Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kuran-i Kerim Makaleler & Yazılar (1 Kullanıcı)

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Yer ve göklerin âyetleri[/h]
New-Bliss-400.jpg


'Kitab-ı kâinat' deyimini Bediüzzaman pek sık kullanır. Gerçekten de kâinat okunmakla bitmeyecek, ders ve ibretleri tükenmeyecek bir muhteşem kitaptır. Ve Yüce Kur'ân'ımız gibi, onun da âyetleri vardır. Kur'ân âyetlerinin anlattığını, kâinat kitabının âyetleri de kendi dilleriyle bize anlatır; Kur'ân ve kâinat, böylece, karşılıklı olarak birbirlerini şerh ederler. Kur'ân, âyetlerinin önemli bir kısmında bizim ibret nazarlarımızı kâinat kitabının âyetlerine çevirir. Rum Sûresinde peş peşe gelen şu âyetler buna bir örnektir; bu âyetler kâinatın sayfalarını birer birer açarak önümüze sermekte ve bizden de bu sayfaları dikkatle okumamızı istemektedir:
Sizi topraktan yaratması da Onun âyetlerindendir. Sonra siz birer beşer olarak yeryüzüne yayılırsınız.

Hemcinslerinizden, kendilerine ısınacağınız eşler yaratması ve aranıza merhamet ve sevgi vermesi de Onun âyetlerindendir. Tefekkür eden bir topluluk için bunda ibretler vardır.

Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. Bilgi sahibi olanlar için bunda ibretler vardır.

Gece uyumanız, gündüz Onun lütfundan rızkınızı aramanız da Onun âyetlerindendir. Kulak veren bir topluluk için bunda ibretler vardır.

Size ümit ve korku içinde şimşeği göstermesi ve gökten bir su indirerek onunla ölmüş yeryüzünü diriltmesi de Onun âyetlerindendir. Aklını kullanan bir topluluk için bunda ibretler vardır.

Göklerin ve yerin, Onun yasalarıyla ayakta durması da Onun âyetlerindendir. Sonra sizi çağırır çağırmaz kabirlerinizden çıkarsınız.


Rum Sûresi, 30:20-25.​
Dikkatimizden kaçmasın: Bu âyetler, sözünü ettikleri kâinat hadiselerini de, tıpkı kendileri gibi, birer 'âyet' olarak nitelemektedir. Fakat bu âyetleri de fark etmek ve doğru bir şekilde okuyabilmek herkesin harcı değildir.
Yukarıdaki âyetlerde ve Kur'ân'ın daha başka yerlerinde, bu âyetlerden ancak 'tefekkür etmek, bilgi sahibi olmak, kulak vermek, aklını kullanmak, sağduyu sahibi olmak, görecek gözü olmak, iman etmek, Allah'a karşı gelmekten sakınmak' gibi özelliklere sahip olanların ibret alabileceği vurgulanmıştır. Bunun anlamı ise açıktır:
Kur'ân'ı okumasını bilen, kâinatı da okuyabilir. Kur'ân'dan yüz çevirenler ise, aynı zamanda kâinat kitabının âyetlerinden de yüz çevirenlerdir.
Bu tespit ışığında, Yusuf Sûresinin 105. âyeti, bizi ciddî bir muhasebe ile karşı karşıya getiriyor:
Göklerin ve yerin âyetleriyle biz ne kadar ilgiliyiz? Hergün bizimle iç içe olan ve bizi her taraftan kuşatan bu âyetlere biz kulak veriyor muyuz? Yoksa, insanların çoğunluğu gibi biz de bu âyetlerin yanından aldırmaksızın geçip gidiyor muyuz?
Bu sorulara içtenlikle vereceğimiz cevap, sadece kâinat âyetlerine karşı değil, Kur'ân'a karşı da ne derece duyarlı olduğumuzu ortaya çıkaracaktır. Ne yazık ki, bugün hep 'büyük işlerin' peşinde koşan insanlar, göklerin ve yerin yaratılışı, gece ve gündüzün birbirini izlemesi, bahar mevsiminde yeryüzünün dirilişi gibi olayları izleme fırsatını bulamıyorlar. Onun için, gece gündüz kâinat kitabını okumakla meşgul olan bir büyük tefekkür adamının Dünya Harbine bir gün dahi olsa dönüp de bakmaması bugünün insanlarına pek tuhaf, hattâ inanılmaz geliyor.
Lâkin, aradan biraz zaman geçince ortada ne dünya savaşları kalıyor, ne de savaşanlar veya savaştıranlar…
Göklerin ve yerin âyetleri ise, okumasını bilenlere, anlatacakları şeyi anlatmaya devam ediyorlar.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
And olsun, Biz Kur'ân'ı zikir için kolaylaştırdık. Fakat hani ibret alacak olan?

Kamer Sûresi, 54:17 Kur'ân'ın indiriliş amacını açıklayan ve bizim ona yaklaşma açımızı belirleyen âyetlerden birisi de bu âyettir. Kamer Sûresi boyunca dört defa bir nakarat gibi tekrarlanarak vurgulanan bu âyet, üç anahtar kavram ile Kur'ân'ın önemine dikkat çekmekte ve bizi ona kulak vermeye çağırmaktadır.

Bu kavramlardan biri 'kolaylaştırma'dır. Ancak bu işlem sayesindedir ki biz Kur'ân'ı dinleyebiliyor, okuyabiliyor, anlayabiliyor, ezberleyebiliyoruz. Zira Kur'ân okumak demek, Âlemlerin Rabbine muhatap olmak demektir. Bu hitabın bir tarafında yer ve gökleri yoktan yaratan, maddeden ve hür türlü kayıttan münezzeh, hiçbir benzeri olmayan bir aşkın varlık, diğer tarafında ise Onun tarafından yaratılan ve bu âlemde ancak sınırlı şeyleri görüp işitebilen, duyularının erişemediği yere aklı ermeyen fâni ve âciz bir varlık vardır. Böyle bir hitabın muhatap tarafından anlaşılabilmesi için tek yol, onu muhatabın algılama seviyesine indirecek bir şekilde kolaylaştırmaktır.

Bu, bizim güneşi inceleyişimize de benzetilebilir. Biz, en yakınımızdaki bu yıldızı doğrudan doğruya teleskoplarla incelemek bir yana dursun, çıplak gözle bile ona bakamayız; zira onda beliren tecellînin şiddeti, bizim görme sınırlarımızın çok üzerindedir. Bu durumda biz güneşin teleskoplarımıza akseden görüntüsünü bir perde üzerine yansıtır ve böylece, şiddeti bir hayli azaltılmış olan bu görüntüyü inceleme imkânına kavuşuruz. Yer ve Gökler Rabbinin yarattığı sayısız yıldızlardan bir tanesinin ışığına doğrudan muhatap olamayan insan, Onun bizzat kendi hitabına muhatap olmak için, hiç kuşkusuz, bundan çok daha ileri seviyede bir 'kolaylaştırma' işlemine muhtaçtır. İşte, Yüce Yaratan, bir yandan insana 'beyanı' öğreterek onu Kur'ân'a muhatap olabilecek bir yetenekte yaratırken, diğer yandan da Kur'ân'ı insanın anlayabileceği bir şekilde kolaylaştırmıştır.

İkinci olarak, bu kolaylaştırma işleminin amacı, Kur'ân'da 'zikir' kelimesiyle ifade edilmiştir. Hayli kapsamlı bir kelime olan 'zikir' sözcüğünün başlıca anlamları arasında 'hatırlama, ezberleme, düşünme, öğüt alma' gibi anlamlar vardır ki, âyetin gelişinden, tüm bu anlamların birden kastedildiği anlaşılmaktadır. Gerçekten de, Kur'ân, bu özelliğiyle taklidi imkânsız bir mucize olarak yüzyıllardır âleme meydan okuyagelmiş ve her çağda, her toplumda, her kesimden insanlar tarafından okunmuş, ezberlenmiş; kölelerden hükümdarlara, çocuklardan en seçkin bilgelere kadar herkes her zaman ondan dersini almıştır. Bu ise, Âlemlerin Rabbi tarafından insana bahşedilmiş pek büyük bir lütuf ve şereftir ki, 'zikir' sözcüğünün içerdiği bir başka anlam olan 'şeref' anlamında buna da bir işaret vardır.
Üçüncü olarak, Kur'ân bu beyanını bir çağrı ile noktalıyor:
'Hani ibret alan?'

Bu çağrıdaki 'ibret' sözcüğü ise, Kur'ân'a bakış açımızı son derece net bir şekilde belirliyor. Önündeki mushafın sayfalarını açan insan, eğer bu kitabın ona kim tarafından gönderildiğini ciddiyetle düşünecek olursa, kendisine düşen tavrın bir ibretten başka birşey olamayacağını pek çabuk kavrayacaktır.

Bu tespit, 'Meal veya tefsir okumalı mıyız?' şeklindeki sorulara da açıklık getiriyor. İnsanları bu konuda çekingenliğe iten şey, yanlış anlamlar ve hükümler çıkararak dinine zarar verme endişesidir. Oysa ahkâm çıkarmak çok özel bir iştir ve bunun için gerekli bir altyapıya ihtiyaç gösterir. İbret almak için gerekli olan şey ise, gören bir göz ile hakka yönelmiş bir gönülden ibarettir. Buna sahip olan bir kimse, Yer ve Gökler Rabbinin huzurunda olmanın bilinci ve edebi içinde Kur'ân'a kulağını verecek olursa, onda hayatına hayat katacak nice öğütler ve ibretler bulur.
Lâkin bu noktada insanı bekleyen tehlikeler de yabana atılacak gibi değildir. Zamanımızın hakim değerleri, özellikle dünya hayatının her konuda en önemli referans olarak alınması, Kur'ân'dan alınacak ibretlerin önünde çok büyük bir engel teşkil etmekte, hattâ Kur'ân'ın derslerini amacından saptırma istidadı taşımaktadır. Ancak bu konuda da Kur'ân'ın uyarıları mevcuttur; bu uyarılara kulak veren insan, her zaman Kur'ân'dan doğru bir şekilde dersini alabilir ve bu derslerde kendisini Rabbinin rızasına yaklaştıracak bir yol bulabilir:
'Kur'ân'ı okuyacağın zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.'
Nahl Sûresi, 16:98.

'Kur'ân okunduğu zaman susun ve dinleyin ki rahmete erişesiniz.'
A'râf Sûresi, 7:204
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Âlemlerden bir nokta[/h]
hudf_hst_400.jpg

KUR'ÂN OKUMAK, bir kitabın sayfalarını çevirip dudaklarımızı hareket ettirmek kadar basit bir iş gibi gelir bize. Gerçi işin mekanik tarafı da bu kadar basit görünmesine rağmen bir seri harikulâdelikleri ardında saklar. Fakat meselenin mânâ yönü, dudaklarımızı uçuklatmaya yetecek kadar heybetli ve hayretli bir hadisedir. Çünkü okuduğumuz şey, doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbinden gelen bir hitaptır. Bu hitabın karışsında bir muhatap olarak yer almaktan daha büyük ve heyecan verici hangi hadise vardır? Ama 'Âlemlerin Rabbi' sözünü de çoğu zaman fazla üzerinde durmadan telâffuz ediveririz. Nihayet bu telâffuz da bir iki dudak kıpırdatması kadar 'basit' bir işten ibarettir. Oysa 'âlemler' dediğimiz zaman, zerrelerin kimbilir kaç kademe altındaki seviyelerde her saniye milyarlarca nesli gelip geçen parçacıklardan milyarlarca ışık yılı uzaklıklardaki galaksilere, görünen dünyalardan âhiret yurduna, yerin derinliklerinden gökler ve yer genişliğindeki Cennet bahçelerine, kabir âleminden ruhlar ve melekler âlemlerine kadar bildiğimiz veya bilemediğimiz, hattâ hayal bile edemediğimiz nice varlık âlemlerinden söz etmiş oluruz. Sözünü ettiğimiz şeyin büyüklüğüne bir ölçü teşkil etmek üzere, gözümüzün önündeki maddî âlemden bir 'nokta' üzerinde dikkatlerimizi yoğunlaştıralım.
Bu nokta, semâmızda dolunay çapının onda biri kadar bir yer kaplamaktadır. Normal olarak buraya baktığımızda, Samanyolu galaksisi içindeki birkaç yıldızdan başka birşey görmeyiz. Hubble Uzay Teleskopu ise, atmosferin dışında, her türlü kirlilik ve parazitten uzakta, ideal şartlar altında bu noktaya odaklandığı zaman çok farklı şeyler görmüş ve bu gördüklerini Dünyaya göndermiştir. Ancak, bu sayfalarda gördüğünüz fotoğrafı çekmek Hubble için de hiç kolay olmamıştır. 24 Eylül 2003 tarihinde başlayıp 16 Ocak 2004'e kadar dört ay süren bir çalışma sırasında Hubble Dünya etrafında 400 tur atmış, bu noktanın 800 resmini çekmiş; sonunda, net olarak geceli gündüzlü 11 günden fazla zaman alan bir pozlandırma bu resmi ortaya çıkarmıştır.
Bu resimde on bin kadar galaksi sayılabilmektedir—uzayın tek bir noktasında on bin galaksi! Bu galaksilerden herbirinin yüz milyarlarca yıldız barındırdığını da unutmayalım. Aralarındaki uzaklıklar ise milyonlarca, hattâ milyarlarca ışık yılı seviyesindedir ki, bu rakamlar, saniyede 300 bin kilometre hızla yol alan ışığın bu kadar zamanda kat edebildiği mesafeleri ifade etmektedir.
İşte, görebildiğimiz âlemlerden bir noktanın arkasında saklı olan şeyi, Hubble Uzay Teleskopunun gönderdiği bu fotoğraf bize gösteriyor. 'Âlemler' deyince akla neyin geleceği ise, artık hayalgücünüze kalmıştır. Fakat bizi asıl ilgilendiren şey bu âlemlerin büyüklüğü değil, Âlemlerin Rabbinin sonsuz büyüklüğüdür.
Hiç değilse bu resim bize, nasıl bir sonsuzluk ve idraklere sığmayacak bir büyüklük karşısında bulunduğumuzu hatırlatıyor!
Ve, o sonsuz büyüklüğün sahibinden bize gelen bir hitabı nasıl bir edep ve ürperti içinde dinlememiz gerektiğini gösteriyor:
Tabii, görecek gözü olanlara!

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Hiçlikten sonsuzluğa[/h]

ÖNCEKİ bölümde, gökyüzündeki bir nokta, bize âlemin büyüklüğünü ve bizim bu âlem içindeki küçüklüğümüzü hatırlattı. Fakat bu, sadece 'uzay' boyutunu içeren bir hatırlatma idi. Hadisenin bir de zaman boyutu var ki, onunla beraber düşünüldüğünde, insanın kâinat içindeki hiçliği daha da aşikâr hal alıyor. Aslında biz uzaydan söz ettiğimizde, zamanı da işin içine katmış oluruz. Çünkü uzayın derinliklerinde, milyonlarca yahut milyarlarca ışık yılı uzaklıklardaki galaksileri, biz bugünkü durumlarıyla değil, milyonlarca veya milyarlarca sene önceki halleriyle seyretmekteyizdir. Saniyede 300 bin kilometre hızla Aydan bize bir saniyede, Güneşten ise 8 dakikada ulaşıveren ışığın milyarlarca senede ancak alabildiği uzaklıkların ne anlama geldiğini artık siz tasavvur edin!
Kâinatın tarihi, bu rakamlardan da anlaşılabileceği gibi, milyarlarca yıl öncesine—bugün kabul edilen değerlerle 10-15 milyar yıl öncesine—dayanıyor. Peki, biz bu zamanın neresindeyiz dersiniz?
Eğer kâinat tarihini 24 saatlik bir gün ile temsil edecek olursak, Güneş Sisteminin ve üzerinde yaşadığımız gezegenin doğumu, günün ikindi vaktine rastlar.
İkindiden sonra hayata gözünü açan Dünya üzerinde ise kendinizi sakın aramaya kalkmayın. Zira sizin değil, tüm insan neslinin ömrü, 24 saatin en son saniyesi içindedir! Bütün bir insanlık tarihi, kurulan ve yıkılan uygarlıklar, savaşlar, felâketler, hükümdarlıklar, imparatorluklar, televizyon haberleri ve gazete manşetleri, işte bu saniyede yer alır. Bu son saniyenin içinde, ülkelerin savaşı ile iki komşu arasındaki bahçe kavgası arasında bir fark görebiliyor musunuz?
Yahut ömrünüzün o pek büyük sorunlarını bu son saniye içinden bulup çıkarabiliyor musunuz?
Bu manzara, bir açıdan bakıldığında, insanı tümüyle bir hiçlik duygusu içine atıyor. Ve 'Kimim ben? Neyim, neciyim? Niçin buradayım? Bu koca âlemin içinde, toz zerresi bile etmeyen bir gezegenin üzerinde, bir saniyenin bilmem kaçıncı kademedeki bir fraksiyonu içinde ben ne arıyorum, ne ifade ediyorum ve ne değer taşıyorum?' gibi sorular cevapsız, hattâ anlamsız kalıyor.
Ancak, bir başka açıdan bakıldığında, gerek zamanın, gerekse uzayın o büyüklük ölçüleri, insanın karşısında birden bire küçülüveriyor.
Ve o koca âlemde, koca insanlık tarihinde, insan, bir toz zerresinin üzerinde, bir küçücük ânın pençesinde, sonsuzluğu yakalıyor.
İnsan, Âlemlerin Rabbine muhatap oluyor.
Âlemlerin Rabbi insana kitap gönderiyor.
Ona hitabı öğretiyor. Beyanı öğretiyor. Konuşmayı öğretiyor. Anlayıp anlatmayı öğretiyor.
Ve o cismi küçücük, ömrü kısacık insan, bulunduğu o daracık mekândan, Âlemlerin Rabbini dinliyor, kâinatın en uzak köşelerini görüyor, Rabbinin en muhteşem eserlerini seyrediyor.
'O Rahmân,

'Kur'ân'ı öğretti.'
Bu iki kısa âyet, insanı bulunduğu mekândan ve zamandan alıyor, kâinatın ne uzay, ne de zaman ölçülerine sığmayacak bir huzura yükseltiyor.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Asıl hedef fazilet[/h]
fazilet_400.jpg


Kur'ân'ın buyruk ve yasaklarının bir hukuk, bir de fazilet yönü vardır. Yüce kitabımız, bir yandan bize huzur içinde bir hayat yaşatacak olan kurallar koyar ve bu kurallarla bizim ilişkilerimizi düzenlerken, bir yandan da, bu kuralların daha ötesinde hedefler gösterir ve bizi o hedeflere teşvik eder. Hukuk açısından bakıldığında, Kur'ân'ın, en basit ve önemsiz görünen bir hakkı bile ihmal etmeksizin adaleti emrettiği ve toplum içindeki bütün ilişkileri son derece duyarlı bir adalet ilkesine dayandırdığı görülmektedir. Kur'ân âyetlerinde bunun örnekleri pek çoktur. Bir nümune olarak, şu âyetin, bir mehir meselesini nasıl ayrıntılandırdığına ve Allah düşmanı müşriklerin bile en cüz'î haklarını gözeterek hukuku nasıl tespit ettiğine bakın:
"Ey iman edenler! Mü'min kadınlar hicret ederek size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Siz de onların inanmış kimseler olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Ne onlar o kâfirlere helâldir, ne de o kâfirler onlara. Yalnız, müşrik kocalarının onlara vermiş oldukları mehirleri kendilerine iade edin. Mehirlerini verdiğiniz takdirde mü'min kadınları nikâhlamanızda hiçbir sakınca yoktur. Kâfir kadınları ise nikâhınızda tutmayın; onlara verdiğiniz mehri geri isteyin. Kâfirler de mü'min kadınlara verdikleri mehri geri istesinler. İşte Allah'ın hükmü budur; aranızda O hükmeder. Çünkü Allah herşeyi bilir, herşeyi hikmetle yapar."
Böylesine inceden inceye düzenlenen ilişkiler, bir toplumda her hak sahibinin hak ettiği şeye tam bir güvenlik içinde kavuşması ve tecavüzlerin önlenmesi açısından son derece önemlidir. Ancak hakların güvence altına alınması ve adaletin sağlanması, Kur'ân'ın amaçladığı bir toplum hayatının sonucu değil, sadece başlangıcıdır. Çünkü Kur'ân, insanın yaratılışına konmuş olan istidat çekirdeklerinin yeşermesini ve gelişerek meyveler vermesini istemektedir. Hukuk kuralları bu hedefin önündeki engelleri bertaraf eder. Bu hedefe ulaşmak ise, sadece hukuka riayet etmekle değil, bunun ötesinde birşeyler yapmakla mümkün olur ki, 'fazilet' kavramı işte burada ortaya çıkmaktadır. Bir bölümünü yukarıya aldığımız âyet de boşanma ile ilgili kurallardan bir kısmını belirleyen bir âyettir ve, bunu yaparken, önce karşılıklı hakları tespit etmekte, sonra da insanlara bu kuralların ötesinde, fazilet hedefini göstermektedir. Önce âyetin tamamına göz atalım:
"Eğer kadınları kendilerine temas etmeden boşar ve onlar için bir mehir belirlemiş bulunursanız, belirlediğiniz miktarın yarısını vermek gerekir. Ancak kadın kendi hakkından vazgeçer yahut nikâhı elinde bulunduran erkek mehrin tamamını bağışlarsa, o başkadır. Sizin bağışlamanız ise takvâya daha yakındır. Aranızda fazileti ihmal etmeyin. Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızı görmektedir."
Şimdi de, âyetin bize verdiği hukuk ve fazilet derslerinin aşamalarını ele alalım:
1. Önce, her iki tarafın hukuk ve yükümlülükleri net bir şekilde ortaya konmuştur ki, bu, 'kararlaştırılmış mehrin yarısını vermek' şeklindedir.
2. Daha sonra, her iki tarafa da, kendilerine verilmiş olan haklarda tasarruf yetkisi tanınmış ve bu haklardan fedakârlıkta bulunabilecekleri bildirilmiştir. Buna göre, kadın, isterse hakkı olan mehri almayıp karşı tarafa bağışlayabilir. Veya erkek, mehrin sadece yarısını vermekle yükümlü olduğu halde, gönül alma yolunu seçerek mehrin tamamını verebilir.
3. Kullar 'mehri tamamen ödemek, hiç almamak veya tümünü bağışlamak' şıkları arasında serbest bırakılmışlardır. Artık bu üç şıktan hangisi karşılıklı rıza ile yerine getirilecek olsa hak yerini bulmuş, sorumluluk ortadan kalkmış olur. Peki, Allah'ın rızasına en yakın davranış hangisidir? Mehrin yarısını vermek mi? Hiç almayıp tamamını bağışlamak mı? Yoksa tamamını vermek mi? Kur'ân bu soruyu da cevaplandırıyor ve Yüce Yaratanın yakınlık ve rızasını arayanları üçüncü şıkka yönlendiriyor.
4. Böylece, fedakârlığın kuvvetli tarafa yakıştığını belirtmek suretiyle, Kur'ân medeniyetinin en önemli esası tespit edilmiş bulunuyor: Aranızda fazileti ihmal etmeyin. Bu, hakkı kuvvette arayan maddeci anlayışa karşılık, kuvvetini haktan alan bir muhteşem medeniyet anlayışıdır ki, bu âyetten sonra, Bakara Sûresinin sonuna kadar devam eden âyetler, özellikle faiz ve zekât ile ilgili emir, yasak, teşvik ve sakındırmalar hep bu anlayışı perçinlemekte ve Müslümanları tepeden tırnağa birer fazilet âbidesi haline getirecek bir terbiyeyi işlemektedir.
5. Âyetin en son cümlesi ise, herşeyi açıklayan ve insanın içindeki bütün hayır reflekslerini seferber eden bir cümledir: 'Şüphesiz ki Allah sizin yaptıklarınızı görmektedir.'
Hiçbir hakkın zayi olmayacağı, hiçbir iyiliğin de karşılıksız kalmayacağı büyük hesap gününe iman eden bir kimse için bundan başka bir öğüte ihtiyaç var mı?
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Bağışlanmayan suç[/h]
Allah size kendinizden bir misal verdi:

Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?

Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.

Rum Sûresi, 30:28

KISACA 'şirk' sözcüğü ile ifade ettiğimiz 'Allah'a ortak koşma' eylemi, üzerinde pek büyük bir hassasiyetle durulması gereken bir konudur. Zira Yüce Allah, tevbe edilmediği takdirde, bu günahı asla bağışlamayacağını Kur'ân'da açıkça bildirmiştir. Bununla birlikte, günlük hayatta, çoğu zaman farkında bile olmadan, dolaylı veya dolaysız şekilde, Allah'a imanımızın saflığını bozacak ve bu imana şirk kırıntıları bulaştıracak şekilde telkinlere maruz kalabiliyoruz. Göklerde ve yerde, bütün âlemlerde, büyük küçük, gizli açık herşeyi her haliyle kuşatan İlâhî egemenliğe kayıtsız şartsız iman etmekle yükümlü olduğumuz halde, bir de bakmışız, o egemenlik çeşitli sebepler arasında parça parça edilip bölüştürülmüş, bu parçalardan kimi dünyaca büyük kişilere, kimi tabiata, kimi tesadüfe, kimi yıldızlara, kimi de daha başka şeylere yakıştırılmış gitmiştir.
Daha da önemlisi, böyle bir paylaştırmanın ne kadar büyük bir suç teşkil ettiğini fark edemeyişimizdir. Allah nasıl olsa herşeyin yegâne hakimi değil mi? Yeryüzündeki biz âciz ve fâni kullardan bir kısmı, Onun mülkünden bir kısmını şuna veya buna yakıştıracak olsa, bunun Allah'a ve Onun egemenliğine ne zararı olabilir? Dünya dolusu günahları bağışlayan Allah, bir kulunun ağzından çıkan önemsiz bir sözü niçin bağışlamaz da 'Kulum Bana şirk koştu' diyerek cezalandırır?
Zaman zaman da Allah'a bir olarak inanmak ile Ona ortak koşmak arasında bir fark görmeyen itirazlarla karşılaşırız: 'Canım, din adamı Allah der, bilim adamı da doğa veya sebepler yahut kanunlar der; ikisi de aynı şeyi kasteder' gibi…
Hayır, ikisi de aynı şeyi kastetmez. Gerçi ikisi de yaratma kudretine sahip bir varlıktan söz eder. Ancak bunlardan birincisinin kastettiği, Yer ve Göklerin Yaratıcısıdır; diğeri ise Onun yarattıklarından birini veya bir kısmını kasteder ve Allah'ın sıfatlarını ve mülkünü onların arasında paylaştırır. Gariptir ki, Allah'ın mülkü hakkında pek cömert davranan ve onu Allah'ın yarattıkları arasında hiç umursamaksızın dağıtıveren kullar, kendilerine ait şeylerin başkalarına peşkeş çekilmesi karşısında hiç de hoşgörülü değillerdir.
Bir sabah size ait işyerinize geldiğinizde şöyle bir manzarayla karşılaştığınızı düşünün:
Bekçi, kulübenin etrafını çevirmiş, orayı kendi mülküne dahil etmiş. Çaycı, çay ocağının bağımsızlığını ilân etmiş. Sekreterler kendi bölümlerinin, odacılar koridorların, memurlar kendi odalarının patronu olup çıkmışlar. Gerçi sizin asıl büyük işveren olarak kalmanıza bir itirazları yok; size saygıda kusur da etmiyorlar. Ancak bir şartla: 'Burada bizim de ortaklığımız var' diyorlar. Halbuki sahiplendikleri şeyi elde etmek için ne bir masraf yapmış, ne bir çaba harcamışlardır.
Yahut, hizmetçinizin, bir sabah karşınıza dikilip 'Bu evde benim de hakkım var' diyerek kendisine düşen payı istediğini düşünün.
Veya size ait bir tablonun, bir bestenin, bir kitabın üzerinde, sizin imzanızın yanı sıra, sizin memurlarınızın da 'eser sahibi' olarak imza atmış olduğunu farz edin.
Dünyada böyle birşeyi kabullenebilecek kimse var mıdır?
İşte, âyet-i kerime, 'şirk' dediğimiz hadisenin içyüzünü, bize, kendimizden örnek vermek suretiyle böyle açıklıyor: 'Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?'
Şunu da dikkatten uzak tutmayalım: Bizim paylaşmaya razı olmadığımız şey, gerçekte kendi mülkümüz değil, bu dünyada geçici bir süre kullanımımıza sunulmuş bir emanetten ibarettir. Bu emaneti kendileriyle paylaşmaya razı olmadığımız kimseler de bizden farkı olmayan, bizim gibi etten ve kemikten yapılmış insanlardır.
Allah'ın mülkü ise, hiç yoktan yaratılmış gökler ve yer gibi bir âlemdir. Üzerinde nefes alıp verdiğimiz şu gezegene bir bakın: Tavanı inci gibi yıldızlarla bezenmiş, tabanına rengârenk halılar serilmiş, her köşesi bir cennet bahçesi gibi süslenmiş, milyonlarca tür canlı ile şenlendirilmiş; konuklarının önüne her mevsim, her gün, her saat sayısız ziyafet sofraları serilen bir dünyanın yaratılmasında hangi sebebin, hangi yıldızın, canlı veya cansız hangi varlığın payı vardır?
Böyle bir dünyanın üzerinde her an Rabbinin nimetlerinden incelerine erişmekte olan insana, bu âlemin bir kısım varlık ve olayların Allah'a ortak koşmak yaraşır mı? Esas itibarıyla kendisine ait olmayan emanet malını kendisinden farkı olmayan kullar arasında paylaşmaya razı olmayan insan, Allah'ın kendi mülkünü, yine o mülkün bir parçası olan yaratıklar arasında bölüştürmeyi nasıl olur da küçük bir kusur gibi görüp geçiştirir?
Âyet-i kerime, işte bu noktada bizi ciddî ve derin bir tefekküre davet ediyor; akıl eden kimseler için Allah'ın âyetlerini işte böyle açıklıyor:
Allah size kendinizden bir misal verdi:
Elinizin altındaki köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz rızka ortak olup da sizinle eşit hale gelebilecek ve birbirinizi sayar gibi sayacağınız kimseler olur mu?
Akıl eden bir topluluk için âyetleri Biz böyle açıklıyoruz.

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Yuvaların en zayıfı[/h]
gw056_400.jpg

ÖRÜMCEK AĞI, yuvaların en zayıfıdır: her iki anlamıyla da. İlk olarak akla gelen anlam, milimetrenin yüzde biri kalınlığındaki ağın sağlam bir yuva teşkil etmeyeceğidir. Bunun doğruluğunda kuşku yoktur. Termit gibi, bir santim boyundaki kör bir böcek, içinde bir milyon nüfusu barındıracak depreme dayanıklı gökdelenler inşa ederken, örümceğin ördüğü ağ, bir çalı süpürgesinin ucunda son buluverir. Hattâ çoğu zaman örümcek ağının süpürgeyi bekleyecek kadar ömrü de olmaz. Bahçe örümceği, ördüğü ağı hergün yer ve yeniden yapar! Örümcek ağı kalıcı ve sağlam bir konut olarak hizmet vermek üzere değil, böcek yakalamak için düzenlenmiştir.
Diğer yandan, âyette geçen beyt, yani, 'ev' sözcüğü, aynı zamanda 'yuva' anlamını da ifade ederek aile hayatını çağrıştırmaktadır ki, bu açıdan bakıldığında da, örümcek ağı, zayıflık konusunda verilebilecek en tipik örneği teşkil eder.
Eğer örümceğin aile hayatından söz edilecekse, daha ailenin kuruluşunda karşımıza ölümcül ilişkiler çıkar. Çünkü baba örümceğin ilişkiden sonra sağ kalma şansı pek zayıftır. Bazı türlerde dişinin ancak yüzde biri kadar cüssesi bulunan erkek örümcek, hele ilişkiden sonra gücünü tüketmiş halde iken, dişinin önünde hazır bir lokma teşkil eder. Gerçi kaçabilirse kaçar; fakat çoğu zaman buna dermanı yoktur. Kaçamadığı takdirde ise dişi örümcek tarafından yutulma ihtimali pek yüksektir. Hattâ bazı türlerde, ilişki sırasında veya hemen sonrasında erkek kendiliğinden ölüverir.
Erkeğini her ne kadar haklamış olsa da, dişi örümceğin de istikbali çok parlak değildir. Çoğu örümcek türlerinde, o da yumurtladıktan bir süre sonra, yavrularının yumurtadan çıkışını göremeden ölür.
Örümcek ailesinin ölümcül ilişkileri bu kadarla bitmez. Yavrular yumurtadan çıkmaya başladığında, sona kalanlar yine tehlike altındadır. Eğer ilk çıkan yavrular kendi yumurta kabuklarını gövdeye indirdikten sonra etrafta yiyecek birşey bulamazlarsa, döner, henüz yumurtadan çıkmamış olan kardeşlerini yerler.
Kardeşini yiyen, hemcinsini niye yemesin ki? Örümcek yetiştirerek onların ağından yararlanmayı insanlar yüzyıllarca hayal etmiş, ancak bir türlü başaramamışlardır. Çünkü örümcekleri bir arada tutmanın yolunu kimse bulamamış; ne zaman böyle birşeye teşebbüs edilecek olsa örümceklerin birbirini yedikleri görülmüştür.
Böylece, örümceğin aile hayatı, anne-baba-yavru-kardeş-hemcins arasındakilerin tümünü kapsayan bir ölümcül ilişkiler yumağı hâlinde karşımıza çıkmakta ve, âyetin mucizeli ifadesiyle, 'yuvaların en zayıfını' gözlerimizin önüne sermektedir.
Gerçi otuz bin kadar türüyle, örümcekler oldukça geniş bir âlem teşkil ederler; bu türler arasında farklı özellikler ve farklı hayat biçimleriyle karşılaşabiliriz. Ancak örümceğin aile hayatından sual edecek olursanız, genel bir ifadeyle anlatacaklarımız bundan ibarettir.
Allah'tan başkalarını dost edinerek işlerini onlara havale eden ve onlardan yardım, iyilik ve koruma umanların da bu ilişkilerden bekleyebilecekleri sonuç, ya yutmak veya yutulmaktan başka birşey değildir ki, buna dair verilebilecek en canlı ve en kapsamlı örnek, örümceğin yuvasıdır.
Fakat örümceğin de hakkını vermeden geçmeyelim.
Hiç kuşku yok ki, Allah, yarattığı her mahlûk gibi, örümceği de bir hikmetle ve belli görevlerle yaratmış, onu da İlâhî hikmetinin ve sanatının mucizevî eserleriyle süslemiştir. Fakat ona güçlü bir yuva ihsan etmemiş, aile bağlarından fazlaca bir nasip vermemiştir, o kadar.
Lâkin, Yer ve Gökler Rabbinin kudreti, bazan zayıfların da en zayıfında tecellî eder de, dünyada kendilerinden güçlü kimsenin bulunmadığını sananlara dersini öylece verir.
Örümceğin o zayıf ağına, Allah düşmanlarının en amansız saldırıları karşısında Kâinat Efendisini korumuş olmak gibi bir şeref yetmez mi?

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Kur'an-ı Kerim'e Göre İnsanın Yaratılışı[/h]Kur'an-ı Kerim, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkündür. Birisi; ilk insan Hz. Adem (as)'ın, ikincisi de diğer insanların yaratılmasıdır. Bu farklı yaratılışlara bazen ayrı ayrı ayetlerde, bazen de aynı ayette dikkat çekilir. Nitekim Mü'minun suresinde;
"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yarattık. Sonra onu (Hz. Adem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargahta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) haline getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşa ettik (can verdik, konuşma verdik)..."
(Mü'minun, 12-14).
Görüldüğü gibi, insanın ilk yaratılıştan itibaren geçirdiği devreler safha safha nazara verilmektedir. Bunlardan kendi yaratılış devrelerimizi anlamak, ilk yaratılışa da ışık tutacaktır.
Yukarıdaki Ayet-i Kerimede geçen yaratılışla ilgili hususlara, bir hadis-i şerifte de işaret edilir:
"Her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) alaka (yapışan şey) olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) mudga (et parçası) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler..."
(Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII, 114).​
sperm-yumurta.jpg
Sperm ve Yumurta​
Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları, derlenip toparlanma devresi (nutfe) olarak ifade edilmiştir. Bugün embriyoloji ilminin tespiti de yukarıda bahsedilen gelişim devrelerine paralellik gösterir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plasenta (eten=eş) oluşunca mukoza ve kasları içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifade ile tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde "alaka" (*) (yapışan şey) kelimesiyle ifade edilir.

mudga.jpg
Mudğa​
Buradaki embriyo, çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) halindedir. Bulunduğu yerde gelişir ve kademe kademe bir insan şeklini almaya başlar.

Bugün ilim, insanın yaratılışı hakkında Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu hükümlerin ancak bir kısmını tesbit edebilmiştir. Mesela; his ve duygular, bu maddi gelişimin hangi safhasında vücutta yerini almaktadır? İlim buna henüz bir cevap bulamamıştır. Peygamberimiz (sav) ise, 120 gün sonra ruhun geldiğini bildirmekle, insan vücudunu süsleyen duyguların göreve başladığı zamana işaret etmiştir.

Zigot teşekkülünden itibaren 120 gün kadar cenin sadece büyüme kanununa tabidir. Yani, bu devre içinde hücreler bölünür ve farklılaşır. Aynı büyüme kanunu, bitki ve hayvan embriyolarında da cereyan eder. Bir başka ifade ile cenin, 120 gün sonra insan mertebesine yükselir. Nitekim bu duruma ayette; "... sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü'minun, 14) beyanı ile dikkat çekilir.

Hz. Adem (as)'in topraktan yaratıldığını bildiren pek çok ayet vardır. "Allah sizi (Hz. Adem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Adem'in neslini) yarattı." (Fatır, 11). Şu Ayet-i Kerimelerde de insanın topraktan yaratıldığı belirtilir: 3/59; 18/37; 22/5; 35/11; 40/67; 30/20.

İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır. "O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde, 7).

Şu ayette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir: "Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık..." (Hicr, 26).

Bu Ayet-i Kerimelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur halini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur. "Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık." (Mü'minun, 12). Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir. "(İblis: "Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnun) yarattığın insana secde edemem" dedi" (Hicr, 33).

Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Adem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V, 3058).


cenin.jpg
Cenin​
Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dört aylık (120 günlük) durumuna benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülale) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu halde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnun) almış ve daha sonra katı hale (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz. "... sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: "Adem'e secde edin" dedik..." ('Araf, 11).
Nuh suresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir: "Halbuki O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı." (Nuh, 14).
İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tabi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır.. "..sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." (Mü'minun, 14). "Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın" (Sa'd, 72).
Şu Ayet-i Kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkaktır ki biz sizi(aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan) sonra alaka (yapışan şey)'dan daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık) sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz." (Hacc, 5).
Bu Ayet-i Kerimenin son bölümündeki hükümler, yani yaratılışta tabi olduğumuz kanunlar, günümüzde aynen cereyan ediyor. Bu bize, ayetin başında zikredilen topraktan yaratılmanın da vuku bulduğunu ifade etmez mi? Bütün bunlarla Cenab-ı Hak, dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir.

İnsan vücudundaki elementlerin büyük bir kısmı toprakta mevcuttur. Özellikle balçık ve yapışkan çamurda karbon (C—4) ve (N—3) molekülleri eksi değerlidir. Bunlar, topraktaki oksijen, fosfor ve hidrojenle kolaylıkla birleşerek insan vücudunun teşkilinde önemli görev almış olabilir. Ama bütün bunlar, bir kudret olmadan nasıl şekilden şekle girecektir?

Günümüz insanı her şeyi, kendi akıl ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır. Eline bir avuç çamur alır, bundan insanın nasıl yaratılabileceğini düşünür. Bir çamura, bir de kendisine bakar. Arada hiç benzerlik yok. Ona göre bundan, ya tuğla veya çömlek yapılabilir. Çünkü kendi gücü buna yetmektedir.

Aslında tek hücreden insan yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek haline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkün. Ama, hadisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de, Hz. Adem (as)'den beri bütün insanlarda aynı kanunlar hükmünü icra ediyor. Şunu itiraf etmek durumundayız ki, insanın yaratılışı gerçekten bir mucize. İster ilk insan, isterse günümüz insanı olsun, bu hüküm hepsi için geçerli.

Meselenin anlaşılmasındaki güçlük, sanırım yanlış kıyastan ileri geliyor. Biz, kainattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ediyoruz. Tabii ki, sonuçta işin içinden çıkamıyoruz. Halbuki bu hadiselere Cenab-ı Hakk'ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerek. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.

İlk insanın yaratılışını açıklamak hususunda evrimciler çıkmaz yoldadırlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. O halde, "Yapan bilir, bilen konuşur" kaidesince, yapanın beyanına kulak vermek gerekiyor. O, insanı topraktan yarattığını bildiriyor. "Muhakkak sizi topraktan yarattık..." (Hacc, 5). Hem de en güzel şekilde. "Biz insanı en güzel biçimde yarattık" (Tin, 4). On defa evrimcileri dinleyenlerin, hiç olmazsa bir defa da Yaratan'ın fermanlarına nazar etmesi gerekmez mi?

(*) "Alaka" kelimesinin manalarından birisi "kan pıhtısı" diğeri de "yapışan" veya "asılıp tutunan şey"dir. "Yapışan şey" ceninin bu safhasına daha uygun düşmektedir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Geçim darlığı

Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz.
O 'Rabbim,' der. 'Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.'
'Öyleydin,' buyurur Allah. 'Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.'
Tâhâ Sûresi, 20:124-126
Hayat şartlarından yakınmak, zamanımızın yaygın bir âdeti haline geldi. Kime 'İşler nasıl?' diye soracak olsanız, alacağınız cevap aşağı yukarı aynıdır. Hayat pahalılığından, müşteri yokluğundan, piyasanın cansızlığından, ve daha akla gelebilecek ne varsa hepsinin olumsuzluklarından şikâyet edilir.
Bu yakınmalarda, hiç kuşkusuz her zaman bir gerçek payı vardır. Yakınan insanlar, daima darlık içinde yaşarlar. Bu, mutlaka maddî anlamda bir darlık olmayabilir. İnsanın kasası ağzına kadar dolmuş, karnı tıka basa doymuş olabilir; sırtında en pahalı elbiseleri taşıyabilir, en lüks konutlarda oturabilir. Fakat hayatın yükü yine ağır, geçim yine dar, yaşamak yine zor, yine zordur. Lâkin yakınmakla kişi bu dertlerinden hiçbirini hafifletmiş olmaz. Çünkü içine düşmüş olduğu darlığın sebebi, onun görmediği yahut görmek istemediği yerdedir.

Gerçi sebepler, bu âleme Allah tarafından konulmuş kanunlardır; hayatımızı devam ettirebilmek, bu kanunlara uygun şekilde çalışıp çabalamakla mümkün olur. Ancak kanun koyucunun kudret ve iradesini unutur, sebepler perdesi arkasında yaşatan ve rızıklandıranın kim olduğundan habersiz davranırsak, imanımızın gerektirdiği şekilde bir hayat yaşamış olmayız. Hele bu durum bize dünyaya geliş amacımızı unutturacak bir dereceye varmışsa, o hayattan genişlik ve huzur beklemek için bir neden de kalmamış demektir. İşte âyet de bizi bu konuda uyarıyor ve diyor ki, 'Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur.'

Zikir, 'Allah'ı anmak' anlamında alınabileceği gibi, Kur'ân'ın birçok yerinde geçtiği üzere, bizzat 'Kur'ân' olarak da anlaşılabilir. Her iki halde de sonuç aynıdır:

Kim Allah'ı anmaktan uzaklaşırsa, kim Âlemlerin Rabbinden kendisine gönderilmiş olan o yüce kitaptan yüz çevirirse, kendi eliyle hayat şartlarını zorlaştırmış olur.

Bunun zıddı olan durum ise, daha başka âyetlerde şöyle açıklanmıştır:
Erkek olsun, kadın olsun, kim mü'min olarak güzel işler yaparsa, Biz ona huzurlu bir hayat yaşatır; yaptıklarının daha güzeliyle de ödüllerini veririz.

Nahl Sûresi, 16:97.
Kim Allah'a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu nasip eder. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.
Talâk Sûresi, 65:2-3.
Âyetler, böylece hadisenin iki yüzünü de açıkça ortaya koyuyor:
Bu dünyada da, âhirette de güzel bir geçim ve huzurlu bir hayat isteyen, Rabbine hakkıyla iman etsin ve imanının gerektirdiği gibi hareket etsin. Kendisini yaratıp yaşatan ve gökten ve yerden nimetleriyle rızıklandıran Rabbinden yüz çeviren de meşakkatli bir hayata hazırlansın.

Gariptir ki, insanlar, hayat şartları ağırlaştıkça, kendilerine asıl ferah kapılarını açacak olan çözüme yönelecekleri yerde, problemi ağırlaştıran sebeplere daha fazla hırsla sarılıyorlar; Allah'ı anmaktan ve Allah'ın kitabına kulak vermekten daha da uzak düşüyorlar. Bu ise, insanın başına dünyayı daha da çok darlaştırıyor. Hadis-i kudsîde de aynen bu durum haber verilmiş ve Allah'ın şöyle buyurduğu bildirilmiştir:
Ey Âdemoğlu! Kendini ibâdetime ver ki gönlünü zenginlikle doldurayım, ihtiyaçlarını gidereyim. Böyle yapmazsan ellerini meşguliyetle doldururum, ihtiyaçlarını da kapamam.
Tirmizî, Kıyamet: 30; İbni Mâce, Zühd: 2.
Allah'ın zikrinden yüz çevirmenin dar bir yaşamdan başka, âhirette körlüğe yol açması da ibret vericidir. Belki de bu durumu, dünyamızda geçerli olan İlâhî yasalardan 'atalet atrofisi' ile açıklamak daha doğru olacaktır. Bu yasa, 'Çalışmayana ekmek yok' esasına dayanan bir yasadır. Bir organımız eğer uzunca bir süre kullanılmaz ise, oraya gönderilen besinler kısılır ve bir zaman sonra da artık o organ iş göremez hale gelir. Uzun bir hastalıktan sonra ayağa kalkan kimsenin yürümekte güçlük çekmesi, yahut alçıdaki bir organı tekrar canlandırmak için fizik tedavi ve egzersiz gibi önlemlere başvurulması bu yüzdendir.

Bu dünyada iman nuruyla aydınlanmayan, görmesi gereken şeylere dönüp bakmaksızın bir ömür geçiren ve Allah'ın kitabına karşı körlük eden bir kimseyi bekleyen âkıbet de böyle bir atalet atrofisinden başka birşey değildir. İsrâ Sûresindeki bir âyet de bu durumu haber verir:
Kim bu dünyada kör ise, işte o âhirette de kördür ve daha da şaşkın bir yoldadır.
İsrâ Sûresi, 17:72.
Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi Tâhâ Sûresinin âyetlerini bir daha okuyalım ve toplumumuzun en önemli dertlerinden birinin sebebini de, çözümünü de zihnimize nakşedelim:
Kim Benim zikrimden yüz çevirirse, onun geçiminde bir darlık olur. Kıyamet gününde de onu kör olarak diriltiriz.
O 'Rabbim,' der. 'Niçin beni kör olarak dirilttin? Oysa ben görüyordum.'
'Öyleydin,' buyurur Allah. 'Fakat âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttun. Bugün de sen böyle unutulursun.'


 

elifimbenim(MERHUME)

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
13 Kas 2007
Mesajlar
1,642
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
64
selamün aleyküm kardeşim eline sağlık emeğinden dolayı ALLAH c.c. razı olsun

,
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Vermeyi öğrenmek[/h]
infak_400.jpg


KUR'ÂN'IN ÂYETLERİ, ideal insan tanımlarıyla doludur. İçimizdeki insanlık cevherini ortaya çıkarıp geliştirecek, bizi olgunlaştıracak ve Allah'ın rızasına eriştirecek olan bu âyetler, önümüze alabildiğine geniş bir yarışma ufku açarlar. Bu yarışın bir alt sınırı vardır ki, Kur'ân, muhatabı olan her akıl sahibini bu sınırlara riayet etmekle yükümlü tutmuştur. İnanılması gereken şeylere inanmak, namaz ve zekât gibi farzları yerine getirmek, yasaklanmış olan şeylerden de kaçınmak suretiyle insan bu alt sınıra riayet etmiş olur. Bunun sonucu da, âyet ve hadislerin haber verdiği şekilde, bağışlanma ve Cennet ile ödüllendirilmektir.
Fakat bu hayatın sonucunu sadece birtakım yükümlülükleri yerine getirerek sorumluluktan kurtulmaktan ibaret görmez ve daha fazlasına talip olursak, Kur'ân'ın bize gösterdiği hedefler arasında, hiç tükenmeyecek feyizler, bereketler, yüce idealler buluruz. Zaten Kur'ân'ın ruhu da buradadır. O bize yüce hedefler göstermekte ve bu hedeflere ulaşmak için yeteneklerimizi seferber etmeye bizi teşvik etmekte, bizi açıkça bir yarışa çağırmaktadır. Yalnız bu yarış, dünya işlerindeki yarışlar gibi rekabete dayanan ve tek galibi olan bir yarış değildir.
Dünya hayatının yarışlarında bir kişi kazanır; diğerleri onun gerisinde kalır ve kaybeder. Allah'ın rızasını ve Cennette yüksek dereceleri kazanmak için yarışanlar ise, ne kadar çok olsalar ve ne kadar büyük ödüllere de erişseler, Allah'ın rahmet hazinelerinden hiçbir şeyi eksiltmiş olmazlar. Âlemlerin Rabbi, gökler ve yer kadar genişliklerdeki Cennetlerinde yarışın bütün galiplerini birden göz görmemiş, akla gelmemiş nimetleriyle sonsuza kadar ödüllendirir.
İşte, Âl-i İmrân Sûresinin 133. âyetinde, Yüce Allah bizi böyle bir ödül için koşuşmaya çağırıyor:
Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve genişliği göklerle yer kadar olup da takvâ sahipleri için hazırlanmış bir Cenneti kazanmak için yarışın.
Kimdir o takvâ sahipleri?
Bu âyetin devamında ve daha başka âyetlerde bu özellikler madde madde sayılmış; hangi davranışlarla insanların böyle bir dereceye erişebilecekleri bildirilmiştir. Biz, bugünkü konumuz itibarıyla, bu maddelerden birine kısaca değineceğiz:
Bollukta ve darlıkta Allah için harcayanlar.
Burada çıtanın daha yükseldiğini ve zekât deyince aklımıza gelen zorunlu bağışın daha yukarılarına konduğunu görüyoruz. Zekât, bilindiği gibi, Kur'ân'ın pek çok âyetinde imanın bir özelliği olarak ve namazla beraber sayılan son derece önemli bir emirdir. Bu emrin alt sınırı ise fıkıh kitaplarında ayrıntılarıyla incelenmiştir; genel bir ifadeyle belirtecek olursak, dinin 'zengin' olarak tanımladığı bir kimse, malının kırkta birini yoksula bağışlayarak bu sorumluluktan kurtulur.
Bu âyette ise, Yüce Allah, bu alt sınırın hakkını veren ve daha da ötesine geçmek isteyen kullarına son derece geniş bir kapı daha açmakta ve onlara hedef olarak en yüksek Cennet mertebelerini ve kendi hoşnutluğunu göstermektedir. Eğer insan dilerse bu imkânı kullanır ve ömrünün her gününü, her saatini, her ânını, ebedî âlemlerde hiç tükenmeyen kazançlar sağlayacak yatırımlara dönüştürebilir; kelimenin tam anlamıyla, sürekli olarak iyilik üretmeye programlanmış bir hayır makinesi halini alabilir. İşte bunun bir anahtarı; yahut, sürekli şekilde iyilik ve güzellik üreten bir hayır makinesinin özelliklerinden biri:
'Bollukta ve darlıkta Allah için harcamak.'
Bu özellik, sadece âhiret ödülünün değil, dünya hayatındaki huzur ve mutluluğun da bir anahtarıdır. Zira Yüce Allah, insanı, almakla değil, vermekle huzur bulacak şekilde yaratmıştır. Onun içindir ki, kendilerini devamlı olarak almaya şartlandıranların hayatta doyuma ulaştıklarını göremezsiniz. Vermeyi öğrenenler ise, hayatın hazzını yakalamış kimselerdir; onlar en büyük zevklerini alırken değil, verirken yaşarlar.
Ve yine bu yüzdendir ki, maddeci medeniyetin insanları darlığa düştükleri zaman, ilk olarak hayırlarından kısıntıya giderler. Kur'ân'ın terbiyesi altında yetişen insanlar ise, böyle durumlarda hayır musluklarını daha da açarlar. Böyle yapmakla kendi insanî yeteneklerini inkişaf ettirerek en yüksek Cennetlere lâyık bir hal alırken, aynı zamanda, Yer ve Gökler Rabbinin rahmetine olan iman ve itimatlarını da bir kere daha göstermiş olurlar. Kendisi darda iken Rabbinin rahmetine güvenen ve kendi sıkıntısına aldırmadan başka kulların derdine Allah'ın rahmetinden derman yetiştirmeye çalışan insan kadar hangi şey Allah katında sevimli olabilir?
Allah, elbette ki, öyle kulların ümitlerini dünyada da, âhirette de boşa çıkarmaz.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Bir Kur'ân mucizesi: Ebu Leheb[/h]Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Ebu Leheb'in iki eli de helâk olsun—nitekim oldu da.
Ne malı bir fayda verdi ona, ne kazandıkları.
Yakında o alev alev bir ateşe girecek.
Karısı da beraber girecek: O odun hamalı,
Boynunda liften örülmüş urganıyla.
Tebbet (Mesed) Sûresi
KUR'ÂN, hayatın en önemli gerçeklerini, yine hayatın kendisi içinden alınmış gerçek kesitler halinde bize sunar. Bunu yaparken de bir olay veya bir şahıs içinde, pek çok ibret nümunelerini birden toplar. O canlı vak'aya ibret gözüyle bakanlar, geçmişte yaşanmış bir olayın veya orada sözü edilen fâni bir şahsın kendisine takılıp kalmaz; o vak'anın içinden, kıyamete kadar bütün insanlık için geçerli olacak dersler çıkarırlar.
Ebu Leheb ile ilgili sûre de Kur'ân'ın bize sunduğu canlı ibret levhalarından birisidir. Burada, biz iman ehline düşmanlıkta sembolleşen bir tiple karşılaşırız. Bir defa bu sembol kişinin adı, 'alev babası' anlamına gelmektedir ki, onun kişiliğine de, hak ettiği âkıbete de bundan daha doğal bir isim düşünülemez. Kur'ân da zaten onu 'alev alev bir ateşle' müjdeliyor.
Ayrıca bu kişi, kendisinden düşmanlık beklenebilecek en son kişilerden birisidir. Eğer Hz. Peygambere kendi yurdunun insanları da dahil olmak üzere bütün dünya karşı çıkacak olsa, herhalde onun yanında yer alacak birkaç kişiden birisi, yahut en başta geleni, kendi öz amcası olmak gerekirdi. Peygamber Efendimizin yetimliğini de dikkate alırsak, Ebu Leheb'den beklenecek şeyin bir baba şefkat ve himayesinden başka birşey olmayacağı açıktır. Lâkin o, Peygambere yakınlığına hiç mi hiç yaraşmayacak ve ona nesep itibarıyla en uzak kimseden bile beklenmeyecek bir şekilde, Hz. Peygambere ve onun getirdiği dine karşı düşmanlık gösterdi—karısı da onunla beraber. Akrabalığın en yakın ve samimî noktasında düşmanlığın en uç noktası olarak beliren bu ibret levhası, bizi, hayatın çok önemli bir gerçeğiyle karşı karşıya getirir ve her zaman, her yerde görülebilecek düşmanlıklar karşısında hazırlıklı bulunmamız gerektiğini hatırlatır.
Bu dersi verirken, Kur'ân, aynı zamanda, mucizelerinden birini de sergiler:
Ebu Leheb'in istikbalini, dosdoğru bir şekilde bize haber verir.
Bu âyetler indiği zaman, Peygamberimizin etrafındaki bir avuç Müslüman, Mekke döneminin ağır şartları altında var olma mücadelesi veriyordu. Daha sonra İslâm adım adım ilerledi. Müslümanlar birer ikişer çoğaldı. Bu arada, inkârda ve Müslümanlara düşmanlıkta en ileri giden kimselerden bile birçoğu kendi iradeleriyle İslâmı seçti. Ve tabii, bu kimseler, Allah ve Resulünün vaadlerine uygun şekilde, Müslüman olmakla geçmiş günahlarını affettirdiler. Hattâ onlardan birçoğu da hayatlarını İslâm uğruna feda ederek şehidlik mertebesine erişti.
Onların elindeki fırsat, aslında, Ebu Leheb'in elinde de vardı. Diğerleri gibi, Ebu Leheb de birgün gelip 'Ben de Müslüman oldum' diyebilirdi. Bunu içtenlikle söylediği anda da geçmiş günahları bağışlanır, anadan doğmuşçasına tertemiz bir şekilde yeni bir hayata başlardı.
Tabii ki, o zaman, Kur'ân'ın Ebu Leheb hakkındaki haberi—hâşâ—asılsız çıkmış olurdu.
Lâkin Ebu Leheb, bu sûrenin inişinden sonra on beş sene kadar daha kâfir olarak yaşadı ve kâfir olarak öldü.
Pek garip ve ibret verici bir durumdur: Ebu Leheb'in elinde, Müslüman olmak suretiyle Kur'ân'ın bir haberini yalanlamak ve kendi bâtıl iddiasını ispat etmek imkânı vardı.
Fakat o kâfir olarak yaşamak suretiyle Kur'ân'ın haberini tasdik etti.
Böyle bir istikbali, sûrenin ilk âyeti 'Nitekim oldu da' ifadesiyle vurguluyor. Zira Kur'ân'ın âyetlerinde geçmiş zaman kipiyle geçen ifadeler, çoğu zaman, istikbale ait ince işaretler taşır. Bazan bu işaretlerde geleceğin bilimsel buluşlarına, bazan da ileride doğruluğu anlaşılacak haberlere göndermeler bulunabilir ki, burada da Ebu Leheb'in istikbaldeki helâki, zamana ezel tarafından bakan Kur'ân tarafından, gerçekleşmiş bir hadise şeklinde haber verilmiştir.
Evet, Kur'ân bir haber verdiği zaman, onu yalanlayabilecek kimse olmaz.
Zaman da onu tasdik eder, dost da, düşman da.
Hattâ Ebu Leheb ile karısı da.

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
Allah ne zaman yardım eder?

Yine hatırlayın ki, denizi sizinle yarıp sizi kurtarmış, Firavun Hanedanını da gözlerinizin önünde boğmuştuk.
Bakara Sûresi, 2:50


İSRAİLOĞULLARININ üzerindeki geçmiş İlâhî nimetleri hatırlatarak onları nankörlükten sakındıran âyetler arasında yer alan bu âyet-i kerime, denizin yarılmasına atıfta bulunurken, aynı zamanda, ince bir işaretle, onların bu hadisede oynadığı sebebiyet rolüne de değiniyor. Ve tabii ki bu ince işaret de Kur'ân'ın bütün muhatapları için önemli bir ders içeriyor.Bu derse geçmeden önce, âyette sözü edilen hadiseyi, biraz öncesiyle birlikte, Kur'ân'ın daha başka âyetlerinden takip edelim:

Ve Musa'ya 'Kullarımla gece vakti yola çık,' diye vahyettik. 'Çünkü takip edileceksiniz.'
Firavun şehirlere tellâllar çıkardı.
'Bunlar küçük ve önemsiz bir topluluk,' dedi.
'Fakat bize karşı kin besliyorlar.
'Biz ise zinde bir topluluğuz.'
İşte böyle çıkardık onları bahçelerinden, pınarlarından.
Hazinelerinden ve şerefli mevkilerinden.
Onları böylece çıkardık; yerlerine de İsrailoğullarını vâris kıldık.
Gün doğarken peşlerine düştüler.
İki topluluk birbirini gördüğünde, Musa'nın adamları 'Şimdi yakalandık!' dediler.
Musa 'Asla!' dedi. 'Rabbim benimle beraberdir; O bana yol gösterecek.'
Musa'ya 'Asânı denize vur' diye vahyettik. Deniz yarıldı; öyle ki, herbir parçası koca bir dağ gibiydi.
Diğerlerini de oraya yaklaştırdık.
Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık.
Sonra da diğerlerini boğuverdik.
Şuarâ Sûresi, 26:52-56.

Daha başka yerlerde de başka yönleriyle birlikte anlatılan ve tekrar tekrar ibret nazarlarımıza sunulan bu hadise, Hz. Musa ile beraber denizi geçen topluluğun, aslında, büyük bir imtihandan geçmiş olduğunu göstermektedir. Denizin yarılması hadisesinden önce, kelimenin tam anlamıyla bir 'can pazarı' yaşanmış; İsrailoğulları, verilen emre uygun olarak, gece vakti Firavun'un adamlarından önce davranmak suretiyle yola çıkmış, denizin kenarına kadar gelmişlerdir. Burada Firavun ile deniz arasında kıstırıldıkları ve hiçbir kurtuluş ümidinin kalmadığı bir sırada, Hz. Musa'ya asâsını denize vurması emredilmiş ve İsrailoğulları denizi selâmetle geçmiştir.Bu hadiseyi nakleden Kur'ân âyetleri, 'denizi yarma, İsrailoğullarını denizden geçirme ve Firavun ile adamlarını boğma' fiillerinin hakikî faili olarak Yüce Allah'ı gösterir. Kurtarmayı dilediği kullarına yola çıkma emrini veren de, Firavun ile adamlarını onların peşine düşürerek helâke yaklaştıran da, denizi yaran da, denizi kapatan da Odur. Bakara Sûresinin âyeti ise, bikum, yani, 'sizinle' lâfzıyla, bu hadiseye şöyle bir derinlik de getiriyor:'Bütün bunları Allah sizin sebebinizle yaptı. Zira bu âlemde bütün hadiseler, İlâhî hikmetin bir gereği olarak, sebeplere bağlanmış ve kullar da bu sebeplere uymakla yükümlü kılınmıştır. Siz Allah'ın emirlerine itaat eder ve Onun koyduğu sebeplere yapışırsanız, başarılı olursunuz. Firavun'un zulmü altında geçirdiğiniz yıllara karşılık Allah sizi onların mülküne vâris kılmak istemişti; ancak siz buna oturduğunuz yerde erişecek değildiniz. Nitekim sebeplere riayet ederek üzerinize düşeni yaptığınızda, Allah da sizi sebep yaparak düşmanınızı boğdu ve size olan vaadini yerine getirdi.'Bunun tersi olan durumlar da vardır. Mâide Sûresinin 20-26. âyetlerinde anlatıldığına göre, yine İsrailoğullarına 'Allah'ın size yazdığı kutsal topraklara girin' dendiğinde, onlar 'Orada zorbalar var' diyerek girmek istememişlerdi. Kendilerine galibiyet vaad edildiği halde onlar yerlerinden kıpırdamadılar ve Hz. Musa'ya 'Sen ve Rabbin gidip savaşın; biz burada oturacağız' dediler. Bunun üzerine Allah 'Kutsal topraklar onlara kırk sene haram kılındı; artık şaşkın şaşkın ortada dolaşıp dursunlar' buyurdu. Bu vak'ada İsrailoğulları Allah'ın kendilerinden istediği sebebiyet rolünü yerine getirmeyi reddedince sonuca da erişememişlerdi.Daha önce bölümlerde de değindiğimiz gibi, Kur'ân ve kâinat, birbirini şerh eden iki kitaptır. Her ikisinin de âyetleri vardır; her ikisinin de kanunları vardır. İnsan ise, her ikisine uymakla yükümlüdür. Bunlardan sadece birine uymakla kimse kurtuluşa eremez. Dünya hayatının kanunlarına uymakla yetinip âhirete bir hazırlık yapmayan kimse bu hareketiyle âhirette kurtuluş bekleyemeyeceği gibi; inanılması gereken şeylere inandığı halde inancının gereği olarak bu dünyada bir emek sarf etmemiş, alın teri dökmemiş, bir sıkıntıya girmemiş kimse de, Allah'tan, kâinat yasalarını imanının hatırı için değiştirmesini bekleyemez. İnanan, inandığını gösterecektir; bunun yolu da bu âlemdeki İlâhî yasalara itaat etmektir. Unutmamak gerekir ki, Allah tarafından konulduğuna inanarak doğa yasalarına itaat etmek de Allah'a ibadet etmek demektir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
[h=1]Şu dağlar olmasaydı[/h]
KUR'ÂN'IN sıklıkla ibret nazarlarımıza sunduğu kâinat âyetlerinden biri de dağlardır. Yüce Kitabımızın düzinelerce âyetinde dağlara birer tevhid delili olarak gönderme yapılır. On iki âyet, dağların 'sağlam' yapısına dikkat çeker. (1) Bu âyetlerin üçünde, yeryüzünün bizi sarsmaması için dağların dikildiği belirtilir.(2) Başka bir âyet de, yine bu anlama uygun şekilde, dağları birer 'kazık' olarak niteler. (3)
Yirmi üç sene boyunca, çeşitli zamanlarda, farklı yerlerde, farklı şartlar altında inen Kur'ân âyetleri, bu konuda da tam bir bütünlük teşkil edecek şekilde, sanki bir defada inmişçesine aynı vurguyu yapıyor, aynı anlamı destekliyor, aynı dersi veriyor.
İş bu kadarla da bitmiyor. Kur'ân, bu dersleri verirken getirdiği tanımlarla, indiği zamanı aşıyor, asırları atlıyor ve insanlığın ancak on dokuzuncu yüzyılda yakalamaya başladığı bir anlayışa uygun resimler çiziyor.
Şöyle de söyleyebiliriz:
Kur'ân'ın indiği dönemde insanlığın kâinat anlayışı bugünkünden çok farklı olduğu gibi, dağlar konusundaki bilgi ve inanışları da farklı idi. O dönemde beşer eliyle yazılan bir kitabın beş on yerinde dağlardan söz edilecek olsaydı, bugün bizim yadırgayacağımız pek çok şey öyle bir kitapta karşımıza çıkardı. Oysa Kur'ân'ın dağlardan söz edişi, sanki bugün inmiş âyetlerin ifadesiymiş gibi bize âşinâ geliyor. Bu konuda henüz öğrendiğimiz bilgiler ışığında âyetlere kulak verdiğimizde, Kur'ân'ın bize hitap ettiğini ve bizim dilimizle konuştuğunu görüyoruz.
Zamanımızda jeoloji kitapları da dağların köklerinden söz etmektedir. Çünkü yerkabuğunun kesitleri, dağların bulunduğu bölgelerde, toprağa kök salmış bir ağacı hatıra getirecek biçimdedir. Normal olarak karalarda 30 km civarında kalınlığa sahip bulunan yerkabuğu, dağların altında, daha azalmış bir yoğunlukla, derinlere inecek şekilde düşey olarak genişlemekte ve altındaki manto tabakasına bir ağaç kökü, yahut bir çadır kazığı gibi saplanmaktadır. Öyle ki, bir dağın yahut dağ silsilesinin yeraltındaki kısmı, bir buzdağını andırır şekilde, görünen kısmının on veya on beş mislini bulabilmektedir: 9 km'ye yakın yüksekliğine karşılık yerin 125 km derinine kök salmış Everest örneğinde olduğu gibi.
Dağların bu yapısı ile yeryüzünün bizi sarsmaması arasındaki ilişki, bugün bizim de rahatlıkla görebildiğimiz bir gerçektir. Artık çok iyi biliyoruz ki, yeryüzünün kıt'aları, birbirine komşu levhalar halinde, kızgın kayalardan oluşan bir zemin üzerinde yüzmektedir. Diğer etkenlerden başka, Dünyanın kendi ekseni ve Güneş etrafındaki hareketleri de bu levhaları, altlarındaki kızgın ve yumuşak zemin üzerinde sürekli olarak harekete sevk etmektedir. İşte burada dağların sağlam bir şekilde yere tespit edilmiş ve manto tabakası üzerine birer kazık gibi çakılmış olması imdada yetişiyor. Eğer dağların bu işlevi olmasaydı, 7 veya 8 kuvvetindeki depremler, yerkabuğunun günlük olağan hareketleri arasında sözü bile edilemeyecek bir beşik sallamasına dönüşür, daha doğrusu, yeryüzünde böyle hareketleri ölçebilecek kimse olmazdı!
Günlük hayatımızın sakin bir şekilde sürüp gitmesi, bizi 'ülfet' adı verilen bir alışkanlık içine atıyor ve her taraftan bizi kuşatan İlâhî lütufları fark etmemize engel oluyor. Oysa biz kızgın kayalar üzerine serilmiş incecik bir kabuk üzerinde yaşıyoruz. Ve bizi bu incecik kabuk üzerinde sırtına alan gezegen, baş döndürücü hızlarla uzayda uçup gidiyor. Uzayın her tarafından da üzerimize taşlar ve öldürücü ışınlar yağıyor. Böyle bir dünyada, bu incecik kabuk üzerinde, biz gönlümüzce geziyor, yiyip içiyor, nefes alıp veriyor, mışıl mışıl uyuyoruz. Bazan da küçük, çok küçük bir sarsıntı bizi uykumuzdan uyandırmaya ve kimin lütuflarıyla bu gezegen üzerinde ağırlanmakta olduğumuzu hatırlatmaya yetiyor. Bunu hatırladığımız zaman ise, bu dünya üzerinde yaşamanın pek de o kadar keyifli birşey olmadığını düşünmeye başlıyoruz.
Oysa Kur'ân'ın âyetleri, kâinatın âyetlerini, böyle haşin uyarılara gerek bırakmadan, üstelik tefekkür ve şükür lezzetleri içinde okutuyor:
İbretle bakacak gözü olanlara.

------------------
(1) 13:3; 15:19; 16:15; 21:31; 27:61; 31:10; 41:10; 50:7; 77:27; 78:7; 79:32; 88:19.
(2) 16:15; 21:31; 31:10.
(3) 78:7.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
34
Konum
.........
İnsanlardan öylesi vardır ki, halkı bilgisizce Allah yolundan saptırmak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
Lokman Sûresi, 31:6

KUR'ÂN'IN ÂYETLERİ, her çağ ve her toplum için ibretler içeren âyetlerdir. Kim Kur'ân'ın önünde saygıyla diz çöküp de onu bugün inmiş gibi okuyacak olsa, onda hayatımızın tam ortasından kesitler bulur, yaşanmakta olan problemlerin adeta bir fotoğraf karesinde tespit edilircesine tasvir edildiğini görür.
İşte, yaşamakta olduğumuz hayatın en canlı bir kesitini tasvir eden bu âyet de, neredeyse çaresiz denebilecek bir şekilde topluma nüfuz etmiş bir derdi ortaya döküyor, bir ibret levhasını gözlerimizin önüne koyuyor.

Bu âyet bize on dört asır öncesinden seslenmiyor. Bu âyet, bizimle bugün konuşuyor, bugünümüzü bize anlatıyor. Öyle ki, Kur'ân'ın inişinden bu yana geçen bütün zamanları tarayacak olsak, bu âyetin tasvirine uyan ve âyete nüzul sebebi olarak yakıştırılabilecek hadiseleri, bugünkü kadar gerçekçi ve yaygın bir şekilde, başka bir çağda herhalde bulamayız.

Bir defa, boş söz ve eğlencelerin tam bir vurdumduymazlık içinde, insanlara bir an olsun durup da bu dünyada ne aradıklarını düşünme fırsatı bırakmayacak bir şekilde hayatımızı istilâ etmiş olduğu meydandadır. Bunu abartılı bir iddia sananlar, toplumun neyle yatıp kalktığına, sabah akşam neyi konuştuğuna, bütün gün neyin peşinde koştuğuna bir baksın.

Bu arada biz de küçük bir ipucu verelim: Bu toplumun insanları, günde ortalama dört saatini televizyon başında geçiriyor! Bu ise, her sene 1500 saat kadar bir vakit eder ki, bu da bir öğrencinin iki yılda okul sıralarında geçirdiği zamana eşittir. Her sene iki öğretim yılını hayatımızdan çekip alan televizyonun buna karşılık bize verdiği şey, ardında pişmanlıktan başka birşey bırakmayan (yahut çoğu zaman pişmanlık duyacak bir hal bile bırakmayan) boş söz ve eğlencelerden başka birşey midir?
Ve bu boş söz ve eğlenceler, bilgisizce bir saptırma değilse nedir?

Ramazan gibi insanın en ulvî duygularıyla baş başa olması gereken bir zamanda bile izleyiciye günahsız bir dakika geçirtmemek için bütün becerilerini sergileyen, bunu başaramadığı yerde de kafasını karıştırıp dinî değerlerini alt üst etmek için elinden geleni ardına koymayan kanallardan daha mükemmel şekilde şu âyetin tasvirine uyan ne vardır?
…Ve 'boş söz ve eğlencelere müşteri çıkmak.'

Bu saptırma yarışının transfer pazarlarını hiçbir söz bu ifadelerden daha güzel anlatamaz. Bugün, boş söz ve eğlenceler kadar müşteri toplayan ve para çeken başka hangi pazar vardır? Bir işçinin yıllarca çalışarak alın teriyle ancak kazanabileceği paraları, insanlara boş söz ve eğlence satanlar birkaç saat içinde cebe indiriyor. Ve televizyon kanalları, böylelerine müşteri olmak için kuyruğa giriyor, 'Hangimiz daha fazla insan saptıracağız?' diye birbiriyle yarışa tutuşuyor.

Bu amansız yarışta ortaya dökülen hesapsız paraları kim ödüyor dersiniz?
Bu sorunun cevabına ulaştığımızda, acı gerçekle yüz yüze geliyoruz:
Ortada, kendimizden daha fazla suçlayabileceğimiz bir kimse yok!

Ömrümüzün nice yıllarını boş söz ve eğlencelerle heba edenler, sonuçta, bütün bu masrafları bize ödetiyorlar. Onlar bizi saptırmak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkıyor; biz de onlara müşteri oluyoruz. Biz onların peşine düştükçe onların yaptıkları programlar rağbet görüyor ve değer kazanıyor. Biz onları seyrettikçe onlar daha fazla reklam alıyorlar. Reklamveren de dönüyor, o parayı bizden tahsil ediyor. Bizim sayemizde artan reklam masraflarını, bu reklamlara kanarak aldığımız ürünlerin fiyatı içinde biz ödüyoruz. Böylece, sayemizde gerçekleşen bir saptırma kampanyasının hem sponsoru, hem de kurbanı oluyoruz.

Şimdi, âyeti bir kere daha önümüze koyup da uyarı ve tehditleri üzerinde ciddiyetle düşünmenin zamanı değil midir?
İnsanlardan öylesi vardır ki, halkı bilgisizce Allah yolundan saptırmak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt