Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuranda Dua Kavramı (12 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hud suresi ayet 61
Ve Semud kavmine, onların kardeşi Salih (A.S) şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah'a kul olun. Sizin için O'ndan başka ilâh yoktur. Sizi arzdan yaratan ve orada, size imar ettiren O'dur. Öyleyse O'ndan mağfiret isteyin. Sonra O'na tövbe edin (Allah'a yönelin). Benim Rabbim muhakkak ki yakındır, (dualara) icabet edendir.”

Evet Semûd toplumuna da kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Demek ki her kavme, her topluma kendi içlerinden, kendi kardeşlerinden birisi gönderiliyor. O toplumu en iyi bilen, onların dertlerini, âdetlerini, hayatlarını, dillerini, problemlerini en iyi bilen onları en iyi tanıyan bir elçi gönderiliyor. Onları Hakka dâvette inandırıcı olsun ve de onların problemlerini çözmede başarılı olsun diye.

Semûd kavmi Âd kavminden sonra gelmiş, onların halefi olarak Mekke ile Kudüs arasında, Hicaz ile Filistin toprakları arasında, Hayber ile Tebûk arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir kavimdir. Hattâ Allah’ın Resûlü Tebûk taraflarına giderken ashabına buradan hızlı geçin, zira burası kardeşim Sâlihin devesini katlettikleri yerdir buyurur. Semûd’un en büyük şehirlerinden birisi olan belki de merkezi olan “Medayin-i Sâlih”tir. Daha sonra bu şehrin harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşılıyor ki bu şehrin nüfusu beş yüz bin civarındaymış. Bu toplum herhalde helâk edilen üçüncü toplumdur. Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve onların arkasından bu toplum geliyordu. Kendilerine gönderilen Sâlih (a.s) dedi ki:

Ey kavmim, sadece Allah’a kulluk edin, Allah’tan başka ilâh kabul etmeyin. Önceki peygamberlerin dâvetlerinin aynısını görüyoruz. Tüm peygamberler toplumlarını sadece Allah’a kulluğa çağırmışlardır. Ama dikkat ederseniz Allah’ın elçileri ey kavmim, Allah’a iman edin demiyorlar. Toplumlarını Allah’a imana çağırmıyorlar. Neden? Çünkü zaten toplumları Allah’ı tanıyorlar, biliyorlar. Hatta zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı. Ama sadece Allah’a değil, Allah’la beraber O’nun berisinde bir kısım varlıklara da kulluk ediyorlardı. Ha-yatlarının kimi bölümlerinde Allah’ı dinliyorlar, ama öteki bölümle-rinde sözünü dinleyecekleri, yasalarını uygulayacakları başka ilâhları, başka Rableri vardı.

Tamam hayatın ibadet bölümünde Allah’ı dinleyelim, ama hayatımızın hukuk bölümünde, kılık kıyafet bölümünde, ekonomi bölümünde, eğitim bölümünde, sosyal ve siyasal düzenlemeler bölümünde bizim sözünü dinleyeceğimiz, arzularını gerçekleştireceğimiz başka ilâhlarımız var diyorlardı. Onun içindir ki dikkat ederseniz Allah’ın elçileri diyorlar ki ey kavmim, sadece Allah’a kul olun. Hayatınızı parçalamadan hayatın tamamında Allah’a kulluk edin. Hayatınızın tamamında hakim varlık; Allah olsun diyorlar. Kulluğunuz sadece Allah’a olsun, çünkü Allah dışında sizin başka ilâhlarınız yoktur diyor-lar.

Bakın sizi yeryüzünde yaratan O’dur. Sizi var eden O’dur. Sizleri yeryüzüne yerleştiren, orada size imkân veren, coğrafya veren, yeryüzünde hükmetme salahiyeti veren Allah’tır. Sizleri yeryüzünde egemen kılan Rabbinizdir. Dilediğiniz gibi yeryüzüne hükmedecek ko-numa getirdi sizi. Bu yetkiyi kimden aldınız? Kim verdi bütün bu nîmetleri size? Bütün bunları Allah lütfetmedi mi size? Yeryüzünü size boyun büktüren Allah değil mi? Siz kendiniz mi yapıyorsunuz bunları? Yeryüzünün ovalarında köşkler kurup, dağlarında kayaları yontup evler yapıyorsunuz. Hem ovalardan istifade ediyorsunuz hem dağlardan. Dağlarda evler yontuyorsunuz, ovalarda da köşkler yapıyorsunuz. Unutmayın ki tüm bu nimetleri size lütfeden Allah’tır. Varlığınızı O’na borçlusunuz. Bu hayatınız O’ndandır.

Öyleyse kulluk, sadece yaratıcının hakkıdır. Başkalarına karşı sizin hiçbir minnet borcunuz yoktur. Minnetiniz sadece Allah’a aittir. Sizi yaratan Allah yeryüzünü size imar ettiriyor. Öyleyse istiğfar edin Rabbinize. Bağış dileyin sahibinizden. Bu güç ve kuvvetinize güvenerek yaratıcınıza kafa tutmaktan vazgeçin de O’na kulluğa yönelin. Günah programlarınızdan, O’na isyan içinde, O’ndan habersiz bir gi-dişten vazgeçip, tevbe edip Rabbinize itaate yönelin. Çünkü benim Rabbim size yakındır, size icâbet eder. Dönüşünüzü kabul eder. Tev-belerinizi hoş karşılar. Dualarınızı, yalvarıp yakarmalarınızı kabul eder. Sizin dualarınıza mutlaka icâbet eder.

Semûd kavmi daha önce de ifade ettiğimiz gibi Nuh kavminden, Âd kavminden sonra gelmiş bir kavim. Nuh kavminin suyla helâkine, Âd kavminin rüzgarla helâkine şahit olmuş, güya kendilerince atalarının helâkini yorumlayıp ders çıkarmış bir kavimdi.
Evet bunlar kendilerinden önceki toplumların yok edilişlerini görmüşlerdi. Gördükleri, bildikleri bu tecrübelerinden dolayı bunlar kendilerinden öncekilerin âkıbetine uğramamak için yüksek kayaları, kayalıkları yontarak, yüksek yüksek barınaklar yapmışlar. Evlerini, şe-hirlerini yüksek kayalıkların arasında yontarak oluşturmuşlar. Sudan etkilenmeyelim, rüzgardan korunalım diye böyle yaptılar. Böylece gü-ya kendilerini Allah’tan gelebilecek deprem, zelzele gibi afatlardan garantiye aldıklarını zannediyorlardı.

Artık Allah’la tutuştukları savaşta, peygambere karşı gerçekleştirdikleri mücâdelede Âd kavmini yakalayan rüzgar onları yakalayamayacak, Nuh toplumunu helâk eden su onlara bir şey yapamayacaktı. Onun için kendilerinden önce helâk edilen toplumların yolundan gitmekten korkmuyorlardı. Atalarımız evlerini, şehirlerini düzlük arazilerde kurarak büyük hata etmişlerdi. Bizler bu hataya düşmeyeceğiz. Bizler evlerimizi kayaları yontarak, muhkem yapacağız ve artık bu tür hatalara düşmeyeceğiz. Artık Allah bizimle başedemez diyorlardı.

Kayaları yontup mağaralara girdiler. Ölümsüzlüğü aradılar dünyada. Artık kimse bizim bu evlerimizi yıkamaz. Kimse bizim hayatımıza son vere-mez dediler. Sel de gelse, rüzgar da gelse bize hiç bir şey yapamaz dediler. Dünyaya kazık çakma sevdasına kapıldılar. Hiç ölmeyecekmiş gibi bir hayat programının içine daldılar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Hud suresi ayet 101
Ve Biz, onlara zulmetmedik. Ve lâkin onlar, kendilerine zulmettiler. Rabbinin emri geldiği zaman Allah'tan başka dua ettikleri ilâhlar, onlara bir fayda sağlamadı (vermedi). Ve onların helâklarını artırmaktan başka (bir şey) olmadı.

Biz onlara zulmetmedik. Onlar kendi kendilerine zulmettiler. Kendi kendilerini harcadılar onlar. Onlar kendilerini Rablerine kulluk ortamından çıkararak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde, Firavunlar istikâmetinde bir hayat yaşayarak kendilerini bozuk para gibi harcadılar. Allah asla zâlim değildir. Zâlim olanlar kendileridir. Zulmeden de kendileri, zulmettikleri de kendileridir. Bu insanlar kendilerinin hem zâlimi hem de mazlumudurlar. Her bir dönem uyarıcılar göndererek onları azapla, cehennemle, cennetle uyarmıştır Rabbimiz. Ama onlar ateşi tercih etmişler, cehennemi tercih etmişler Rabbimiz de onların hür iradeleriyle yaptıkları bu tercihlerini onaylamıştır. Bu âyetlerde gördüğümüz helâkler Allah’ın keyfi hareketi değildir. Onlar nefislerine zulmettikleri için helâk edildiler.

Onlar bu dünyada helâki yudumlarlarken Allah berisinde dua ettikleri, sözünü dinleyip arzularına tâbi oldukları ilâhlarının da kendilerine bir faydası olmadı. Allah’ın emri geldikten sonra Allah berisinde tapındıkları ilâhları onlara hiçbir şey sağlayamadı.

Öyleyse ey insanlar, nereye gidiyorsunuz? Hangi tarafı tercih ediyorsunuz? Batanların yolunu mu? Kurtulanların yolunu mu? Nuh kavminin batanları gibi mi yaşıyoruz? Yoksa Nuh (a.s) ve beraberindeki Müslümanlar gibi mi? Âd kavmi gibi dünyayı kıble mi ediniyoruz? Dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi plan program mı yapıyoruz? Semûd kavmi gibi hayırlıyı hayırsız, hayırsızı hayırlı mı görüyoruz? Allah’ın âyetlerine onlar gibi ilgisiz veya düşmanca bir tavır mı sergiliyoruz? Yoksa Sâlih (a.s)ve beraberindeki Müslümanlar gibi mi davranıyoruz? Lût kavmi gibi ahlâksız bir hayatın adamı mıyız? Yoksa Lût (a.s) ve beraberindeki Müslümanlar gibi iffet ve haya sahibi miyiz? Medyen-liler gibi ekonomik bozukluğu Allah’a ve peygambere kafa tutacak boyutta doruklaştıranlardan mıyız? Yoksa Sâlih (a.s) gibi mi? Haya-tımız helâk olanlara mı benziyor yoksa kurtulanlara mı? Yolumuz Firavun yoluna, tavrımız Firavun tavrına mı benziyor? Yoksa Mûsâ (as)’ın yoluna mı? Durumumuzu, konumumuzu iyi belirlemek için bu âyetlerle bilgilenmemiz ne kadar? Bunu çok iyi düşünmek zorundayız. Değilse siz bilirsiniz:
 

emsal-i nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
8 Tem 2009
Mesajlar
359
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
ALLAH razi olsun.
Cok güzel bir paylasim.
Selam ve dua ile
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
emsal-i nur
Allah CC sizden de razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İbrahim suresi ayet 39
Hamd, ihtiyarlık halinde bana İsmail ve İshak'ı bağışlayan Allah'a mahsustur. Muhakkak ki; benim Rabbim, duayı mutlaka işitendir.

Hz.İbrahim, Allah teala tarafından kendisine verilen nimetleri anmak isterken, yaşlı bir durumda olduğu halde kendisine verilen evlat nimetini anmaktadır. Zira kişinin Ölümünden sonra geride kalan nimetlerden biri de kendisine hayır duada bulunan evlat nimetidir.

Resulullah (s.a.v.) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"İnsanoğlu Öldüğünde ameli kesilir. Ancak üç çeşit ameli müstesna. (Ölümenden sonra) Devam eden sadaka veya kendisinden faydalanılan ilim yahut, kendisine dua eden salih evlat
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İbrahim suresi ayet 40
Rabbim, beni ve zürriyetimi namazı ikame edenlerden kıl. Rabbimiz, duamı kabul buyur.

Hz. İbrahim bu âyette de, Ailah tealadan, kendisini ve soyundan gelenleri, ibadetlerin en faziletlisi ve en geniş anlamlısı olan namaza devam etmelerine muvaffak kılmasını talep ediyor.

Abdullah b.Mes'ud, Peygamber efendimizin, namazın fazileti hakkında şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Abdullah b. Mes'ud diyor ki:
"Ben "Ey Allanın Resulü, amellerin hangisi daha efdaldir?" diye sordum.
Resulullah "Vaktinde kılınan namazdır..." buyurdu
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Nahl suresi ayet 20
Allah'tan başkasına dua ettikleri şeyler, bir şey yaratamazlar. Onlar, kendileri yaratılmışlardır.


O kâfir ve müşriklerin, Allahı bırakıp ta taptıkları çeşitli varlık ve eşyalar, herhangi birşey yaratamazlar. Üstelik kendileri Allah tarfından yaratılmışlardır. Hatta bu tapınılan şeylerin bir kısmını, müşrikler kendi elleriyle yapmışlardır. O halde, kendilerine herhangi bir menfaat sağlamaya veya kendilerinden herhangi bir zararı uzaklaştırmaya güçleri yetmeyen bu yaratıklar nasıl ilah olabilirler? Bunları ilah kabul etmek, ahmaklıktan başka nedir?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Nahl suresi ayet 86
(Allah'a) şirk (ortak) koşanlar, şirk (ortak) koştukları şeyleri (putları) gördükleri zaman: “Rabbimiz! İşte bunlar, senden başka dua etmiş olduğumuz ortaklarımız.” dediler. O zaman onlar da (putlar da): “Muhakkak ki siz, gerçekten yalan söyleyenlersiniz.” diye onlara söz attılar (söylediler).

Ayet-i Kerimede, dünyada Allaha ortak koşanların, âhirette ilâhî azabı görünce, ortak koştukları şeylerle ceddeleşeceklerini, her iki tarafın birbirlerini suçlayacaklarını beyan etmektedir.

Başka âyet-i Kerimelerde de, Allaha ortak koşan kimselerle, ortak koştukları şeylerin, âhirette birbirlirine nasıl düşman kesilecekleri beyan edilerek şöyle Duyuruluyor: "Allahı bırakıp ta kendilerine kıyamet gününe kadar hiçbir cevap vermeyecek şeylere tapanlardan daha sapık kimdir? Halbuki tapındıkları şeyler, onlann yalvarmalarından habersizdirler." "Kıyamet günü, insanlar, hesap vermek üzere toplandıkları zaman, dünyada tapındıkları şeyler kendilerine düşman kesilir ve onların, kendilerine yaptıkları ibadeti tanımazlar.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İsra suresi ayet 11
İnsan, (sanki) onun duası hayırmış (gibi) şerre dua eder. İnsan, çok aceleci olmuştur.

Evet insan iyiliğin gelmesine dua ettiği gibi, kötülüklerin gel-mesine de dua eder. Gerçekten insanoğlu çok acelecidir. Yâni insan mal mülk konusunda aceleciliği gibi, mal mülk elde etmedeki istekliliği, mal kazanmadaki hırsı, dâveti, duası gibi şerre karşı da bir hırs, bir istek sahibidir. Şerri de kendisine dâvet eder. Şerre de dua eder, çağırır. İyiliğin gelmesine dua edip çabaladığı gibi kötülüğün gelmesi için de çabalar.

Kendisi için kötülüğü çabuklaştırmak ister. Allah’ın elçilerin-den kendilerine vaadedilen azabın bir an evvel gelmesini, getirilme-sini istiyorlar. Hani nerede kaldı şu sözünü ettiğiniz azap? Bir an evvel gelse de görsek ya! diyorlar. Adamlar kendilerini bekleyen bir âhiret azabının, ya da dünyadaki helâklerinin acelecisi bir tavır alıyorlar.

Rabbimiz işte bu âyetlerinde iman edenlere, hayatlarını Allah için yaşayanlara büyük mükâfatlar, ecirler müjdeleyip, kâfirleri de dayanılmaz azaplarla uyardığı halde maalesef insanlar Rabbimizin bu uyarılarını hiç de kaale almıyorlar. Rabbimizin bu âyetleri üzerinde hiç de düşünmüyorlar. Dünyayı, dünyanın mallarını, mülklerini kazanma konusunda çok hırslı olan, bunun için koşturan, dua eden, dünyalıklara ulaşma konusunda aceleci olan insanların aynı şekilde Allah’a isyan içinde bir hayat yaşarken de gelsin bakalım ne gelirse diyerek sanki azaba dâvetiye çıkarıyorlar.

Yâni ya Rabbi bize dünyada ver de öbür tarafta ne olursa olsun bizim için fark etmez derler. Dualarının konusu budur bunların. Aslında herkes dua eder. Yeryüzünde dua etmeyen insan yoktur. Bütün insanlar dua ederler ama duadan duaya fark vardır. Kişinin bir şeye yönelmesi onu elde etme adına çırpınması ona ulaşma dına çalışıp çabalaması dua demektir. Evet bu adamlar her şeyin dünyada bitip tükenmesi adına dua etmektedirler. Dünyada bitip tükenecek şeyler isteyerek dua etmektedirler.

İnsan acelecidir. Bu onun fıtrî bir özelliğidir. Yâni insan bu fıtrî özelliğinden kurtulamaz ama onu hayra kanalize ederse elbette hakkında hayırlı olacaktır. Halbuki Biz düşünmeleri için onlara âyetlerimizi sunduk. Hiç bakmıyorlar mı?
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
İsra suresi ayet 67
Ve size, denizde bir darlık (tehlike) dokunduğu zaman, sadece o hariç, dua ettikleriniz sapıp gider. Fakat sizi, karaya çıkarınca (kurtarınca) yüz çevirirsiniz. Ve insan çok nankördür.

Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, bir boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığınız zaman Allah hariç kendilerine dua ettikleriniz, kendilerine sığındıklarınız, kendilerini bu âlemde etkili, yetkili zannettikleriniz kaybolup giderler. Böyle bir tehlike anında daha önce dua edip sığındıklarınızın tümünü bir anda unutup sadece Rabbinize yalvarıp yakarmaya başlayıverirsiniz.

Evet kim olursa olsun tüm insanların böyle bir durumda dua edecekleri varlık sadece Allah’tır. Ne şeytanlar, ne kendilerinde güç kuvvet görülenler hatırlanmaz o anda. Öyle değil mi? Issız Okyanusların ortasında, korkunç fırtınaların arasında, dağlar gibi dalgaların tehdidi altında batma tehlikesiyle burun buruna kalan insanlar kime yalvarırlar? Kim duyabilir o anda onların imdatlarını? Kim yetişebilir yardımlarına? Kim kurtarabilir onları bu durumdan? O anda dua edilecek, yardıma çağrılacak tek varlık Allah’tır. İşte daha önce dua edip yalvardıkları tüm putları, tüm şerikleri, tüm tanrıları gözlerinden kaybolur, kalplerinden uzaklaşıp gider.

Ama O Allah sizi böyle bir tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca, sahil-i selâmete kavuşturunca da hemen Rabbinizden yüz çevirirsiniz. Başınız darda iken, ihtiyacınız varken dua dua yalvarıp yakardığınız Allah’ı unutuverirsiniz. Rabbinize karşı yan çizmeye başlayıverirsiniz. Doğrusu insan Rabbine karşı çok nankördür. İnsan Rabbine karşı çok inkârcıdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Kehf suresi ayet 14
Onların kalpleri üzerine rabıta kurduk (kalplerini Bize bağladık). Ayağa kalktıkları zaman (kalkınca) şöyle dediler: “Bizim Rabbimiz, semaların ve arzın Rabbidir. O'ndan başkasına ilâh olarak asla dua etmeyiz. Öyle yaparsak, andolsun ki haddi aşarak yanlış söylemiş olurduk.”

Yani kalplerini sabırla kuvvetlendirdik. Vatanlarından ayrılmaları, aile efradlannı terketmeleri, nimetlerden ve arkadaş*larından uzaklaşmaları onları zaafa düşürmedi. Kralın korkusu da onlara dehşet vermedi. Kafirlerin çokluğu kalplerine menfi yönden bir etki yapmadı.

«Kâmû»; yani onlar azimle Allah'a yönelmek hususunda insanlara karşı gelerek, kıyam ettiler. Dinlerini izhar etmek için ortaya çıktılar.

Îbn'ul-Munzir ve İbn Hatim'in rivayet ettiğine göre onlar şehirden çıktılar. Aralarında herhangi bir söz olmadığı halde bir noktada biraraya geldiler. İçlerinden biri ayağa kalkarak: «Ben bir şey hissediyorum ki onu hiç kimsenin hissettiğini zannetmi*yorum» dedi. Onlar: «Ne hissediyorsun?» diye sorunca, o: «Ben, Rabbimin göklerin ve yerin Rabbi olduğu gerçeğini hissediyorum» dedi. Onlar da: «Biz de böyle hissediyoruz» dediler. Böylece hepsi birden: «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbtdir. Hiçbir zaman ondan başka bir ilâh çağırmayacağız» dediler.

Onlar «Bizim Rabbimiz gökler ve yerin Rabbidir» demekle rububiyetin «hiçbir zaman ondan başka bir ilâh tanımayacağız» sözleriyle de uluhiyetin birliğine işaret etmişlerdir. Ancak müşrikler de «Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir» derler, fakat «Ondan başka bir ilâh çağırmayacağız» demezler. Nitekim Kur'an bu durumu şöyle ifade etmektedir:
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Kehf suresi ayet 28
Sabah akşam, O'nun Vechi'ni (Zat'ını) isteyerek Rabbine dua edenlerle beraber nefsini sabırlı tut. Dünya hayatının ziynetini dileyerek gözünü onlardan çevirme! Kalbini zikrimizden gâfil kıldığımız ve hevasına (heveslerine) tâbî olan kimselere isteyerek, işinde haddi aşmış olanlara itaat etme!

Peygamberim sen sürekli onlarla beraber ol, onları yanından kovma. Unutma ki yarın onlar da tıpkı Ashab-ı Kehf gibi olmaya nam-zet insanlardır. Şu anda horlansalar da, hakaretlere maruz kalsalar da unutma ki onların şu andaki konumu Ashab-ı Kehf’in konumuyla aynıdır. Tıpkı onlar gibi bunlar da seneler sonra yeryüzünün efendisi olmaya namzet kimselerdir. Onlar bir dönem gelecek ki kıyâmete yeryüzünün ölümsüz kahramanları, örnek şahsiyetleri olacaklardır. Kıyâmete kadar insanlık onları baş tacı edecektir.

Evet, ey peygamberim sakın sabah akşam seninle birlik olanlara karşı rahatsızlık gösterme, burun kıvırma, onları yanından kovma. Peki acaba böyle yapmış mı Allah’ın Rasûlü? Sadece Ümmü Mektûm’a küçücük bir tavrının akabinde bile hemen uyarıldığını biliyoruz.

Peki ya bu neyin nesi? Anlayabildiğimiz kadarıyla müşriklerden peygamberimize bir teklif var. Diyorlar ki ey Muhammed, tamam senin yanına gelelim, ama bir konu var ki biz ona tahammül edemi-yoruz. Şu senin yanındaki malsız mülksüz, statüsüz, adam bile diye-meyeceğimiz baldırı çıplaklar var ya, şu seni çepeçevre kuşatanlar var ya, sen onları bizim yanımıza almazsan ancak o zaman gelebiliriz. Kabul edersen geliriz diyorlar. Yâni belki dış görünüşüyle güzel bir teklifti bu. Onların hidâyetine çok hâris olan Allah’ın Rasûlü; acaba bu adamlar biraz biraz dinlerlerse adam olurlar mı? Acaba bizim yakınımızda oluşları onların kalplerini ısındırır mı? Diye düşünürken, aklından geçirirken Rabbimiz hemen uyarıverir onu. En’âm sûresinde de böyle bir uyarı gelir. Eğer onları kovacak olursan, zalimlerden olursun buyuruluyor.

Peki acaba bu konuda biz ne durumdayız? Peygamber bile böyle yapınca zalimlerden olacaksa, biz ne haldeyiz bu konuda? Allah’ın bize lütfettiği imkânlardan birisini kullanacak durumda olan komşularımıza, bize ihtiyacı olanlara karşı nasıl davranıyoruz? Aman belki bu kardeşimin, bu komşumun evinin ihtiyacı mı var? Hastası mı var? Arabaya mı ihtiyacı var? Onu mu yük sürecek acaba diye mi ka-çıyorsun ondan? Kimlere karşı yan çizmeye çalışıyoruz? Sosyal hayatta gariban bilinenlerden kaçmaya mı çalışıyoruz? Müstahdemlere karşı farklı davranmaya mı çalışıyoruz?

Öyleyse peygamberim, sen onlarla beraber ol, ve sabret. Sa-habi diyor ki vallahi bu âyet geldikten sonra Allah’ın Resûlü biz yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan ayrılmıyordu. Allah’ın bu uyarısından sonra Rasulullah Ashab-ı Kehf konumunda bulunan toplumun bu en garibanlarıyla hayatını birleştirivermişti. Zîra Allah’ın dininde yeryüzünde hiçbir sınıf ayırımı yoktur. Ne sosyal, ne ekonomik, ne dinsel hiçbir ayırım söz konusu değildir.

Bakın aynı konuda Allah’ın Resûlü En’âm sûresinde de uyarılmıştır:

“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir dost, ne bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah’tan korkarlar. Sırf Allah’ın rızası nı dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin, onlar da senin hesabından sorumlu değildirler. Onları huzurundan kovduğun takdirde zalimlerden olursun.”

İslâm’ın ilk maya tuttuğu Mekke toplumunda Rasûlullah’ın çevresinde onun dâvetine kucak açanlar toplumun en gariban insanlarıydı. Mekke’nin ileri gelen zenginleri, kendini beğenmiş müstekbir, toplumun kalburüstü insanları Resûlü Ekremin yanına geldikleri zaman, bu gariban insanlarla onun meclisinde birlikte yan yana oturmak şöyle dursun, tükürüklerini bile bu adamlara reva görmüyorlardı. Rasûlul-lah’ın yanına geldiklerinde Bilal gibi, Habbab Bin Eret gibi, Ammar Bin Yasir gibi, Süheybi Rumi gibi garibanları, kendi ifadeleriyle baldırı çıplakları orada, onun yanında gördükleri zaman kahroluyorlar, mahvoluyorlar ve: Ey Muhammed! eğer bizim senin yanına gelmemizi isti-yorsan kov bu adamları. Bu baldırı çıplaklar senin meclisinde bulundukları sürece kesinlikle senin yanına gelmeyiz, gelemeyiz. Biz bu adamlarla birlikte asla oturamayız diyorlardı. Biz aziz, bunlarsa zelil diyorlardı.

Malda, makamda, elbisede, servette, samanda izzet görüyorlardı. Bunlara sahip olanlar aziz, bunlardan mahrum olanlar da zelildir diyorlardı. Ey Muhammed! Kavminden bunlara mı razı oldun? Bu kadar insanın içinden bunları mı seçip beğendin? Yâni sence aramızda Allah’ın nîmet verip üstün kıldıkları bunlar mıdır yâni? Biz bunlara mı tabî olacağız? Bunlara mı uyacağız? Senin bu anlayışından vazgeçip bize bu adamlardan ayrı bir meclis yapmanı istiyoruz. Dışarıdan gelen Arap elçilerinin bizleri bu düşük insanların yanında görmelerini iste-miyoruz, buna tahammül edemiyoruz diyorlardı. Biz senin yanından ayrıldıktan sonra onları yanına alabilirsin. Biz çıktıktan sonra istediğin kadar onlarla otur, ama biz varken onları çıkar diyorlardı.

Bunların İslâm’a girmeleri konusunda çok haris davranan Allah’ın Resûlü, bunların cehenneme gitmelerine vicdanı asla dayanmayan Allah’ın Resûlü, peki bunu bir düşüneyim buyurunca, hemen arkasından bu âyet-i kerîme geliyordu. Bakın Allah diyor ki peygamberim, sen bırak başkalarını da Rablerinden korkanları, Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları, bu dünyadaki imtihânları bitip de tüm yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna gideceklerini ve huzurda toplanacaklarını bilen ve buna inananları ve hayatlarını bu îmânâ bina etmeye çalışanları Kur’an’la uyar. Âhirette kendilerini kurtaracak Allah’tan başka bir velileri, Allah’tan başka hayatlarına kulluk maddesi alacak bir velileri, Allah’tan başka bir kurtarıcıları, bir dostları ve şefaatçileri yoktur onların. Babalarının, dedelerinin, şeyhlerinin, liderlerinin, mürşitlerinin, hattâ peygamberlerinin bile kendilerini kurtaramayacağına inananları uyar peygamberim.

Zîra uyarıdan nasibini alacak olanlar da bunlardır. Söz dinleyecek olanlar da bunlardır. Sakın buna inanmayanları inananlara tercih etme! Allah’a îman edip sırf Allah’ın rızasını kazanmak derdiyle sabah akşam Rablerine dua eden ve bu dâvânın temel taşları, yâni bu dâvânın temel taşları ve bereketi durumunda olan bu garibanları sakın berikilerin hatırına huzurundan kovma!

Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun ne de onlar senin hesabından sorumludur. Senin hesabın sana, onların hesabı da kendilerine aittir. Yâni bu gariban müslümanların gariban olmaları ya da onların fakir olmaları benim Rableri olarak onlara takdir ettiğim rızın neticesidir. Bu benim takdirimdir, senin bununla bir ilgin alâkan yoktur.

Sonra bu gibi şeylerin, fakir fukara olmak gibi ölçülerin îman yönünden hiçbir değeri yoktur. Yâni ne zenginler daha iyi müslüman-dır, ne de fakir olanlar daha az müslümandır. Bunun îmanla bir ilgisi yoktur. Öyleyse ey peygamberim, sakın bu insanlar fakirdir diye huzurundan kovmaya ve ötekileri bunlara tercih etmeye kalkışma.

Resûl-i Ekremin hayatında bir Abese hadisesi var. Allah’ın Resûlü kâfirlere Mekke’de büyük kabul edilenlere, bu müdürdür, bu reistir, bu liderdir, bu kalburüstü, bu elit tabakadır denenlere İslâm’ı anlatma çabası içindeyken ama bir sahabe, Abdullah İbni Ümmü Mektum çıkagelir ve Allah’ın Resûlünden Îslâm talebinde, îman talebinde bulunur. Allah’ın Resûlü onu bırakarak berikilere anlatmaya devam eder. Ümmü Mektum ısrar eder. Allah’ın Resûlü onun bu ısrarını münâsebetsizlik kabul eder. Zîra beriki reis konumunda olan kimse-lerin İslâm’a girmelerini istemektedir ve onlara tebliğine özen göstermektedir. Âdeta onları kazanabilmek için bütün gücüyle çırpınmaktadır.


Rasûlullah’ın bir mâzereti vardı bu konuda. Ümmü Mektum Rasûlullah’ın akrabasıydı, binaenaleyh başka zaman da anlatabilirdi ona. Bir ikinci mâzereti de Abdullah müslümandı, o anda ölseydi cen-nete gidecekti, ama berikiler kâfirdi, o anda ölselerdi onlar cehenneme gideceklerdi. Onun için Allah’ın Resûlü felâketin ciddiyetine binaen berikilere yöneliyordu. Lâkin Abdullah Bin Ümmü Mektum amaydı, zor gelmişti oraya kadar. Düşe kalka gelmişti, samimi olarak gelmişti, amel etmek üzere gelmişti, işkenceye adaylığını koyarak gelmişti.

Ama berikiler ona karşılık şartlı gelmişti. Bizim bu dine ihtiyacımız yoktur diyerek gelmişlerdi. Müstekbirce müstağnîce gelmişlerdi. Onun yanında berikilere yönelmek cahili değer yargısından kaynaklanıyordu. Bunlar müdürdür, bunlar amirdir, bunlar elit tabakadır diyerek, bunlar îman ederlerse Îslâm güç bulacaktır diyerek bunlara yönelmek cahili bir anlayıştı. İşte o anda Rabbimiz Abese sûresini gönderivermişti. Rasûlullah donakalmış, Ümmü Mektum donakalmış, kâ-firlerin hepsi şaşırıp kalmışlardı. Allah o anda, o ortamda âyetlerini gönderivermiş ve peygamberini düşmanlarının gözü önünde uyarıvermişti. Bir daha bunu yapma peygamberim! Buyuruvermişti.

Öyleyse müslümanlar hüküm verirken cahiliyeden, cahilî değer yargılarından etkilenmelidir. Bu konuda her zaman vahiy önde olmalıdır. Kim iyi? Kim kötü? Kim büyük? Kim küçük? Kim önce? Kim sonra? Kim bereketli kim bereketsiz? Bunu vahiy belirlemelidir. Bunu kendi kendimize belirlemeye kalkışmamalıyız. Müslüman ne kadar da fakir olursa olsun, ne kadar da sosyal yönden zayıf olursa olsun her zaman kâfire tercih edilmelidir.

Yâni yirmi dört saatimizin herhangi bir bölümünde bizden Îs-lâm isteyen bir talep olursa, bunu derhal yerine getirmek zorunda ol-duğumuzu asla unutmamalıyız. Ya da insanlardan böyle bir talep ol-madığı halde kendiliğinden bir fırsat oluşmuşsa yine hemen onu yerine getirmek zorunda olduğumuzu da unutmamalıyız. Yâni karşımız-daki insanların, hanımlarımızın, çocuklarımızın, komşularımızın illâ da dilleriyle bizden İslâm’ı sormalarını, istemelerini beklememeliyiz. Halleriyle, vaziyetleriyle sorduklarının ve istediklerinin hemen farkına va-rarak onlara onların muhtaç oldukları İslâm’ı anlatmaya başlayıverelim.

Evet garibanları etrafımızdan kovmamalıyız. Zîra Rabbimiz buyurur ki onların hesabından siz sorumlu değilsiniz. Onlar da sizin hesabınızdan sorumlu değildir. Bunun niyeti öğrenmek değil! Bunun niyeti dalga geçmek! Bunun niyeti beni oyalamak! Demeyelim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Bakın Allah diyor ki: Sana ne bundan? Seni ne ilgilendirir bu? Onun hesabı senden sorulmayacak, senin hesabın da ondan sorulmayacak. Ne bilirsin? Belki samimi olarak dinleyip amel edecektir o.

Allah peygamberine diyordu ki sakın o garibanları yanından kovma! Eğer bunlar garibandır diye onları yanından kovarsan o zaman sen zalimler den olursun.

Peygamberim, sakın dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Gözlerini o garibanlardan ayırma. Yâni onlar bir yana sen bir yana program arama. Onlarla beraberken saate bakıp durma. Birilerini gözleme bahanesiyle sakın dışarıya bakıp, içeriye girip durma. Dersim vardı, işim vardı, toplantım vardı filan deme. Onlarla beraberliğe sabret. Biz onlarla beraber olunca Allah bizden razı olacaksa niye yapalım bunu?

Bunu ancak şu dünya hayatının geçici zevk ve eğlencelerini isteyenler yapabilir. Yâni bunu yapanlar ne için yaparlarmış? Bakın devamında Rabbimiz onu şöyle anlatıyor: Ya şu dünya hayatının ziynetini, ya da Allah’ı ve âhireti istersiniz. Peki ikisini birlikte istesek olmaz mı? Mümkün değil. Yâni hem Konya’da olmayı, hem de İstanbul’da olmayı istemek gibi bir şeydir bu. Hem arabayı satmak istiyor-sun, hem de aynı arabaya binmek istiyorsun. Yâni hem o, hem o olmaz. Bakın Ahzâb sûresinin 28 ve 29. âyetlerinde Rabbimiz bu ko-nuyu bize çok hoş anlatır.

“Ey peygamber! Eşlerine şöyle söyle: “Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini, âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlanmıştır.”
(Ahzâb 28,29)

Rasûlullah efendimizin hanımları Beni Kureyza Yahudilerinin ganimetleri müslümanların ellerine geçince Rasûlullah efendimizi sıkıştırdılar. Dediler ki; “ey Allah’ın Resûlü, başkalarının hanımları refah içinde bir hayat yaşarlarken görüyorsun ki bizler sıkıntı ve yokluk içinde kıvranıyoruz. Bizim de bolluk içinde yaşamak hakkımız değil mi? Diyerek Rasûlullah efendimizden dünyalık bir şeyler istediler. Tabi o günlerde müslümanların ellerine son savaşlarda bolca ganimet geçince hayat standartlarında değişmeler oldu. Bu durumdan tüm mü’minler etkilendikleri gibi Rasûlullah efendimizin hanımları da etkilendiler. Bizim de başkaları gibi yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya hakkımız vardır derler. Bizim de hayat standardımız biraz değişsin, biz de biraz rahat edelim, bizim evimiz, eşyamız da biraz hoşumuza gidecek hale gelsin derler. Ey Allah’ın Resûlü biraz da biz hanımlarını düşünsen, biraz da bizim için harcama yapsan derler.

Belki peygambere karşı hanımlarının istekleri, bu tavırları Onun insanlığa getirip sunmuş olduğu, insanlardan istemiş olduğu hayat tarzının bir bakıma bir sorgulanması anlamına da geliyordu. Belki de Rasûlullah’ın hanımları Onun diğer müslümanlar gibi şimdiye kadar elinde avucunda bir şey olmadığı için böyle garipçe bir hayat yaşadığı hükmüne, zannına varmışlardı. Şimdi ise müslümanların eline bolca ganimet malı geçmişti. İster o sebeple, isterse bolluk içinde bir hayat özlemiyle olsun Resûlullah efendimizi sıkıştırırlar. Resûlullah efendimiz bu duruma çok üzülür. Rabbimiz buyurur ki;

Ey peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, peygamberini, âhiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük ecir hazırlanmıştır.

Tehdidin büyüklüğünü anlayabiliyor musunuz? Eğer sizler peygamber eşleri olarak dünya hayatını, dünya hayatının ziynetini, süsünü, rahatlığını, konforunu, lüksünü istiyorsanız. Eğer derdiniz dünyada refah içinde bir hayat yaşamaksa, gelin sizi metalandırayım. Size bağışta bulunayım. İstiyorsanız sizi boşayayım, boşamam do-layısıyla size vermem gereken mutayı, mehirlerinizi vereyim de gü-zellikle sizi salıvereyim. Böylece benim içinde bulunduğum sıkıntılı hayattan kurtulup serbest olursunuz. Özgürce dilediğiniz gibi bir ha-yat yaşarsınız. İstediğiz şekilde yer, içer, giyinir, kuşanırsınız.

Evet işte peygamber hanımlarına söylenen söz budur. Peki bize söylenen nedir? Bize ne söyleniyor burada? Ey insanlar, ey müs-lümanlar eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız gelin sizi serbest bırakayım, keyfinize göre bir hayat yaşayın. Ama unutmayın ki bu tercihinizle peygamber ailesinden, peygamber çevresinden, peygamberle birlik olmaktan, peygamber yolunun yolcusu olmaktan uzaklaşmış olursunuz. Buyurun dilediğiniz gibi yaşayabilirsiniz. Yine peygamber ailelerine ve bizlere ikinci teklifte şöyle. Yok eğer dünyayı değil de Allah’ı, Resûlüne ve âhiret yurdunu istiyorsanız muhakkak ki Allah sizden muhsin olanlara, Allah’ı görüyormuş gibi Ona kulluk yapanlara büyük mükâfat hazırlamıştır. Haydi buyurun bu mükafat da sizi bek-liyor. Evet hem hanımlarına hem de kıyâmete kadar gelecek tüm erkek ve hanımlara bunu teklif ettiriyordu Rabbimiz.

Arkadaşlar, bakın burada bu ikisinin birbirine zıt olarak bir değerlendirilmesine şahit oluyoruz. Rabbimizin yaptığı bu değerlendirme gerçekten çok önemlidir. Teklif çok açık ve net. Bir tarafta dünya, diğer tarafta âhiret ve Allah’ın rızası. Öyleyse Rabbimizin bu değerlendirmesinden anlıyoruz ki bunun her ikisi de birlikte olmayacaktır. Yâni hem dünya olsun, hem dünyanın süsü ve ziyneti olsun, hem de Allah, Resûlü ve âhiret olsun. Niye biri olunca diğeri olmuyor? diye bir soru soruyor veya işte bu konuda şu andaki mevcut hayatımıza göre bir takım felsefeler geliştirmeye çalışıyorsak, kesinlikle bilelim ve iman edelim ki işte Rabbimizin bu âyet-i kerimesindeki değerlendirmesi bizim şu andaki yanlış anlayışlarımızı kesinlikle reddediyor. Vallahi ben demedim bunu gardaş, bunu Allah dedi. İşte âyet, buyur sen de oku ve nasıl anlaşılması gerektiğini sen de düşün. Bu kitap benim olduğu kadar senin de kitabın.

Acaba aynı durumda bizim hanımlarımız olsa hangisini tercih ederlerdi? Ey müslüman hanımlar, sizler hangisini tercih ediyorsunuz bugün bir düşünün. Hangisinden yanasınız? Dünya ve dünya nimetlerine ulaşmak mı? yoksa Allah ve Resûlünün hoşnutluğu mu? Dünyada lüks bir hayat mı? Yoksa cennet mi? Hangisinden yanasınız? Önce dünyayı bir kazanalım, sonra âhireti de ayarlarız mı diyoruz? Dünya hayatı ve süsü olsun, bunun yanında âhiret de olsun mu diyoruz? Yoksa dünya hayatı ve süsünü bir tarafa bırakıp, bu konuda kendi kendimize hiçbir yorum yapmadan, hiçbir çıkış yolu aramadan Allah, Resûlü ve âhiret yurdunu mu tercih ediyoruz? Böyle yapalım da efendimizin hane-i saadetlerinde bizim de yerimiz olsun, biz de ehl-i beytten olalım mı diyoruz? Öteler âleminde Rasûlullah yanında bir yerimiz olsun mu diyoruz? Tercih bize bırakılmış, buyurun neyi, hangisini tercih edeceksek tercihimizi güzel yapalım.

Ey peygamber yolunun yolcuları, öyleyse sabah akşam Allah’a kul olanlarla, Allah’a kul köle olanlarla, Allah’a dua edenlerle birlikte olmayı kendinize bir şeref kabul edin. Sakın ha düzeni bozmayın. Dünya hayatının süsü ve ziyneti hatırına sakın gözlerinizi başka tarafa çevirmeyin. Yâni mal mülk sevdasına onlardan uzaklaşmayın. Kalem sûresinde de fakir fukarayı diskalifiye etmeye çalışanların bağlarını kaybettikleri anlatılır.

Evet bu uyarının gelişinden sonra Allah’ın Resûlü çok korkmuştur. Hattâ sahâbe-i kirâmın ifadelerinden anlıyoruz ki bu âyetin gelişinden sonra Allah’ın Resûlü biz kendisinin yanından ayrılmadıkça bizim yanımızdan ayrılamıyordu diyorlar. Kılıçlarına kendi kılıçları, paralarına kendi paraları, evlerine kendi evleri gibi bakabilme özellikleri onları öyle bir kardeş yapmıştı ki aralarında ne sosyal sınıf farkları ne de üstünlük alçaklık anlayışları kalmıştır. Hepsi yıkılıp gitmiştir.

Bu âyetlerden anlıyoruz ki tebliğ edeceğimiz insanların sıralamasını biz kendi kendimize yapmayacağız. Karşımızdaki insanları şu şekilde gruplamamız güzel olacaktır. Karşımızdaki insan ya müslü-manlığının farkında olmayan birisidir, ona İslâm’ı ulaştıralım, belki bizim uyarımız ona fayda verecek ve adam olacaktır. Ya da mü'mindir, bizim anlatmamız sonucunda hayatına biraz daha çeki düzen verecektir. Öyleyse biz neticeyi düşünmeyeceğiz. Çünkü bakın Allah âyet-i kerîmesinde belki diyor. Belki yola gelirler, belki adam olurlar.

Öyleyse inzar edeceğiz, ama kovmayacağız. Uyaracağız, a-ma azarlamayacağız. İnzarımız onları kovma ve azarlama mânâsına gelmeyecek, aksine onlara acıma mânâsına gelecektir. İnsanların her zaman bize ulaşabilmeleri için imkân hazırlayacağız. İnsanlardan uzaklaşıp, fildişi kulelerimize çekilmeyeceğiz. Allah korusun da bugün kimi hocaların evlerine insanlar gündüz saat ondan önce, gece de saat ondan sonra girememektedirler. Neden? Efendim zatı alileri istirahat buyuracaklarmış. Bu gerçekten çok ayıp bir şeydir. Allah’ın Resûlünü az evvel anlattım, onun hayatında böyle bir şey kesinlikle yoktur. İnsanlar her an ona ulaşma imkânına sahiptiler. Gerçekten mü'-minlerin ihtiyaçları varsa gelebilmeliler, girebilmeliler, bulabilmeliler bizi.

Ve sakın ha peygamberim, o garibanları bırakıp da kalbi bizim zikrimizden gafil olan, yâni bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek kendi hevâsına uyan kimseye uyma.

Evet, sakın ha şu bizim zikrimizden, zikir olarak, hayat programı olarak gönderdiğimiz kitabımızdan kalbi gafil olan, kalbi uzak olanlar var ya, işte onlara da itaat etme. Sakın onları dinleme. Onlardan yana meyletme. Çünkü onlar başka değil, sadece hevâ ve heveslerine uyuyorlar. Kitabı bir kenara bırakıp kendi kendilerine program yapmaya çalışıyorlar. Onların işleri de gerçekten çok dağınıktır. Ne yaptıklarını bilmiyorlar.

Ne dersiniz? Kimi dinliyorsunuz bugün? Kitapla beraber olma-yanları mı dinliyorsunuz, yoksa kitapla konuşanları mı? Kendi hevâ ve heveslerinden konuşanları mı dinliyorsunuz, yoksa vahiyle konuşanları mı? Düşüncelerini, fikirlerini, fikri yapılarını Kur’an ve sünnetten bağımsız geliştirenleri mi dinliyorsunuz, yoksa vahye teslim olanları mı?

Meselâ yeme, içme ve doyma modelimizde kimin peşi sıra gidiyoruz? Kılık kıyafet mantığında, ev tefrişi konusunda kimleri din-liyoruz? Kendilerinden öğrenilecek hiçbir şeyiniz olmayanları mı dinli-yoruz, bunu düşünmek zorundayız. Âyetin ifadesiyle söylersek; işleri güçleri aşırılıktır onların. Aşırılıktan yanadırlar. Çizgi, had, hudut, sınır tanımaz onlar. Böylelerini asla dinlemeyeceğiz. Kalem sûresinin baş taraflarında da itaat edilmeyecek kimselerin özellikleri anlatılıyordu.

“Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye”
(Kalem 10,13)
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Meryem suresi ayet 4
(Zekeriya A.S): “Rabbim, gerçekten ben (zayıfladım) ve benim kemiklerim (de) zayıfladı ve başım (saçlarım) ağardı. Ve Rabbim, ben Sana dua ederek şâkî olmadım.” dedi.

Rahmeti bol olan yüce Allah, kullarının bu fıtrat kaynaklı niteliklerini bildiği için onların kendisine dua etmesinden, O'na dertlerini açmalarından, canlarını sıkan problemlerini O'na duyurmalarından hoşlanır. Bu hoşlanışın ifadesi olarak şöyle buyuruyor:

"Rabbiniz `Bana dua ediniz de duanızı kabul edeyim' dedi." (Mü'min Suresi 60)

Amaç kulların sinirlerini rahatlatmalarıdır, taşıdıkları yükün baskısından kurtulmalarıdır, yüklerini kendilerinden güçlü ve kendilerinden muktedir olan Allah'a havale etmiş olmanın rahatlığını, hafifliğini gönüllerinde hissetmeleridir; dergâhına başvuranları eliboş döndürmeyen, kendisine güvenenleri hayal kırıklığına uğratmayan bir yüce merci ile ilişki içinde olduklarının gönül huzurunu duymalarıdır.

Hz. Zekeriyya, Rabbine "kemiklerinin yıpranmışlığını" şikayet ediyor. İnsanın kemikler-i yıpranınca tüm vücudu da yıpranmış olur. Çünkü kemikler, vücudun en dayanıklı kesimini oluştururlar. Vücudu ayakta tutan, organları arasındaki birliği sağlayan unsurlar onlardır. Yine Hz. Zekeriyyâ'nın "yaşlılık alevinin başını sarması"ndan şikayet ettiğini okuyoruz. Bu tasvir edici ifade yaşlılığı, tutuşmuş bir ateşe benzeterek bu tutuşmuş ateşin, başın her yanını sardığını, bu alevlenmiş başta hiçbir siyah noktanın kalmadığını somutlaştırarak gözlerimizin önüne getirmektedir.

"Kemiklerin yıpranmışlığı" ve "başı ihtiyarlık alevinin sarması" ayrı yaşlılığı ve düşkünlüğü somutlaştıran "kinaye" nitelikli ifadelerdir. Hz. Zekeriyya'nın içini kemiren dert budur. Rabbine durumunu anlatırken ve dilediğini sunarken dile getirdiği şikayet budur.

Bu yoldaki şikayetine şu sözleri eklemeyi gerekli görüyor:

"Şimdiye kadar sana dua edip de bedbaht olduğum hiç olmadı."

Bu sözleri ile şunu itiraf ediyor: Rabbi, onu yaptığı duaları kabul etmeye alıştırmıştır. O gençlik günlerinde, güçlü dönemlerinde Rabbine dua edip de bedbaht olduğunu hiç hatırlamamaktadır. Oysa şimdi, şu yaşlılık çağında, şu elden ayaktan düştüğü günlerde yüce Allah'ın duasını kabul etmesine ve şahsına yönelik nimetlerini tamama erdirmesine her zamankinden daha çok muhtaçtır.

Hz. Zekeriyya durumunu anlattıktan, dilekçesini sunduktan sonra neden korktuğunu açıklıyor ve dilediğini somut olarak arzediyor. Korkusu ölümünden sonra arkada bırakacakları ile ilgilidir. Onların mirasına istediği biçimde sahip çıkmayacaklarından korkmaktadır. Onun başta gelen mirası, üstlendiği ve yürüttüğü hakka çağrı misyonudur. Çünkü O, İsrailoğullarının önde gelen peygamberlerinden biridir. Diğer bir mirası, gözetimi altındaki yakınlarıdır. Bu yakınlarından biri üzerine titrediği Hz. Meryem'dir. Çünkü bu kadın, sorumlusu olduğu mabedin bakımını yürütmektedir. Bir başka mirası da iyi yönettiği ve yüce Allah'ın rızası uğruna kullandığı servetidir. İşte Hz. Zekeriyya, bu mirasının tümünden yana, yerini alacak olan yakınlarından endişelidir. Bu miras karşısında tavırlarının kendi tutumu gibi olmayacağından korkmaktadır. Bize gelen bazı bilgilere göre O, yerine geçecek yakınlarının bu mirasa sahip çıkacak nitelikte kimseler olmadığı kanısındadır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Meryem suresi ayet 48
Ve ben, sizden ve Allah'tan başka dua ettiğiniz şeylerden ayrılıyorum. Ve Rabbime dua ediyorum. Umulur ki (inşaallah), (bu) dualarla ben, Rabbime şâkî olmam.

Artık ben sizden ve Allah'ı bırakıp ta taptığınız putlardan uzaklaşıyorum.Sadece rabbime ibadet ediyor ve onun rabhğmi kabul ediyorum. Umarım ki rab-bim, dualarımda beni ümitsiz çikannaz. Dualarımı kabul edip dileğimi bana verir."
Rivayete göre, Hz. İbrahim, babasına bu sözleri söyledikten sonra bulunduğu yerden ayrılarak Şarn taraflarına gitmiştir. Allah Teala orada ona oğlu ismail'i ve İshak'ı vermiştir.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Enbiya suresi ayet 76
Ve Nuh (A.S), daha önce nida etmişti (seslenmiş, dua etmişti). Bunun üzerine ona icabet ettik (duasını kabul ettik). Böylece onu ve ehlini (ailesini) büyük bir üzüntüden kurtardık.

Allah’ın yeryüzünde imâm kıldıklarından bir başka peygamber. Nuh (a.s). Daha önce O da dua etmişti. Rabbine çağrıda bulunmuştu Nuh (a.s).

Allah’ın elçisi Allah’tan aldığı vahiyle toplumunu uyardı. Ey kavmim, Allah’a kulluk edin! Allah’a kulluk yapın! Sizin O’ndan başka İlâhınız yoktur! Allah’ı dinleyin! Allah’ın dediklerini yapın! Allah’ın istediği hayatı yaşayın! Çünkü sizin Ondan başka sözünü dinleyeceğiniz, rızasını kazanacağınız varlık yoktur. Değilse ben sizin adınıza, sizin namınıza, sizin aleyhinize büyük bir günün, azîm bir günün, herkesin önünde saygıyla eğilmek zorunda kalacağı ve hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir günün azabından korkuyorum dedi. Ey kavmim, sadece Allah’ı dinleyin! Yalnızca Allah’a kulluk yapın! Sadece Allah’ın hayat programını uygulayın! Eğitiminizi Allah’ın istediği biçimde düzenleyin! Hukukunuzu Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Ticaretinizi Allah yasalarına göre belirleyin! Evinizi, eşyanızı, kazanmanızı, harcamanızı, hayata bakışınızı, insanlarla olan ilişkilerinizi, gecenizi gündüzünüzü Allah’ın istediği biçimde ayarlayın! Çünkü sizin için Allah’tan başka sözünü dinleyeceğiniz İlâhınız yoktur. Allah’tan başka hayat programı kabul edilmeye lâyık Rab ve İlâh yoktur.

Değilse ben sizin için azîm bir günün azabından endişe ediyorum. Ya sizin için tufan gününden korkuyorum, ya da kıyâmet günü şirklerinize karşılık sizi bekleyen azaptan korkuyorum dedi.

Kavmi Onu yalanlar ve bu görevini hafife alır. kavmi Onun kendilerine duyurduğu âyetlerle dalga geçer. Allah’ın elçisini alaya alırlar. Allah’tan aldığı emirler gereği peygamber onların alaylarına, dışlamalarına, yalanlamalarına aldırış etmeden görevine devam eder. Yoluna devam eder. Sonra kavmi Onu tehdit eder, Onunla ilgiyi keserler, Ondan desteklerini çekip onu yalnız bırakırlar. Ama peygamber yine görevine devam eder. Sonra kavmi şiddete başvurur. Allah elçisine eziyet etmeye başlar. En yakınlarını sıkıştırarak Onun etrafındaki inananları dağıtmaya çalışırlar. Peygamber yine yılmadan yoluna devam eder. Ve dile kolay 950 yıl bu mücâdele devam eder.

Allah’tan aldığı emri savsaklamamanın, işi oluruna bırakma-manın, görevi geçiştirmemenin sembolü olan, 950 yıl her türlü fırsatı değerlendirerek çevresindekileri uyarmaya çalışan, bıkmadan, usan-madan bu işi sürdüren Hz. Nuh bakın en sonunda Kamer sûresinin 10. âyetindeki sözlerini söylüyordu.

Ya Rabbi ben mağlup oldum, bana yardım et. Ben bu zalimlerin haklarından gelemiyorum ya Rabbi. Bunların hakkından sen gel ya Rabbi diyordu. Günler, aylar, yıllar, yüzyıllar geçmişti aradan, ama olmamıştı. Toplum adam olmamıştı. Allah’ın elçisi çırpındıkça onların fısku fücurları artmıştı. Onların bu küfürde ısrarları karşısında Allah’ın elçisi artık âciz kalmıştı. Tüm çırpınışlarına rağmen toplumda doğanlar kâfir doğuyor, ölenler kâfir ölüyorlardı. Yaşlılar çocuklarına, torunlarına kendi küfürlerini vasiyet ederek ölüyorlardı.

Bu durumu gören yaşlı peygamber artık dayanamayarak işte bunları söylüyordu. İşi Allah’a havale ediyordu. Ya Rabbi ben bittim, bana yardım et diyordu. Artık yeryüzünde bir tek kâfir bırakma ya Rabbi! Yeryüzündeki tüm kâfirlerin kökünü kes ya Rabbi! Çünkü eğer yeryüzünde onlardan bir tek fert, bir tek aile bırakırsan onlar kâfirden başkasını doğurmazlar. Kâfirler kâfir yetiştirirler. Kâfirler kâfir doğururlar. Kâfirlerin eğitimi insanların kâfirleşmesini sağlar. Kâfirlerin egemen olduğu yerde ancak kâfir yetişir. Bunlara fırsat verirsen yeryüzünde kâfir yetiştirirler ya Rabbi. Binaenaleyh yeryüzündeki tüm kâfirleri yok et! diyordu. Allah da diyor ki bakın:

Evet biz de Onu ve ehlini o büyük sıkıntıdan, o büyük üzüntüden, 950. yıllık eziyetten kurtardık. Nuh (a.s)’ı beraberindeki inananlarla birlikte, Onun mücâdelesini destekleyenlerle birlikte gemide kurtardık.

Evet tercihini peygamber yolunda olmaya kullanan, oylarını peygamberin gemisinde, peygamberin terekesinde, peygamberin safında olmaya kullananları kurtardık diyor Rabbimiz. Bunlar inanan in-sanlardı. Belki peygamber safında yer alan bu insanların içinde günahkârlar da vardı ama, değil mi ki tercihlerini peygamberden yana kullanmışlardı, günahkâr da olsalar Allah onları tercih ettikleri safta kurtarıyordu.

Meselâ tercihini Hz. Mûsâ’nın yanında olmaya kullanan bir Sâmirî de denizi geçip, kurtulanların arasındaydı. Bunlar günahkâr da olsalar imanlarından ötürü, tercihlerinden ötürü dünyada kurtulanlardan oluyorlardı. Ama tercihlerini peygamberden yana kullanmayanlar, Allah ve âyetlerini yalanlayanları da denizde boğuyordu Rabbimiz.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Enbiya suresi ayet 84
Bunun üzerine ona icabet ettik (duasını kabul ettik). Böylece zarar veren şeyi giderdik (hastalığı iyileştirdik). Kullara bir zikir (öğüt) ve katımızdan bir rahmet olsun diye. Ona ehlini (ailesini) ve onlarla beraber bir mislini daha verdik.

Allah’ın imtihan konusuna sabreden bir yiğit peygamber dua eder de, dua edilecek, istenilecek makamı bilir de, Rabbi ona icabet etmez mi? Allah’ın kendisini böyle bir hastalıkla imtihan ettiği bir mü’-min Şafi olarak Rabbini bilir, sadece Ondan şifa ister, dua dua halini O’na arz eder de Rabbi ona cevap vermez mi? Rabbi onun imdadına yetişmez mi? Böyle bir mü’mine hayatın da, ölümün de, sağlığın da, hastalığın da sahibi olan Rabbimiz şifa vermez mi? Hangi peygambere, hangi mü’mine icabet etmedi ki Allah? Yeter ki kullar O’nu bilsinler, O’nu yetki sahibi, güç kuvvet sahibi, şifa sahibi bilip O’na yönelsinler. Yeter ki kullar O’na yalvarıp yakarsınlar. Yeter ki O’na dua etsinler, O’na kulluk etsinler, Ondan istesinler. Yeter ki hastalar, yeter ki fakirler, yeter ki günahkârlar hallerinin arz edecekleri, isteyecekleri kapıyı bilsinler. Öyle değil mi? Biz kulları bütün kulluğumuz, bütün âcizliğimiz içinde, bütün samimiyetimizle dua dua yalvararak Rabbi-mize yönelsek hiç O Rab dualarımızı reddeder mi? Hiç cevapsız bırakır mı?

Rabbimiz buyuruyor ki biz kulumuz Eyyub’un duasına icabet ettik. Onda olan zararı giderip, Onu kurtardık ve ehlini de ona verdik. Karısını ve çoluk çocuğunu Ona tekrar verdik.

Rivâyetlere göre ya ehli Onun bu hastalığına tahammül ede-meyerek yanından ayrılmıştı da, sıhhatine kavuşmasından sonra tek-rar ehlini Ona döndürdük. Ya da sadece Eyyub (a.s) değildi bu ölümcül hastalıkla imtihana tabi tutulan. Ehli, karısı, çoluk çocuğu da bu hastalığa tutulmuştu da hepsini Rabbimiz iyileştirivermiştir. Rabbimiz ehlini Ona gerisingeriye lütfettiği gibi fazlasını da veriyor. Ya Ona daha başka sâliha kadınlar veriyor, ya da evlâtlar, oğullar, kızlar veriyor ve ailesi çoğalıyor. İşte tüm bu verilişler Allah katından bir rahmettir. Şifayı veren Allah’tır, sağlığı veren O’dur, ehlini veren O’dur, her şeyini veren O’dur.
“Ey Muhammed! Kulumuz Eyyub'u da an; Rab-bine: "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azap verdi" diye seslenmişti. "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su" dedik. Katımızdan bir rahmet ve akıl sahiplerine bir öğüt olmak üzere, ona tekrar aile ve geçmiş olanlarla bir mislini daha vermiştik.”
(Sâd 41,42,43)

Evet işte bu âyetlerde anlatıldığına göre Rabbimizin emriyle Eyyub (a.s) ayağını yere vurur ve vurduğu yerden bir su fışkırır, ondan içer, yıkanır ve hastalığından kurtulur.

Ve gerçekten Onun gibi Allah’a dua eden, Onun gibi Allah’ın imtihan konusuna sabreden, Onun gibi Allah’ı her konuda tek merci bilen, Onun gibi Allah’a kulluk eden mü’minler için bu bir zikra oldu diyor Rabbimiz. Biz bunu onlara bir zikra, bir hatırlatma, bir uyarı, bir hatıra yaptık. Mü’minler için en güzel bir gündem maddesi yaptık. Yâni kullarımızdan kıyâmete kadar benzer durumda, hastalıkla, yoklukla, sıkıntıyla imtihan edilenlere güzel bir örnek, hoş bir ibret yaptık bunu.

Allah’ın elçisi Eyyub (a.s) gibi hastalıkla imtihana tabi tutulanlar sadece Rablerini Şafi bilip, sadece şifayı O’ndan bekleyip, O’na dua ettikleri, O’nun kapısını dövmeye devam ettikleri ve O’nun rahmetine sığındıkları sürece kesinlikle bilsinler ki bu dünyada kaybettiklerini yeniden bulacaklar, yitirdiklerine yeniden kavuşacaklar, hattâ fazlasına ulaştıracak Rableri onları.

Süleyman ve Dâvûd (a.s) ların çok farklı bir durumları var. Çok farklı bir imtihan konuları var. Kendileri bu dünyada hiç kimseye nasip olmayacak güç verilmiş, saltanat verilmiş, imkân verilmiş, fırsat verilmiş. Kuşlar onlara ordu, cinler onların ordusu, şeytanlar, rüzgarlar, dağlar, taşlar onların ordusu. Saltanatları mevcudatı kaplamış. İşte böyle büyük bir varlıkla, büyük bir saltanatla imtihan edilen Süleyman ve Dâvûd (a.s)’lara karşılık, hastalıkla, yoklukla, tüm dünyalıklarını kaybetmekle imtihan edilen bir elçi. Eyyub (a.s). Birbirine tamamen zıt iki imtihan konumu!

Öyleyse şunu kesinlikle unutmamalıyız ki imtihanı yapan Allah’tır. İmtihanın konusunu takdir eden Allah’tır. Bizi bu dünyada güç, kuvvet, zenginlik, servet ve saltanatla, imkân ve fırsatla da imtihan edebilir, bunun tamamen zıddına fakirlikle, yoklukla, hastalıkla, mahrumiyetle de imtihan edebilir. Her iki durumda da kuluz ve Allah’ın takdirine, Allah’ın imtihan konularına rıza göstermek zorundayız. Asla Rabbimizi unutup, Rabbimize isyan içinde bir hayatın adamı olmamamız gerektiği bilmek zorundayız.

Öyle değil mi? Dâvûd ve Süleyman (a.s) gibi de imtihan edilebiliriz bu dünyada, Eyyub (a.s) gibi de. Süleyman ve Dâvûd (a.s) gibi Mülk ve saltanatla imtihan edildiğimiz zaman asla şımarmayacak, müstekbirleşmeyecek, Allah’a kafa tutup O’na isyan etmeyecek, sürekli bütün bunları kendisine borçlu olduğumuzu, her şeyimizle kendisine muhtaç bir kul olduğumuzu, imtihanda olduğumuzu unutmayacağız, Eyyub (a.s) gibi mahrumiyetlerle imtihana çekildiğimiz zaman da bize tahsis buyurduğu bu imtihan konusundan ötürü asla O’na isyan etmeyeceğiz, kafa tutmayacağız, kendimizi dağıtmayarak kul olduğumuzun şuurunda O’na dua dua yalvarıp yakaracağız.

Peki şu anda bizler de bu elçiler gibi mi imtihan ediliyoruz? Elbette. Gerçekten bir insan her ne kadar kıyâmete kadar Süleyman (a.s) nın saltanatına erişemeyecek idiyse de Allah bazılarına çevresine göre Süleyman saltanatını verebilmiştir değil mi? Çevresine göre tabii. Yâni şu bizzat Süleyman (a.s) nın saltanatı kimsede olmayacak, kimseye vermiyor Allah da, çevresindekilere verilenlere nispetle onun gibisini verebiliyor kimilerine. Yâni kimi insanların kendi çevresine göre saltanatı Süleyman (a.s) gibi olabilir. İşte çevresine göre böyle kendisine çok fazladan bir şeyler verilenlerin bu verilenlerle şımarıklaşmaması, haddini bilmesi, bunu kendisine veren Allah’ın sadece kendisine vermediğini, kendisinden önce de birilerine, hem de peygamber olarak lütufta bulunduğunu unutmaması gerektiğini anlatmak üzere galiba Süleyman ve Dâvûd (a.s) hadisesinden söz ediliyor anlıyoruz.

Ama meselâ bu dünyada bir Eyyub (a.s) gibi hastalıkla, sı-kıntıyla, fakirlikle, her şeyini kaybetmekle imtihan edilebilirsiniz. Veya bir Nuh (a.s) gibi ezilmişlerin peygamberi, çevresinde rezil rüsva insanların alaylarına maruz kalmış bir peygamber konumunda imtihana çekilebilirsiniz.

Veya Hûd (a.s) gibi, Ya da Lût (a.s) gibi belki sadece iki kızı ile o bölgeden çıkması emrolunan geri kalanların tümünün helâk edildiği bir toplumun peygamberi olabilirsiniz. Evet kimi yok, kimsesi yok, gücü yok, kuvveti yok gibi görülen bir peygamber konumunda olabilirsiniz. Ama Dâvûd (a.s) öyle değil mi? Hele Süleyman (a.s) hiç öyle değil. Süleyman (a.s) kendi döneminin daha güçlü, daha kuvvetli bir peygamberi olarak karşımıza çıkmaktadır.
 

aşure

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
19 Ocak 2008
Mesajlar
101
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
36
saol kardeş emeğine sağlık çok guzel bı paylaşım
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
aşure,
Sizde sağolun ilginize teşekkür ederim.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
70
Enbiya suresi ayet 88
Bunun üzerine ona icabet ettik (duasını kabul ettik). Ve onu, gamdan (üzüntüden, kederden) kurtardık. Ve Biz, mü'minleri işte böyle kurtarırız.

Ona da icabet ettik, Onun duasına da cevap verdik diyor Rab-bimiz. Eyyub (a.s) un duasına icabet eden, Nuh (a.s) un duasına ica-bet eden Rabbimiz burada da Yunus (a.s) un duasına icabet ettiğini bildiriyor. Var mı Ondan başka dövülecek kapımız? Var mı Ondan başka dualara icabet eden? Evet Onun duasını da kabul edip, Onu gamdan, kederden kurtardık diyor Rabbimiz. Bakın burada da:

1: Bize imâmlarımızdan, örneklerimizden böyle bir dua modeli, böyle bir tesbih örneği sunuluyor. Biz kullarına bir imâm şahsında bir tövbe usulü, bir dönüş örneği sunuyor. Bu tövbe örneğinin yanında bir de şu husus anlatılıyor burada. Allah’la savaş içinde bulunan, Allah’a kulluktan kaçan tüm kâfirlere bir uyarıda bulunuyor Rabbimiz burada. Bakın, dikkat edin, Allah’ın en sevgili kulu, Allah’ın kutlu elçisi bile Allah’a isyan edince Allah Onun cezasını verdi. Bir peygamberi bile yaptığı bir eyleminden ötürü böylece cezalandıran Allah size ne yapacak? Sizi bağışlayacak mı? Sizin yaptıklarınızı görmezden mi gelecek? Hayır hayır kesinlikle bilesiniz ki Allah size de ceza verecektir. Bir peygamber yanında sizin ne değeriniz var da? Neyinize güveniyorsunuz?

Ama Şurasını da göz ardı etmeyin ki tövbe edince de Allah Onu affetti. Eğer sizler de şu anda yaptığınız yanlışlardan döner, eğer tövbe ederseniz bilesiniz ki sizleri de aynen Onun gibi affederim deniyor. Kâfirler için böyle denirken, mü’minler için de deniyor ki burada: Ey mü’minler iman ettik diye, müslüman olduk diye sakın şımarmayın ha! Allah’a, peygambere yakınlığınızdan dolayı şımarmayın! Yapacağınızı yapın, değilse peygamber bile olsanız gözünüzün yaşana bakılmaz, cezaya çarptırılırsınız! Bu işin şakası yoktur denmektedir.

2: Müslümanlığımızı, kulluğumuzu, Allah’a karşı sorumluluklarımızı Allah adına icra etmeye çalışalım. Birilerine rağmen, ya da birilerine binaen hareket etmeyelim. İnsanlar dinlemediler diye, anlamadılar diye hareketlerimizi onlara göre ayarlamaya, tavırlarımızı onlara göre belirlemeye kalkışmayalım. İnsanlar bize ve anlattıklarımıza değer vermediler diye üzülüp kendimizi dağıtmamalıyız. Ya da tam tersi de geçerlidir. Nasıl? İnsanlar bizi dinler ve değer verirler görününce de şımarmayacağız. Tüm hareketlerimizi Allah’a göre ayarlamalıyız.

3: Her konuda, bilhassa müslümanlığın toplum içinde icrası konusunda başkalarını değil kendimizi suçlamasını bileceğiz. Toplumun yaptıklarından toplumu değil kendimizi suçlayacağız. Şeytan gibi suçu Allah’a, ya da başkalarına atmak ve sorumluluktan kolayca kurtulmak yerine; Adem (a.s) gibi suçu kabullenmek zorundayız. O zaman içinde bulunduğumuz bozukluktan kurtulabilmek için çare arayacağız ve Rabbimize yöneleceğiz demektir. O zaman işte âyetlerde gördük, Rabbimiz kendisine yönelip dua dua yalvaranları mutlak sûrette affedecek ve yol gösterecektir, bunu hiç bir zaman unutmayalım.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt