kalbdenkalbe mesajlar(felaket asrı 21.yüzyılın insanı)
kalbdenkalbe mesajlar(felaket asrı 21.yüzyılın insanı)
Daha da önemlisi aile içi iletişim bile kopmuş, eşler bir birine yabancılaşmış, çocuklarla ilgilenen kalmamıştı. O hâlde çocuklar da televizyonla ilgilenmeliydiler!.. Olan olmuştu bir kere. Bu sonradan odalarımıza girenler bizi, yani kişiliğimizi, yani benliğimizi, yani her şeyimizi almıştı.
Mutlaka küçük de olsa bir problemi olan insanlarla ilgilenmenin ağır bir sonucu olan, karamsar bir atmosfere mi dönüşüyordum; yoksa içinde bulunduğumuz şu son asrın insanları mı beni böyle düşündürüyordu?
Birincisinin doğru olmadığından emindim; çünkü insan kendisini görücüydü, dünyadaki tüm insanları kandırsa bile, kendisini kandıramazdı. O hâlde ister istemez diğer seçeneğe yönelmek gerekiyordu:
Hiçbir şeyin memnun etmediği günümüzün insanlarını irdelemeli ve bu negatif tabloya bir an önce çözümler sunulmalı, bir şeyler yapılmalıydı. Modern insanın sorunlarına klasik şablonlarla bakmaktansa, yeni fikirler üretilmeliydi…
Bedenler dolduruluyor;
Fakat ruhlara dokunulmuyordu...
Etrafımızda, her istediğinin olmasını dileyen, sonra istediği ve beklediği şeyler gerçekleştiği hâlde yine de tatmin olmayıp doyumsuzca istemeye devam eden, kanaat göstermekten mahrum olan insanlar görmekteyiz. Hiçbir şeyin kendisini memnun etmeye yetmediği, hırsla ve doyumsuz bir arzuyla koşuşturup kesesini ve bedenini dolduran; fakat buna rağmen ruhunun isteklerine kulak vermeyip, ruhunun haykırışlarını duymayan, duymak istemeyen günümüzün, son asrın insanlarıydı bunlar…
Kazandıkça daha fazlasını isteyen, her şeyin en iyisini ve en mükemmelini arzulayan, doyumsuzca yaşamını devam ettirmek isteyen; fakat o doyumsuz yaşamının ne zaman ve nerede biteceğinden bile bilgisi olmayan âciz; ama hiçbir şeyin memnun etmediği, son asrımızın insanlarını, bu çıkmaz sokaktan kurtarmak gerekiyordu. En azından büyük bir âlimin dediği gibi:
"Bu selden kaç kütük kurtarırsak, kârdır…" Bir değil; birçok şey yapılmalıydı ve "Ne yapabiliriz?" diye düşünmek yerine; bir yerlerden başlanmalıydı.
Teknolojinin
getirdikleri ve götürdükleri
Âdeta bir teknoloji bombardımanına uğramışçasına her yeni bir günde farklı bir ürünün piyasaya sunulduğunu ve bu ürünlerin tanıtımını yapmak için binlerce reklâmın zihnimizi işgal ettiğini görüyoruz. Hatta şu anda biz bu yazıyı yazarken ve hatta bu yazı sizlere ulaşana kadar hiç tasavvur dahi edemediğimiz birçok ürün piyasaya sürülecek ve bizler bunları evlerimize taşımak için daha çok çalışıp daha çok kazanmamız gerektiğini düşüneceğiz. Sonra ya taksitle yahut kredi kartıyla ya da ağır bir borç yükünün altına girip alıvereceğiz evimize yeni ve son marka bir eşya…
Oysa eskiden odalarımız genişti, odaların genişliği ise, gönül genişliğiyle aynı anlama geliyordu. Zira odalar ne kadar geniş olursa o kadar fazla "İnsan" bir araya gelecek, muhabbet edecek, dertleşecekti. Aniden, ne olduğunu bile anlamadan bu odalardaki yer minderlerinin ve yastıklarının yerini çekyatlar, kanepeler, oturma grupları, vitrinler, sandalyeler ve masalar almıştı. Gerekçesini ise, evin hanımı şöyle açıklıyordu:
"Misafir gelince mahcup olmayalım bey!.." Mahcup olmak istemiyordu evin hanımı; ama kime karşı? Misafir kimi görmeye gelecekti: Sizi mi yoksa eşyalarınızı mı?
O geniş odalarımızda adım atacak yer bile kalmamıştı bunların girmesiyle. Sonra bu da yetmemişti… Televizyonlar, müzik setleri, bilgisayarlar, Antik süs eşyaları, kristaller… İşgal etmişti evlerimizi ve odalarımızı. Fakat karşılıksız değildi teknolojinin son ürünlerinin odalarımıza girmeleri. Aslında öyle abartılacak kadar bir şey almamışlardı; sadece "Biz" i... Üç harflik bir yer kaplayan "Biz" i ve "Biz"leri. Yani bizi, bizden almışlardı.
"Sakın dokunma!", "Dur!", "Kıracaksın şimdi!", "Onun ne kadar paha biçilmez olduğunu nereden bileceksin sen!"… diyerek azarladı anneler çocuklarını. Evin içerisinde çocuğa oyun oynamak şöyle dursun; gezmek, yürümek bile yasaktı. Fakat çocuk dinlemeyecekti o nasihatleri ve merak edecekti bir vazonun yere düşerken çıkardığı sesi… Nerden bilecekti ki çocuk o vazoyla birlikte yiyeceği dayağı ve onca kötü sözü… Bazı çocuklar ise, anne ve babalarının eşyalara verdikleri değeri, kendilerine vermedikleri için, bir intikam duygusuyla saldırmaktaydı evde özellikle korunan, değer atfedilen eşyalara. Onun dünyasında "değer", metâ ile ölçülmüyordu, çünkü. Lâkin çağdaş, zamane annesi nereden bilecekti bunu. Kırılan bir vazo ile kırılan bir çocuk ruhu arasında bir fark yoktu onun için.
Ve artık hiçbir şey eskisi gibi değildi ve eskisi gibi de olmayacaktı. Çocuklara bile yer kalmayan 21. yüzyıl evlerinde, her akşam toplanmalar, muhabbet etmeler, dertleşmeler, paylaşmalar da yok olacaktı.
Bir fincan kahve ikram edilip karşılığında ise, ciltler dolusu bilgi ve tecrübeler öğrenilirdi aynı odalarda. Onun için kırk yıl hatırı olurdu bir fincan kahvenin. Şimdi ise, kahve fincanları birer süs eşyası olarak vitrinlerde tozlanmakta...
Özellikle televizyonun girmesiyle aynı odalara, bu insanlar televizyonun hâkimiyetine girerek o mahalle sohbetlerini, birlikteliklerini kaybetmişlerdi. Daha da önemlisi aile içi iletişim bile kopmuş, eşler bir birine yabancılaşmış, çocuklarla ilgilenen kalmamıştı. O hâlde çocuklar da televizyonla ilgilenmeliydiler!.. Olan olmuştu bir kere. Bu sonradan odalarımıza girenler bizi, yani kişiliğimizi, yani benliğimizi, yani her şeyimizi almıştı.
Bizi bizden almıştı işin hâsılası.
Günümüzün insanları, istediği her şeye anında ulaşabilmesine rağmen, Ruhsal boyutlarına kapı açamıyordu. Ruhu ıstırap içerisinde kıvranırken, derin acılar çekerken, çağdaş birey, bu eksikliği, almak istediği son metâ ile doldurmak istiyordu ve anlayamıyordu ruhun metâ ile değil; mâna ile doyuma ulaşacağını…
Son asrın vebası olarak nitelendirilen depresyon ve stres gibi psikolojik rahatsızlıkların temel nedeninin, ruhumuzun mâna ile değil de; metâ ile doyurulmak istenişinden ileri geldiğini anlamak zorundayız artık. Fakat anlamak da yetmiyor, yaşamak ve yaşatmak için mücadele etmeliyiz. Ki bu da güçlü bir aile yapısının varlığıyla doğru orantılıdır. Aile üyelerinin birbirlerine karşı olan sevgi, şefkat, anlayış, değer ve birliktelikleri ruhun mâna ihtiyacını karşılar ve onu güçlü kılar. Bu yüzdendir ki psikolojik bunalımların en temelinde kişinin aile yapısı yer almaktadır.
Aile hayatımızda
gelmiş olduğumuz
son noktalar
21. yüzyılın genel aile profiline baktığımızda, baba (zamane babaları), akşama kadar işte ve bitmez tükenmez ihtiyaçlar için daha çok kazanmak arzusundadır. Onun çocuklarla, eşiyle ilgilenecek vakti yoktur. Evinin ihtiyaçlarını karşıladığında (metâ cinsinden) görevini yapmış demektir.
Anne ise (evinin hanımı, çocuklarının anası olan annelerin nesli tükendiği için çalışan annelere hitap ediyorum), zayıf bedeni günün yorgunluğunu kaldıramadığından bir de çoluk çocuğun kahrını çekmek elbette ona ağır gelecek, buna bir de yemek ve temizlik gibi evin zarurî ihtiyaçlarını eklediğimizde, bu duruma daha fazla katlanamayacak ve aslî vazifesi olan çocuklarını sevgiden, şefkatten ve diğer tüm olumlu özelliklerden mahrum olarak yetiştirecektir. Kocasına gereken ilgi ve memnuniyeti gösteremediğinden, onu dışarıya, kendi evinde bulamadığını başka mekânlarda aramaya alıştıracak ve bir ailenin paramparça olmasına zemin hazırlayacaktır.
Aile kurumumuzdaki bu tahribatı en çok arttıran ve aile hayatına en ağır darbeyi vuran 21. yy'ın tanıdık yabancısı televizyondur. Tanıdık bir yabancıdır televizyon denilen o kara âlet. Tanıyoruz; çünkü her eve ve her odaya girmiş durumda. Aynı zamanda yabancıdır; çünkü hiç tanımadığımız insanları evimize getirmektedir.
Aslına bakarsanız, sorunu televizyonda değil; onu yanlış amaçlar doğrultusunda kullananlarda aramak gerekir (Teknolojinin her ürünü için geçerlidir bu). "BBG" gibi, "Biz evleniyoruz" gibi, "Gelinim olur musun?" gibi toplumsal değerlerimizi, inançlarımızı ve ahlâkımızı yok eden; namus, iffet ve hayâ gibi kavramları literatürümüzden çıkaran bu tür programları ağır bir somutlaştırmayla ben şuna benzetiyorum: Hani hayvan yetiştirme çiftlikleri olur da orada ineklerin verimini arttırmak, doğurganlık oranlarını yükseltmek için en iyi tosunlar seçilir ve tüm ineklerin içerisine bırakılıp hangisini beğenirse onunla birleşir ya!.. İşte bu tür programlar da tabiri caizse aynen bu hayvansal metotlara benzemektedir. Evlilikler ahır hayatına dönüştürülmek istenmektedir. Üç–beş günlük bir birliktelikten, fizyolojik ihtiyaçlar tatmin edildikten sonra bir metâ gibi yüzüstü bırakılan eşler, dağılan yuvalar, her geçen gün artan boşanmalar ve daha da tehlikelisi evlilik dışı doğan çocuklar 21. yy'ın, yani bizlerin sorunudur.
"Bir yastıkta kocayın!" temennileri artık evliliklerin ilk günlerinde ve sadece lâfta kalmaktadır. Bir yastıktan, iki ayrı yastığa, iki ayrı odaya ve nihayet ayrı ayrı evlere gelinen aile tablolarıyla karşılaşmaktayız sayısızca…
Zamane
ana babaları...
Ne demekti bu; ya da ne anlatılmak istenmişti bu sözle? Meselâ, o kadını "zamane annesi" yapan şey sadece enteresan giyimi miydi? Yürüyüşü, tavır ve hareketleri, sonra yüzündeki o yüksek çözünürlükteki rengârenk boyalar mıydı? "Her anne kadın olabilir; fakat her kadın anne olamaz." sözünü doğrulayan bu hâdise bizlere 'ana' olmanın sadece çocuk doğurmak olmadığını o kadar güzel anlatıyordu ki… Zira annelik çok yüce bir vasıftı; fakat "zamane annesi ve babası" yakınmalarından anlaşılan o ki, bu yüce değerlerin de içi boşaltılmıştı.
Hiçbir şeyin doyuramadığı ve memnun edemediği günümüzün tüm zamane kadınları, kendilerini teşhir etmekle, çekici ve tüm gözlerin kendisinde toplanmasını beklemekle, bu hazımsızlığını bir kez daha göstermekteydi. Hiç ölmeyecekmiş gibi büyük bir hırsla dünyaya çalışıp, âhiret hayatını unutan tüm zamane erkekleri de, kazandıkça kazanmış, her istediğini elde etmek için gecesini gündüzüne katmış ve sonuçta bu isteğini kendi benliğinden, kendi özünden uzaklaşarak çeşitli yollarla elde etmiş; lâkin yine de doymamıştı. Çünkü elde etmesi gereken daha çok şey vardı: Daha çok para, daha çok mal ve daha aşılması gereken uzun bir yol… Nihayetinde ise, hüsranla biten acıklı bir son… Kalleş bir kurşunla gelen hiç beklenmedik bir ölüm ya bir intihar ya da sonu ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde noktalanan ağır bir ruhsal bunalım…
Ben minibüste not defterimi bu şekilde karalamaya devam ederken, Ulus'a yaklaştığımı anlamış ve inmek için oturduğum yerden ayağa kalkmıştım. Lâkin kendimi bir türlü toparlayamıyordum. Zihnim hâlâ tebessüm etmeyi unutan, yıllar yılı bir o yana bir bu yana koşuşturup, hep kazanmak, biriktirmek ve yığmak isteyen; bunları kazanırken birçok şeyi de beraberinde kaybeden, sevgiyi, şefkat ve merhameti unutan, huzuru kendi ailesinde değil; başka yerlerde, başka ortamlarda arayan zamane insanlarında takılıp kalmıştı…
Kitlesel bir hastalığa
dönüşen hırs “gurur”, “tamahkârlık”,
“sahip olma” ve “zayıf olanı yok etme”
gibi şeytânî fiiler
21. YÜZYIL İNSANINI neye göre ve nasıl değerlendireceğimi düşünürken, işin psikolojisini bir tarafa bırakmak istedim; fakat ben onu bıraktığım hâlde, o beni bırakmadı ve gördüm ki, bizler bir birimizi nasıl yok edebilir ve ondan nasıl faydalanıp çıkar ve menfaatlerimiz doğrultusunda kullanabiliriz, hırsıyla yanıp kavrulmaktayız. Oysa "Ben insanım." diyen herkesin Amerika'nın Irak'ta; İsrail'in Filistin'de ve daha birçok yerlerdeki işgallere, saldırılara, insanlık dışı fiillere, katliamlara kayıtsız kalmaması gerekiyor. İnsanlıktan çıkmış olan biz insanlar ve biz Türkler ise, kendi topraklarımız, limanlarımız ve hava alanlarımız üzerinden Amerikan bombalarını, masum insanların üzerine yağdırıyoruz. Buna rağmen insan olduğumuzu, hatta daha da ileri gidip Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz.
1 Eylül 2004 Çarşamba günü Resmi Gazete'de yayınlanan bir tebliğe göre, 7 deniz limanımız ve 6 hava alanımız, meclisin onayını almaya bile lüzum görmeden, Amerika'nın hizmetine veriliyor. Yani Irak'ı işgal ederek din kardeşlerimizi ve soydaşlarımızı katleden, işkenceden geçiren, aç, ilâçsız bırakan ABD'nin Türkiye'ye yerleşmesine izin veriliyor. Plânlarını daha iyi gerçekleştirebilsin diye… Oysa TBMM aracılığıyla 1 Mart 2003'te, ABD askerlerinin Irak'taki kardeşlerimizi öldürmek için Türkiye'den geçmesini milletçe reddetmiştik… Peki, Meclis kararıyla reddettiğimiz şeyi şimdi bir tebliğle niçin kabul ediyoruz?
Artan terör eylemlerinin, canlı bomba saldırılarının, işgallerin ve insanlık dışı tüm hâdiselerin temel dinamiğini oluşturan "hırs", "gurur", "tamahkârlık", "sahip olma" ve "zayıf olanları yok etme" gibi şeytanî fiiller, bireysellikten de öteye gidip toplumsal boyuta ulaşarak, kitlesel bir hastalığa dönüşmüştür 21. yüzyılda.
21. yüzyılın terör yüzyılı olmasının nedeni nedir sizce?
Ya da şöyle soralım: Bir terörist nasıl yetişir, neyi ve kimleri kendisine model seçer?
***
Bunun yanında şu anda kayıtlarda (sadece kayıtlarda) 300 bin tinerci çocuk, kapkaççı çocuk görülüyor. Bu çocuklar yarın büyüdüklerinde durumları ne olacak dersiniz? Peki, ya toplumun, sosyal yapının hâli ne olacak ileride, bu çocuklarla. Sayıları gün geçtikçe artan bu ve benzeri çocuklar, eğitilmediklerinde, üzerlerini birer süs eşyası gibi bombalarla süsleyen, sonra da insanların en çok bir arada bulunduğu kalabalık ortamlarda düğmeye basan birer terörist eylemcilere dönüşüyorlar, maalesef.
Okur mektubuma
gelenler ve çağımızın
nevrotik insanları
Gelen okur mektuplarımda, sormaktan ziyade paylaşmayı tercih eden değerli okuyucularım, bazen kendi hayatlarından tablolarla, bazen de çevrelerindeki diğer insanlardan kesitlerle çağımızın insanlarını daha iyi ve farklı açılardan tanımama oldukça destek vermektedirler. Aynı zamanda bu vesileyle çeşitli insan figürlerini tanımamda yardımcı olmaktadırlar.
Bunun yanında eleştiri ve sorularıyla bizlere "Dur!" diyen; ya da "Söylediklerin az bile" diyerek daha çok anlatmamız gerektiğini ifade ederek, koşmamızı sağlayanlar da oluyor. Tüm okuyucularıma ve tüm okurlara teşekkürlerimi bir borç biliyorum.
Son haftalarda en çok gelen sorulardan birisi olan:
"İnsan gücünü mü yoksa gerçekten sizin dediğiniz gibi acziyetini mi görmeli?" sorusunu okuduğumda, şu geçmişti aklımdan:
"Çağımızın insanına yakışan bir soru bu!" Bu bağlamda gelen diğer bir soruda ise, NLP'den niçin bu kadar rahatsız olduğum soruluyor ve son yazılarımda mutlaka NLP'ye çattığımı söylüyorlardı. Haklıydılar, bunlar sorulması gereken sorulardı…
Daha çok psiko–sosyal boyutunu ele almaya çalıştığım ve şu anda okumakta olduğunuz bu yazıyı ortaya çıkaran da işte bu sıkıntıları yok etmek içindi. İçinde bulunduğumuz şu son asrın insanlarını tedirgin yapan, nevrotikleştiren, doyumsuz ve memnuniyetsiz kılan birçok etken vardı. Bunların en başında bireyin kendisi yer alıyor olabilirdi; fakat birey, sonuçta 21. yüzyıl dediğimiz ve bizim dilimiz döndüğünce anlattığımız, sizlerin de her gün yaşayarak gördüğünüz bir çağda yaşamaktaydı.
O hâlde etkinliği ve gücü çok belirgin bir şekilde artan ruhsal hekimliğin, psikolog, psikoterapist ve türevlerinin bu duruma çözüm yolları ve çareler sunmaları gerekiyordu. Nihayetinde de öyle oldu, az ya da çok… Lâkin bu gidişat büyük bir tehlikenin de sinyallerini vermekteydi: Alanında uzman, yetkili ve gerekli eğitimi almamış olan birçok insan, kendilerini üç–beş seminer vererek ve birkaç kişisel gelişim kitabı yazarak, bu işten çıkar ve menfaatleri doğrultusunda faydalanmaya çalışmaktaydı. Bunlara en büyük desteği sağlayan güç ise, NLP sistemiydi.
Bununla da kalmamıştı NLP, kendisine çektiği her insanı, insanlıktan ilâhlığa doğru götüren, 21. yüzyılın çağdaş şirk kapısını aralamıştı. İnsanı, başta kendisinden olmak üzere, ailesinden, çevresinden ve toplumdan soyutlayıp sadece ve sadece mutlak başarıya odaklayan, her istediğini yapabilen; fakat hiçbir şeyden memnun olmayıp hep daha fazlasını, daha yukarısını, daha iyisini, çok kısa bir zaman diliminde yapabilmeyi hedeflemişti NLP. Bu ise ünlü psikanalist, Karen Horney'in tabiri ile çağımız insanlarını nevrotikleştirmekten öteye gitmemişti.
Çağımızın doyumsuz insanını, iyice doyumsuzlaştırmaktan öteye gitmeyen bu NLP dalgasının elbette ki olumlu yönleri olabilir; lâkin geneli göze aldığımızda, NLP'nin bireyi nasıl yücelttiğini, sonu gelmeyen arzu ve isteklerle mutsuzluğa gömdüğünü, var olanın şükrünü eda etmek şöyle dursun; "Niçin daha fazlasını elde etmeyeyim?" diyerek, hiçbir şeyden memnun ve razı olmayan insanlar ürettiğini görmemek için, ruhsal ve duyusal organlarımızın tamamının kapalı olması gerek.
NLP, bir kişisel gelişim stratejisi ise, yani insanın huzuru, mutluluğu ve ruhsal yönden kendini iyi hissetmesini sağlayan, her şeyin olumlu yönleri olduğunu gösteren bir güç ise, ortaya çıkan bu gibi tehlikeli sonuçlar nereden kaynaklanmaktadır. Bunlar NLP' nin amaçları ile çok büyük bir çelişki değil midir?
"Gücümüzü değil; biraz da acziyetimizi görelim." diyerek özetlemeye çalıştığım yazımda olduğu gibi yine ve sonuna kadar NLP yerine Kur'an diyorum. Batı kültürlerinin ürünlerine değil; kendi özümüze dönelim diyorum ve yine aynı sözümü dile getiriyorum:
"Sinir dilinin programlanmasında çok önemli bir yere sahip olan "Olayların pozitif ve güzel yönlerine bak!" prensibi, İlâhî Mesaj'ın neredeyse tamamında vurgulanmaktadır; fakat sadece adı NLP değildir. Bizler kendi "öz"ümüzden koptuğumuz için çareyi dışarıda, kendi inanç ve değerlerimizin dışında bir yerlerde arar olmuşuz. Bunun faturasını ise, bazen çok ağır bir şekilde ödemek zorunda kalıyoruz."
Sonuç yerine
Bu hâlden sonra yapılacak tek bir şey kalmaktadır: Çözümü dışarılarda, farklı inanç ve kültürlerde değil, insanı her istediğini yapabilecek ya da yaptırabilecek bir ilâh gibi gösteren sistemlerde değil; kendimizde, kendi öz kültürümüzde, kıyamete kadar asla bozulmayacak, değiştirilemeyecek ve tahrip edilemeyecek olan Kur'an'ı Kerim'de aramalıyız.
Hangi yüzyılda olursak olalım, Allah ve Resûlü'nün yolundan, yani hak yoldan ayrılmayalım. Sünnetullah çizgisini ve Allah'ın bizler için yasakladığı hudutları aşmayalım. Gerçek bir mü'min gibi, Allahu Teâlâ'nın "Has kullarım" dediği kâmil insanlar gibi teslim olup emredilenleri yapmak için gerekirse her şeyimizi feda edelim, sahâbe gibi…
21. YÜZYILDAN BİR TABLO
Ben bu satırları yazarken yine insanları seyrediyor, gözlemliyordum.
Tarih: 14 Ekim 2004, Yer Ankara…
İnsanlar suskun,
Yüzler gergin,
Tebessüm eden birini bulmak çok zor…
Zoraki ve yüzeysel olarak sahte kahkahalar atanlar da yok değil; fakat içten gelen bir selâm, bebek yüzündeki masumluk yok. Her bir insan büyük bir mücadelenin erleriymiş gibi koşuşturmakta…
Ve ben de, bu muazzam kalabalığın içerisinde bir an önce işlerimi halletmenin gayreti içerisindeyim. Henüz müstakil bir arabam olmadığı için minibüse binmiş ve Ulus'a doğru yola koyulmuştum. Bir hayli ilerledikten sonra karşıdan karşıya geçmekte olan enteresan giyimli bir kadın ve kucağında masumane bir yavru, az kalsın taksinin altında kalacaktı. Bunu gören minibüs şoförü yanındaki beyefendiye seslenerek:
"Bu nasıl bir ana?" diye sormuş ve şu cevabı almıştı:
"Zamane anneleri bunlar şoför bey, tıpkı zamane babaları gibi…"
KÜLTÜREL KİMLİK
SENDROMU
Alt kültür, üst kültür ve evrensel kültür olarak nitelendirdiğimiz, kültürel hayat profillerindeki bu sıralamanın insanlar arasındaki değer, inanç, ahlâk, düşünce, tavır, davranış ve yaşam tarzlarındaki farklılıklardan kaynaklanmasına rağmen; aydın diye vasıflandırabileceğimiz 21. yüzyılın sözde şahsiyetleri, bunu kişilik ve kimlik boyutuna indirgeyerek, alt kimlik, üst kimlik ve evrensel kimlik gruplamasına gitmişler, insanları ırk ve etnik ayrımcılığıyla değerlendirmeye tâbi tutmuşlardır. Yani 21. yüzyıla ortaçağ zihniyetini getirmek isteyen çağımızın sözde aydınları, bilim adamları ve sanatçıları, aslında farkında olmadan sadece kendi benliklerini yüceltmek için bu yolu seçtiklerini göstermişlerdir. Dünya siyasetinde de kendisini çok açık bir şekilde gösteren bu anlayış sonucunda ortaya çıkan savaşlar, işgaller, kargaşalar üst ve evrensel diye yüceltilen, kültür–kimlik bunalımının doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmıştır. Güçlü olanın zayıfı yok etmek, ona sahip olmak ve kendi gücünü daha fazla arttırıp evrensel bir hâkimiyet kurabilmek için üretilen bu gibi postmodern tehlikeleri, elimizin altında bir rehber olarak ve her zaman en yakın başvuru kaynağımız olan Kur'an ve Sünnet'e göre değerlendirmeliyiz.