Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

kalbdenkalbe mesajlar(buharalı seyyid emir sultan) (1 Kullanıcı)

Ravza_Nur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
8,116
Tepki puanı
3
Puanları
0
Seyyid Muhammed Buhara’da doğar. Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı iyi yetişir. Babasının (Seyyid Emir Külâl hazretleri’nin) vefatı üzerine Medine’ye yerleşmeye niyetlenir. Artık Alemlerin Efendisine komşu olmalı ve ömrünün sonuna kadar kalmalıdır orada. Nitekim önce hacceder, sonra Münevver Belde’ye geçer. Ama bakın şu işe ki, o yıl görülmedik bir kalabalık vardır. Yine de misafirhanelerden birinde kıvrılıp uyuyacak kadar olsun bir yer bulur, döşeğini serer. Ancak binaya bakanlar alelacele gelir, başına dikilirler. “Ama efendim” derler, “orası Seyyidlere ayrıldı” Seyyid Muhammed güler. “İyi ya” der, “Ben de Seyyidim zaten.” Görevliler “Hadi canım sen de” demezler belki, lâkin delil isterler. Seyyid Muhammed ellerini çaresizlikle açar, boynunu büker, “Buraların yabancısıyım, söyleyin kim şahit olsun bana?” der.
-Peki ama, biz nasıl inanalım sana?
-Durun. Bir şahit buldum galiba.
-Kimi?
-Dedemi!
Seyyid Muhammed “Buyrun!” der, önlerine düşer. Mescid-i Nebi’ye gelirler. Genç Seyyid kabre döner, “Esselamü âleyküm ya ceddi!” der. Kabirden çok tatlı bir ses duyulur “Ve âleyküm selâm ya veledi!”

İSTİKAMET ANADOLU
Seyyid Muhammed Medine’de yerleşmeye niyetlidir, ancak bir gece rüyasında Resulullah Efendimiz’le, Hazret-i Ali’yi görür. Ona, Anadolu’ya gitmesi emredilir. Üç nurdan kandili takip edecek, kandillerin söndüğü yerde yerleşecektir.

Seyyid Muhammed uyandığında kandilleri karşısında bulur. Hemen o gün hazırlanır, çıkar yola. Seyahat haftalar sürer ve bir gün kandiller söner. Uludağ eteklerinde yemyeşil bir beldededir şimdi... Bursa’da!
Yöre halkı onu keşfetmekte gecikmez. Etrafında halka olur sohbetine katılırlar. Hatta Sultan derler ona. Emir Sultan!
O günlerde Yıldırım Bayezid Macarlar’la savaşmaktadır. İki tarafta güçlü, haliyle kayıplar büyüktür. Yaralılar öylesine çoktur ki çadırlardan taşar. Üstelik cerrah sıkıntıları vardır. Ancak, revirde o güne kadar tanımadıkları bir genç peydahlanır. Görünüşe bakılırsa son derece mahir bir hekimdir. Hatta günün birinde sultanın kolundaki yarayı sarar. Kesik derindir, ama tutkalla yapıştırılmışçasına iyileşir. İzi bile kalmaz. Yıldırım Bâyezid sargıyı çözerken hayretten dilini yutar. Zira bu hanımının nişanlıyken kendisine verdiği mendilin yarısıdır. Sırrı bilmek ister. Ama esrarengiz genç yoktur ortalıkta.

Niğbolu müstahkem bir kaledir. Osmanlı ordusu büyük kayıplar vermesine rağmen tek taş sökemez. Görünen o ki, bu gidişle kaleye girmeleri ham hâyâldir. Ama Yıldırım kolay pes etmez. Büyük bir âzimle yürür surların üstüne. Tam ümidini yitirmek üzeredir ki, kale kapısı açılır. Osmanlı ordusunu âdeta içeri buyur eden genç kolundaki yarayı saran hekimin ta kendisidir.

FATIMA SULTAN’IN RÜYASI
Yıldırım o yıl Edirne’de konaklar. Ailesi Bursa’dadır. Bâyezid’in Hundi Fatıma adında hâya ve takva sahibi bir kerimesi vardır. Bu kızcağız bir gece rüyasında Efendimiz’i görür. Ondan Muhammed Buhari ile evlenmesi istenir. Ama kızcağız edebinden kimseye bir şey söyleyemez. Ertesi gün Server-i Kainat yine rüyasını şereflendirir ve “Eğer” buyururlar, “Ahirette şefaatime kavuşmak istiyorsan dinle beni!”

Hundi Fatıma Sultan’ın talibi çoktur. Adı büyük paşalarla, namlı beyler sıradadır. Görünüşte Emir Sultan gibi fakir ve garip biri onlarla aşık atamaz. Ancak Hundi Sultan kararlıdır. Bedeli ne olursa olsun Emir Sultan’la evlenecektir. Ama sırrını kimselere açamaz. Hem Emir Sultan’ın Efendimizin emrinden haberi var mıdır acaba?

Çok geçmez. Bir gün Emir Sultan dünür yollar saraya. Valide sultan dudak büker. Açıktan açığa “olmaz!” demez; ama öyle demeye getirir. “Söyleyin ona” der, “kırk deve yükü altın getirsin, alsın kızımı!”
Emir Sultan sakindir, “Öyleyse!” der, “göndersin develeri!”
Mübarek, devecibaşını karanlıkta karşılar, onları hiç dolandırmadan Nilüfer çayına götürür. Su yatağındaki çakılları göstererek “Doldurun!” der, “Hatta kendi keselerinizi de.”
Devecilerden bazıları “bunda bir hikmet olmalı” der, bazısı güler geçer. Hele içlerinden biri “n’olacak bunlar” deyip aldığı çakılları geri döker.
Muhammed Buhari Hazretleri Valide Sultan’ın huzuruna çıkar. Heybeler ters yüz edilir. Zemini kıpkızıl altın kaplar. Valide sultan şaşırmanın ötesinde korkar. Şimdi diyecek tek sözü vardır: “Nasıl istiyorsan öyle olsun!”

YILDIRIM’IN TEPKİSİ
Nikah haberi Edirne’ye ulaştığında Yıldırım çok bozulur. “Benim kızım, benden habersiz nasıl evlenir?” der ve kızını cezalandırmak üzere Süleyman Paşa’yı Bursa’ya yollar. Valide Sultan kızına ve damadına siper olur. Dahası büyük âlim Molla Fenari araya girer, askeri ikna eder. Hatta sarılır kaleme, padişaha bir mektup yazar. Yıldırım Bayezid’in Molla Fenari hazretlerine olan hürmetini bilen Süleyman paşa boyun büker, döner geri.
Aradan aylar geçer. Bayezid Bursa’ya avdet eder. Halk yollara çıkar, sultanı karşılar. Yıldırım bir an kalabalığın içinde esrarengiz hekimi görür. Derhal atından iner. Ellerinden tutup sorar: “Söyle yiğidim o maharet neydi öyle?” Emir Sultan hazretleri Feth suresinden bir ayet okur. “Allah’ın kuvvet ve yardımı, biat edenlerin vefa ve sadakatlerinin üstündedir” Bayezid tekrar sorar: “Ya mendilin öbür yarısı?” Emir Sultan cebinden çıkarıp uzatır. Sultan meraklıdır: -Adını bağışlar mısınız?
-Muhammed!
-Yanında Buharisi’de var mı?
-Var!
-Yoksa?
-Elinizi öpebilir miyim baba.
-Hayır. Öpülecek el seninki.
Ve kucaklaşırlar.


BURSA ULU CAMİİ
Yıldırım Bayezıd Niğbolu zaferinde kazanılan gânimetlerle muhteşem bir mescid yaptırmak ister. Mimarlar bugün Ulucami'nin bulunduğu mevkide karar kılarlar. Söz konusu arsa üzerinde evi, bahçesi olanlara başka yerden muadil yer verilir. Hatta ceplerine birkaç kese altın sıkıştırılır gönülleri hoş edilir. Ancak yaşlı bir kadıncağız bir "Evim de evim" feryadı tutturur ki sormayın. Değerinin fevkinde ücretlere omuz silker, bütün tekliflere "olmaz" der. Önce vezirler, sonra bizzat Sultan, kadının ayağına gider, iknaya çalışırlar. Ama o direnir.
Sultan Bayezid caminin yerini sevmiştir. Hiç hesapta olmayan pürüz canını sıkar. Hatta divanı toplar, çözüm yolu arar. Kadılar "mal onun değil mi" derler, "satarsa satar, satmazsa satmaz!" Meclis çaresizlik içinde dağılırken Bayezid'in aklına damadı gelir. Emir Sultan'ı bulur meseleyi anlatır. Mübarek sadece tebessüm eder. "Acele etme!" der, "Bir gecede neler değişmez?"
İhtiyar kadın o gece rüyasında mahşer meydanını görür. Annenin çocuğundan kaçtığı bir dehşet anıdır. Kalabalıkta korkunç bir azab endişesi vardır. O arada bir dalgalanma olur. İnsanlar âlemlere rahmet olarak yaratılan Efendimiz'in yanına koşarlar. Şefaate kavuşan kavuşana. Kadıncağız da niyetlenir, ama bırakın yürümeye, kıpırdamaya mecâli yoktur. Ayakları vücudunu taşıyamaz, ıstırapla yerleri tırmalar. Elinden kaçan büyük fırsat ciğerini dağlar. Feryad figan ağlamaya başlar. İşte tam o sırada Emir Sultan'ı görür, "Herkes cennete gitti" der, "Ben bir başıma kaldım burada!" Mübarek o gönül ferahlatan tatlı sesiyle sorar, "Kurtulmak istiyor musun?" Kadın nefes nefese cevap verir:
-Hiç istemez miyim?
-Öyleyse Sultanımızı üzme!
Ertesi gün kadın ayağı ile gelir, evini verir. Üstelik önüne konulan ücreti bağışlar camiye.

ANKARA SAVAŞI
Emir Sultan, Yıldırım'ın Timur Han'la savaşmasına razı değildir. Ama ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu kardeş kavgasına mani olamaz. Çekilir bir taraflara. Hatta bu kayıtsızlığa mana veremeyen Hundi hatun sorar:
-Babamı yalnız mı bırakıyorsun?
-Bak hatun! Ne bu savaşın bir manası var, ne de babanın kazanma şansı. Eğer elinden birşey geliyorsa hiç durma, geç olmadan çevir onu.
-Niye öyle söylüyorsun. Babam mağlubiyet tatmamış bir sultandır.
-Evet Timur da mağlubiyet tatmayan bir hakandır. Sen onun kaç devleti yıktığını biliyor musun? Üstelik ülkesi daha büyük, askeri daha fazla. Dahası Maveraünnehr illeri ilimde de, sanatta da çok önümüzde.
-Sen babamın manevi zırhı değil misin?
-Peki sen Timur'u koruyucusuz mu sanıyorsun. O, zamanın kutbundan dua aldı. Ancak Hace Hazretlerinin dahi böylesi bir savaşa rızası yok.
-Ne yapmalıyız peki?
-Baban aklını örten öfkenin farkına varmadıkça ne yapabiliriz ki?
-Diyelim ki öfkesi galip geldi.
-Zor günlere hazırlansanız iyi edersiniz.
Ankara savaşında yaşanılan acı mağlubiyetin ardından Timuroğulları Bursa'yı muhasara altına alırlar. Şehir halkı zor durumdadır, hatta aç kalır. Ahali gelip Emir Sultan'ı bulur ve çok yalvarırlar. Mübarek bir kağıda birşeyler karalar, ordugâha yollar. O kağıtta ne yazılıdır bilemiyoruz, ancak hemen o gün çadırlar sökülür. Asya yollarına göç düzülür.

EMİR SULTAN KİME GÖLGE?
Ne hikmetse Anadolu halkı hep Emir Sultan Hazretleri ile Yıldırım Bayezid arasındaki menkıbeleri anlatır. Hâlbuki bu büyük veli Bâyezid'den ziyade Çelebi Mehmed'in yanındadır. Ankara savaşının ardından Anadolu çok karışır. Şehzedelerden Musa Çelebi, İsa Çelebi'nin üzerine yürüyüp Bursa'yı ele geçirir. Süleyman Çelebi ise Edirne'yi elinde tutar. Ancak bunlar devleti muhteşem günlerine döndürebilecek kıratta değildirler. Şehzade Mehmed iyi bir asker ve dirayetli bir liderdir. Ancak fitne çıkarmaktan çekinir. Çekilir köşesine işaret bekler. Allah dostları ne derse onu yapacak. İcabında kardeşlerinin emrinde çeri olacaktır. Bir gece rüyasında Murad-ı Hüdavendigar'ı görür, yanında Emir Sultan Hazretleri vardır. Dedesi önce bir kılıç verir, sonra yerinde duramayan kar renkli küheylanı gösterir "Haydi!" der, "Vazife sende!" Çelebi Mehmet hâlâ mütereddittir. Emir sultan bakışları ile cesaret verir ona. "Korkma!" der, "yanında biz varız!" İşte Çelebi Mehmed bu işaret üzerine yola çıkar ve tabiri caizse Osmanlı Devletini silbaştan kurar. Tarihçilere sorarsanız Çelebi Mehmed'in başardığı iş Osman Gazi'ninkinden aşağı değildir. Emir Sultan vefatından sonra da büyük hürmet görür. Meselâ Yavuz Selim, Mısır seferine çıkarken büyük velinin nurlu türbesini ziyaret eder, imdat diler. Kabirden çok net bir ses işitilir:
-Ya Selim! Üdhulu Mısra İnşaallahü aminin. (Ey Selim. İnşallah Mısır'a emniyet içinde girersin!)
...Ve öyle de olur!
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
İSTİKAMET ÜZERE OLMAK



Büyüklerimiz, kendilerinden nasihat almak için yanına gelenlere her zaman yaptıkları önemli bir tembihat var. “Dünya’da ne olursanız olun, ama mutlaka istikamet üzeri olun”

Âlimlerimizin sohbetlerinde birbirinden güzel bunca tembihat ve irşat edici sözler yer aldığı halde sohbetin sonunda dinleyenleri bir kere daha ikaz etmek adına söylenen bu sözlerle acaba ne kastedilmektedir, hiç düşünüyor muyuz?

Yani yolunuz, istikametiniz doğru olsun. İster bir yerde kapıcılık yapın, isterse devletin başında Reis-i Cumhur…

Şurası unutulmamalıdır ki insan dediğimiz canlı, hatadan ve kusurdan arındırılamamaktadır. Her insanın az veya çok bir kusuru bulunabilmektedir. İnsanın bu yönünü bilerek onu o eksikliğiyle birlikte kabul etmek gerekir. Kusursuz insanlar, insanlara örnek olarak gönderilmiş bulunan peygamberlerdir.

Nitekim bir hadis-i kutside Cenabı Hak; “Siz hatasız insanlar olsaydınız, sizi helak eder yerinize hatalar yapan, ancak bu hatalarından dolayı Allah’tan af dileyen insanlar yaratırdım” buyurmaktadır.

YOL NEDİR, NASIL OLMALIDIR

İnsanın kıymeti; yolunun doğru olmasındadır ve bu yol üzerinde gidebilmek için hayatının bütün safhalarında gayret etmesi, çaba sarf etmesindedir.

İnsanların takip ettikleri yollar aslında ikidir. Bunlardan birine “hak yolu veya sıratı müstegiym”, diğerlerine ise “batıl (yanlış) yollar” denmektedir. Hak yolun tek olmasına mukabil batıl yollar sayılamayacak kadar çoktur.

Bunu matematiksel bir ifade ile söylemek gerekirse; “İki kere ikinin hak çözümü sadece dört etmesidir ve tek doğru çözümdür. Batıl (yanlış) çözümler mesela üç de, beş de, diğer sonuçların hepsi de yanlıştır.”

İşte, kendisini dünyaya gönderen ilahi kudret, insana akıl gibi bir büyük nimet vermiş, “dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak” yolunu göstermiş, (bu yolu tarif eden kitaplarını ve bunu insanlara anlatan, uygulamalı olarak açıklayan peygamberlerini) ve insanlardan “doğru yolu” tercih etmelerini tavsiye etmiştir.

Dikkat ederseniz tavsiye etmiş diyorum, zira yolları tercih etmede zorlamalı bir metot uygulanmamış yolun seçimi insanın kendi iradesine bırakılmıştır.

Ve tabii kendisine bu kadar büyük nimetler verilen insan, hayatının her döneminde imtihana (sınava) tabi tutulmuş, bu sınavı başarı ile geçenlere daha büyük mükâfatlar vereceği vaat edilirken, geçemeyenlerin ise kaybedecekleri açıklanmıştır.

İnsanoğlu ilahi kudretin yolunu tercih etmeyip, kendi dar görüşüyle kendi yolunu kendi çizmeye kalkışınca baştan hata etmiş olmakta, hele eline geçirdiği siyasi güçle kendisi başta olmak üzere yönettiği insanları da helake (yok oluşa) sürüklemektedir.

İNSANLIĞIN ÇIRPINIŞI

Tarih boyunca insanlık ne zaman peygamberlere uymuşsa mutlu ve mesut olmuş, ne zaman Firavunlara, Tiranlara, Derebeyleri uymaya çalışmışsa büyük sıkıntılar çekmiştir. Yakın tarihimizde güya insanlara mutluluk getireceğini vaat eden Komünizm ve Kapitalizm belaları böyle birer felaket yollarıdır ve insanlık bunların zulmünden kurtulabilmek için hala çırpınıp durmaktadır. Bunların uygulamalarında milyonlarca insan öldürülmüş, yurtlarından sürülmüş, malı ve mülkü tarumar edilmiştir. Sonuç kan, ızdırap ve gözyaşı olmuştur.

Bu yanlış zihniyetlerin değişik versiyonları diğer ülkelerde de uygulanmaktadır. Küresel boyutta uygulanan kapitalizmin ve güya buna reaksiyon olarak uygulanan komünizmin uygulandığı ülkelerde insanlık sömürülmeye ve sürünmeye mahkûm edilmiştir.

Son devirlerde komünizm iflas etmiş ve çökmüş olmakla insanlara saadet getiremeyeceği açık olarak görünmüştür. Komünizmin çökmesi, reaksiyonu olduğu sistemin de çöküşünü ortaya getirmiştir. İşte sömürücü kapitalizmin artık fren yapmasının en açık göstergesi “Küresel ekonomik kriz” olarak karşımıza çıkmıştır.

Bizler her an teyakkuz halinde olmalı, içinde bulunduğumuz hâl’i her an incelemeli ve “Ya Rabbi. Bize hak’kı (doğruyu, iyiyi, güzeli, adaleti) hak bilip ona bağlanmayı, batılı (yanlışları, zulmü) da batıl bilip ondan uzaklaşmayı nasip et” diye dua etmeliyiz.

İNSANLIĞA ADİL DÜZEN GEREKTİR

Adil düzen her işin hakkaniyet esasına dayandığı bir ekonomik düzendir. Bu sistemde çalışan ve üretime katkı sağlayanın kazanma hakkı vardır. Çalışana hakkı, hemen ve insanca yaşama seviyesinde verilmektedir. Bu sistemde sömürücü faiz yoktur. Kapital (para) yatırıma yönetilmekte ve üretimden pay verilerek teşvik edilmektedir.

Bu konuda “Adil ekonomik düzen” adıyla konferanslar veren Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın notlarına bir an önce yönelmek, kendimizi de insanlığı da içine düşmüş olduğu ekonomik ve ahlaki krizlerden kurtaracaktır.

Şurası unutulmamalıdır ki her sistem insanla yürütülür. Adil düzeni yürütecek olan insanın hak duygusuna sahip olmasını ise ancak maneviyat sağlayacaktır. Onun için “Ahlak ve maneviyat her işin başı” olmaktadır.

KIRK YILDIR ANLAYAMAYANLAR

Yunus Emre, uzun zaman kendisine hak anlatıldığı halde hala anlamayanlara;

“Bir kaz aldım ben karıdan/ Boynu da uzun borudan,/ Kırk abdal kanın kurudan,/ Kırk yıl oldu, kaynatırım kaynamaz.

Kaz değil be bu azmış,/ Kırk yıl Kaf dağında gezmiş /Kuyruğun kanadın düzmüş, /Kırk yıl oldu kaynatırım kaynamaz.

Kazın suyuna saldım bulgur,/ Bulgur, Allah deyu kalgır,/ Be yarenler bu ne haldir/ Kırk yıl oldu kaynatırım kaynamaz” demektedir.

Demek ki bazı adamlara kırk yıl doğrular anlatılsa, kendileri de anlatsa, ortamı oluştuğunda uygulamaları ile gösterilse de hala anlamayan insanlar çıkmaktadır.

Yanlış yolda kürek çeken bu insanlar gerçekleri, sandalları veya kafaları kayalara çarpınca mı anlayacaklar acaba?

“Farkı görememek” ne kadar acı, kendilerine ve onlara tabi olanlara ne kadar yazık


 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt