Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İşte iz, geliniz / Toprak post, Allah dost” (1 Kullanıcı)

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Bişnev
Uğur YAMAN
İlhan İrem’in “Vesaire” isimli şarkısında geçen; «kısır döngü/ fasit daire/ hayat böyle/ gerisi vesaire vesaire» sözleri bu yazının yazılmasındaki temel saiktir. «Hayat, kısır döngü/ fasit daire ve gerisi vesaire vesaire» miydi? Öyleyse bizi fasit daireye hapseden neydi, kimdi?.. Şayet öyle değilse, «öyle olmayan ama, işte böyle!» diyebileceğimiz hayat nasıldı?.. Öyle bir hayat var mıydı, o hayat neredeydi?..
«Alemde şah idiniz, geda olmayın yazık olur.»
Zaman ve zemin üstü bir hak nizamın bâtın kahramanlarından olan Mevlana Celaleddin Rum-î bu ikazı ile, Anadolu coğrafyasında hayatı idame etmek yerine yaşamı tüketen insanlara bir nevi;«150 yıl önce hâkimi olduğunuz değerlerin mahkumu olmayın, yoksa zelil ve rezil duruma düşersiniz»demektedir.
Alp ve erenlerin sayesinde Anadolu’nun İslamlaşmasının üzerinden, takriben 200 yıl sonra dünyaya gelen, mutasavvıf- mütefekkir bir şahsiyet olan Mevlana, hayatı ve eserleri ile insanlık için “emsal” teşkil ettiği gibi, ölümü, “şeb- i arus” olarak ifade etmesi ile de ayrıca emsal teşkil etmektedir. “(…)‘Şeb- i Arus’ hicri tarihle 672 yılının 17 Aralığında vaki olmuştur. Bu “672” rakamının üzerinde durulmuş ve «ibret» kelimesinin sayısal ifadesi olduğu fark edilmiştir. Yani sanki Hz. Mevlana bu tarihte, sessiz sözsüz hitab ediyor: «İşte şöhretim cihanı tuttu, sultanlar elimi öptü, fakat bunların hepsi “faniyetin” ifadesi olduğı görüldü. Onun için, bunlarla hiçbir zaman tefahura kapılmadım, hastalığımda ziyarete gelip de şifa dileyenlere «artık şifa size mübarek olsun» dedim ve şimdi bir nur olarak, mutlak nura kavuşuyorum, bunlardan ibret alın ve sizler de böyle olun.» diyor. Ve yine derler ki, “672” rakamını ikiye katlarsak ikazın şiddetlendiğini görürüz. “672” rakamını iki ile çarpınca, öyle bir rakam çıkar ki, “ibret, ibret!” çıkar ki, tekkelerin kapandığı tarihe isabet eder. Yani, «hala ders almadınız, nimetin kadri bilinmezse, o nimet elinizden kaçar. Nefsaniyetinizden kurtulup bir türlü ruhaniyetinize meyledemediniz, ders alınız! ders alınız!» diye sesleniyor gibi… İşte bunlar muazzam bir medeniyetin kültürel tezahürleridir.” (1) Bu sesleniş, en başta muazzam bir kültürün zuhurunu hâlâ göremeyenleredir.
«Hakikati, söyleyene bakarak değil, hakikate bakarak öğren» şeklindeki muazzez ölçünün ışığında değerlendirilecek bir “ibret” vesikası da A. Einstein’den: “Çağımız, bilimsel anlayış ve bu anlayışların teknik uygulanması alanlarında harika başarılarla farklılaşmıştır. Bundan kim mutlu olamaz? Ama unutmayalım ki bilgi ve beceri tek başına insanlığı mutlu ve saygın bir hayata götüremez. İnsanlığın, yüksek ahlaki standartların ve değerlerin savunucularının objektif gerçeği keşfedenlerden daha yüksek bir seviyeye oturtma hakları vardır. Eğer insanlığın saygınlığını, mevcudiyetinin güvenliğini ve yaşama sevincini yitirmek istemiyorsak, bu yüce insanların bize verdiklerini korumalı ve onları tüm gücümüzle canlı tutmaya çalışmalıyız.”(2) Tarih boyunca insanlığın saygınlığını, mevcudiyetinin güvenliğini ve yaşam sevincini tehdit edip, “kan, nefret ve gözyaşı”yla malûl olup, aynı zamanda “baş nefret kutbumuz” olan bir dinin mensubu olan ve Siyonizm hakkında yazılar yazdığı da bilinen ünlü ilim adamının yaptığı bu ikaz, ahlâkî standartların ve değerlerin savunucuları olup bir medeniyet inşa edenlerin kültürel tezahürlerini canlı tutamayan bizler için, acı da olsa, önemlidir .
«Bir medeniyetin gerçeklik derecesini anlayabilmek için onun merkezindeki gelişim noktasına bakmalı. Oluşması ve gelişmesi hangi noktaya istinad ediyor? Bunu muayene etmeli, gayesi nedir, neyi ortaya koymak istiyor, insanlara yüklediği zahmet nedir, ikram ettiği hissiyat nedir. Bunları tahlil etmeli ve ondan sonra ona not vermeli.» (3)
«Günümüzde hakim olan, mevcut medeniyette hedef, gaye, menfaattir. Menfaat, mahiyeti icabı, hiçbir zaman arzuya yeterli değildir. Bu şart içinde herkes, menfaat üzerinde, birbiri ile boğuşmaya başlar. (…) Mevcut medeniyette insanların zevki, iştahı hırsta toplanmıştır. İhtiras hastalığı ile malul olanlarda sosyal duygular gelişmez. “İhtiras gayrı- içtimaidir.” Muhteris kimselerle bir araya gelinmez.»(4)
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
“Mümin beş türlü şiddet arasındadır: Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kafir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.”(5) şeklindeki hadiste ifade edildiği gibi, İslam dünyasının, müminlerin karşılaşmış olduğu tehlikeler çok veçhelidir. “Öteki”lerden gelen fizikî tehlikelerden bir tanesi de Hıristiyan Avrupa’nın Haçlı Seferleridir. B. Lewis’e göre “Haçlılar esas itibariyle yayılmacı emperyalizmin ilk deneyimlerinden biriydi. Kendileri maddi düşüncelerle hareket ederken, din de psikolojik olarak belirleyici rol oynamıştır.”(6) İslam dünyasına karşı duyulan nefret, haçlıların en büyük özelliği, Müslüman kanı ise en büyük hedefleridir. Atlarının dizlerine kadar Müslüman kanının akıtılmasını bir övünç vesilesi olarak telâkki edenlerin torunları, günümüzde «ebedi adaleti tesis etmek» adına Afganistan’a bomba yağdırırken kendilerini savaş uçaklarında «amerikan futbolu oynayan futbolcular gibi» hissediyor. Nihayetinde tarih devamlı surette tekerrür edecek, müslümanlar gayri içtimai bir haslet olan ihtiras ile malûl varlıkları tek millet olan “küfür milleti” olarak yaftalayıp, onlarla yer yüzünde kalmayıncaya kadar savaşacaklardır.
«Şeriat, yolu gösteren bir ışıktır, tarikat, yola gelip yürüdüğün zamandır, Hakikat da amaca ulaşmaktır.»(7) Şeriatın ışığı, tarikatın yolu ile hakikat olan amacı; “ideal hayat”ı idame ettirmek olarak telâkki eder ve İbda Mimarı’nın, yayılmacı emperyalizmin ilk deneyimlerini gerçekleştirenlerin torunlarının son denilebilecek deneyimlerinden olan 91’deki Irak saldırısının akabinde Cuma Dergisi’nin kendisi ile yapmış olduğu mülakatta “(…) «Hikemiyat” planı içinde kısa bir açıklama yapayım: Allah, insanı eşya ve hadiseleri teşhir etmesi için, kendisine halife olarak yarattı… Biz, dünyada kendi varoluşumuzu tamamlamaya ve insani hakikati yerine koymaya memuruz…» (8) şeklindeki ifadesini mesnet alırsak, yeniden dirilecek olan medeniyetin, “İbda Çağı”nın, gelişim noktasını tespit etmiş oluruz.
«İnsan iki defa doğmadıkça insan olduğunun farkına varamazmış. Bunlardan birisi anasından doğması, dalgasız denizden dalgalı denize düşmesi, zamansız ve mekansız alemden, zamanlı ve mekanlı aleme geçmesi imiş. İkinci doğum ise ruhunu, nefsinin esaretinden kurtarması anlamını imiş. Birinci doğum kendi iradesinin dışında, hiçbir surette kendi reyi alınmadan getiriliyorlar adamı buraya. İkinci doğum da ise insan iradesi hissedar, ama kolay bir şey değil! Mesnevi terbiyesi işte bu kısımla meşgul oluyor.»(9) ve Mevlevi kültürünün meşgul olduğu bu noktada, Mesnevi’nin üzerine bina edildiği “aşk “devreye giriyor.
Sarmaşık sardığı ağacı kuruttuğu için; aşkın da benliği o hale getirmesi hasebiyle, «sarmaşık kelimesinde doğan aşk nedir?» diye sorulursa: “Aşk maşuğun rızasıdır” şeklinde cevap verilebilir. “Maşuk ise, hakiki aşkta, Allah’tır.”(10) Aşka düştükten sonra “maşuk”unun rızasının gözetilmesi ile birlikte insan ikinci defa doğar.
İslam dünyasının muhatap kaldığı fizikî saldırıların ciddi boyutlara ulaştığı gerçeği, İslam tarihine bakıldığı vakit, sarih bir şekilde görülür. Lakin Büyük Doğu Mimarı’ndan ilhamla söylersek; «Hz. İsa’nın, Romalıların vahşice bir zevkle seyretmek için toplandığı arenalarda aslanlarca parçalanan, Havarileri’ne gıpta ettirecek derecede olan manevi hastalığımız» hiç bu kadar şiddette olmamış ve hastalar hiç bu kadar bîçare kalmamıştır. Zira, «alemde şah idiniz, geda olmayın yazık olur» şeklindeki ikaza kulak tıkayıp, İslam’ı kaba softa, ham yobazlar elinde kenetleyip, insanlığının, saygınlığının, mevcudiyetinin güvenliğini ve yaşam sevincini yitirmesinin yegane müsebbibi olanların, Müslüman Anadolu coğrafyasındaki tezahürü neticesinde, “aşk” asli hüviyetinden boşandırılıp “şehvani arzular”la ifade edilmiştir. Nihayetinde de nefsinin esaretinden kurtulamayıp “insan” olduğunun idrakine varamayan, arkasından ağıt bile yakılmayan, doğmadan ölen meftalar haline geldik.
“Aşk kelimesi, Arapça ile yazılırsa “ayn- şın- kaf” harfleri ile yazılır. Bundan faydalanarak derler ki, ayn ağzından girmeyen, şın testeresi ile enaniyetini kesmeyen, kaf teknesinde kaynamayan pişmemiş kalır ve aşkın sırlarını anlayamaz.”(11) Dilin laikleştirilmesi amacına matuf olarak yapılan harf devrimine “Türk alfabesi” diyecek kadar cahil olanların tedrisatından geçen, adeta hayatı tüketmek için varolan nesillerin bu hikmeti anlaması tabiî olarak beklenemez...
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Tarih yine tekerrür ediyor, edecek. Zulmün dayanılmaz raddeye vardığı dönemlerin ardından, insanlara “insan” olma hüviyetini iade eden, hatırlatan, mütefekkir şahsiyetler çıkmıştır. “(. . .) ebe Phanerete’nin oğlu olarak dünyaya gelen, (…) Sokrates, (…) kosmos ile ilgili sorunların birbirlerine karşıt içi boş kuramlara yol açtığı ve bunlarla hiçbir yere varılmadığı sonucuna ulaşıp, doğayla ilgilenmeyi bıraktı ve felsefi uğraşını ahlak alanı üzerinde yoğunlaştırdı. Aristotales, Sokrates’in felsefeyi yeryüzüne indiren ilk kişi olduğunu söylerken bu gerçeği dile getiriyordu. (…)adaletin gerçek bilgisi (episteme), onun özünün, tümelin bilgisidir ve buna tüm insanlar için geçerli olan evrensel bir adalet tanımına erişelerek varılır. (…) Toplumdaki sözde bilgileri, yarım-yanlış kanıları yıkmak ve doğruya, epistemeye ulaşmak için Sokrates’in kullandığı araştırma yöntemi diyalogdur. (ya da diyalektiktir.) (…)Sokrates’in Sofistlerden aldığı diyalog, kuramsal olarak birbirini tamamlayan iki teknikten oluşur: Alay (ironie) ile doğutma (maieutike) “(…)Epistemeye giden yolda birinci evre aşılmıştır artık. Kişisel saplantılardan, önyargılardan ve gelenekleşmiş kanılardan kurtulan kişi, aklı ile kendi içine bakma ve buradan doğruları bulup çıkarama olanağını elde eder. Fakat bunu başarabilmek için yine filozofun yardımına gereksinimi vardır. Filozof, diyalog yöntemini sürdürerek, karşısındakinin ruhunda uyur durumda buluna doğruları ortaya çıkartıp bilinir kılar. (…)Sokrates’in, insanların içindeki gerçeği dışa çıkarttığından dolayı “maieutike” (doğum yardımcılığı, ebelik) olarak adlandırdığı bu tekniğin Platon’un Menon adlı diyaloğunda görmek mümkündür.”(12) Sokrates “maiuetike” yoluyla insanlara “insan” olma hüviyetini iade etmenin bedelini, baldıran zehri içirilmek suretiyle, ölüm cezasına çarptırılmakla ödedi.
Gerek Hristiyan Avrupa’nın, gerekse Moğolların fizikî ve ruhî zulümlerinin neticesinde nefsinin esaretinden kurtulamadığı için ikinci kez doğamayan insanlara, “şahsiyet”lerini kazandıran bir mütefekkir- mutasavvıf olarak Mevlana, İslam dünyası ile birlikte bütün dünyada şöhret sahibi “gönül adamı” vasfıyla, medeniyetinin merkezine “hakk”ın alındığı Selçuklu Devleti’nin ruh hamurunu aşk teknesinde pişirip, günümüz için bile ilham kaynağı olacak kadar aşkın sınırlarını anlamıştır. İnsanlara, insan olma hüviyetini iade etmenin bedelini, o zaman ölüm cezasına çarptırılarak ödemedi belki… Ama daha kötüsü oldu. Mevlana; alemde şah iken geda olanlar yüzünden, tüm dünyayı “nur”u ile aydınlattığı yerde, Anadolu’da “aşkı şehvet zanneden merkeplerin” eşşekliklerinin tezahürü halinde yaşanan -tekkelerinin kapatılıp yıllarca ahır olarak kullanılması, Mevlevî kültürünü sadece seramonik gösteriler olarak telâkki ederek türlü rezilliklerin sergilenmesi, insanlığın saygınlığını, mevcudiyetinin güvenliğinin yitirilmesinin baş aktörü olan Yahudilerin, mazlum müslümanları daha iyi öldürmek için Konya Ovası semalarında yaptığı deneme uçuşları, Hıristiyan- Yahudi Batı Emperyalizminin “emir er”i olarak İslam beldesi olan Anadolu’da yaşayanlarca dünyaya geldiği mübarek belde olan ve bugün, Afganistan’da yer alan Horasan bölgesinin bombalanması gibi- hadiselere muhatap kaldı. Ölüm cezası, aşka düştüğünden eser kalmayan, benliğedir. Ya “gönül adam”ının “ruhaniyetine” reva görülen bu ceza?..
.
İlmihaller açıp, sabah namazı vaktine bakıldığında, iki vaktin olduğu görülür: Fecr-i kazip ve fecr-i sadık. “(…)fecri kazib, güneşin doğduğu yönde, ufukta dikey olarak beliren bir beyazlıktır. Arkasından karanlık gelir.(…)Bu vaktin aldatıcı bir hali olduğu için buna yalancı şafak denir. Fecri sadık, yine güneşin doğduğu yönde yanlara doğru açılan ve yayılan beyazlıktır. Bu sabah vaktinin başlangıcı olup, güneşin doğmasına kadar devam eder.”(13) Liseden kalan coğrafya bilgimiz bizi yanıltmıyorsa, biz şu anda yalancı şafak(lar) dan sonraki vakti, yani karanlığın en koyu anını yaşıyoruz. Anlaşılan o ki; yaşadığımız andan gerçek şafağı gözetlemeli ve O’na hazırlık yapmalıyız.
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Tarih tekerrür ediyor-edecek demiştik. Nitekim, yine tarih tekerrür edip; tıpkı, Aristotales’in felsefeyi yeryüzüne indiren adam olarak nitelendirdiği Soktrates gibi, insana insan olma haysiyet ve şerefini; Batı Tefekkürü ile İslam Tasavvufu arasında kanat açıp, birincisini ikincisinin önünde sigaya çekerek vücuda getirdiği “İbda Fikriyatı” ile iade eden, iğdiş edilen idraklere “alternatif şuur”u ile çağın nabzını tutarak İslam’ın zatından feda etmeden çağın isteklerine cevap veren, İbda Mimarı da bugün ölüm cezasına çarptırılmıştır. “(…)Onun “Bişnev” diye başlaması bu harfiyle Cenab-ı Mevla’nın ilk başlangıcında besmele-i şerifenin ilk harfi be olduğu gibi ona ittibaen ve imtisalen, o hakikatler sultanı Mevlana Celaleddin Rum-i Hazreleri de “be” ile başlayıp “bişnev” dedi. Elif Cenab-ı Allah’ın zatına işarettir. Be ise her ne ki olmuştur, benimle olmuştur; olacak yine benim kudretimle olacaktır. Benim şerikim yoktur, vezirim yoktur, ben varım, başkası yoktur. Öyleyse, bişnev, dinle, dinle arkasından ne gelir? Dinleyen adama itaat gelir. İtaat ederek dinle; dinlemek bütün hakikatlere kapıyı açacak olan fiildir, iştir. Dinlemeyen adam, hiçbir hakikate erişemez. Mesnevi bu kadar bin beyit, 6 cilt, lakin hülasası bişnev’de geldi. Dinlemeyecek olduktan sonra, dinlemeyen adama Mesnevi’nin vereceği hiçbir şey yoktur. Mesnevi, dinleyen adama bir şey verir: Kim dinler? Kendi nefsini mahkum edebilen adam dinler; kendi nefsini mahkum edemeyen adam dinleyemez.(. . .) dinleyenler insan olma hüviyetini kazanırlar ve sonra adım adım onları mertebeden mertebeye ulaştırır. Her dinlemede bir mertebe. Kurbiyet mertebesine çıkıyor insan.”(14)
“Sesden, sözden kulak anlar; ayak anlamaz !/ Aşktan da arif anlar, başkası anlamaz.” diyor Hz. Mevlana, dinleyenlere. “Durun kalabalıklar / Bu cadde çıkmaz sokak” diyerek kollarını açıp gençlikle “köprübaş”ı vazifesi gören İbda Mimarı’nı dinleyip, arkasından itaat ederek; “İşte iz, geliniz / Toprak post, Allah dost” çağrısına, insan olma hüviyetini kazanmak –yeniden doğmak için, icabet edecek, “aşk” erbabı olup “kuru kuruya aşk olmaz; aşk, delil ve bürhan ister” düsturunu şiar edinerek, aşkının delil ve bürhanını gösterecek “arif”lerden müteşekkil olan bir çağın, İslam –İbda Çağının, eşiğinde olunduğunun herkes idrakine varsa iyi olur.
Herkes bu hakikatin idrakine varsa iyi olur. Çünkü insanlar doğmadan ölüyor. İnsanlar aç, bîilaç, sefil bir vaziyette bir hayatı sürdürüyor. İnsanlar nefret dahi edemiyor. Nefret etme hasletlerini bile yitirmiş bir vaziyette, “baş muhabbet kutbu ile baş nefret kutbunu” belirleyememenin kötü sonuçlarını iliklerine kadar hissediyor. Ama hissettiğinin ne olduğu konusunda bile doğru-düzgün fikri olamayıp adeta “his iptali” içinde, “fahiş” hatalar yaparak sektör haline getirilen “fuhuş” sektörüne sürükleniyor. İnsanlar idrak etse iyi olur çünkü; Manukyan’ın vergi rekortmeni ilan edilmesi ile birlikte ve özellikle 80‘li yılların ortalarında ivme kazanan (fuhuş sektörü üzerine) çekilen filmlerin de etkisi ile birlikte, bu sektörde çalışan, çalışmak zorunda bırakılan insanlara-fahişelere “hayat kadını”deniliyor. Öyle ya hayattaki tek kaygısı, tek davası şehvet olan insanların hayatı öyle anlamalarından daha tabiî ne olabilir…
Fuhuşun sektör haline getirildiği bir ülkede, o sektörde çalışan insanlara buğz etmenin ötesinde, pezevenklerin kazançlarını “vergilendirilebilir kazanç” olarak görerek onları vergi rekortmeni ilân edip; Manukyan’ı kendine sermaye yapan “büyük pezevenklere”, hak ettiği şekilde muamele de bulunacak, “Bişnev” çağrısına kulak kabartıp, o çağrıyı yapana intisab eden ariflerin, kahramanların, ve dikenleri, zararlı otları biçmeleri şeklinde cereyan edecek kahramanlıklarının, tarihin “altın harflerle” yazmaları kadar da daha tabi ne olabilir… İnsanlara ideal hayatı göstermekten öte bir kahramanlık mı olur?..
Yazımızı, “Bişnev”de hülasalandırılan Mesnevi’nin yazarı ile hülasalandıralım: Mevlana’ya göre en büyük zulüm; “dikenleri sulamak, onlara hayat hakkı tanımaktır” Hâlâ anlamayan varsa yineleyelim: İstinad noktasında, merkezinde “hak” olan İbda Çağı yakındır ve o nizamda aşktan anlamayan bîçarelere hayat hakkı yoktur!..
“Ta çend zi-cen müstemend endişi
Ta ki zi-cihan pür gezend endişi
An ci ez – tu tüan sited keldebesend
Yek mezbele gü mebaş cend endişi”
(Daha ne vakte kadar ihtiyaçlar içinde çırpınan canı düşüneceksin?
Ne zamana kadar şu sıkıntılı dünya için tasalanıp duracaksın?
Dünyanın senden alabileceği ancak bu bedendir
Sen maddi varlığını bir çöplük say da bu düşüncelere dalma!)
Dipnotlar:
1-Prof. Dr. Saffet SOLAK, İslam Medeniyetin’de Mevlevi Kültürü (Güldeste-7, s. 32 )
2-Albert Eınstein, The Humman Side, Princeten, New Jersy, s. 70-71,1979 ( akt: Prof . Dr . Hanif Fauk, Hz. Mevlana Celaleddin Rum-i ve İkbal –Güldeste -7 , s . 12 )
3-Prof. Dr. Saffet SOLAK, a.g.e.
4- Prof.Dr. Saffet SOLAK, a.g.e.
5-Salih MİRZABEYOĞLU, Başyücelik Devleti (İBDA Yayınları –İsatanbul, s. 7)
6- "The Arabs in History", Bernard Lewis and Row ( New York, s. 150, 1960 )
7-Külliat-i Mesnevi- yi – Ma’nevi,( Cilt V., s,1) ( akt: Prof.Dr. Hanif Fauk ... a.g.e )
8- Cuma Dergisi, Yıl :1, sayı :27, s.27 )
9-Prof. r. Saffet SOLAK, Mesnevi’de İnsan Terbiyesi (Güldeste –5, s.49 )
10- Prof. Dr. Saffet SOLAK (a.g.e., s. 46 )
11- Prof. Dr. Saffet SOLAK , Mesnevide İnsan Terbiyesi
12- M. Ali Ağaoğulları, Kent Devletinden İmparatorluğu, İmge Kitabevi, s. 126- 133 – 134
13- A. Fikri Yavuz, İslam İlmihali, Çile Yay. s.101
14- Şeyh Nazım El- Kıbrısi, Mevlana ve Hakikatlere Bakışı, (Güldeste- 5 , s. 74 )
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
53
“Mümin beş türlü şiddet arasındadır: Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kafir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.”(5) şeklindeki hadiste ifade edildiği gibi, İslam dünyasının, müminlerin karşılaşmış olduğu tehlikeler çok veçhelidir.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
53
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
“Mümin beş türlü şiddet arasındadır: Müslüman kardeşi onu çekemez. Münafık ona buğz eder ve sevmez. Kafir onun canına kasteder. Kendi nefsi onunla uğraşır. Şeytan onu şaşırtmaya çalışır.”(5) şeklindeki hadiste ifade edildiği gibi, İslam dünyasının, müminlerin karşılaşmış olduğu tehlikeler çok veçhelidir.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt