imported_Mehmet_Aydin
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 23 Ara 2006
- Mesajlar
- 9
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Küffarın Hizmetkarları Olan Sahte Ve Satılmış Alim'lerin İçyüzü!!!
İslam Ümmetinin kurtuluş reçetesi olması gerekli olan 'alim'lerin mevcut hal ve hareketleri Allah Resulünün varisleri olmaya kesinlikle aday olamayacağı gibi bilakis Resulullah’ın o meşhur tehdidine, yani “cehennem halkının ayaklarımızın altında alimler var” gerçeğine mazhar oluyorlar ki, Allah (c.c.) biz Müslümanları bu fısk ve fücur kokan alim’lerden korusun. (Amin).
İnsanoğlunun yaratılış gayesi Allah (c.c.)’ya ibadet etmektir. Allah (c.c.) bu konu ile alakalı şöyle buyurmaktadır:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56) Dolayısıyla bunun doğal devamı olan; “insan nasıl ibadet edecek?” sorusuna cevap aramak zorunda olduğu aşikardır. İşte tam burada İslam’ı anlamış olan müminler bu ibadet keyfiyetini idrak etmek zorunda olduğunu ve bununla mükellef olduğundan, ferdin bu vacibi yerine getirebilmek için elinden gelen tüm gayretini göstermek durumundadır. Mümin ibadetteki idrak keyfiyetini yani Allah (c.c.)’ya gerçek anlamda kul olabilmek için şa’rinin bu konudaki hitabını çok net ve berrak bir şekilde anlamak zorunda. Aksi takdirde kul yaratıcının rızasına kavuşabilmesi kesinlikle mümkün değildir.
İnsanların yaratılışı gereği kapasite ve kabiliyet açısından farklı meziyetlere sahip oluşları onların her birinin şa’rinin her hitabını anlamasına kesinlikle mümkün kılmamaktadır. Bunu daha net anlayabilmek için bir kaç örnek vermek istiyorum. Örneğin; Allah (c.c.) iktizai talebi olan namazın farz oluşu şu emre binaen kesinlik ifade etmektedir:
“Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.” (Bakara 238)
“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (Nisa 103)
Buradaki fiilin kesin talebi yani namazın her yaratılmış insana farz oluşunu anlamak için ilim erbabı yani alim olmaya gerek yoktur. Lakin namazın şartlarının ne olduğunu, ifa edilmesi gereken bu vecibeyi bir fiil nasıl yapılması gerektiğini bilebilmek için fakih olmak dahi yeterli olmamaktadır. Şu durumda bu ayetlerde geçen bu iktizai emri bize tafsilatlı bir şekilde anlatabilen ve bunun için edille-i şerriyeyi (Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas)’ı çok iyi idrak etmiş müçtehid alimlere ihtiyaç vardır. Namazın şartlarını ve tafsilatlı bir şekilde nasıl kılınacağı konusunu anlayabilmek için içtihadın yapılması kesinlikle kaçınılmazdır. Örneğin namazın şartlarından olan abdesti bozan hususlar kısmında alimler ihtilaf etmişler ve bazı alimlerin bozmadığı kanaati egemen olur iken bazılarında ise bozduğu egemen olmuştur. Öyleyse alimlerin dahi anlama konusunda (ihtilaf) ettiği bir konuda, avamdan olan bir müminin bu konuda nasıl bir kanaat oluşturabilsin gerçeği ortaya çıkmış olmuyor mu? Burada tabi ki akla şöyle bir soru gelebilir; “her müminin müçtehid olma mümkünatı var mı veya her mümin müçtehid olma imkanına sahip olmadığından dolayı müçtehid alimlerin içtihadlarını taklid edebilir mi? Buna verilecek cevap şu şekilde izah edilebilir: Her mümin Allah (c.c.) ‘nun emir ve yasaklarına göre bir yaşantı sürmesi kesinlikle zaruri olduğundan her an için bir veya birden fazla, yeterince müçtehid alimlerin bulunması farzı kifayedir. Dolayısıyla şayet böyle müctehid alimler mevcut ise diğer Müslümanların üzerlerinden bu vecibe düşmektedir. Müminler de yapılan bu içtihadlara göre hareket etme selahiyetine sahip olmaktadır, yani müminler Allah’ın hükmü konusunda mukallid olmaktadırlar ve içtihad yapmış müçtehidin bu konudaki içtihadına göre amel etmeleri şer’an kesinlikle caizdir. Bu minval üzerine Müslümanlar kesinlikle alimlere bilhassa müçtehid alimlere ihtiyaç duymaktadır ve bunun gerekli oluşu konusunda herhalde ihtilaf da yok zaten.
Sorun daha ziyade mevcut alimlerin tamamı değil de maalesef bir kısmının ve özellikle medyatik olan alimlerin büyük bir kısmının İslam’ı, Allah (cc)’nun dinini ve Resulullah (sav)’in varisliğini şu üç günlük dünya, dünya metaı ve mevki-makam için satabilmektedirler ve böylelikle yapmış oldukları bu alış verişten kesinlikle zararda, hüsranda ve akıbetlerinin ise şer olduğunu bilmekteyiz. Şar’iinin şu hitabı bunu ortaya koymaktadır:
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaattir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. işte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe 111)
Bakınız, Allah (c.c.) takvalı alimlerin üzerlerinde barındırması gerekli olan şu sıfatı bildirmekle bahsetmiş olduğumuz mezkur alimlerin takınmış oldukları tavır ve yaşantıları ne kadarda çelişmektedir:
“Kullarından ancak alimler Allah’tan (hakkıyla) korkarlar.” [Fatır 28]
Evet, hakkıyla korkarlar ibaresini akla gelebilecek müphem sorulara net bir cevap bulabilmek için biraz açmamız gerekmektedir.
Korku insanın bekasında var olan içgüdüsel bir fıtri özelliktir. Korku olgusunu bastırabilmiş müminlere cesaretli müminler dememiz mümkündür, çünkü korkunun zıttı cesarettir. İnsanın maddi olan şeylerden korkması ile yaratıcının verebileceği o dehşetli cehennem azabından korkması arasında mevcut farkı anlamak lazım. İnsan beka içgüdüsü gereği yırtıcı hayvanlardan veya gözü dönmüş cani insanlardan korkar. Neden, çünkü insan yaratılış gereği ölmekten korktuğu için. Şimdi tam burada İslam’da mü’minin ulaşabileceği en üstün ölüm olan şehit olarak ölmeyi arzu etmemiz gerektiğini Resulullah (sav) bir çok hadisinde izah etmiş bulunmaktadır. Çünkü tam burada Allah korkusunun, dünya korkusuna egemen olduğunu çok net bir şekilde görmüş oluyoruz da onun için. Bakınız Resulullah (sav) ne buyurmaktadır:
“Kim Allah’ın kelâmı yüce olsun için savaşırsa işte o aziz ve celil olan Allah yolundadır.” (Ebu Davut)
Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre’den Nebi (sav)’in şöyle dediğini rivayet ettiler:
“Allah, evinden ancak Allah yolunda cihad için çıkan kimseye kefil olmuştur. O kimse evinden Allah’ın; yolunda cihad edenleri cennete koyacağına ya da sevap ve ganimetten elde ettiğini elde etmiş olduğu halde evine döndüreceğine dair sözünü tasdik ederek çıkmıştır. Muhammed’in canı elinde olan yemin olsun ki; Allah yolunda alınan bir yara yoktur ki, ilk meydana geldiği şekli ile, rengi kan rengi, kokusu da misk kokusu olduğu halde Kıyamet Gününde çıkıp gelmesin. Yine Muhammed’in canı elinde olana yemin olsun ki, mü’minlerden bir takım erkekler, ben savaşa çıktığım halde kendileri istemeyerek benden geride kalmasalardı ve ben onları taşıyacak binek bulamıyor olmasaydım, Allah yolunda savaşan hiçbir seriyeden geri kalmazdım. Muhammed’in canı elinde olana yemin olsun ki, Allah yolunda öldürülmemi, sonra dirilmemi, sonra yine öldürülmemi, sonra dirilmemi, sonra yine öldürülmemi arzularım.” (Müslim, K. imârat, 3484)
Birkaç başka meşhur rivayetlerde ise şöyle buyurulmaktadır:
“Cihadın en üstünü, zalim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.”
“Şehitlerin efendisi, Muttalib oğlu Hamza ve zalim yöneticiye iyiliği emredip onu kötülükten alı koyarken katledilen kimsedir.”
“Sakın biriniz görüp şahit olduğu bir konuda, hak sözü söyleme hususunda insanlardan çekinmesin! Gerçek şu ki hakkı söylemiş olması, ne ecelini ileri getirir ne de ona gelecek olan bir rızka engel olur.”
Şu durumda müminde şahlanmış olan iman şuuru onun Allah (c.c.)’nun rızasını elde etmek sureti ile cennet nimetinin ağırlığı ve gerçek korkulması gereken tek varlığın Allah (c.c.) olduğu kanaati, onu maddi olan hiç bir şeyden korkmadan, ölüme seve seve gitmeye sebep olan hakikat ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şair Hamza için ne güzel söylemiş Hz:
Doğrudur ey Hamza gördüğün hiçbir şeyden korkmazsın,
Velakin heybetini gizli tut yürüyüşün ölümü korkutuyor.
Fakat şu tehlikeyi de dile getirmemiz gerekmektedir, kişi insanlar bana cesaretli desinler diye korku olgusunu yenerek savaşır veya öldürülür ise bakınız akıbetinin ne olduğuna. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak ki, Kıyamet gününde hakkında hüküm verilen ilk insan, şehit edilen bir adamdır. O adam getirilip kendisine nimet tanıtılır. O da onu tanımış olur. Allah ona, Bunun için ne yaptın? der. O da; şehit olasıya kadar Senin için savaştım, der. Allah da; Yalan söyledin, sen cesur desinler diye savaştın, nitekim öyle denildi, der. Sonra onun ateşe atılasıya kadar yüzüstü sürüklenmesini emreder.”
İşte, tüm bu gerçekleri bilip, okuduktan sonra acaba bir mümin hele hele bir alim nasıl olurda bu gerçeğin tam zıttı harekette bulunabilir, gerçekten insan anlamakta zorluk çekmektedir.
Nedir bu alimlerin fısk ve fücur diye nitelendirmesine sebep olan hal ve hareketleri, konuşmaları? Bu alimlerden ve onların tehlikeli söz ve hareketlerinden haberdar olmamız için, yapmış ve halen yapıyor oldukları söz ve hareketlerinden bir kaç örneği izah etmeye çalışacağız inşaAllah.
Devami gelecek!!
İslam Ümmetinin kurtuluş reçetesi olması gerekli olan 'alim'lerin mevcut hal ve hareketleri Allah Resulünün varisleri olmaya kesinlikle aday olamayacağı gibi bilakis Resulullah’ın o meşhur tehdidine, yani “cehennem halkının ayaklarımızın altında alimler var” gerçeğine mazhar oluyorlar ki, Allah (c.c.) biz Müslümanları bu fısk ve fücur kokan alim’lerden korusun. (Amin).
İnsanoğlunun yaratılış gayesi Allah (c.c.)’ya ibadet etmektir. Allah (c.c.) bu konu ile alakalı şöyle buyurmaktadır:
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56) Dolayısıyla bunun doğal devamı olan; “insan nasıl ibadet edecek?” sorusuna cevap aramak zorunda olduğu aşikardır. İşte tam burada İslam’ı anlamış olan müminler bu ibadet keyfiyetini idrak etmek zorunda olduğunu ve bununla mükellef olduğundan, ferdin bu vacibi yerine getirebilmek için elinden gelen tüm gayretini göstermek durumundadır. Mümin ibadetteki idrak keyfiyetini yani Allah (c.c.)’ya gerçek anlamda kul olabilmek için şa’rinin bu konudaki hitabını çok net ve berrak bir şekilde anlamak zorunda. Aksi takdirde kul yaratıcının rızasına kavuşabilmesi kesinlikle mümkün değildir.
İnsanların yaratılışı gereği kapasite ve kabiliyet açısından farklı meziyetlere sahip oluşları onların her birinin şa’rinin her hitabını anlamasına kesinlikle mümkün kılmamaktadır. Bunu daha net anlayabilmek için bir kaç örnek vermek istiyorum. Örneğin; Allah (c.c.) iktizai talebi olan namazın farz oluşu şu emre binaen kesinlik ifade etmektedir:
“Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'a saygı ve bağlılık içinde namaz kılın.” (Bakara 238)
“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” (Nisa 103)
Buradaki fiilin kesin talebi yani namazın her yaratılmış insana farz oluşunu anlamak için ilim erbabı yani alim olmaya gerek yoktur. Lakin namazın şartlarının ne olduğunu, ifa edilmesi gereken bu vecibeyi bir fiil nasıl yapılması gerektiğini bilebilmek için fakih olmak dahi yeterli olmamaktadır. Şu durumda bu ayetlerde geçen bu iktizai emri bize tafsilatlı bir şekilde anlatabilen ve bunun için edille-i şerriyeyi (Kuran, Sünnet, İcma ve Kıyas)’ı çok iyi idrak etmiş müçtehid alimlere ihtiyaç vardır. Namazın şartlarını ve tafsilatlı bir şekilde nasıl kılınacağı konusunu anlayabilmek için içtihadın yapılması kesinlikle kaçınılmazdır. Örneğin namazın şartlarından olan abdesti bozan hususlar kısmında alimler ihtilaf etmişler ve bazı alimlerin bozmadığı kanaati egemen olur iken bazılarında ise bozduğu egemen olmuştur. Öyleyse alimlerin dahi anlama konusunda (ihtilaf) ettiği bir konuda, avamdan olan bir müminin bu konuda nasıl bir kanaat oluşturabilsin gerçeği ortaya çıkmış olmuyor mu? Burada tabi ki akla şöyle bir soru gelebilir; “her müminin müçtehid olma mümkünatı var mı veya her mümin müçtehid olma imkanına sahip olmadığından dolayı müçtehid alimlerin içtihadlarını taklid edebilir mi? Buna verilecek cevap şu şekilde izah edilebilir: Her mümin Allah (c.c.) ‘nun emir ve yasaklarına göre bir yaşantı sürmesi kesinlikle zaruri olduğundan her an için bir veya birden fazla, yeterince müçtehid alimlerin bulunması farzı kifayedir. Dolayısıyla şayet böyle müctehid alimler mevcut ise diğer Müslümanların üzerlerinden bu vecibe düşmektedir. Müminler de yapılan bu içtihadlara göre hareket etme selahiyetine sahip olmaktadır, yani müminler Allah’ın hükmü konusunda mukallid olmaktadırlar ve içtihad yapmış müçtehidin bu konudaki içtihadına göre amel etmeleri şer’an kesinlikle caizdir. Bu minval üzerine Müslümanlar kesinlikle alimlere bilhassa müçtehid alimlere ihtiyaç duymaktadır ve bunun gerekli oluşu konusunda herhalde ihtilaf da yok zaten.
Sorun daha ziyade mevcut alimlerin tamamı değil de maalesef bir kısmının ve özellikle medyatik olan alimlerin büyük bir kısmının İslam’ı, Allah (cc)’nun dinini ve Resulullah (sav)’in varisliğini şu üç günlük dünya, dünya metaı ve mevki-makam için satabilmektedirler ve böylelikle yapmış oldukları bu alış verişten kesinlikle zararda, hüsranda ve akıbetlerinin ise şer olduğunu bilmekteyiz. Şar’iinin şu hitabı bunu ortaya koymaktadır:
“Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, incil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaattir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. işte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe 111)
Bakınız, Allah (c.c.) takvalı alimlerin üzerlerinde barındırması gerekli olan şu sıfatı bildirmekle bahsetmiş olduğumuz mezkur alimlerin takınmış oldukları tavır ve yaşantıları ne kadarda çelişmektedir:
“Kullarından ancak alimler Allah’tan (hakkıyla) korkarlar.” [Fatır 28]
Evet, hakkıyla korkarlar ibaresini akla gelebilecek müphem sorulara net bir cevap bulabilmek için biraz açmamız gerekmektedir.
Korku insanın bekasında var olan içgüdüsel bir fıtri özelliktir. Korku olgusunu bastırabilmiş müminlere cesaretli müminler dememiz mümkündür, çünkü korkunun zıttı cesarettir. İnsanın maddi olan şeylerden korkması ile yaratıcının verebileceği o dehşetli cehennem azabından korkması arasında mevcut farkı anlamak lazım. İnsan beka içgüdüsü gereği yırtıcı hayvanlardan veya gözü dönmüş cani insanlardan korkar. Neden, çünkü insan yaratılış gereği ölmekten korktuğu için. Şimdi tam burada İslam’da mü’minin ulaşabileceği en üstün ölüm olan şehit olarak ölmeyi arzu etmemiz gerektiğini Resulullah (sav) bir çok hadisinde izah etmiş bulunmaktadır. Çünkü tam burada Allah korkusunun, dünya korkusuna egemen olduğunu çok net bir şekilde görmüş oluyoruz da onun için. Bakınız Resulullah (sav) ne buyurmaktadır:
“Kim Allah’ın kelâmı yüce olsun için savaşırsa işte o aziz ve celil olan Allah yolundadır.” (Ebu Davut)
Buhari ve Müslim, Ebu Hureyre’den Nebi (sav)’in şöyle dediğini rivayet ettiler:
“Allah, evinden ancak Allah yolunda cihad için çıkan kimseye kefil olmuştur. O kimse evinden Allah’ın; yolunda cihad edenleri cennete koyacağına ya da sevap ve ganimetten elde ettiğini elde etmiş olduğu halde evine döndüreceğine dair sözünü tasdik ederek çıkmıştır. Muhammed’in canı elinde olan yemin olsun ki; Allah yolunda alınan bir yara yoktur ki, ilk meydana geldiği şekli ile, rengi kan rengi, kokusu da misk kokusu olduğu halde Kıyamet Gününde çıkıp gelmesin. Yine Muhammed’in canı elinde olana yemin olsun ki, mü’minlerden bir takım erkekler, ben savaşa çıktığım halde kendileri istemeyerek benden geride kalmasalardı ve ben onları taşıyacak binek bulamıyor olmasaydım, Allah yolunda savaşan hiçbir seriyeden geri kalmazdım. Muhammed’in canı elinde olana yemin olsun ki, Allah yolunda öldürülmemi, sonra dirilmemi, sonra yine öldürülmemi, sonra dirilmemi, sonra yine öldürülmemi arzularım.” (Müslim, K. imârat, 3484)
Birkaç başka meşhur rivayetlerde ise şöyle buyurulmaktadır:
“Cihadın en üstünü, zalim yöneticiye karşı hak sözü söylemektir.”
“Şehitlerin efendisi, Muttalib oğlu Hamza ve zalim yöneticiye iyiliği emredip onu kötülükten alı koyarken katledilen kimsedir.”
“Sakın biriniz görüp şahit olduğu bir konuda, hak sözü söyleme hususunda insanlardan çekinmesin! Gerçek şu ki hakkı söylemiş olması, ne ecelini ileri getirir ne de ona gelecek olan bir rızka engel olur.”
Şu durumda müminde şahlanmış olan iman şuuru onun Allah (c.c.)’nun rızasını elde etmek sureti ile cennet nimetinin ağırlığı ve gerçek korkulması gereken tek varlığın Allah (c.c.) olduğu kanaati, onu maddi olan hiç bir şeyden korkmadan, ölüme seve seve gitmeye sebep olan hakikat ortaya çıkmış bulunmaktadır. Şair Hamza için ne güzel söylemiş Hz:
Doğrudur ey Hamza gördüğün hiçbir şeyden korkmazsın,
Velakin heybetini gizli tut yürüyüşün ölümü korkutuyor.
Fakat şu tehlikeyi de dile getirmemiz gerekmektedir, kişi insanlar bana cesaretli desinler diye korku olgusunu yenerek savaşır veya öldürülür ise bakınız akıbetinin ne olduğuna. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak ki, Kıyamet gününde hakkında hüküm verilen ilk insan, şehit edilen bir adamdır. O adam getirilip kendisine nimet tanıtılır. O da onu tanımış olur. Allah ona, Bunun için ne yaptın? der. O da; şehit olasıya kadar Senin için savaştım, der. Allah da; Yalan söyledin, sen cesur desinler diye savaştın, nitekim öyle denildi, der. Sonra onun ateşe atılasıya kadar yüzüstü sürüklenmesini emreder.”
İşte, tüm bu gerçekleri bilip, okuduktan sonra acaba bir mümin hele hele bir alim nasıl olurda bu gerçeğin tam zıttı harekette bulunabilir, gerçekten insan anlamakta zorluk çekmektedir.
Nedir bu alimlerin fısk ve fücur diye nitelendirmesine sebep olan hal ve hareketleri, konuşmaları? Bu alimlerden ve onların tehlikeli söz ve hareketlerinden haberdar olmamız için, yapmış ve halen yapıyor oldukları söz ve hareketlerinden bir kaç örneği izah etmeye çalışacağız inşaAllah.
Devami gelecek!!