Hakkulbeyan fedek konusunu asagıdaki ayet ve hadislere göre lütfen insaf ile değerlendiriniz.
Fedek arazisi üzerinde tartışmaya girmeden önce, Peygamber Efendimizin (s.a) vefatı sırasında şahsi arazisi var idiyse bile, acaba bu arazi üzerinde miras hükümleri cari olur mu-olmaz mı meselesinin halledilmesi gerekir. Nübüvvet makamıyla şereflendikten sonra, Peygamber Efendimiz bütün vaktini, hakkın davetini yaymaya adamış ve ticareti bırakmıştı. Peygamber Efendimiz Mekke'de bulunduğu süre içerisinde kendisinin ve Hz. Hatice'nin (r.a) biriktirmiş olduğu parayla geçimini sağlamıştı. Rasûlullah (s.a) heybesini toplayıp hicret ederek Medine'ye geldiğinde, elinde hiçbir şeyi kalmamıştı. Medine'deki ilk zamanlar son derece yoksulluk içerisinde geçti. Daha sonraları gazveler başladığında, Allah Teâlâ ganimet mallarının beşte birinin ayrılmasını emretti ve Peygamber Efendimize bu hisseden ne kadar münasip görüyorsa ve ihtiyaç hissediyorsa, o kadarım kendi şahsı ve yakınlarının ihtiyaçlarına harcama yetkisi verdi. Geri kalan ise Allah (c.c) yolunda, yetim, miskin ve yolculara harcanacaktı.
"Eğer Allah'a ve (hak ile bâtılın) ayrılma gününde, o iki opluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuz (Muhammed) e indirdiğimiz (ayetler)e inanmışsanız bilinki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah'a, Rasulüne ve (Allah'ın Rasulü ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye kadirdir."
Bu Peygamber Efendimize verilen ilk geçim kaynağı idi.
Daha sonra, Hicret'in dördüncü yılında Allah Teâlâ Medine'deki yahudi kabilelerinden biri olan Beni Nudayr'ın fethini müslümanlara nasib edip, yahudiler tüm arazilerini terkedip şehirden gidince şu ayet-i kerime nazil oldu:
"Allah'ın, onlardan peygamberlerine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için) onun üzerine ne at nede deve sürmediniz. Fakat Allah, peygamberlerini, dilediği kimselerin üzerine salar (onlara üstün getirir). Allah her şeye kadirdir.”
“Allah'ın, o kent halkından, Rasulü'ne verdiği ganimetler, Allah'a, Rasûl'e, (Rasûl'e) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) yolcuya aittir. Tâ ki, (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir.”
Bu ayete göre Allah Teâlâ, doğrudan savaş neticesinde değil de îslâmî hükümetin heybet ve celali ile kazanılmış tüm mal, arazi ve bölgeleri ganimetten ayırarak hükümetin kontrolüne vermiş ve Peygamber Efendimize kendi ve akrabalarının ihtiyaçları için resmi varlıktan münasib gördüğü kadarını alma hakkı tanımıştır.
Bu hükümlere uygun olarak Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'deki Beni Nudayr'ın bırakmış olduğu bağlardan bir kaç hurmalığı, Hayber'deki bazı arazileri ve yine Fedek'teki bir kısım toprakları kendisine tahsis etmişti. Peygamber Efendimiz bu arazilerin gelirleri ile kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılıyor, yakınlarına yardım ediyor ve geriye kalan miktarı da Allah yolunda infak ediyordu.
Mesele üzerinde iyice düşünülürse, bu iki kaynaktan (Ganimet ve Fey) Peygamber Efendimize verilenlerin, Rasullullah'ın (s.a) kendi şahsi ticareti ile bu arazileri elde ettiği ve kendisinden sonra da bu arazilerin kendi mülkü olarak kalacağı ve varisleri arasında paylaşılacağı şeklinde bir özellik taşımadığı açıkça anlaşılır. Bilakis Peygamber Efendimizin mal varlığının şöyle bir özelliği vardı: Nebi (s.a) İslâm devletinin başkanı sıfatıyla tüm vaktini resmi işlere harcadığından ve kendine ait hiçbir geçim kaynağına sahip olmadığından dolayı devlet mallarından kendi ihtiyaçlarını karşılayacak ölçüde tasarrufta bulunma hakkı verilmişti. Rasûlullah'ın (s.a) bu yüce nübüvvet görevini dünya malı elde etmek ve topraklara sahip olmak için yerine getirmemiş olduğu açıktır. Bu, Peygamberimizin sırf Allah rızası için yerine getirdiği ve karşılığını da Allah'tan (cc) beklediği bir hizmet idi. Hükümet mallarındaki Peygamberimizin payı sadece kendisi, ailesi ve muhtaç yakınlarının haklarını eda edebilecek ölçüde idi. Bu pay ancak O'nun, mübarek hayatı müddetince söz konusu olabilirdi. Peygamberimizin vefatından sonra bu varlığı, şahsî varlık gibi varisler arasında bölüştürmek için bir sebep yoktu. Bunu Peygamber Efendimiz bizzat kendi hayatlarında açıkça ortaya koymuşlardır:
"Benim mirasçılarım aralarında dinar ve dirhem bölüşmesinler. Hanımlarımın nafakası ve hizmetçilerimin hakkı verildikten sonra, benim bırakmış olduklarımın hepsi sadakadır.”
"Bizim varisimiz olmaz, ne bırakırsak sadakadır. Âl-i Muhammed bu maldan ancak yer. Yediklerinden fazlasını almak hakları değildir.
"Allah Teâlanın herhangi bir nebiye geçimini temin için verdiği şeyler, O nebinin vefatından sonra kendisinin yerini alana devredilir."
Nebi'nin (s.a), bu varlıkla ilgili söyledikleri gizli saklı değildi. Bilakis, sahabenin ileri gelenlerinin hepsi bunları biliyordu. Bu konuda Peygamberimizden rivayet edilen hadislerin ravileri sadece Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a) değildir. Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Abdurrahman b. Avf, Hz. Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Osman, Hz. Ebu Hureyre ve Peygamberimizin pâk zevcelerinin tamamının şahadetiyle Peygamber Efendimizin kendi mirası hakkında yukarıda izah edildiği şekliyle açıklamada bulunduğu oldukça müstened rivayetlerle bize kadar ulaşmıştır. Böyle bir kutsal buyruk bulunduğu halde Rasûlullah'ın halifelerinin O'nun bırakmış olduğu arazi konusunda başka bir karara varmaya yetkili olabileceklerini kim iddia edebilir?
Şimdi isterseniz. Peygamberimizin vefatından sonra miras isteme meselesinin nasıl başladığı ve halifelerin herbirinin kendi zamanlarında bu konuda ne gibi bir yaklaşım sergilediklerini araştıralım: Şer'î usullere göre Peygamberimizin mirasından üç taraf hak taleb edebilirdi. Birincisi, Hz. Fâtımat'üz Zehra; Peygamberimizin kızı sıfatıyla. İkincisi, Hz. Abbas; Nebi'nin (s.a) amcası sıfatıyla. Üçüncüsü, Rasûlullahın tüm eşleri; O'nun (s.a) hanımı olmaları sıfatıyla. Bunlardan ilk iki taraf, yani Hz. Fâtıma ve Hz. Abbas (r.a) Hz. Ebu Bekir'in halife olarak seçilmesinden hemen sonra Hayber,Fedek ve Medine'deki Peygamberimizin tasarrufu altında olan tüm araziler ile ilgili olarak miras iddiasında bulundular. Hatta, bazı rivayetlerde Hz. Fâtıma'nın Hz. Ebu Bekir'e şöyle dediği nakledilir: "Siz vefat edince sizin mirasınız yakınlarınız arasında taksim ediliyor da, neden benim babamın vefatından sonra O'nun (s.a) mirasından bana pay düşmesin?" Hz. Fatıma'ya, Hz. Ebu Bekir'in verdiği cevap ise şöyledir:
"Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: Biz miras bırakmayız. Ne bırakırsak o sadakadır. Daha sonra Hz. Ebu Bekir şöyle dedi: Ben Rasûlullah'ın yaptıklarından yapmadık hiçbir şey bırakmayacağım. Çünkü O'nun (s.a) yaptıklarından herhangi bir şeyi bırakırsam doğru yoldan sapmış olacağımdan korkuyorum."
"Ancak, ben Rasûlullah'ın geçimini sağladıklarının geçimini sağlayacak, Rasûlullah'ın infak ettiklerine infak edeceğim."
“Allah'a yemin olsun ki, bana, Rasûlullah'ın yakınlarıyla sıla-ı rahim yapmak, kendi akrabalarımla sıla-ı rahim yapmaktan daha sevimlidir.”
Hz. Fâtmıa ve Hz. Abbas'la, Hz. Ebu Bekir arasında geçen bu konuşma ile ilgili bize ne kadar müstened rivayet yetişmişse, onlardan hiçbirinde Hz. Fâtıma ile Hz. Abbas'ın, Hz. Ebu Bekir'in yukarıda naklettiğimiz kavlini işittikten sonra cevaben, onun Hz. Peygambere yanlış bir söz nispet ettiğim söylediklerine dair ne işareten, ne de kinayeli olarak bir şey vardır. Peygamberimize (s.a) böyle bir buyruğun nispet edilmesinin doğru olması halinde ise, Rasûlullah'ın halifesinin Nebi'den geldiği sabit olmuş bir emri uygulamaktan başka bir seçeneği olmadığı açıktır. Hz. Peygamber'in bu buyruğu, sadece Hz. Fâtıma ile Hz. Abbas'ın değil, Hz. Ebu Bekir'in öz kızı Hz. Aişe'nin (r.a) menfaatine de zarar veriyordu. Çünkü o da kendi kocasının mirasından mahrum kalıyordu. Hak üzere olan Birinci Halife (r.a) kendi kızına bu konuda bir ayrıcalık tanımış mıdır ki!
Geriye kalan üçüncü tarafa, yani Peygamber'in pâk eşlerine gelince: Onlar da Hz. Osman'ı (r.a) araya koyarak Hz. Ebu Bekir'e göndermeye ve Rasûlullah'ın mirasından kendi paylarına düşen sekizde birlik hisseyi taleb etmeye niyetlenmişlerdi. Ancak, Hz. Aişe (r.a) buna muhalefet etmiş, Peygamberin (s.a) tüm eşlerine hitaben şöyle buyurmuştu:
Allah'tan korkmaz mısınız, Rasûlullah'ın kendi hakkında: Biz miras bırakmayız. Ne bırakırsak o sadakadır. Muhammed'in ailesi maldan ancak yiyebilir, diye buyurduğunu bilmiyor musunuz"
Hz. Aişe'nin bu sözlerim işiten ezvac-ı mutahharat miras alma yolundaki iddialarından vazgeçmişti.
Bu meselede Peygamber Efendimizin daha sağlığında Fedek arazisinin Hz. Fâtıma'ya verilmesini kararlaştırdığı şeklinde bir iddia ortaya atılabilir. Bu yüzden Hz. Fâtıma (r.a) Hz. Ebu Bekir'den özellikle Fedek arazisini istemiş ve şahid olarak da Hz. Ali (k.v) ile Ümmü Eymen'i göstermişti. Ancak Hz. Ebu Bekir onların şahitliğini kabul etmemiş ve Fedek arazisini Hz. Fâtıma'ya vermeyi reddetmişti.
Fakat bu olay müstened hadis rivayetlerinin hiçbirinde zikredilmemiştir. Üstelik hikayenin anlatılış biçiminde yeterince tutarsızlıklar vardır. İbn Sâd'ın rivayeti şöyledir: Hz. Fâtıma (r.a) bunu bizzat Rasûlullah'ın kendisinden değil de Ümmü Eymen'den işitmiş ve onu şahit olarak göstermişti. Bu rivayetin hilafına Belâzurî'deki rivayet ise şöyledir: Hz. Fâtıma, sevgili babasının (s.a) Fedek arazisini kendisine verdiğini bizzat iddia etmişti. Bir rivayete göre Hz. Fâtıma Hz. Ali ile Ümmü Eymen'i, başka bir rivayete göre ise Ümmü Eymen'le birlikte Peygamberimizin azadlı kölesi Rebah'ı şahit olarak göstermişti.
Bu olayın rivayet itibariyle durumu işte budur. Meseleye hukuki açıdan yaklaşacak olursak, Peygamber Efendimizin bu fiili ya hibe olabilir veya vasiyyet. Eğer hibedir dersek o zaman Hz. Peygamber kendi sağlığında Fedek arazisinin kontrolünü Hz. Fâtıma'ya vermiş olabilir. Aksi takdirde şifahî olarak herhangi bir kimseyi herhangi bir şeyi sahiplenmeye aday yapmak ve sahibinin ölümünden sonra o şeyi, o adaya vermeye niyetlenmek hibe değil de vasiyet olur. Eğer bunun vasiyet olduğu söylenirse, Kuran-ı Kerim'deki miras hükmü nazil olduktan sonra Peygamber Efendimiz mirasın bölüşülmesi meselesinde hiçbir varis lehinde vasiyet yapılamayacağım,
"Varise vasiyyet yoktur" diyerek ilan etmişti. O halde Rasûlullah'ın (s.a) kendi ilan ettiği hüküm aleyhine, diğer varisleri bırakarak belli bir varise vasiyette bulunduğuna nasıl inanılabilir?
Buna ilaveten vasiyet ya da hibe meselesini bir tarafa bırakıp, sadece söz konusu iddianın ispatlanması için gösterilen şahitleri gündeme getirirsek, bu şahitlikler Kuran'daki açık şahitlik kuralları açısından yetersizdir. Kuran'a göre, ya başkalarının şahitliği veya bir erkek iki kadının şahitliği geçerlidir. Hz. Fâtıma (eğer olay doğru kabul edilirse) sadece bir kadını veya bir erkek, bir kadım şahit olarak göstermektedir. Bu durumda kanuna aykırı bir karar verilmesi nasıl beklenilebilir? Şahitliğin şer'î ölçüsü şahsiyetlere göre değiştirilebilir mi?
Daha sonra bu mesele Hz. Ömer zamanında yeniden gündeme geldi. Hz. Ömer'in (r.a) halife seçilmesinin üzerinden iki sene geçmişti ki, Hz. Abbas ve Hz. Ali ona giderek, Rasûlullah'ın mirası meselesini gündeme getirdiler. Hz. Ömer, Hayber ve Fedek'i istisna ederek, Medine'deki araziyi Hz. Ali ve Hz. Abbas'a (r.a) bu arazilerin mülkiyetini, gelirini Peygamberimizin mübarek hayatlarında harcamış bulun duğu kimselere harcamak şartıyla, verdi. Ancak daha sonra Hz. Ali ve Hz. Abbas arasında bu arazilerin idaresi meselesinde ihtilaf oldu ve her ikisi de meseleyi Hz. Ömer'e götürdüler. Bu meselenin oldukça ayrıntılı bir anlatımı Malik b. Evs b. Hadsân nakliyle bütün muteber hadis kitaplarında rivayet edilmiştir.