Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Kendine güven (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,554
Tepki puanı
904
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
KENDİNE GÜVEN

Kendine güven eksikliği, birçok insanın yaşadığı bir problemdir. Bireyler kendilerini her zaman huzurlu ve rahat hissedemezler. Bu, doğrudur. Ancak, bu durum bazı insanlar için önemsiz bir sorun, bazıları içinse büyük bir sıkıntı ve huzursuzluk nedeni olabilir. Oysaki kendine güven geliştirilebilir, insanlar kendilerine daha güvenli olmayı öğrenebilirler (Hambly,1999:7).

İlk altı ayda bebek, gözlerini eşgüdümlü bir biçimde kullanmaya ve belirli seslerden onları çıkarmaya başlar; kollarını, bacaklarını ve parmaklarını denetlemeyi öğrenir ve bazı nesneleri eline almaya çalışır. İşte bu aşamada kendisine bazı şeylerin verildiğini, bazı şeylerin ise verilmediğini ya da elinden alındığını fark etmeye başlar. Bu ilişki içinde ya ihtiyaçlarının karşılanacağı inancıyla bir güven duygusu geliştirir ya da isteklerinin çoğunu elde edemeyeceği duygusundan kaynaklanan bir güvensizliği yaşamaya başlar.

Yaşamın ikinci altı ayında dişleri çıkmaya başlayan bebek, bu durumun ağız bölgesinde yarattığı acıyı bir şeyleri ısırarak dindirebileceğini fark eder. Ancak annenin memesini de ısırmaya kalkıştığında memenin uzaklaştığını fark eder. Memeden kesilme süreci başladığında çocuk üzüntü ve özlem yaşar. Eğer çocukta güçlü bir güven duygusu oluşmuşsa, bu özleme eşlik eden duygu umuttur. Bu duyguyu geliştiremeyen çocuk kendisini lanetlenmiş bir varlık olarak kabul eder (Geçtan, 2004: 95).

Değersizlik duygusu bireyi güdüleyemeyeceği için hareketsiz bırakır. Kendisini diğer insanlardan daha değersiz olarak algılayan insan, değersizlik inancına anne babanın yeteri derecede değer vermeyen davranışları ile sahip olur. Bir insana değer vermek; onu anlamaya çalışmak ve olduğu gibi kabul etmek anlamına gelir. Başkalarının örnek gösterildiği, kendi potansiyellerinin yetersiz görüldüğü, iletişimin yanlış ve yetersiz olduğu ailelerde kendine değer verme duygusu sağlıklı gelişemez. Yeniden değer vermeyi öğrenememiş insan da, başkalarına değer vermeyi beceremez. Değersizlik inancı taşıyan bir insanın diğer insanları küçümsemesi de; yüceltmesi de, kendi değersizlik duygularının yansımasıdır. Çok beğendikleri, hayranlık duydukları kişiye karşı bilinç dışı düşmanlık duymaktadırlar. Çünkü değer verdikleri insanla karşılaşmak her seferinde onlara kendi yetersizliklerini hatırlatır (Kasatura,1998:27).

Gençlikte girişim duygusunun varlığı veya yokluğu üç yaş ile altıncı yaşlara kadar olan oyun çağının sağlıklı geçip geçmemesine geniş ölçüde bağlıdır. Erikson’a göre,oyun çağında atılganlık ve girişkenlik, bu çağın karakteristik özelliklerindendir(Kasatura,1998:126).

Piaget’in bilişsel gelişim kuramında kendine güven önem arz eder. Çünkü,Piaget bilişsel gelişimde, olgunlaşma ile öğrenmenin etkileşiminin önemini vurgulamaktadır. Piaget,bilişsel gelişimin beynin ve sinir sisteminin olgunlaşması ve bireyin çevreye uyum sağlaması sonunda gerçekleştiğini belirtmektedir.Piaget, bilişsel gelişimi açıklarken bazı temel kavramlar üzerinde durmuştur. Bunlardan bir tanesi şemalardır.Piaget bu kavramı "organize olmuş davranış kalıpları" anlamında kullanmaktadır. Şemalar, çevresindeki bir nesne, durum ya da problemi temsil eden zihinsel yapı ve ve düşünme örüntüsüdür(İnanç,2005:67).

Kişiliğin oluşması için, tüm iyi yönlerini ve eksiklerini de görerek gencin kendisini kabul etmesi gerekir. Bu sırada ortaya çıkan gerginliklere dayanabilmek ve katlanmak zorundadır. Yeni ve oturmuş bir kişiliğin oluşması uzun bir süreçtir ve devamlılığın yanı sıra bazı terslikler de bu sürecin belirgin işaretleridir (Saygılı,2002:18).

Gençlik üzerinde yapılan araştırmalara göre, gençlerin yüzde 80-90 gibi büyük çoğunluğu, bu gelişim sürecinin üstesinden başarıya gelebilmektedir. Burada önemli olan; kendi yaşıtları, ebeveynleri, kendilerinden daha büyük yaşta olan gençler ve öğretmenleri gibi diğer yetişkinlerin gençlere gelişimlerinde eşlik etmesidir (Saygılı, 2002; 21).

Ana babalar için önemli sorun aile içi karar verilmesi gereken konularda gençlere ne kadar karar verme hakkı tanınmalı, neler ayrı ayrı yapılmalıdır konusudur.Yine gençleri programlama, onların işlevlerini düzenleme açısından çeşitli sorunlar ortaya çıkabilir.Ana babalar gencin etkinliklerini ne kadar düzenlemeli,ya da gencin etkinliklerinin ne kadarına karışmalıdır bunu belirlemeleri gerekir.Bu durumda ana babalar için kendi çocukları ile aralarına yeterli bir mesafe koyabilmek de sorun haline dönüşebilir. Gençlerin zihinlerinde yanıtını kolay kolay bulamadıkları;“Beni kontrol mü ediyorlar, beni küçük mü görüyorlar, şimdi onların yardımını kabul etsem, bu benim yetersizliğimi mi gösterir?”gibi çeşitli sorular oluşabilir.

Bu sorular zaman zaman anne babalar için de geçerlidir.“Benden böylesine kaçarken, bana karşı gelirken, acaba yakınlaşmamı bir zayıflık işareti gibi mi değerlendirir, daha fazlasını mı ister, tümden elden mi çıkar” gibi sorular da annebabaların zihinlerini meşgul eder. Kısaca bu konuda gencin ve ailenin soruları, çatışmaları, ihtiyaçları bir o yana, bir bu yana gider gelir.Bu sırada tartışmalar veya düş kırıklıkları olasılığı artar (Ekşi,1990:266).

Erik Erikson’a göre kişiliğin çekirdeği bebeklikte, çocuğun anne baba ve öteki yakınlarıyla girdiği etkileşim içinde oluşur. Çocuk bu dönemde korunma, yaşamını sürdürme, sıcak, sevecen, bir ilgi, rahatlık gibi gereksinimleri için çevresindeki kişilere güvenmeyi öğrenir. Bu gereksinimler karşılanmazsa bebeklerde güvensizlik duygusu egemen olur. Sevgi duygusu, çocuğu anne babaların genel tutumu, söz ve davranışlarıyla yansır. Anne babaların çocuklarını gereksinimlerine duyarlı ve tepkili olmaları çok önemlidir (İnanç, 2005: 227).


KAYNAKÇA

EKŞİ, Aysel, 1990, Çocuk, Genç, Ana Babalar, Bilgi Yayınları, İstanbul

GEÇTAN, Engin, 2003, Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, Metis Yayınları, İstanbul

GEÇTAN, Engin, 2003, Hayat, Metis Yayınları, İstanbul

HAMBLY, Kenneth, 1999, Kendine Güven,Çeviren: Barış Bıçakçı, Rota Yayınları, İstanbul

İNANÇ, Banu Yazgan, vd., 2005, Gelişim Psikolojisi, Nobel Kitabevi Yayınları, Ankara

KASATURA, İlkay, 1998, Kişilik ve Kendine Güven, Evrim Yayınları, İstanbul

SAYGILI, Sefa, 2002, Anne Babalar Gençlere Nasıl Davranmalı? Ergenlik Sorunları, Elit Yayınları, İstanbul

SAYGILI, Sefa, 2005, Çocuklarda Davranış Bozuklukları, Elit Yayınları, İstanbul

BUDAK, Selçuk, 2000, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara

ÇAĞDAŞ, Aysel, 2003, Anne-Baba-Çocuk İletişimi, Star Ofset, Konya

DÖNMEZER İbrahim, 1999, Ailede İletişim ve Etkileşim, Sistem Yayınları, İstanbul

DURKHEİM, Emile, 2002, İntihar,Çeviren: Prof. Dr. Özer Ozankaya, Cem Yayınları, İstanbul

EİNON, Dorothy, 2002, Anne Babalığın Altın Kuralları, Çeviren: Özge Özsoy, Beyaz Balina Yayınları, İstanbul

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Hiçbir evlilik, ‘aile içi şiddet’ konusuna malzeme olma niyetiyle başlamaz. Aksine, kadın ve erkek hayatında belki de en tozpembe hayallerini evlilik üzerine inşa eder:
“Sevgilim, kırmızı panjurlu bir evimiz olacak, bahçesinde oyun oynayan çocuklarımızla mutlu bir hayat süreceğiz…”
Ne var ki, hayatın gerçekleri, hemen her zaman, filmlerdeki kötü adamlar gibi, bu hayallerin gerçeğe dönüşmesini engelleyen rolle çıkar evlilik adayların karşısına. Daha taraflar evlilik kararı alıp almama arasında gidip gelirken, o boş zamanlarda özene bezene süslenmiş olan hayaller, birden, en büyük düşmanıyla karşılaşır: çatışma!
Tarafların birbirleriyle yakınlaşması ilerledikçe, çatışmalar da büyür ve derinleşir. Ama belki de ilk çatışma, evlilik hayallerinin kendisi üzerinde meydana gelir. Çiftler daha evlenmemişken, hayalleri üzerinde çatışma deneyimi yaşarlar:
“Hayır sevgilim, ben kırmızı panjurlu değil, yeşil panjurlu bir evde oturalım istiyorum.”
İşte bu söz, taraflardan her birinin kendi zihninde, ama karşısındaki kişiyi de dahil ettiği hayale çekilen ilk sınırdır. Aslında, taraflar, ilk defa, birbirlerini gerçekten tanıma noktasına gelmişlerdir. Gerçekliğin eşiğine şimdi gelinmiştir.
Bundan sonraki süreç, tarafların hayalleri ile karşılaştığı gerçek durumlar arasındaki farkı ne kadar başarılı bir ölçüde tolere edip edemeyeceği ile ilgilidir.
Halk arasında ‘cicim ayları’ olarak ifade edilen evliliğin ilk birkaç ayı boyunca, genellikle, çiftler olabildiğince çatışmalardan uzak durmaya, çatışmaları ‘görmemeye’ çalışırlar. Ama bir vakit sonra, mızrak çuvala sığmaz olur ve çiftler kaçınılmaz bir şekilde çatışmalarıyla yüzleşmek zorunda kalır. Genellikle, en büyük çatışmalar da bu evrede yaşanır.
Eşler Arası Çatışma
Eşler arasında yaşanan çatışmaların temelinde, her şeyden önce, evlilik gibi bir deneyimin ilk defa yaşanıyor oluşu gelir. Her iki taraf da, yıllar yılı alışkın oldukları çevrelerini terketmiş ve yeni bir çevreye adım atmışlardır. Üstelik, ‘aile’ adı verilen bu yeni çevreyi, tüm sorumluluklarıyla beraber, kendileri oluşturmak, aile evine tuğlaları birer birer kendileri koymak durumundadır.
Bu durum, ister istemez, eşler üzerinde ciddi bir yük oluşturur. Dahası, henüz birbirleriyle ilgili olarak ‘tanıma’ süreçleri bitmemiştir. Eşler evliliklerini sağlam bir temele oturtmak için birbirlerini iyice tanımak ve birbirlerine tam anlamıyla güvenmek ihtiyacı hissederler. Bu süreçte, eşlerin evlilik öncesi birbirleri hakkında zihinlerinde taşıdığı düşüncelerde ciddi değişiklikler olabilir. Çevremizde sıkça duyduğumuz gibi, “Ben seni böyle tanımıyordum,..” yakınmaları bu dönemin tipik özelliklerindendir.
Eşler açısından çatışmanın özü ise şudur: “Önümüzde evlilik gibi halletmemiz gereken ciddi bir iş var, fakat ben bu konuda sana tam olarak güvenip güvenemeyeceğimi bile bilmiyorum daha.” Tüm bu zihinsel yüklere, hemen hemen tüm evliliklerde yaşanan bir başka sorgulama da eşlik eder: “Acaba doğru kişiyle mi evlendim?”
Bu temel çatışma ve sorgulamaların dışında, eşler arasında ‘ekonomik sorunlar’dan, ‘eşlerin aileleriyle ilişkileri’ne; ‘iletişim biçimleri’nden, ‘evde kararların nasıl alınacağı’na; ‘eşlerden birinin mi yoksa ikisinin birden mi çalışacağı’ndan, ‘ev işlerinde iş bölümünün nasıl yapılacağı’na; ‘pazar alışverişini kimin yapacağı’ndan, ‘diş macununu ortadan mı yoksa ucundan mı sıkıldığı’na kadar.. pekçok konuda çatışma yaşanır.
Evliliğin ilk bir iki yılı, bu sorunların nispeten istikrarlı bir çözüme kavuşturulmaya çalışıldığı yıllardır. Eşlerin anlayış düzeyleri ve olgunlukları nispetinde bu süre uzayıp kısalabilir. Aslında evliliğin tamamı da, eşler arasındaki uyumun derinleşerek daha köklü bir istikrar düzeyine ulaşması çabası olarak okunabilir.
Burada belirtilmesi gereken nokta, yaşanan ve yaşanma ihtimali olan bu çatışmaların aslında çok doğal ve normal olduğudur. Bu çatışmaları bir patoloji olarak görmek, evliliğin doğası hakkında ciddi bir yanılgıdır. Çünkü, ait oldukları yerden alınıp tek bir kovaya dökülen soğuk ve sıcak suyun belli bir etkileşim sonrasında ortak bir ısıya kavuşması gibi, eşler de evlilik potası içinde ortak bir anlayış ve duyuş birliğine, ancak bu çatışmalar sonucunda ulaşırlar.
Çatışmalar, aslında, bir taraftan eşlerin birbirlerini daha iyi tanıma fırsatı, bir taraftan da evliliğin başarılı olup olmayacağının sınanma yeridir. Çünkü eşlerin kendi tercihlerinde ne kadar ısrarcı, eşinin tercihlerine ne ölçüde saygılı olduğu, bu çatışmalar neticesinde belli olur.
Hatta bir adım daha ileriye giderek söylersek, çatışmaların, eşler arasında daha iyi ilişkilerin oluşturulması, psikolojik açıdan eşlerin olgunlaşmaları, aile içinde etkinlik ve verimliliğin geliştirilmesi, sorunlara daha iyi çözümler getirilmesi, eşler arasında ahenkli bir birlikteliğin sağlanması noktasında önemli bir rolü olduğu da söylenebilir.
Çatışmayı Çözme Becerisi
Tabii, bu faydalar çatışmaların adil ve uygun bir biçimde çözüme kavuşturulabilmesi hâlinde geçerlidir. Tüm mesele, çatışmaların doğru biçimde çözümlenmesinde düğümlenmektedir. Sorunlu evlilikler genellikle çatışmaların çözüme ulaşamadığı ve giderek evliliğin bir girdabın daireleri gibi üzücü sona doğru ilerlediği evliliklerdir. Sorunların bir çözüme kavuşturulması ise elbette bir dizi şartın yerine getirilmesine bağlıdır.
Bir defa, çatışmaların sağlıklı bir biçimde çözüldüğü ailede, eşler birbirlerini iyi tanır ve duygular karşılıklı olarak hissedilir ve paylaşılır. Duygu ve düşünceler olduğu gibi, yani abartılmadan ortaya konur. Daima sükûnet korunur. Taraflar kendileri için önemli olan hususları serbestçe ifade ederler.
Sorunlar şimdiki bağlam içinde ele alınır ve eski birikimler işin içine sokulmaz. Kesinlikle öğüt verme gibi karşı tarafa yanlış yaptığı ve anlaşılmadığı hissi yaşatacak davranışlardan sakınılır.
Keskin biçimde yargılamaya gidilmez. Kişiler kendi duygu ve düşüncelerini ifade edebilir. Duygu ve düşünceler, ne az ne eksik, olduğu gibi ifade edilir. Karşı tarafın beklentisine ya da ‘en mükemmel’e göre ayarlanmaz.
Konunun özü ile konuya ilişkin olmayan ayrıntılar birbirinden ayırd edilir. Örneğin, aile içinde biri eve geç geldiğinde, ne kadar geç kalındığı değil, niye geç kalındığı, hatta niyetin ne olduğu üzerinde durulur.
Çatışmanın çözümünde, taraflar birbirlerini pozitif bir tutum içinde dinler. “O sussun da, ben ona ne diyeceğimi çok iyi biliyorum,” şeklinde, saldırgan bir tutum sergilemez ya da sözünü kesmez. Böylece taraflar birbirlerine “seni dikkate alıyorum ve seni önemsiyorum,” mesajını verir.
Bir konuşma sırasında yalnız bir çatışma üzerinde durulur; başka çatışma konuları çatışmaya katılmaz. Örneğin, “Hem geç kalıyorsun, hem de bana yardım etmiyorsun,” diyerek, iki konu birden ortaya atılmaz.
Tek kişinin haklı çıkması yerine, iki tarafın da üzerinde anlaşabileceği bir çözüme yönelinilir. “Ben haklıyım, sen yanlış hareket ediyorsun,” tarzında davranılmaz. Çözümlerin, her iki tarafın da kabul edebileceği, gerçekçi ve gerçekleştirilebilir ölçüde belirgin ve dengeli olmasına dikkat edilir. “Sen” yerine “Biz,” “Sen yapmalısın!” yerine “Biz yapmalıyız,” biçiminde ifadelerin kullanılmasına özen gösterilir.
Tehlike Sinyalleri
Buna karşılık, eşler arasındaki iletişimi sabote eden birtakım tutum ve davranışlar, bir bütün olarak evliliği de gün geçtikçe daha olumsuz bir noktaya taşıyan ‘tehlike sinyalleri’dir.
Çatışmaların sağlıklı bir biçimde çözüldüğü ailelere karşılık, bunların marazîleştiği ailelerde, ya eşlerden birinin diğerine (genellikle kadın kocasına) bütünüyle boyun eğmek zorunda kaldığı; ya da eşler arasında sürekli bir güç mücadelesi yaşandığı görülür. Böyle ailelerde, modern zamanın zihinlere zerk ettiği bireycilik fikri doğrultusunda hareket eden eşler, sürekli olarak, karşı tarafı kontrolü altına almaya çalışır. Evliliğin neslin devamı, kadın ve erkeğin birbirlerini tamamlayarak olgunlaşmaları, iffetlerini korumaları, sağlıklı bir cemiyet hayatının teşekkülü gibi hikmetlere binaen Allah’ın lütfettiği bir hayır olduğu unutulur.
Eşler arasında duygu alışverişi çok azdır. Aile ortamına sevgisizlik ve anlayışsızlık hâkimdir. Ne akşam eve yorgun argın gelen koca, karısından güler yüzlü bir karşılama görür; ne de kadın çabalarına karşılık kocasından bir takdir ve teşekkür cümlesi duyar.
Aile ortamına sevgi ve anlayıştan ziyade, güçlü olan eşin diğerini sürekli denetim altında tutmaya çalışması damgasını vurur. Bu yüzden, zayıf olan eş duygu ve düşüncelerini ifade ederken hep korku içindedir. Ya da duygularını ifade etmekten çekinmektedir. Söyleyeceklerini hep önceden kestirmek zorundadır.
Eşler birbirlerinden yapabildikleri kadarını değil, en mükemmelini ister. Temelde aile ferdleri arasında ötekini onaylama ve kabul etme krizi yaşanır. Yapılanın takdir edilmesi yerine, sürekli olarak ‘olması gereken’ vurgusu yapılır. Bu yüzden, her şey göstermeliktir; ötekinin beğenmesi için yapılır.
Bu tarz bir mükemmeliyetçilik sonucunda aile ferdleri kendilerinin oldukları haliyle hiçbir değerlerinin olmadığı, kendi düşünüş ve davranışının önemsiz olduğu hissine kapılırlar. Böylesi bir ortamda yetişen çocuklar da, umutsuzluk duygusuyla yaşar ve kendilerini değersiz ve yetersiz bulurlar.
Yaşanan olaylar çoğu zaman olduğu gibi kabul edilmez. Hep bir suçlama konusu yapılır. Her şeyin denetim altında tutulması ve mükemmel olması gerektiği düşüncesi hâkimdir. Dolayısıyla, aile ferdleri değersizlik duygusunun yanı sıra, kaygı ve utanç duygusu da yaşarlar. Böylece tamamen dışa bağımlı, kendi iç dünyasıyla kopuk, robot gibi yaşayan bir insan tipi, aile ortamında geçerli hâle gelir.
Kırgınlık ve küskünlükler, ifade edilemeden ve çözümsüz bir biçimde sürdürülür. Aile ferdleri birbirlerini anlamaz, birbirlerine anlayış göstermez.
Nihayet, eşler arasında birbirine güven aslında yoktur. Güven var gibi gözükse de, temelde güvensizlik vardır.
Ve Şiddet…
Aile içinde görülen tüm bu hatalar, ister istemez, aile ferdlerinin ruhlarına huzursuzluk ve gerginliğin hâkim olmasına neden olur. Çatışmalar çözümsüz kaldığı gibi, evlilik de yavaş yavaş mutsuz ve umutsuz bir mecraya doğru sürüklenmeye başlar.
Ve şiddet, önce, kendisini tartışmalar ve sonrasında âni patlamalar şeklinde gösterir. Sağlıklı bir iletişimin başarılamaması ve kızgınlıkların doğru bir dille aktarılamaması, bu tartışmalar esnasında kızgınlığın hızla fiziksel şiddete dönüşmesine yol açar. Taraflar psikolojik açıdan çok yüklü ve incinmiş olduğu için, genellikle kavgayı başlatan küçük çatışma konusu unutulur; bir tür genel meydan muharebesi havası ortamı belirler.
Kuşkusuz, şiddetin ortaya çıkışında, bu davranışın bir çözüm yolu olarak ‘öğrenilmiş’ olmasının da önemli bir rolü vardır. Yapılan araştırmalarda fiziksel şiddete başvuran eşlerin, kendi ailelerinde buna tanık oldukları ve bir şekilde bu davranışı modelledikleri görülmüştür.
Kritik olan nokta, huzursuzluk, kızgınlık ve nihayet sonu şiddete çıkan süreçte, sağlıklı iletişime dayalı çatışma çözme biçimlerinin ya çok az kullanılması ya da hiç kullanılmamasıdır. Burada duyguların kızgınlığa ve öfkeye dönüşmeden evvel ifade edilmesi önemlidir. Özellikle eşler huzursuz oldukları konularda, “Eve geldiğinde benimle suçlayıcı konuşman beni sinirlendiriyor,” “Ben bir şey anlatmaya çalıştığımda sözümü kesip bağırmaya başladığında çok kırılıyorum,” diyerek kendilerini neyin huzursuz ettiğini ve kızdırdığını ifade etmelidirler.
Tabii, bunun yanında, eşlerin cümleyi olumluya çevirerek, “Ben geldiğimde hatırımı sorman beni mutlu ediyor,” “Bir sorunun olduğu zaman benimle paylaşman hoşuma gidiyor,” “Benimle bağırmadan konuştuğunda seni daha iyi anlıyorum ve daha huzurlu oluyorum,” demeleri de, eşlerin memnuniyetleriyle beraber, birbirlerinden tam olarak ne istediklerini ifade etmeleri bakımından çok faydalı ve çatışmaların daha başlamadan bitmesinde çok etkilidir.
Özellikle günümüz şehir hayatında eşlerin iletişim becerilerini çok ama çok geliştirmeleri ve çatışmaları fiziksel, psikolojik ya da ekonomik şiddet boyutuna varmadan çözmeleri, çözemedikleri noktada ise yine şiddete başvurmadan iki tarafın saygı duyduğu bir büyüğün hakemliğine başvurmaları çok önemlidir.
Unutmayalım ki, en büyük örneğimiz Sevgili Peygamberimiz (asm) de hayatı boyunca hiçbir kadına el kaldırmamıştır. Bu, eşleriyle sorun yaşamadığından dolayı değil, sorunu bu şekilde çözmeyi tercih etmeyişindendir. Peygamberimiz (asm), çatışmalar ciddi boyuta vardığında, eşinden bir ya da birkaç gün uzak durmuş ama hiçbir zaman fiziksel şiddete başvurmamıştır.
Zira o bir peygamberdi ve aile içinde bir çatışma çözme yöntemi olarak şiddetin, özellikle erkek için bir yönüyle acz ve yenilgi anlamına geldiğini çok iyi biliyordu.
Ne mutlu, şiddet uygulamanın aslında bir yenilgi olduğunu görenlere ve kendilerini ondan uzak tutanlara!
(Ömer Baldık, Zafer Dergisi, Sayı: 349, Şubat-2006)

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet

 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt