Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İslam Ahlak’tır veya Müslüman’ın Ahlak’ı İslam’dır (1 Kullanıcı)

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,554
Tepki puanı
904
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
İslam Ahlak’tır veya Müslüman’ın Ahlak’ı İslam’dır
Prof. Dr. İbrahim Sarmış


Ahlak, insanın davranışlarıdır. İnsan davranış şekillerini aile, çevre, eğitim, yönetim vd. faktörlerin şekillendirmesiyle sonradan kazanır

. Bunu meşhur; “Doğan her çocuk fıtrat üzere doğar, sonra ana babası onu Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Müşrik vd. yapar” anlamındaki hadislerde görüyoruz.

Davranış şekillerinin sonradan kazanıldığını görmek için; örneğin ninesi, annesi, ablası, halası, teyzesi, vd. bayan akrabalarının tümü tesettürlü olarak yaşadığı halde ilköğretimden üniversiteye kadar aldığı veya dayatılan eğitimle tesettürün gerekli olmadığına, hatta zararlı olduğuna kızların inanmasına bakabileceğimiz gibi, namaz kılmayan bir kişinin Kur’an Kursu’nda veya İmam Hatip Lisesi’nde aldığı eğitimle namaz kılar olmasına da bakabiliriz.

Olumlu bütün örneklerin aksi olabildiği gibi olumsuz örneklerin aksi de olabilmektedir. İnsanlar davranış şekillerini doğuştan itibaren çevrelerinden aldıkları eğitimle edinirler. Onun için dünyaya beyaz bir sayfa gibi gelen insan Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Müşrik, Ateist, Materyalist, Sosyalist, Komünist, Faşist, Kapitalist, Liberalist, Kemalist, Nihilist, Pragmatist, vd. felsefelerinden hangisi ile eğitiliyorsa onlardan biri olur. Bütün insanlar için bu böyledir.

Bütün sistemler kendilerini ayakta tutacak bireyleri yetiştirmeyi birinci görevleri olarak görürler. Onun için verdikleri eğitimle bireyi, aileyi ve toplumu kendi felsefelerine göre oluştururlar. Çünkü varlıklarının devamı buna bağlıdır. Felsefe ve değerlerini vatandaşlardan etkin bir kesimin benimsemediği sistemler toplumda da görüldüğü gibi bireyleriyle çatışma içinde olurlar ve kendilerini güvende hissetmezler. Bu da sistemler için büyük kâbustur. Onun için egemen bütün sistemler kendi felsefe ve değerlerinin vatandaşlarında ahlak olmasına çalışırlar. Bunun için bütün imkânları ve yolları kullanırlar.

Vahiyde bireyleri ve toplumu bilgilendirmek ve eğitmek için gelir. Ancak vahyin eğitiminde, yönetimlerin yaptığı gibi dayatma ve baskı yoktur.“Senin görevin yalnız bildirmektir, hesabı biz görürüz.”(13 Ra’d/40)

Peygamberler vahyi bireylere bildirirler ve kabul edenlerde ahlak olmasına çalışırlar
. Hz. Peygamber’in “Ben ahlak güzelliğini tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, hüsnü’l-huluk, 8, İbni Hanbel, 2/381) buyruğu, bütün vahiylerin aynı zamanda güzel ahlak olduğunu ve Kur'an’ın bu ahlakın, yani vahyin zirvesi olduğunu ortaya koymaktadır. Onun için İslam, bireylerin ve toplumun kendi öğretilerine göre eğitilmesini ve onlara ahlak olmasını öngörür.

Bunu Kur’an’ın ilk vahyi olan İkra (Oku!) emrinde görüyoruz. Vahyi kabul edenler onu okuyarak bilgilenir ve yaşarlar, yani vahiy onların ahlakı olur. Bu sebepten bireylerde İslam’ın ahlak olabilmesi için Kur'an’ı anlayarak okumaları ve özümseyerek yaşamaları gerekir.


 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,554
Tepki puanı
904
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Kur'an’ın Hz. Muhammed’in ahlakı olduğu rivayetlerinde belirtildiği gibi, İslam ahlakı, vahyin kendisidir.

Bunu herkesten önce Hz. Muhammed’in ahlakında görüyoruz. Peygamber olmadan önce doğruluk, güvenilirlik, dürüstlük, sadakat, iyilikseverlik, misafirperverlik, paylaşmak ve haksızlıklara karşı çıkmak gibi, vahyin de öğreteceği birtakım güzel hasletlere sahip olmakla beraber, Hz. Muhammed’in önceden vahyin/Kur'an’ın ahlakına sahip olduğu söylenemez.

Çünkü “ İman nedir, kitap nedir bilmiyordun…”(42 Şûra/52)

ve “seni yolunu şaşırmış bularak yol gösterdi”(93 Duha/7)

ayetlerinin belirttiği gibi, Hz. Muhammed vahiy bilgisine sahip olmadığı için ahlakının vahiy olduğu söylenemez. Aksini söyleyenler, doğumundan önce yüceltmeye başlayarak devam eden anlatımlarla onu beşer konumunun üstüne çıkararak sevgisinde aşırılığa kaçanlardır. Kitaplarda onu olağan insandan farklı kılan tüm anlatımların gerçekle bir ilgisi yoktur. Onun için “Şüphesiz çok büyük bir ahlaka sahipsin” (68 Kalem/4)

ayetinde Hz. Peygamber’in sahip olduğu belirtilen ve övülen ahlak, Peygamberlikten önceki ahlak değil, vahyin kendisidir ve bu vahyin davranışlarında somutlaşmasıdır.


Bildiğimiz gibi vahiy Hz. Peygamber’i ve inanan kişileri 23 yıllık bir süreç içerisinde adeta kendi potasında eğiterek cahiliye toplumunun pislik ve tortularından arındırmış, insanın iç ve dış dünyasını oluşturan her karede onların ahlakı olmuştur. Hz. Aişe’nin söylediği Kur'an’ın Hz. Peygamber’in ahlakı olması budur. (Müslim, musafirin, 139, Ebu Davud, tatavvu, 36, Tirmizi, birr, 69, Nesai, kiyamu’l-leyl, 3, İbni Mace, ahkâm, 14)

Bunu, örneğin tartıştığı Zeyd b. Harise’yi küçümseme anlamında siyah bir kadının oğlu olarak niteleyen Ebu Zer Gıfari’ye Hz. Peygamber’in “Sende hâlâ cahiliye kalıntısı vardır” (Buhari, iman, 22 edeb, 44, Müslim, eyman, 38, 40, Ebu davud, edeb, 124) diyerek yaptığı sitemde görüyoruz. Çünkü cahiliye ahlakına göre insanların üstünlük veya aşağılıklarının ölçüsü ALLAH’ın öğretilerine bağlılık/takva derecesine göre değil, renk, soy, bölge ve gücü oluşturan mal ve adam çokluğu gibi şeylerdir. O günün, daha öncesinin ve günümüze kadar sonrasının cahiliyesinde üstünlük ve aşağılık ölçüleri bunlar olduğu gibi, meşhur kitaplarından birinin adını “Yirminci Asrın Cahiliyesi” koyan Üstad Muhammed Kutub’un dediği gibi yirminci asrın cahiliyesinde de ölçüler bunlardır.


Bunu görmek için uzağa gitmeye gerek yoktur. Sayısız örnek arasından, şu veya bu düşünce ile başlarını örten bayanlara toplumumuzda statükonun yaptığı açma dayatmasına bakmak yeterlidir. Merak ediyoruz, açma dayatması için gerekçe olarak ileri sürüldüğü gibi, acaba başörtülü Müslüman hangi bayan, komşusunun oğlunu kızını rahatsız etmiş, hangi sınıf veya mesai arkadaşının okumasına yahut çalışmasına engel olmuş, hangi vatandaşın işini bozmuş veya aksatmış, hangi bayan memur, savcı, yargıç, müdür, avukat, doktor veya yönetici uygulamasında insanlar arasında ayrımcılık yahut haksızlık yapmıştır? Bugüne kadar sınıfından, bürosundan, dairesinden veya makamından başörtülü olduğu için hangi bayan için ayrımcılık ve haksızlık yaptığına ilişkin resmi bir şikâyet olmuş veya dava açılmıştır? Varsayım olarak böyle bir şey olmuş olsa bile, suçların ve cezaların bireyselliği/şahsiliği ilkesi bütün hukuk sistemlerinde geçerli olduğu halde, yanlış yapanların cezalandırılması yerine, bütün başörtülülerin cezalandırılması hangi hukuk ve adaletle bağdaşır?

Bunlardan hiçbiri söz konusu olmadığı halde yirminci asrın cahiliyesi, inançlarından dolayı başlarını örten insanları görmeğe dayanamamakta, kıyafetinden dolayı onlara ayırım ve haksızlık yapmayı doğal bir hak olarak görmekte ve sürdürmektedir. Kendisi şeytanlardan gezegenlere, cinlerden ölülere, ağaçlardan burçlara, ruhlardan perilere, çürümüş kemiklerden nazar boncuklarına, falcılara ve büyücülere, anıt ve dikitlere kadar her türlü putperestliğe inandığı halde, haklı veya haksız, doğru veya yanlış, zorunlu veya keyfi, inanç veya aksesuar olarak ne adına olursa olsun bir bayanın başına örttüğü başörtüsüne tolerans göstermemektedir. Onun için ne yapıp edip başörtülüleri kendisine benzetmek ve cahiliye hayatına ortak yapmak istemektedir. Cahiliyenin her dönemde ölçü ve kriter olarak nasıl bir ilkelliğe dayandığını bu örnekten anlayabiliriz.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,554
Tepki puanı
904
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Hz. Peygamberin önderliğinde yetişen ilk nesil üzerinden yarım yüzyıl geçmeden yabancı kültürler, sapmalar, bid’atler, fırkaların sübjektif anlayışları ve yönetimlerin dayatmaları sonucu Müslümanların anlayış ve davranışlarındaki duruluk bulanıklaşmaya başladı. Aslında bu, hemen her inanç, düşünce, ideoloji ve sistem için doğal bir süreçtir. Hayatta hiçbir güzelliğin ve mükemmelliğin kalıcı olmaması yüce ALLAHın sosyal bir yasasıdır. Ahlak güzelliğini oluşturan vahiy de olsa, bu güzellik toplumda zamanla şu veya bu şekilde solmaya başlar. Müslümanların burada başkalarından farkı, her zaman vahyin / Kur'an’ın sağlam olarak ellerinde bulunması ve istedikleri zaman onun ışığında doğruyu bulma şansına sahip olmalarıdır. Çünkü başka din ve düşünceler çığırından çıkarılıp hidayet olma özelliğini yitirdikten sonra tekrar ilk şekline dönüşmesi ve yönlendirici olması imkânsız gibidir. Zira öğretiler çığırından çıkarılıp insanların şekillendirdiği ve yönlendirdiği bir yapıya dönüşünce artık onları yönlendiren otoritelerin yönlendirmesine mahkûm olmaktadır. Bu bir bakıma savaşta esir düşerek köleleştirilen bir insanın zamanla özgürlüğüne kavuşsa bile kölelik damgasından kurtulamaması gibi zor bir durumdur. Onun için çığırandan çıkarılan ve hidayet olma özelliğini yitiren vahiyler yeni nesil vahiyle neshedilerek değiştirilmektedir.

Evet, Müslümanlarda belli bir dönemden sonra vahyin diriltici ruhu göreceli olarak azaldı ve inançtan ibadete, muamelata, ahlaka ve yönetime kadar hemen her alanda pörsüme, bulanıklaşma ve gerileme oldu. Bu durum zaman içinde statik bir yapıya dönüştü ve bugüne kadar geldi. Bunun sonucunda Müslümanların ahlakında büyük bir yozlaşma oldu. Özellikle Batı medeniyeti karşısında yenik duruma düştüğümüz son iki yüzyılda İslam coğrafyasını batı kültür ve medeniyetinin istila etmesi sonucu Müslümanlarda İslam ahlakı neredeyse can çekişir duruma düştü. Gördüğümüz gibi Müslümanlar kendi yurtlarında neredeyse parya, uydu, sığınmacı hale geldi. Başörtüsü ile ilgili olarak yukarıda söylediklerimizi hayatın diğer alanlarına uyguladığımız zaman bu manzarayı net olarak görürüz. Çünkü artık Müslüman bireyleri vahiy yerine cahiliye öğretileri ve sistemleri eğitmekte, yönlendirmekte ve istediği kalıba dökmektedir.


Bunu görmek için bir örnek olarak, ülkemizde ilköğretim dördüncü sınıfa kadar çocuklara din eğitim ve öğretiminin verilmemesine bakabiliriz. Bu yaşlarda pedagojik, sosyolojik, tarihsel, sosyal, kültürel, psikolojik, vd. verilen dindışı bilgileri çocuklar kavrayabildiği ölçüde dinin öğretilerini ve uygulamalarını da kavrayabildiği halde, 10 yaşına gelinceye kadar acaba çocuklara dinin neden öğretilmediğini veya gösterilmediğini hiç düşündünüz mü? Dinin öğretileri soyut öğretiler olduğu için o yaşlarda çocukların bunları kavrayamadığı gerekçesi ne kadar doğruysa diğer bilgiler için de aynı şekilde doğru olmasına karşın, niçin yalnız dinin öğretilmemesi için uygulandığını anlamak zordur. Düşünebildiğim kadarıyla bu stratejinin altında o yaşa kadar çocuklara din yerine, birtakım şablonların, idollerin, batılı değerlerin ve yaşam tarzlarının öğretilmesi ve zihinlerinin bu şekilde şekillendirilmesi yatıyor olsa gerektir. Çünkü zihinler bunlarla şekillendirildikten sonra, yanlışları ayıklayıp yerine vahyin doğrularını doldurabilecek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenine aşk olsun!



Bugün geldiğimiz nokta budur. Ancak belirttiğimiz gibi vahiy/Kur’an elimizdedir ve ona dönerek göreceli de olsa yeniden benzer bir arınmayı sağlayabiliriz. Yeter ki o ilk Müslümanlar gibi bunun yolunun ancak vahyin potasında arınmaktan geçtiğine kendimizi inandıralım. Müslümanların dirilişinin ve kimlikleriyle var olmalarının buradan geçtiğini kabul edelim. Bunun için vahyi güzelce öğrenip ahlak olarak yaşayalım ve hayatımızın tüm davranışlarında yansıtalım.

Örneğin gücü oranında bütün mü’minlerin üzerine farz olan İnfak ahlakını diriltmeliyiz. Asgari ücretle çalışandan, binlerce işçi çalıştıran ve milyarlarca vergi veren zengin Müslümanlara kadar hepimiz gücümüz oranında bunu gerçekleştirebiliriz. Çevremizdeki yardıma muhtaç insanların ihtiyaçlarını örgütlü veya örgütsüz olarak bir şekilde giderebiliriz. Bunu yaptığımız zaman toplumda insanların gönüllerini kazanmış ve fethetmiş oluruz. Bununla ortak inanç, kardeşlik, yardımlaşma, paylaşma, acıma, koruma ve kollama, dertlerine ve sevincine ortak olma gibi sayamayacağımız kadar birlikteliği sağlamış, insanların ilgisini ve sempatisini kazanmış, gerçek Müslüman ahlakını ve kimliğini ortaya çıkarmış, halkın Müslümanı somut olarak görmesini, tanımasını, güvenmesini, ilgilenmesini sağlamış, ona imrenmesinin yolunu açmış oluruz.
 

Muhtazaf

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Mar 2008
Mesajlar
9,554
Tepki puanı
904
Puanları
113
Yaş
66
Web Sitesi
www.aydin-aydin.com
Toplumda gerçekleştirmemiz gereken Kur’an öğretiminin yanında, yapacağımız bu infak milyonlarca kitap, meal, dergi, gazete dağıtmaktan, binlerce konferans ve konuşma yapmaktan, binlerce vaiz ve hoca ile vaaz etmekten daha etkili ve başarılı olur. Çünkü aç ayı oynamaz dedikleri gibi, TV’den dinlediğim Cumhurbaşkanı’nın İSEDAK toplantısında yaptığı konuşmada belirttiği gibi; İslam coğrafyasında ve başka yerlerde aç, yoksul, hasta, evsiz, yorgansız, ilaçsız, okulsuz, vd. milyonlar yaşamaktadır. Aç ve açıkta olan insanların soyut konuşmalar ve yayınlarla Müslümanlara yönelmesi, inanması ve uyması mümkün değildir. Müslümanların inandıkları ve insanların kurtuluşu için olmazsa olmaz gördükleri İslam’a insanların yönelebilmesi için her şeyden önce vahiy olan İslam ahlakını ortaya koymaları gerekir. Bu da vahyin Müslümanların hayatlarında eyleme dönüşmesi ile olur. Çünkü insanın kurtuluşu, salt imanla değil, ancak iman ve salih amelle olur. İmansız hiçbir amel kurtarıcı olmadığı gibi, amelsiz hiçbir iman da kurtarıcı değildir ve ikisini birlikte barındırmayan İslam, ALLAHın öğrettiği İslam değildir.

Onun için, ahlak; ezber değildir, laf üretmek, bilgi hamallığı yapmak değildir, şuna veya buna muhtaç insanlar arasında villalarda yaşamak, onlarca ailenin ihtiyacını görecek pahalılıktaki araçlarla dolaşmak değildir. Bayramda giyecek bir elbise bulamayanlar arasında kıyafet üstüne kıyafet değiştirmek değildir. Kapımızı çalan kış soğuklarında, ısınacak bir şey bulamayanlar arasında kaloriferli lüks dairelerde oturmak değildir. Ahlak; başlayan eğitim öğretim yılı için çocuklarına elbise ve kitap alamayan, servis tutamayan, harçlık ve yemek parası veremeyenler arasında; servisi, yemeği ve konforu olan özel okullarda oğlu-kızı okutmak için milyarlar vermek değildir. Varoşlarda yaşadığı ve geçinebilmek için aile boyu çalıştığı bir dönemde okul saatleri dışında bir işte çalışmak zorunda olduğu için dershaneye gidemeyip bir yüksek okula giremeyen çocukların okumasına ve Müslüman insanlar olarak yetişmesine katkı yapmadan, milyarlar harcayarak lüks düğünler yapmak yahut bol bol umre ziyaretleri düzenlemek, vd. değildir. Çünkü İslam ahlakı, vahyin bütün öğretileri yanında paylaşmak, yardımlaşmak, dayanışmak, yoksulu, muhtacı, dulu, yetimi, öksüzü, kimsesizi, yolda kalmışı görüp derdine derman olmaktır.


Takvalı olmanın, yani ALLAHın öğretilerine uymanın yolu budur

. “Elif, Lâm Mîm! Bu Kitap’ta hiçbir şüphe yoktur. Muttakiler için o bir yol göstermedir. Bunlar gayba inanırlar, namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden başkalarına da harcarlar…”(2 Bakara/1-3)

Bu, her Müslüman için en sarp yokuşu aşmaktır. “O sarp yokuşu aşamadı. Sarp yokuşun ne olduğunu biliyor musun? O, bir köle azad etmektir yahut açlık gününde akraba olan bir yetimi veya hiçbir şeyi olmayan bir yoksulu doyurmaktır, inananlardan ve birbirlerine sabrı tavsiye edenlerden olmaktır. İşte bunlar iyi kişilerdir.”(90 Beled/11-18)

İslam ahlakı budur ve bu vahyin kendisidir.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
33
Konum
.........
Doğru yoldan, sırat-ı müstakîmden, Hz. Peygamber'in sünnet yolundan ayrılmış, bütün İslâm dışı din ve düşünce akımları.Doğru yoldan çıkıp kaybolmak anlamıyla kullanılan dâlle (yalın hali dalâle, dalâl), Kur'ân'da çeşitli kullanımlarla geçmektedir.Dalâlet veya dalâl; doğru yoldan sapma, sapıklık, sapkınlık demektir. Dalâl; doğru yoldan bilerek veya bilmeyerek sapmak anlamına da gelir.[1]

Gaflet, hayret, gaybûbet, helâk mânâlarına da kullanılır. Dâllîn, sapıklar demektir ve Kur'ân buyruklarınâ göre onlar dost edinilmeyecek, Allah'ın gazâbına uğramış azıp-sapmış kişilerdir, dinlerini bölük bölük yapanlardır.[2]

Allâh, cemaatten ayrılmamayı emretmiş, dinde çekişenleri reddetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) dinde her yeni şeyin bid'at, her bid'atin de dalâlet olduğunu söylemiştir.[3]

Kur'ân'da hak ehli müminlere dalâlet ehli olan kâfirlerin nasıl karşı durdukları birçok âyetlerde anlatılır. Hz. Peygamber zamanında insanlar mümin, kâfir (müşrik) ve münâfık diye üç ayrı gruptu. Müminler ehl-i İslâm, kâfirler ve münâfıklar ehl-i dalâlet olarak tanımlanmıştır. Bunlar için Rasûlullah, "Ben onlardan uzağım, onlar da benden" buyurmuştur. Bunlar ayrıca "siyah yüz sahipleri" diye tanımlanır (Âlu İmrân, 3/106). Onlar, müteşâbih âyetlere uyarlar.[4]

Ehl-i Sünnet âlimleri onları ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar), ehl-i İslâm'dan sapan sapık bid'at firkaları (Bâtınîlik, Dürzîlik, Hulûliye, Cehmiye, Cebriye, Kaderiye, Neccâriye, Müşebbihe, Hàriciye, Keşfiyye, Habıtiyye, Bahâiye vb ...) şeklinde târif etmişlerdir.

İslâm'da ehl-i dalâlet'in öncüleri; İslam şeriatının ahkâm ve akîdesini zedeleyen sapık yollar ve bid'atlere dalan Cehmiye, Mu'tezile ve filozoflardır. Çağdaş dünyada dalâlet ehlinin tarifini belirlemek için Kur'an-ı Kerîm'deki dalâl ifadelerinin anlaşılması gerekmektedir.İman; doğru yola girmek, İslâm'a teslim olmak demektir. Küfr ise imanın, ihtidânın karşıtıdır; doğru yoldan çıkıp kaybolmaktır. Kur'an-ı Kerîm küfrü bu dalâl anlamında çeşitli kullanımlarla bize göstermektedir: "Doğrusu babamız apaçık bir dalâl içindedir" (Yusuf: 12/8) âyetinde Hz. Yâkub'un oğullarının, kardeşleri Yusuf'u kıskanmalarına ilişkin olarak; "Erkek onun aklını başından almış, doğrusu biz kendisini apaçık dalâl içerisinde görüyoruz dediler..." (Yusuf, 12/30) âyetinde Mısır hükümdarına karşı şehirli kadınların sözü olarak; doğru yoldan ayrılmak manasını ahlâki bağlamda kullanarak ele alınmaktadır.Dalâl'ın dinî kullanım alanı ise Kur'an'ın bütün âyetlerinde sık sık vurgulanmaktadır:

"...her kim yoldan şaşarsa (dâlla) kendi zararına şaşar..." (el-İsrâ, 17/15) "Doğrusu O'nun yolundan kimin şaştığını (yadillu) ve kimlerin doğru yolda olduğunu en iyi Rabbin bilir" (el-En'âm, 6/117) "Onlar, huda (irşad)dan mahrumiyet pahasına dalâleti (sapıklığı) ve aftan mahrumiyet pahasına da cezayı satın alanlardır" (el-Bakara, 2/175)"Hayır! Ahirette iman etmeyenler azab ve derin bir dalâl içerisindedirler" (Sebe, 34/8) "Onlar bundan evvel bâriz dalâl içindeydiler" (Âlu İmrân, 3/164) "Onların sürüden farkı yoktur; onlar yollarını daha da çok şaşırmış durumdadırlar" (Furkan, 25/44) "Doğrusu iman etmeyip Allah'ın yoluna engel olanların sapması (dâllu) büyük bir sapmadır" (en-Nisâ, 4/167); "İşte Rablerine iman etmeyenlerin misâli: Onların amelleri fırtınalı bir günde rüzgârda kalan küllere benzer; elde ettiklerini elde tutamazlar. Dalâl'in büyüğü işte budur" (İbrahim, 14/18).Kâfirler de mü'minleri dalâlde olmakla suçlarlar!: "Ne zaman kendilerine bir uyarıcı gelse, kâfirler ona yalancı demekte ve şunu söylemektedirler: Allah birşeyi indirmemiştir, siz büyük dalâl içindesiniz" (el-Mülk, 67/9). Hz. Peygamber ise şöyle cevap verir: "O merhametlidir.

Biz O'na inanır ve O'na bağlanırız ümitle. Siz kimin gerçekten dalâl içerisinde olduğunu az zaman sonra öğreneceksiniz" (Muhammed, 47/29). Her ümmete hak yolu göstermek üzere peygamberler gönderilmiş ve genelde o ümmetlerin ileri gelenleri peygamberlere şöyle demişlerdir: "Doğrusu biz seni apaçık bir dalâl içerisinde görüyoruz." Meselâ Hz. Nuh şöyle cevap vermiştir: "Ey milletim, bende dalâlet yok; ancak her bir yaratığın Rabbi olanın elçisiyim" (el-Ârâf, 7/59-61).Kur'an'da küfrün en karakteristik görünümlerinden biri olarak şirkin, putperestliğin bir dalâl hali olarak zikredildiğini görürüz: "Müşrik, Allah'tan başka kendisine ne zarar verebilecek ne de faydası dokunabilecek olanı anar. Bu gerçekten dalâlin derin olanıdır" (el Hacc, 22/12)"İbrahim, babası Azer'e 'Putlara ilahlık mı yakıştırıyorsun? Doğrusu ben seni de senin milletini de açık bir dalâl içersinde görüyorum dedi" (el-Enâm, 6/74).Küfür, her türlü şekliyle gerçekten dalâldir. İşte vahyi yalanlayanlar için inen buyruklar: "O halde seyredin siz saşkınlar (dâllun), kıyâmet gününe yalandır diyenler; cehennemin zakkum ağacından yiyeceksiniz siz" (Vâkıa, 56/52).Ve onların sonları, acıklı âkıbetleri için şöyle buyurulur: "Her kavimden elçiler yolladık; Allah'a kulluk edin, putlardan uzak durun diye. Kimini Allah yola koydu ama onlardan bazıları dalâlete eğilimliydiler. Gez, gör, yeryüzünü, bak iftiracıların sonu ne olmuş" (en-Nahl, 16/36).Kalpleri katılaşanlar hakkında: "Yazıklar olsun kalbi Allah'ın zikredilişine karşı katı olanlara. Bunlar açıkça dalâl içerisindedirler" (Zümer, 39/22).Kötülük haksızlık yapanlar ile zâlimler de dalâlet ehlidir: "Vay haline o masum gündeki toplantıda iman etmeyenlere; kötü işleri işleyenler, bu gün apaçık dalâl içerisindedirler" (Meryem, 19/37-39)[5] Şüpheciler, Allah'tan ümit kesenler de aynı yoldadır: "İman edenler son vakitten yana korku içerisinde, onun hakikat olduğunun iyice farkındadırlar. Evet, hakikaten o saatten yana kuşkuları bulunanlar derin bir dalâl içindedirler" (eş-Şûra, 42/18); "Rabbinin rahmetinden, yoldan ayrılanlardan (dâllune) başka kim ümit keser ki " (el-Hicr, 15/56).Dâlla kelimesinin eşanlamlı kullanışları da aynı maksatla doğru yoldan sapanlar için zikredilmektedir: Gâviye, gevâ, gâvi gibi. "Cennet müttakîlerin, cehennem ise gâvilerin yanına getirilecektir. Orada birbirleriyle çekişsip dururken cehennem ateşindeki kafirler, 'Allah'a yemin olsun, muhakkak sizi bütün varlıkların Rabbi ile eşit ilâhlar kılmakla apaçık dalâlde bulunmuşuz. Gerçek şu ki, bizi yoldan çıkaran günahkârlar oldu' diyecekler" (eş-şuarâ, 26/96-99).İrşâd olunmak anlamındaki ihtidânın aksi itâatsizlik için: "Adam, ebediyet ağacının meyvesinden yiyerek Rabbine itâatsizlik etti ve yoldan uzaklaştı. Ne var ki sonra Rabbi onu seçti, yeniden ona doğru döndü ve onu tekrar yolun doğrusu üzerine koydu" (Tâhâ, 20/121-122) âyetleri örnektir.Zâğâ fiili de yan dönmek, doğru yoldan sapmak anlamındadır: "Sana bazı âyetleri tek anlamlı, bazı âyetleri ise çok anlama gelebilecek o kitabı indirmiş olan O 'dur. Kalplerinde zeyğ (sapma eğilimi) olanlar bu şüpheli kısma eğilirler; amaçları ihtilâf çıkarmaktır. İlmen ehil olanlar ise şöyle der: 'Biz ona iman ediyoruz; hepsi Rabbimizdendir. Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi döndürme" (Âlu İmrân, 3/7-8).Emihe yahut Emehe fiili, gözleri kapalı ve kafası hangi yola gireceği konusunda tamamıyle karışmış olarak sonu belirsiz yollara düşme diye anlamlandırabileceğimiz, bu dünyada bir o yana bir bu yana giden, doğru istikamete de asla ulaşamayan kâfirlerin halini ifade için kullanılmıştır: "Doğrusu âhirete iman etmeyenlere gelince; biz onlara yaptıkları işleri güzel göstermekteyiz ki, yolların karıştırsınlar" (en-Neml, 27/4).Kayıtsızlık, dikkatsizlik anlamındaki gaflet de dalâle yakındır: Dalâl'ın dini kullanımdaki anlamının irşâd çizgisinden kopmak olmasına karşılık gafletin manası ona karşı tamamıyle kayıtsız kalmaktır: "Onlar sığır sürüsü gibidirler. Hayır, daha da şaşkındırlar. Bunlar, aldırışsızlardır" (el-A'raf, 7/179) Kur'an'a muhâtap olmayanları gâfiller olarak niteleyebiliriz: "Biz sana bu Kur'an'ı vahyetmeden önce sen de gâfillerdendin." (Yûsuf, 12/3) "Ey Muhammed bunu sana babalarının uyanmamış olması yüzünden kendileri de gaflete düşmüş olanları uyarmak için Kadir ve Rahîm olan vahyetmektedir" (Yâsin, 36/5-6)Şu âyette de aldırmazlık, küfr zulüm ve şirk ile yakın alakalıdır: "Hak olan vaad (cehennem azâbı) yaklaştığı zaman, gör kâfîrlerin gözleri nasıl yuvalarından fırlayacak gibi bakar. Vay başımıza gelenlere derler; biz, bundan yana vurdumduymaz, gaflet içinde idik; biz zâlimlerdik. Doğrusu siz ve Allah'tan başka taptığınız ne varsa hepsi cehennem için yakacaktır. şimdi gireceksiniz oraya" (el-Enbiyâ, 21/98)"Allah, kâfirlere rehberlik etmez. O onların kalplerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuştur. Onlar aldırmazlar." (en-Nahl, 16/107-108) "Ey Muhammed onlara o üzücü günün haberini ilet ki, onlar gaflet içinde ve inanmaz iken son karar verilecektir." (Meryem, 19/39)Hevâ ehli olarak dalâlet: "Ben sizin ahvânıza uyacak değilim. Zira o takdirde yolumu şaşırırım ve doğru yolu bulanlardan olmam de" (el-En'âm, 6/56); "Allah'tan bir irşâd olmaksızın kendi hevâsına uyandan daha şaşkın kim olabilir? Doğrusu Allah zâlimleri, doğru yola iletmez" (el-Kasas, 28/50) "Geçmişte yolunu kaybetmiş ve birçok insanı da yoldan çıkarmış, şimdi de düz yoldan kopmuş olanların ehvâma tâbi olma" (el-Maide, 5/77).İnançsızlara ehl-i ehvâ denilmiştir.

İmam Eş'arî şöyle der: "Hakîkaten ayrılmış olan Mu'tezilileri ve Kaderîleri kendi ehvâları, önderlerine ve atalarına körü körüne itâate,
Kur'an'ı da oldukça rastgele bir biçimde anlamaya itmiştir."Bütün bu misâllerden ve Kur'an'daki genel anlatım düzeninden dalâlet ehlinin: Küfür hevâ, isyan, nankörlük, iftirâ, yalancılık, büyüklenmek, inançsızlık, Allah'ın elçisine tâbi olmamak, Kur'an'a inanmamak, sünneti terketmek, kalplerini katılaştırmak, şirk koşmak, âhirete inanmamak, hakka karşı aldırışsızlık, müteşâbihlere uymak, inançta şüpheli davranmak, bilgisizce âyetler hakkında tartışmak, haklara tecâvüz etmek, vahiyle alay etmek, haddi aşmak, fâsıklık, fâcirlik, zâlimlik, müsriflik, Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek gibi özellikleri olduğu anlaşılmaktadır. Dalâlet ehli, yani "Kâsitûn'a gelince onlar cehennemin yakıtıdırlar"[
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt