey ne kötü, keşke bilselerdi.

Şeytan'ın çoğulu olan Şeyatin kelimesi, insanlardan ve cinlerden sapık ve kötü olanlara delâlet eder.
Burada iki anlam da kastedilmektedir. Yahudiler, esaretleri, cahillikleri, fakirlikleri ve yurtsuz dolaşmaları gibi nedenlerle ahlâken ve maddî yönden çok bozulup tüm iyi niteliklerini kaybettiklerinde, sihir, büyü, tılsım ve buna benzer diğer sanatlarla ilgilenmeye başladılar. Hiçbir çaba sarfetmeksizin bu tür tılsım ve büyülerle kendi geleceklerini kazanabilecekleri konusunda kendilerini aldatmaya başladılar. Daha sonra kötülükler onları her taraflarından sardı ve büyücülük ilmini Süleyman Peygamber'e (a.s.) bağladılar. Süleyman Peygamber'in (a.s.) büyük saltanatını ve muhteşem güçlerini bu büyülerle elde ettiğini iddia ettiler. Yahudiler sihir ve büyü gibi bu tür sanatları büyük bir nimet olarak kabul ettiler; hatta, Yahudi din adamları (haham) bile sihirle uğraşmaya başladılar. Sonuç olarak, kutsal kitaplara olan tüm ilgilerini kaybettiler ve kendilerini Allah'ın Hidayet'ine çağıranlara kulak asmadılar.

Kur'an burada sadece Süleyman Peygamber'e (a.s.) atfedilen büyücülük suçunu değil, ona Kitab-ı Mukaddes'te atfedilen diğer suçları da reddeder. (I Krallar: 11)
Kitab-ı Mukaddes'e göre "Süleyman kadınlardan çok hoşlanırdı; kadınları, onu başka ilâhlara tapması için kandırdılar. O da Allah katında kötü olanı yaptı; onların ilâhlarının put ve timsallerini yaptı." Kur'an bunu reddeder ve şöyle der: "Süleyman hiçbir zaman küfredenlerden olmadı ve sadece bir kâfir, kadına düşkünlük, putlara tapma ve Allah katında kötü olan şeyler gibi suçları işleyebilir."

Bu ayette değinilen olay çeşitli şekillerde yorumlanmıştır; fakat benim anlayabildiğim kadarıyla olay şudur: Hz. Lut'a iki yakışıklı delikanlı şeklinde iki meleği gönderdiği gibi, İsrailoğulları Babil'de esir iken Allah onları sınamak için insan kılığında iki melek göndermişti. Bu amaçla o iki melek insanlara sihir öğretmeye başlamışlardı. Fakat melekler, "Bu şeyleri sadece sizi sınamak için öğretiyoruz. Bu sanat'tan yardım ve ümit bekleyerek bu dünya hayatınızı ve ahiretinizi mahvetmeyin" diyerek kendilerine gelenleri uyarıyorlardı. Fakat tüm bu uyarılara rağmen onlar sihirler, tılsımlar, muskalar için büyük gruplar halinde geliyorlardı.
Meleklerin insan kılığında gelmelerinde garipsenecek bir yön yoktur. Onlar, Allah'ın vekilleri olarak olağanüstü güçlere sahiptirler. İnsanlara neden sihri öğrettiklerine gelince, bunu bir örnekle açıklayabiliriz. Bu, polisin rüşvet alan memurları suçüstü yakalayabilmek için işaretlenmiş paraları suçlulara teslim etmek gibi mizansenler hazırlamasına benzemektedir. Nasıl bunda garipsenecek bir şey yoksa, dejenere olmuş Yahudileri sınamak için meleklerin yaptığı şeyde de bir tuhaflık yoktur.

Büyü ilimlerinde en büyük dilek, kadını ayartabilmek için kocasından ayıran bir muska veya tılsım elde etmek idi. Bu, onların ne kadar bozulduklarını göstermektedir. Onların en büyük zevki başkalarının kadınlarıyla ilişki kurmak ve onları kocalarından ayırmaktı. Bu bozulmanın en kötüsü idi. Çünkü toplumun temel taşını oluşturan ailenin köklerini yıkmak demekti. Eğer karı ile koca arasındaki ilişki sağlam olursa, toplum da sağlam ve güçlü olur. Fakat ikisi arasındaki ilişki kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu nedenle onlar, en büyük kötülüğü yapıyorlardı; çünkü, kendi dayanışmalarının ve tüm toplumun bağlı olduğu bu önemli ilişkiyi kökünden kesiyorlardı.
Bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) Şeytan'ın dünyanın dört bir tarafına vekilerini gönderdiğini söyler. Vekiller geri döndüğünde O'na ne yaptıklarını anlatırlar. Birisi kavga çıkardığını, ötekisi karışıklık ve kargaşa yarattığını söyler; fakat, Şeytan "Hiçbir şey yapmadınız" der.
Daha sonra biri gelir ve: "Bir adamla karısının arasını ayırdım" der. Şeytan onu kucaklar ve: "Gerçekten büyük bir iş yaptığını" söyler. Bu hadisin ışığında, neden iki meleğin İsrailoğulları'na karı ve kocayı ayıran bilgi ile gittikleri açığa çıkmaktadır. Sadece böyle bir şey, onların ahlâkî geriliklerini tam anlamıyla ölçebilir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 11
Onlara, "yeryüzünde bozgunculuk yapmayın" denildiği zaman onlar "Biz, ancak ıslah edicileriz." derler.

Onlara "İnkâr ve isyan ederek, Allahın dininden şüphe ederek ve Allah düşmanı Yahudileri dost edinerek yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın" denildiği zaman onlar: "Biz, müminler ile ehl-i kitabın arasını düzeltmek isteyenleriz. Bu sebeple bizler, bozgunculuk yapanlar değil, ıslah edicileriz." derler.

Âyette zikredilen "Onlardan maksat, Abdullah b. Abbas. Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilere göre "Münafıklardır. Yapmamaları istenen "Bozgunculuk" ise "İnkarcılıkları ve günah işlemeleridir."

Selman-ı Fârisî'den nakledilen başka bir rivayete göre ise Onlardan maksat.-o döneme kadar henüz dünyaya gelmemiş olan insanlardır.

Taberi, "Onlar"dan maksadın. Resulullahm döneminde bulunan münafıklar ve onlardan sonra gelip aynı sıfatı taşıyan bütün münafıklar olduğunu söylemenin daha evla olacağını zikretmiş ve özetle şunları söylemiştir. "Selman-ı Farisî, bu görüşüyle Resulullah döneminde bulunan daha sonra da ölüp giden münafıkları değil Selmanm yaşadığı dönemlerde henüz ortaya çıkmamış olan ve çıkmaları beklenen kimseleri kastetmiş olabilir. Bizim, diğer görüşü tercih etmemizin sebebi, bu hususta müfessirlerin ittifak etmeleridir."

Taberi diyor ki:
"Yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan maksat, orada Allanın yasakladığı şeyleri yapmak ve emrettiği şeyleri yapmamaktır. Nitekim melekler, Allah teaianın kendilerine yeryüzünde bir insan yaratacağını bildirmesi üzerine şöyle demişlerdir:
"Bir zaman rabbin, meleklere: Ben yeryüzünde bir Halife yaratacağım." demişti. Melekler de "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni, överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz." dediler.
Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.

Münafıklar, yeryüzünde rablerine isyan ederek ve onun yasakladıklarını işleyip farz kddığı şeyleri yapmayarak ve Allanın dininden şüphe ederek yeryüzünde fesat çıkarırlar. İman ettiklerini söyleyerek müminleri aldatmaya çalışırlar. AlIahı, kitaplarını ve Peygamberlerini yalanlayanlara yardım etmek için bir yol bulduklarında Allahın dostlarına karşı onlara yardım ederler. İşte böylece bozgunculuk çıkarırlar. Bu halleriyle de müminlerle kâfirlerin arasını bulmaya ' çalıştıklarını zannederek ıslah edici okluklarını iddia ederler. Fakat bu niyetlerine rağmen Allah onların azabını hiç de hafifletmez. Bilakis onlar için cehennemin en alt katını vaadeder.
Allah teala onlar hakkında "İyi bilin ki asıl bozguncular onlardır. Fakat farkında değillerdir. buyumıuştur. Bu âyet te gösteriyor ki, kişinin inkâr veya günahında iyi niyetli oluşu onu kurtaramaz. Allahın azabı, sadece bilinçli bir şekilde inkâr edenleri değil, şuursuzca inkâr edenleri de kuşatır. Ayet-i kerimenin sonunda "Biz ancak ıslah edicileriz." dediler" Duyurulmaktadır.
Abdullah b. Abbas bu âyeti şöyle izah etmiştir.
"Münafıklar dediler ki, biz ancak müminlerle ehl-i kitabın arasını bulmak istiyoruz."

Mücahid ise şu şekilde izah etmiştir:
"Münafıklar, Allaha isyan etmeye giriştiklerinde onlara, "Şöyle şöyle yapmayın." denilince onlar, "Biz ancak hidayet üzere olanlar ve durumu düzeltenleriz." demişlerdir.

Taberi diyor ki:
"Münafıklar gerek Yahudilere iyi davranarak onlarla mü*minlerin arasını bulup, ara bulucu olduklarını iddia etmiş olsunlar, gerekse Alla-hın yasak kıldığı şeyleri işledikleri halde onların kötü şeyler olmadığını söyle*yerek hidayet üzere olduklarını söylemiş olsunlar. Her iki halde de onlar, yaptıklan şeyde ıslah ediciler olduklarını zannediyorlardı. Fakat Allah teala, müna*fıkların bu iddialarını yalanlayarak buyurdu ki:

Bakara suresi ayet 12
İyi bilin ki asıl bozguncular onlardır. Fakat farkında değillerdir.

Ey müminler iyi bilin ki, Ali ahin koymuş olduğu sınırlan aşarak, kötülükleri işleyerek ve emredilen farzları terkederek bozgunculuk çıkaranlar aslında o münafıklardır. Fakat onlar, bozguncu olduklarının farkında değillerdir. Onlar ıslah ettiklerini zannederek bozguenculuk yapıyorlar. Zira onlar, Allanın emrine karşı geliyorlar. Onun koyduğu sınırlan aşıyorlar. Onun farzlarını bırakıp haram kıldıklarını işliyorlar. Buna rağmen durumlarının farkında değildirler.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 191
Onları, bulduğunuz yerde öldürün ve sizi çıkardıkalrı yerden siz de onları çıkarın. Fitne, öldürmeden beterdir. Onlar, size karşı savaşıncaya kadar siz, Mescid-i Haram yanında onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kâfirlerin cezası işte böyledir.

Bu ayette kullanıldığı şekliyle, Arapça "fitne" kelimesinin tam karşılığı "Şiddete başvurarak bir fikri bastırmak ve ortadan kaldırmaktır. Bu ayette, o gün yaygın olanlara ters düşen inanç ve teorileri savunan kişi veya grupları baskı ve şiddetle cezalandırmanın çok kötü bir hareket olduğu ve toplumdaki durumu düzeltmeye yarayan fikir ve teorileri yayan ve savunan kimseleri işkence ve kaba kuvvetle bundan vazgeçirmeye çalışmanın zulüm olduğu anlatılmak istenmektedir. Kan dökmek çok kötü bir şey olmasına rağmen insanları kendi inanç ve ilkelerine bağlayan kimseleri bastırıp ezmek ve onları baskı gruplarının inançlarını benimsemeye zorlamak bundan da kötüdür. Bu nedenle tartışıp anlaşma yerine, vahşi gücü seçen bu insanlara karşı zor kullanmak helâldir ve haklı bir sebebe dayanmaktadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 193
(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur.

Bu ayetteki fitne kelimesi 191. ayettekinden farklı bir anlamda kulanılmıştır. Burada kelime, Allah yolu'na tâbi olmak için gerekli olan özgürlük ve güven gibi şartlara sahip olunamayan bir toplum durumunu anlatmaktadır. Bu nedenle, müslümanlara bu durumu düzeltmeleri, tekrar Allah yolunda barış ve özgürlüğü sağlamaları için savaşa devam etmeleri emredilmektedir. Arapça din kelimesinin orijinal anlamının "teslimiyet" olduğuna ve teknik olarak bir kimsenin emir ve düzenlemelerinin geçerli olduğu hayat tarzını anlatmak için kullandığına dikkat edilmelidir. Bu nedenle, insanın insana hükmettiği ve Allah yolu'na tâbi olmanın imkânsız olduğu bir toplumda, fitne hüküm sürüyor demektir. İslâm'ın savaşmaktan amacı, fitneyi ortadan kaldırmak ve insanları İlâhi tebliğe uygun bir şekilde Allah'ın kulları olarak yaşayabilmeleri için, Allah'ın yolunu tesis etmektir.

Bu, İslâm'ın müminlere kâfirleri kılıç zoruyla küfür ve şirkten vazgeçirip, bunun yerine Allah'a ibadete yöneltmek için savaşmalarını emrettiği anlamına gelmez. Savaşın amacı, sadece, onları fitneden vazgeçirmektir. Gerçekte İslâm, tüm gayri müslimlere inanç özgürlüğü verir. Kişi istediği yaşama tarzını seçebilir ve istediği şeye tapıp tapmamakta özgürdür. İslâm müminlere, kâfir ve müşrikleri yanlış inanç ve alışkanlıklarından ikna yoluyla vazgeçirmeye çalışmalarını tavsiye eder; fakat, bu amaçla savaş yapmaya izin vermez. Diğer taraftan kimseye, insanları Allah'a kulluktan vazgeçirip başka bir şeye kul etme hakkı da vermez. Böyle adalete aykırı bir durumu ortadan kaldırmak için, şartların gerektirdiği şekilde tebliğe ve savaşa izin verir. Bu nedenle fitne, yani kâfirlerin hakimiyeti ve politik üstünlükleri ortadan kaldırılmadıkça ve Allah'ın dini için gerekli özgürlük sağlanmadıkça müminlere dinlenme yoktur.
"Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık yoktur" ayetinden çıkarılan anlam şudur: İslâm yönetimi küfür yönetiminin yerine geçerse, Hakk'a karşı çıkma konusunda zulüm işleyenden başkaları için genel bir af ilân edilmelidir. Bu ayet, zafer anında müminlerin merhamet göstermesine izin vermesine rağmen, İslâm'a düşmanlıkta tüm sınırları aşan zalimleri cezalandırmasını da yasaklamaz.
Çok merhamet ve af taraftarı olan Hz. Peygamber (s.a) bile bu haktan yararlanmış ve Bedir'de savaş esiri olarak alınan iki kâfiri ölüm cezasına çarptırmıştı. Bu bağlamda, Mekke'nin fethinden sonra genel bir af ilân edilmesine rağmen, İslâm düşmanlarından on yedisi bu aftan hariç tutulmuş ve dördü ölüm cezasına çarptırılmıştır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 205
O, iş başına geçtiği zaman yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için çalışır. Allah, bozgunculuğu sevmez.

Ey Resulüm, bu münafık senin yanından ayrılıp gittiğinde, Ali ahin kulla-nnı korkutmak için, yol keserek, orada anarşi çıkararak yeryüzünde Allanın haram kıldığı işleri yapar. Ekinleri yok etmek ve Allanın helal kılmadığı hayvanları ve diğer canlıları helak etmek için çalışır. Allah günah işlemeyi, yol kesmeyi ve oralarda korkulacak durumlar meydana getirmeyi sevmez.

Âyet-i kerimede zikredilen ve "O, iş başına geçtiği zaman" şeklinde tercüme edilen cümlesi, Abdullah b. Abbas tarafından "O, senin yanından ayrıldığı zaman" şeklinde izah edilmiş,
İbn-i Cüreyc tarafından ise "O, senin yanından öfkeli olarak ayrıldığı zaman" şeklinde izah edilmiştir.

Müfessirler burada, münafık tarafından yeryüzünde çıkaracağı fesattan neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Bazılarına göre burada zikredilen fesattan maksat, "Yol kesmek" ve insanları korkutmaktır. Nitekim Ahnes b. Şerik bunu yapmıştır.

Diğer bir kısım müfessirlere göre ise burada zikredilen "Fesaf'tan maksat, akrabalık bağını koparmak ve müslümanlann kanını akıtmaktır.

Taberi, âyet-i kerimenin genel ifadesinin her iki fesat şeklini de kapsar mahiyette olduğunu ve âyetten, bütün isyanların anlaşıldığını söylemiştir.

Âyet-i kerimede: "O, ekini ve nesli helak etmek için çalışır." Duyurulmaktadır. Münafıkın, ekin ve nesilleri nasıl helak ettiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

a- Süddiye göre burada zikredilen ekinlerin helakinden maksat, Ahnes b. Şerikin yaptığı gibi onlan yakmak, nesilleri helak etmekten maksat ise, yine bu kişinin yaptığı gibi belli hayvanları keserek soylarını bitirmek istemektir.

b- Mücahide göre ise, münafıkın, ekinleri helak etmesinden maksat, Allaha isyanı yüzünden yağmur rahmetinin kesilmesi ve böylece ekinlerin yok olmasına sebep olmasıdır. Soyları helak etmesinden maksat ise, ekinlerin helak olmasına vesile olarak insanların da helakine vesile olmasıdır.

Taberi diyor ki:
"Her ne kadar Mücahidin söylediği de âyetin izahında muhtemel bir tevil ise de Süddinin ki âyetin zahirine daha uygundur. Bu sebeple biz bunu tercih ettik.
Taberi devamla diyor ki:
"Ekinden maksat, ziraat ürünleridir. Nesilden maksat ise soy ve çocuktur. Münafıkın ziraat ürünlerini helak etmesi, Süddinin söylediği gibi, onu yakmasıyla da olabilir, Mücahidin söylediği gibi, Allaha isyanı yüzünden yağmurun kesilmesine sebep olmasıyla da olabilir. Hatta tarımla meşgul olanları ve işçileri öidürmesiyle de olabilir. Keza münafıkın, nesilleri helak etmesi, anne ve baba olacak insanları öldürmekle de olabilir. Mücahidin dediği gibi, insanların gıdalan olan ekinleri helak etmesiyle de olabilir.
Her ne kadar âyet-i kerimenin zahiri, Süddinin rivayet ettiği izaha daha uygun ise de, âyeti genel anlamda almak ve her ekini helak edenin ve soyun helakine sebep olan herkesin bu âyetin ifadesine girdiğini söylemek uygundur.
Nitekim Abdullah b. Abbas, Mücahid, Dehhak, Rebİ1 b. Enes, Ata, Said b. Abdülaziz ve Mekhul, bu âyette ki, "Ekin"den maksadın, ekilen bütün ekinler olduğunu ve soydan maksadın da "Her canlının soyu" olduğunu söylemişlerdir. Buna göre her ekini ifsad eden ve her soyu helak eden münafık bu âyetin ifadesine girmektedir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bakara suresi ayet 217
Sana haram olan ayı, onda savaşmayı sorarlar. De ki: "Onda savaşmak büyük (bir günahtır) . Allah katında ise, Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid,i Haram'a engel olmak ve halkını oradan çıkarmak daha büyük (bir günahtır) . Fitne ise, katilden beterdir. Eğer güç yetirirlerse, sizi dininizden geri çevirinceye kadar sizinle savaşmayı sürdürürler; sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, artık onların bütün yapıp-etmeleri (amelleri) dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateşin halkıdır, onda sürekli kalacaklardır.

Haram ayda savaş etmekle ilgili sorulan soru, hicret'in ikinci yılında Recep ayında meydana gelen bir olayla ilgilidir.
Hz. Peygamber (s.a) Mekke ile Taif arasında bir bölge olan Nahle'ye sekiz kişilik bir gözcü grubu göndermişti. Onlara düşmanı gözlemelerini ve onların gelecekle ilgili planlarını öğrenmelerini emretmişti. Hz. Peygamber (s.a) onlara savaş izni vermediği halde bu grup, Kureyş'in küçük bir ticaret kervanına saldırmış, bir kişiyi öldürmüş, geri kalanını esir alarak ganimetlerle birlikte Medine'ye getirmişti.
Olayın Recep'in sona erdiği gün mü, yoksa Şaban'ın ilk günü mü meydana geldiği tam bilinmediğinden, saldırının, haram aylardan olan Recep'te mi, yoksa Şaban'da mı olduğu konusunda şüphe uyanmıştı. Bunun sonucunda Kureyşliler ve onların gizli müttefikleri olan yahudilerle, Medine'de müslüman gözüken münafıklar, karşı-propaganda yapmak ve müminler aleyhine konuşmak için ellerine geçen bu fırsatı kaçırmadılar. Şöyle diyorlardı: "Ne kadar da dinlerine bağlı insanlar! Haram ayda bile kan dökmekten sakınmıyorlar." Bu tür itirazlara bu ayet şöyle cevap vermektedir: "Şüphesiz kan dökmek çok kötü bir şeydir. Fakat onların itirazları dayanaksızdır. Çünkü bu söz, on üç yıldan beri sadece Allah'a inandıkları için kendi kardeşlerine en acımasız işkenceleri yapan insanlardan çıkmaktadır. Bunlar sadece, kardeşlerini yurtlarından çıkarmakla kalmamış; Kâbe, kimsenin tekelinde olmadığı halde, onları Kâbe'yi ziyaretten engellemişlerdir. Onların günahı daha büyüktür; çünkü, böyle bir düşmanlık ve kin, iki bin yıldan beri hiç görülmemiştir. Bu nedenle günah listeleri kapkara olan bu zalimler, böyle bir meselede itiraz hakkına sahip değildirler."
Ayrıca bu olay Hz. Peygamber'in (s.a) izni olmaksızın gerçekleşmişti ve İslâm toplumunun birkaç üyesinin sorumsuz bir hareketinden başka bir şey değildi.
Bu grup, ganimet ve esirlerle birlikte Medine'ye geldiğinde Hz. Peygamber'in (a.s) : "Ben size savaş izni vermemiştim" dediğine ayrıca dikkat edilmelidir. O, ganimetten Beytülmal'ın payı olan beşte biri de kabul etmemiştir. Bu da olayın kanun dışı ve emirlere aykırı bir hareket olduğunu göstermektedir. Diğer müslümanlar da olaydan sorumlu arkadaşlarını suçlamışlardı ve Medine'de onların hareketini onaylayan tek bir mümin bile olmamıştı.

Bazı müslümanlar Yahudiler ve kâfirler tarafından yöneltilen yukarıdaki eleştiriyi haklı gördüler. Onlar bu eleştirilerin samimi olduğunu ve bu anlaşmazlığın ortadan kaldırılması halinde eleştiricilerin tatmin olacağını ve onlarla barış yapılabileceğine inanıyorlardı. Bu ayette müslümanlar, onlar hakkında bu tür fikirler beslememeleri için uyarılıyorlar. Çünkü onlar, gerçeğin ortaya çıkması için değil, müslümanlara karşı propaganda yapabilmek için itiraz ediyorlardı. Müslümanlara karşı çıkmalarının asıl sebebi onların İslâm'ı kabul etmeleri ve tüm dünyayı da buna çağırmalarıydı. Bu nedenle müslümanlara düşmanları hakkında safdil düşünceler beslememeleri söyleniyor. Müslümanlar, kendilerini inançlarından döndürmeye çalışanların, mallarını çalmaya çalışanlardan daha büyük bir düşman olduğunu hatarlamalıdırlar. Çünkü hırsız, geçici olan bu dünyalarına zarar verir, oysa onları inançlarından döndürmeye çalışan kimse, ebedî olarak ahiret hayatlarını mahvetmeye çalışmaktadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Ali imran suresi ayet 7
Sana Kitabı indiren O'dur. Ondan, kitabın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri de benzeşen (müteşabih) lerdir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun yorumunu Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, onun tümü Rabbimizin katındandır." derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp düşünmez.

Muhkem açık, kesin, yalın ve kat'î demektir. Muhkemât ise, hiçbir belirsizlik gölgesine düşürmeksizin anlamlarını çok açık olarak ifade eden Kur'an ayetleridir. Bu ayetler yanlış anlamaya çok az meydan bırakacak şekilde anlamlarının çok açık ve kesin olması için böyle ifade edilmişlerdir. Bu ayetler Kitab'ın ana prensiplerini oluştururlar; yani, Kur'an'ın gerçekleştirmek için indirdiği amacı ancak ve ancak bu ayetler belirler. Bunlar dünyayı İslâm'a çağırır, öğütler verir ve uyarılarda bulunur. Yanlış inanç ve uygulamaları reddedip doğru hayat nizamını bu ayetler ortaya koyar.
Dinin esaslarını açıklayıp, inançla ibadetleri, görevle sorumlulukları, emir ve yasakları bunlar bildirir. Bu nedenle Hakk'ı arayan bir kimse, kendi ihtiyaçlarına ancak bunlar cevap verebileceği için bu ayetlere başvurmalıdır. Doğal olarak böyle bir kimse bu ayetler üzerinde duracak ve bunlardan en fazla faydayı elde etmeye gayret edecektir.

Müteşabihat, birden fazla anlama gelebilen ayetlerdir. Bu ayetlerin amacı evren hakkında, onun başlangıcı ve sonu, insanın evrendeki konumu gibi konularda bir miktar bilgi vermektir. Çünkü bu tip bilgiler, herhangi bir hayat sistemini formüle etmede esas teşkil ederler. Hiçbir dilin, henüz insan duyuları tarafından algılanmamış, hiçbir insan tarafından duyulmamış, koklanmamış dokunulmamış ve tadılmamış bu doğa-üstü şeyleri ifade edecek kelime, ifade, deyim vs. sahip olmadığı bilinen bir şeydir. Bu doğa-üstü şeylerin, insan hayatı sözkonusu edilerek anlatılmasının nedeni işte budur. Kur'an'ın insan dilinde birden çok anlama gelebilecek müphem ifadeler kullanmasının nedeni de budur.
O halde bu ayetlerin en önemli faydasının, kişinin gerçekliğe yaklaşmasının ve onun bu gerçekliği bu şekilde kavramasını sağlamak olduğu söylenebilir. Bu nedenle bu ayetlerin asıl manalarını belirlemek için ne denli çaba sarfedilirse, o denli şüphe ve belirsizlik içine düşülür. Bunun bir sonucu olarak kişi, gerçekliği (reality) bulmayı hiçbir zaman başaramaz, hatta ondan uzaklaşır ve sapıklığa düşer. Bu yüzden Hakk'ı arayanlar ve gereksiz şeylerin peşinde koşmayanlar, bu müphem ayetlerden aldıkları yalın gerçeklik anlayışıyla yetinirler ve bu da onların Kur'an'ı anlamalarını sağlar. Bu tür kişiler tüm dikkatlerini anlamları açık ve kesin ayetleri anlamakta kullanırlar. Diğer taraftan gereksiz şeylerden hoşlanan ve fitne peşinde koşanlar, zamanlarını ve enerjilerini bu anlamı belirsiz olan ayetleri yorumlamada harcarlar.

Bu şöyle bir soruya neden olabilir: Kişi müteşabih ayetlerin gerçek anlamını bilmediği halde nasıl onların hak olduğuna inanabilir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Müteşabih (müphem) ayetler yorumlandığında değil, muhkem (anlamı açık ve kesin) ayetler iyice incelendiğinde, bu inceleme, anlayışlı bir kişiyi Kur'an'ın gerçekten Allah'ın kelâmı olduğu inancına götürür. Muhkem ayetleri inceleme, kişiyi bir kez Kitab'ın gerçekten Allah'tan olduğu inancına götürdükten sonra, müteşabih ayetler onun zihninde şüphelere yol açmaz ve kişi bu ayetlerden anladığı en basit anlamı kabul edip, ayet anlamlarında karmaşıklıklara rastlandığında ise, bunları bir tarafa bırakır. Kılı kırk yarıp onları araştıracağına Allah'ın Kelâmı'na bütün olarak inanır ve dikkatini daha faydalı işlere yöneltir
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Nisa suresi ayet 28
Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır.

İctihatlarınızda davranış ve hareketlerinizde şehvete değil, hikmete ve Allah'ın açıklamalarına ve önünüzde bulunan doğru yolda gidenlerin ahlâk ve davranışlarına uyunuz ve İslâmın teşrî ilminde (kanun koyma ilminde) pek büyük bir esas olan şu âyete bakınız: Allah Teâlâ siz d en ağır yükümlülükleri kaldırıp sorumluluğunuzu hafifletmek ister. Çünkü insan zayıf olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı kanun koyma konusunda nefsani arzulara uymak caiz olmadığı

gibi şiddet ve baskı da caiz değildir. Burada "Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme!" (Bakara, 2/286) dualarının bir kabul olma işareti vardır ki, "Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır." (A'raf, 7/157), "Allah size kolaylık diler, size zorluk dilemez." (Bakara, 2/185) "Dinde size bir güçlük yüklemedi." (Hac, 22/78) âyetleri, aynı şekilde "Ben size kolay ,toleranslı hanif dinini getirdim." nebevî hadisi de hep bu kolaylaştırma ve hafifletme düsturunu ifade ediyor. İnsanlar, zannettikleri gibi kuv v etli bir yaratık değildirler. Şiddete dayanamazlar, hafifletmeye muhtaçtırlar ve İslâm dini, onlara bu hafifliği bağışlamak için gelmiştir. Bu esaslardan dolayı nikah hususunda da sertlik ve zorluklar gösterilmemeli, zinaya ve suistimale (kötüye kullanmay a) meydan vermemek için hükümler ve nikah muameleleri kolaylaştırılmalıdır. İbnü Abbas hazretlerinden rivâyet edilmiştir ki, o şöyle demiştir:

Nisa sûresinde sekiz âyet bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır.

1- (Nisa, 4/26)

2- (Nisa, 4/27)

3- (Nisa, 4/28)

4- (Nisa, 4/31)

5- (Nisa, 4/48-116)

6- (Nisa, 4/40)

7- (Nisa, 4/110)

8- (Nisa, 4/147)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Nisa suresi ayet 83
Onlara güven veya korkuya dair bir haber gelince hemen onu yayarlar; halbuki onu, Resûl'e veya aralarında yetki sahibi kimselere götürselerdi, onların arasından işin içyüzünü anlayanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi. Allah'ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız müstesna, şeytana uyup giderdiniz.

Bu kritik dönemde her yönden çeşitli söylentiler geliyordu. Bazen Medine ve çevresinde alarma geçilmesine neden olan asılsız ve abartılmış haberler de geliyordu. Bazen de müslümanların gevşeyip tetikde durmaktan vazgeçmeleri için düşman kampının çok sakin olduğu haberi yayılıyordu. Bu tür söylentileri sadece heyecan ve macerayı seven kişiler ciddiye alıyordu. Böyle kimseler İslâm ve Küfür arasındaki çatışmayı önemli bir mesele olarak kabul etmiyorlar ve bu tür asılsız söylentilerle uğraşmanın ciddi sonuçlar doğurabileceğini düşünmüyorlardı. Ne zaman bir söylenti duysalar sebep olacakları büyük zararları düşünmeksizin bunu hemen yayıyorlardı.
Bu ayette bu tür kimselere yaptıkları işin ciddiyeti anlatılıyor ve böyle yapmamaları konusunda uyarılar yapılıyor. Onlara duydukları herhangi bir haberi hemen yetkili kişilere iletmeleri söyleniyor.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Nisa suresi ayet 91
Diğerlerini de sizden ve kendi kavimlerinden güvende olmayı istiyor bulacaksınız. (Ama) Fitneye her geri çağrılışlarında içine başaşağı (balıklama) dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz, barış (şartların)ı size bırakmaz ve ellerini çekmezlerse, artık onları her nerede bulursanız tutun ve onları öldürün. İşte size, onların aleyhinde apaçık olan ‘destekleyici bir delil' kıldık.

Diğer birtakımlarını bulacaksınız hem sizden emin olmak, hem de kendi toplumlarından emin olmak isterler. Ya iki tarafca da hoş görünmek, göze girmek, el tutmak, zarar etmemek, sırasını bulunca külah kapmak için mümin ile mümin, kâfir ile kâfir olurlar veya yalnız zarar etmemek maksadıyla tarafsız olmak ve savaşan her iki tarafın kavgasından güven içinde kalmak, siyaset yapmak isterler. Rivayet edildiğine göre Esed ve Gatafan kabilelerinden birtakım insanlar Medine'ye gelirler, müslümanların güven ve itimadını celbetmek, bir savaşın meydana gelmesi durumunda canlarını, mallarını güven altına almak için müslüman görünürler, söz verirler, yurtlarına gidince d e kâfir olurlardı. Deniliyor ki bu durum, Abdüddâr oğullarının bir geleneği haline gelmişti. Bir de Nuaym b. Mesud Eşcaî müslümanlarla müşrikler arasında güvenli bir durumda bulunur, Peygamber ile müşrikler arasında söz götürür getirirdi. Âyetin iniş sebe b i bunlardan birisi olmuştur.

Böyleleri her fitneye itildikçe, küfür ve şirke veya savaş ve ihtilâle doğru davet veya sevk edildikçe ona tepe taklak atılır, fena halde dalarlardı. Her türlü edepsizliği yaparlardı. Şu halde bunlar hakkında ilk önce iyi bir siyaset takip etmek, onları küfür ve şirke doğru itmemek gerektir. Bundan dolayı bunlar sizden çekinirler, barış ve güven isterler ve ellerini çekip usulca otururlarsa yapılacak bir şey yoktur. "Bir selam ile selamlandığınız zaman siz de ondan da h a güzeli ile selamlayın..." (Nisâ, 4/86). Fakat savaşta sizden çekinmezler ve size barış ve andlaşma teklif etmezler ve ellerini çekmezlerse bunları tutunuz ve yakaladığınız yerde öldürünüz ve işte bunlara saldırmak için size açık bir emir ve yetki verdik.

Bu âyetleri, Mümtehine sûresindeki: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah adaletli olanları sever. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için onlara yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar." (Mümtehıne, 60/8-9) âyetleriyle ve "Berâe = Tevbe" sûresindeki

bazı âyetlerle beraber gözönünde bulundurmak gerekir ki, uzun açıklaması ve teferruatlı hükümleri İmam Muhammed'in Siyer-i Kebir'indedir. Orada geniş bir şekilde açıklanmıştır.

Savaş esnasında olabilir ki bir adam diğer bir adamı görür, seçemez, savaş halindeki bir kâfir zanneder öldürür, sonra da bir mümin veya bir muahid (zimmi) olduğu ortaya çıkar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Maide suresi ayet 41
Ey Peygamber, kalpleri inanmadığı halde ağızlarıyla "İnandık" diyenlerle Yahudiler'den küfür içinde çaba harcayanlar seni üzmesin. Onlar, yalana kulak tutanlar, sana gelmeyen diğer topluluk adına kulak tutanlar (haber toplayanlar)dır. Onlar, kelimeleri yerlerine konulduktan sonra saptırırlar, "Size bu verilirse onu alın, o verilmezse ondan kaçının" derler. Allah, kimin fitne(ye düşme)sini isterse, artık onun için sen Allah'tan hiçbir şeye malik olamazsın. İşte onlar, Allah'ın kalplerini arıtmak istemedikleridir. Dünyada onlar için bir aşağılanma, ahirette onlar için büyük bir azab vardır.

Burada İslâm'ın ıslah edici çabaları karşısında cahilî durumu korumak için tüm zihinsel enerji ve güçlerini harcayan kişilere değinilmektedir. Bunlar Hz. Peygamber'in (s.a) aleyhinde her türlü bağnazca tuzaklar kuruyorlar, bilerek gerçeği saptırıyorlar; Hz. Peygamber (s.a) hiç kişisel çıkar gözetmeden insanlığın ve kendilerinin iyiliği için çalışmasına rağmen yalan, hile, aldatma ve benzer şeylerle O'nu kutsal görevinde başarısızlığa uğratmak için ellerinden gelen kötülüğü yapıyorlardı. Tabiî olarak bu alçak ve soysuz adamların, asil görevini yerine getirmemesi için bayağı taktiklere başvurmaları Hz. Peygamber'i (s.a) üzüyordu. Allah burada şüphesiz, O'na "Bu üzüntüyü bırak" demek istemiyor; Rasûlünü bu şerli düzenleri nedeniyle cesaretinin kırılmaması için teselli ediyor ve kendilerinden başka türlü davranmaları beklenemeyecek kişilerin ıslahı yolunda çalışmasını sabırla sürdürmesi için öğüt veriyor.

Burada iki anlam yatmaktadır:
1) Bu kişiler şehvetlerinin, hevalarının tutsağıdırlar. İlgileri Hakk'a değil, yalnızca Bâtıl'a yöneliktir. Bâtıl'a olan iştahlarını yalnızca yalanlar doyurduğu için, ancak arzuyla yalana kulak vermektedirler.
2) Kendilerini yaralamak için haklarında yalan haberler yayma amacıyla Hz. Peygamber (s.a) ve müslümanların toplantılarına katılmaktadırlar.

Burada iki anlam yatmaktadır.
1) İslâm düşmanlarının yararına bir takım gizli bilgiler edinebilmek için Hz. Peygamber (s.a) toplantılarına ve müslümanların toplantılarına casus olarak gelmektedirler.
2) Hz. Peygamberle (s.a) ve müslümanlarla doğrudan bağlantı kurma fırsatı bulamayanlar arasında yanlış anlamlara meydan vermek için Hz. Peygamber (s.a) ve bağlıları aleyhinde sahte suçlama ve iftiralarda bulunmak amacıyla malzeme toplayabilsinler diye düşmanca niyetlerle gelmektedirler.

Tevrat'ın kelimelerini yerlerinden çıkarmak ve hevaları doğrultusunda anlamlarını değiştirmekte tereddüt etmeyen bu adamların davranışları karşısında cesaretinin ve şevkinin kırılmaması için Allah Hz. Peygamber'i (s.a) teselli ediyor.

Yani, "Yahudi bilginleri okuma-yazma bilmeyen Yahudilere, Hz. Peygamber'in (s.a) öğretileri kendilerinkilerle uyuşursa kabul etmelerini, aksi takdirde reddetmelerini söylemektedirler."

Allah kötü eğilimler taşıyan bir kişiyi, acaba içinde iyilikten bir eser kalmış mı kalmamış mı diye önüne bir takım iğva edici şeyler koyarak denemektedir. Eğer o kişide iyilikten hiç bir iz kalmamışsa, önüne konan her şeyi bir 'fırsat' bilir ve içindeki kötülük kendisine baskın gelerek, onu her türlü iğva edici şeyin basit bir yemi haline getirir. Böylesi bozulmuş bir durumda, artık bu adamı sapıklıktan kurtarmak iyi niyetli herhangi bir kişinin gücü dışındadır. Bu bağlamda, bireylerin ve toplumların Allah tarafından imtihan edildiklerini (fitneye düşürüldüklerini) belirtmeliyiz.

Kendisini arındırmak istemediği için, Allah böyle bir kişiyi arındırmaz. Eğer insan arınmak isterse ve bu yolda çalışırsa, onu bundan yoksun bırakmak Allah'ın sünnetinden değildir. Allah ancak kendisini arındırmak niyetinde olmayan kişiyi arındırmak istemez.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Maide suresi ayet 71
Bir fitne olmayacak sandılar, körleştiler, sağırlaştılar. Sonra Allah, tevbelerini kabul etti, (yine) onlardan çoğunluğu körleştiler, sağırlaştılar. Allah yapmakta olduklarını görendir.

Ve bu yalanlama veya öldürmede bir fitne yani kendileri için bir bela ve musibet olmayacağını zannettiler. Yahut Ebu Amr, Hamze, Kisâî, Yakub, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde ref' ile okunduğuna göre: "Ve zannettiler ki kesinlikle bir fitne olmaz". Eğer bunların ahirete, sorumluluğa imanları olsaydı böyle zannetmeyeceklerdi. Halbuki böyle zannettiler de kör ve sağır ol d ular. Hak delilleri görmez, hak sözü işitmez oldular. Sonra Allah kendilerine tevbe nasip etti, tevbe ettiler. Allah da kabul etti.. Sonra yine kör, sağır oldular, fakat hepsi değil içlerinden birçoğu böyle oldular ve öyle yaptılar. Şu halde geçmişte bunların çoğunun "kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse" âyetinin delaletinde dahil olmadıkları muhakkak. Allah ise sadece geçmişteki işlediklerini değil, bundan böyle ne yapacaklarını da bilir. Ve amellerine göre cezalarını ver e cektir. Bunun için "(Ey Muhammed) Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kâfirler toplumu için üzülme" (Mâide, 5/68) buyurmuştur.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Enam suresi ayet 23
onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.)

Bu arınma işleminin meydana çıkardığı ya da arınma işleminin belirmesine zemin sağlayan gerçek müşriklerin geçmişlerinden tümü ile kopmaları, yüce Allah'ın ortaksız ilâhlığını onaylamaları ve dünya hayatı boyunca benimsedikleri müşriklikten soyunmalarıdır. Fakat orada gerçeği kabul etmek ve batıldan arınmak fayda sağlamaz. O halde bu sözlerinde somutlaşan arınma aslında bir belâ; bir acı sınavdır, yoksa bir kurtuluş değildir. İş işten geçmiş, fırsat elden kaçmıştır. O gün amel günü değil, amellere karşılık biçildiği gündür. O gün geçmişin sözlere döküldüğü gündür, yoksa geçmişi geri getirme günü değildir.

Bundan dolayı yüce Allah, müşriklerin durumunu Peygamberimize hayret bildiren bir üslup ile anlatıyor. Adamlar söz konusu düzmece ilâh ortaklarını yüce Allah'a eş koştukları gün kendi aleyhlerine, öz yararlarına karşı yalan uydurmuşlardır. Çünkü aslında bu düzmece ortakların yüce Allah ile herhangi bir ortaklıkları söz konusu değil. Bugün hayallerinde uydurdukları düzmeceler ortadan kayboldu. Kendi iftiraları ortadan kaybolunca da gerçeği itiraf ettiler
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Enfal suresi ayet 25
Ve sizlerden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayan bir fitneden korkup-sakının. Bilin ki, gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır.

"Toplumsal fitne" ile burada, sadece bireylerle sınırlı kalmayan ve aynı anda tüm toplumu saracak denli yaygın olan topluca işlenen kötülükler kastedilmektedir. Böyle bir durumda sadece günahkarlar değil, o günahları işleyenler arasında bulunanlar da Allah'ın azabına uğrarlar. Bu, böyle kötülüklerle çevrilmiş bir hayata katlanmaları nedeniyledir.
Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için, bir şehri sağlık koşulları açısından ele alalım. Eğer pislik bir kaç yerde yaygınsa, bu pisliğin kötü etkileri sadece o bölge veya bölgelerde görülecektir ve sadece evlerini ve kendilerini temiz tutmayanlar bu pisliğin kötü sonuçlarından etkileneceklerdir. Fakat eğer pislik tüm şehre yayılmışsa ve onu engelleyecek ve sağlıklı koşulları tekrar geri getirecek bir kimse olmazsa, o zaman hava, su ve toprak da kirlenecek ve tüm şehirde salgın bir hastalığa neden olacak denli zehirli olacaktır. Tabii ki bu, pisliği yayanlarla ondan kaçınanları birbirinden ayırmayacak ve o çevrede yaşayan tüm insanları etkileyecektir.
Aynı durum ahlaki çöküntü, bozukluk ve müstehcenlik için de söz konusudur. Eğer bu kötülükler bazı kimselerde varsa ve bu iyi insanlar tarafından kontrol altında tutuluyorsa, bunların kötü etkileri sadece onları işleyenlerle sınırlı kalacaktır. Diğer taraftan eğer toplumun vicdanı, kötüyü baskı altında tutamayacak denli zayıfsa ve günahkar, ahlaksız ve sapık insanlar kötülükleri açıktan işleyecek denli cesaret sahibi olabiliyolarsa, işte o zaman bu fitne bir ahlaksızlık salgını haline gelmiş demektir. Böyle olduğundan da kendi iyiliklerini muhafaza eden ve yaygın kötülüklere karşı edilgen bir tavır gösterenler dahil, azaptan kurtulamazlar. Çünkü onlar bu salgın hastalığı durdurmak için hiçbir çaba göstermemişlerdir.
Bu şekilde Allah müslümanlara, Hz. Peygamber'in (s.a) gönderiliş amacı olan ve onun çağırdığı ideali oluşturan iyiliği emredip kötülükten sakındırma görevinin önemini anlatmaktadır: "Bu görevde hem birey, hem de toplum olarak rolünüz vardır. Eğer bu idealin gerçekleşmesi ve kötülüklerin yok edilmesi için samimiyetle çaba harcamazsanız, içinizden bu kötülükleri işleyen, onları yayan veya bireysel olarak bu kötülüklerden uzak bir hayat yaşayanlar arasında hiç bir ayırım gözetilmeksizin hepinizin azaba uğramasına neden olacak bir fitne salgını çıkacaktır.
Aynı gerçeğe A'raf: 163-166'da da değinilmişti. Bu İslam'ın genelde tüm insanları ıslah etmek üzere izin verdiği savaşın temel ilkesi olarak da kabul edilebilir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Enfal suresi ayet 28
Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız ancak bir fitnedir (imtihan konusudur.) Allah yanında ise büyük bir mükafaat vardır.

Dünya malı ve çocuklar, genellikle kişiyi münafıklığa, ihanete ve şerefsizce davranmaya yönelten eğilimlerin en büyük sebebi olmaktadır. İşte bu nedenle Allah mü'minleri para ve çocuk sevgisinin aşırılığına karşı uyarmaktadır: "Bu dünya büyük bir imtihan sahasıdır. Çocuklarınız ve mallarınız ise iki imtihan sorunudur. Bunlar size, onların haklarına uyup uymadığınızı ve konulan sınırları aşıp aşmadığınızı denemek amacıyla verilmiştir. Bakalım sorumlulukları taşıyarak doğru yolda mı yürüyeceksiniz, yoksa arzu ve eğilimlerinizin cazibesiyle ondan sapacak mısınız ve bir taraftan Allah'ın kulu olmaya devam ederken, diğer taraftan O'nun belirlediği hakların dışına taşarak mal ve çocukların kölesi olmaya eğilimli olan "nefsinizi" kontrol edebilecek misiniz?"
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Enfal suresi ayet 39
Fitne kalmayıncaya ve dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir.

Burada, Bakara: 193'de ortaya konulan İslam'ın gayesi tekrarlanmaktadır. Bu gayenin, bir olumlu, bir de olumsuz olmak üzere iki yönü vardır. Olumsuz yönüyle savaş, fitneyi ortadan kaldırmayı, olumlu yönüyle ise tam anlam ve bütünlüğü ile Allah'ın dinini ikame etmeyi amaçlar. Bu mü'minlerin savaşmasını helal, hatta zorunlu kılan tek amaçtır. Savaşı helal kılan başka hiç bir gaye yoktur ve başka bir amaçla savaşmak mü'minlere yakışmaz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Enfal suresi ayet 73
İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.

"Eğer siz birbirinize yardım etmezseniz" ayetinin iki anlamı vardır:
1) Eğer bir önceki "Kafirler birbirlerinin dost ve yardımcılarıdır" cümlesi ile bağlantılı olarak ele alınırsa, şu anlama gelir: "Eğer siz ey mü'minler, kafirlerin birbirlerine yardım ettikleri gibi birbirinize yardım etmezseniz, yeryüzünde büyük bir fitne ve bozgunculuk ortaya çıkacaktır."
2) Eğer, 72. ayette verilen emirle bağlantılı olarak ele alınırsa şu anlama gelir: Eğer Darü'l-İslam'da yaşayanlar,
(a) Birbirlerinin dost ve yardımcıları olmazlarsa,
(b) Darü'l-İslam'a hicret etmeyen ve Darü'l-Küfr'de yaşayan müslümanların siyasal korumaları dışında kabul etmezlerse,
(c) Darü'l-İslam sınırları dışında yaşayan ve zulüm gören müslümanlar yardım istediklerinde onlara yardım etmezlerse ve aynı zamanda şu kurala, "Darü'l-İslam'da yaşayan müslümanlar anlaşma yaptıkları Darü'l-Küfr'de yaşayan müslümanlara yardım etmezler", kuralına dikkat etmezlerse ve
(d) Kafirlerle tüm dostça ilişkileri kesmezlerse, işte o zaman yeryüzünde fitne ve bozgunculuk çıkacaktır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tevbe suresi ayet 47
Sizinle birlikte çıksalardı, size ‘kötülük ve zarardan' başka bir şey ilave etmez ve aranıza mutlaka fitne sokmak üzere içinizde çaba yürütürlerdi. İçinizde onlara ‘haber taşıyanlar' vardır. Allah, zulmedenleri bilir.

Eğer onlar içinizde sefere çıkmış olsalardı, size fesattan başka hiçbir katkıda bulunmayacaklardı sizi fitneye ve tefrikaya düşürmek maksadıyla mutlaka aranızda koşuşturup duracaklardı sizin içinizde de onları dinleyecekler veya onlar adına muhbirlik edecekler de vardı. Yani o münafıkların fitne çıkarmaya yönelik sözlerine aldanabilecek zayıf kimseler, yahut o nlar lehine casusluk edebilecek başka münafıklar da eksik değildi. Ki onlar olmayınca bunlar da fazla bir zarar yapamayacaklardı. Böylece onların uzak kalmaları, ordu içinde bulunmalarından daha faydalı olacaktı. Nitekim öyle olmuştur. İşte Allah, İslâm o rdusunu, onların bu gibi şerlerinden korumak için aralarını ayırdı, onların gitmelerini istemeyip, oldukları yerde oturttu, alıkoydu. Bununla beraber yine de hemen izin verilmeseydi daha iyi olacaktı. Aynı fayda sağlanmakla beraber müslümanlara kaşı nifa k ları daha önceden kendileri tarafından açığa çıkarılmış olacak ve evde oturmakla buldukları huzuru tadamayacak ve ordu aleyhine yaydıkları kötü haberleri yayamayacaklardı. Allah o zalimlerin hepsini tek tek bilir. İçlerini, dışlarını, yaptıklarını, yapacaklarını bütün genişliğiyle ve kapsamıyla bilir ve onlara ne yapacağını da bilir.

Tevbe suresi ayet 48
Andolsun, daha önce onlar fitne aramışlardı. Ve sana karşı birtakım işler çevirmişlerdi. Sonunda onlar, istemedikleri halde hak geldi ve Allah'ın emri ortaya çıkıp-üstünlük sağladı.

Allah bilir ya bunlar bundan evvel de fitne çıkarma sevdasına kapıldılar. Müslümanları tefrikaya düşürmek, ordu bozanlık etmek istediler.

Rivayet olunduğuna göre, bu defa da Hz. Peygamber, Tebük seferi için yola çıktığında Seniyyetü'l-veda' denilen tepede ordugâhını kurmuştu. Abdullah b. Übeyy de adamlarıyla geldi, o tepenin altındaki "Zîcidde" denilen mevkiye kondu. Yanındakiler az bir asker değildi. Ne zaman ki, Resulullah yola koyuldu, Abdullah b. Übeyy, diğer tereddüt içinde olanlarla birlikte sefere katılmaktan vazgeçip geri döndü. Bu arada Abdullah b. Nebtel ve Rifaa ibni Yezid b. Nabut dahi dönd ü ler. Bunlar da Abdullah b. Übeyy gibi ileri gelen münafıklardan idiler. İbnü Übeyy'in Avfoğulları ile, İbnü Nebtel'in Amroğulları ile, İbnü Nabut'un da Beni Kaynuka ile dostluk antlaşmaları vardı. Abdullah b. Übeyy, daha önce Uhud Savaşı sırasında da fitne çıkarmak istemişti.
Ve senin hakkında birtakım işler çevirdiler. Çevirdiler de ne oldu. Nihayet onların hoşlanmamalarına, rağmen hak geldi ve Allah'ın emri açığa çıktı.

Tevbe suresi ayet 49
Onlardan bir kısmı: "Bana izin ver ve beni fitneye katma" der. Haberin olsun, onlar fitnenin (ta) içine düşmüşlerdir. Hiç şüphesiz cehennem, o inkâr edenleri mutlaka çepeçevre kuşatıcıdır.

Onlardan bir kısmı da bana izin ver ve beni fitneye düşürme diyordu. Yani benim başımı derde sokma, izin versen de, vermesen de gitmeyeceğim, bari izin ver de beni günaha sokma, yahut ben sefere çıkarsam ailem perişan olacak, benim mahvıma sebep olma da bana izin ver, demek istiyordu. Bazı rivayetlere göre, Cidd b. Kays adındaki münafık, "Ensar bilir, ben kadınlara düşkünümdür. Şu halde sarışın kadınlarla, yani Şam taraflarındaki sarışın Rum kızları ile beni belaya sokma, lakin sana malımla yardım edeyim de benim yaka mı bırak." demek cüretini bile göstermişti.
Bak, asıl fitneye kendileri düştüler. Öyle demekle fitneden kurtulamadılar, asıl fitnenin kendisine düştüler. Kesindir ki, Cehennem elbette bütün kâfirleri kuşatmıştır
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Tevbe suresi ayet 107
(Münafıklar arasında) bir de (müminlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: (Bununla) iyilikten başka birşey istemedik, diye mutlaka yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.

Peygamberin meesidine zarar vermek, Allanın Peygamberine karşı gelip Allahı inkâr etmek, müminler topluluğunun arasını açmak, daha önce Resululla-ha karşı savaşan Ebu Âmir el-Fâsık'a gözetleme yeri hazırlamak için özel bir mescid yapanlar "Biz bunu yapmakla ancak iyilikte bulunmak ve Müslümanların sıkıntılarını gidermek istiyorduk." diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.

Said b. Cübeyr, Mücahid, Urve b. Zübeyr, Katade ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre Medinede Hazreç kabilesine mensup EbÛ Âmir adında bir adam vardı. Bu adam, cahiliyye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve ehl-i kitaba ait birçok kitapları okuyarak ta Papaz olmuştu. Bu adamın, kabilesi nezdinde büyük bir itibarı vardı. Resulullah (s.a.v.) Medineye hicret etmiş, çevresinde Müslümanlar çoğalmış ve Müslümanlar Bedir savaşıyla da müşriklere karşı büyük bir zafer elde etmişlerdi. İslâm'ın ve müslümanlarin güçlenmesi ve Hazreç kabilesinden birçoklarının MüsÜlman olması karşısında Ebû Âmir Re-sullaha ve İslama kin beslemey başladı. Resulullah onu İslama davet etti* kendisine Kur'an okudu fakat o, Müslümanlığı kabul etmemekte ısrar etti. Resululla-ha karşı düşmanlığını açığa vurdu. Medine'de tutunamayarak Mekke'ye kaçtı. Orada, bütün mişrikleri ve Arap kabililelerini Müslümanlara karşı kışkırttı. Uhud savaşı için yapılan hazırlıklara katıldı ve bizzat savaşa da iştirak ettti. Savaştan sonra İslamın gittikçe güçlendiğini görünce bu defa Bizans İmparatoru Herakliyüs'a giderek, Resulullah'a karşı kendisine yardım etmesini istedi. Ve bir müddet orada kaldı. İşte orada bulunduğu sırada, Medine'de bulunan kendi taraftarı münafıklara mektup yazarak, yakında büyük bir güçle Medine'ye geleceğini, kendisi için orada bir karargâh ve gözetleme yeri yapmalarını istedi. Bunun üzerine taraftarları Küba Mecsidi'nin yakınında bir Mescit yaptılar.

Resulullah Tebük seferine çıkarken, Ebu Âmirin adamları olan münafıklar, Müslümanlar nezdinde bir meşruiyet kazandırmak için kendisini bu mescitte namaz kılmaya davet ettiler. Bu mescidi, âcizler ve sakatlar için yaptıklarını söylüyorlardı. Resuîullah onlara "Şu anda sefere çıkıyoruz, inşallah dönerken." cevabını verdi.

Tebük seferinden döndüğünde Medine'ye yaklaşırken Cebrail Aleyhisselam geldi ve bu mescid'in Mescid-i Dırar yani, Müslümanlara zarar vermek için kurulmuş bir Mescid olduğunu, bunu yapanların, sadece inkarcılık ve bölücülük için yaptıklarını bildirdi. Bunun üzerine Resulullah, daha Medine'ye varmadan adamlar gönderip mescidi yıktırdı. İşte âyet-i kerime'nin nüzul sebebi bu olaydır ve bu fitneyi açıklamaktadır.

Zühri, Yezid b. Rûman, Abdullah b. Ebibekr, Âsim b. Ömer b. Katade ve diğer raviîerin naklettiklerine göre Resulullah Tebükten dönerken, Medineye yakın bir mesafede bulunn "Zîevan" denen yerde konakladı. Orada Resuluîîaha,

Dırar mescidinin gerçek yüzünü beyan eden haber ulaştı. Bunun üzerine Resu-lullah, Seleme b. Avf oğullarının kardeşliği olan Mâlik b. Duhşum'u ve Aclan oğullarının kardeşliği olan Maan b. Adiy veya kardeşi Âsim b. Adiy'i çağırdı. Onlara, "Halkı zalim olan bu mescide gidin. Onu yıkın ve yakın" dedi. Onlar da çıkıp hızlıca gittiler Mâlik b. Duhşum'un kabilesi olan Salim b. Avf oğullarına varınca Mâlik, Maan b. Adiy'e dedi ki: "Beni bekle, Ailemden ateş alıp geleyim." Ailesine gitti, bir hurma dalı aldı. Onu yaktı. İkisi birden koşarak Mescidi Dırara girdiler. Orada Dirar cemaati bulunuyordu. Bu iki kişi, mescidi yaktılar. Kalanın yıktılar. İçinde bulunanlar da dağılıp gittiler. İşte bunlar hakkında Kuranın bu âyeti nazil oldu. Bu mescidi yapanlar on iki kişiydi. Bunlar, şu kimselerdi:

- Amr b. Avf oğullarından, Hizam b. Halid B. Ubeyd, Mescid-i Dırann yerini bu kişi vermişti.

- Ubeyd oğullarından, Sa'lebe b. Hâtıb.

- Dubey'a b. Zeyd oğullarından Muattıb b. Kuşeyr,

- Dubey'a b. Zeyd oğullarından Ebu Habibe b. el-Ez'ar,

- Amr b. Avf oğullarından olan Sehl b. Huneyfin kardeşi, Abbad b. Huneyf.

- Câriye b. Âmir, Bu da Dubey'a oğullarmdandır.

- Cariye b. Âmir'in oğlu, Mücemma' b. Câriye,

- Zeyd b. Câriye

- Dubey'a oğullarından olduğu söylenen Bahtec veya Bahsec,

- Dubey'a oğullarından Bicad b. Osman

- Nebtel b. el-Hâris, Bu da Dutıey'a oğullanndandı.

- Vedia b. Sabit. Bu da Ümeyye oğullarına nisbet eldilmiştir.

Leys demiştir ki:
"Şakiyk, Âmiroğulİannın mescidinde namaza kavuşamamış. Ona denilmiş ki: "Filan oğullarının mescidinde henüz namaz kılınmadı." O da demiştir ki: "Ben orada namaz kılmak istemiyorum. Çünkü, o zarar vermek için yapılmıştır. Her zarar vermek için veya gösteriş için yahut şan şeref için yapılan mescid, mescid-i Dırar hükmündedir."
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt