Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İşaret Yazıları (1 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Acizleşen Din Anlayışı

Acizleşen Din Anlayışı

Ahsen-i takvim üzere yani en güzel bir biçimde ya­ratılan ve daha sonra aşağıların aşağısına döndürülen İnsan, gerçekten narin, gerçekten aciz bir yaratıktır. İnsanoğlu acizliğini itiraf etse veya etmese de, bu gerçeği hissetmekte ve bir türlü hazmedemediği, hazmetmek istemediği bu gerçeğe karşı savaş vermektedir.
Acizlik vasfı, insanoğlunun ortak bir vasfı olarak kabul edildiği ve insanla bütünleştirildiği içindir ki, diğer insanlardan farklı olmak, diğer insanların yapamadıklarını yapmak, insan­ların ortak vasfı olan bu acizlikten uzaklaşmak, bu aciz­likten kurtulmak gibi kabul edilir!.
Hiç kimsenin tırmanamadığı oldukça yüksek bir dağa tırmanan dağcı, insanların ortak vasfı olan acizliği yendiğini ve bu yüce dağa tırmanarak dağ gibi yüceldiğini zanneder. Oysa kendisinin haftalarca çabalayarak, sürüm sürüm sürünerek çıkabildiği bu zirveye, bazı hayvanlar uçarak veya koşarak gayet rahat çıkabilmektedir.
Tabi ki bu önemli değildir!.
Çünkü onun acizliğe karşı verdiği savaş, asıl itibariyle insanların acizliğine karşı verdiği savaştır.
Nitekim asıl itibariyle acizliği değil, aciz olan insanı rakip kabul eden bu yarışta biraz öne geçen kimseler, kendilerini acizlikten kurtulmuş çok özel insanlar olarak görmeye ve “Ben, ben” diyerek övünmeye başlamaktadırlar !.
Şanı yüce Rabbimiz, acizliği yendiğini zannederek aciz olduklarını unu­tan ve “Ben, ben” diyerek övünen tüm insanları şu ayet-i kerimelerle uyarıyor.
“İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı?”,“Dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.”,“(O su, erkeğin) Bel kemiği ile (kadının) göğüs kemiği arasında çıkmaktadır.”
Bu ayet-i kerimelerin gereğini yapıp, bu ayet-i kerimelerin işaret ettiği gerçeğe hiç baktı­nız mı?
Ayaklarımın üzerinde dimdik doğrulmakla ve bazı işleri başarmakla kendimi özel görmeye veya daha açık bir ifadeyle kendimi bir halt sanmaya başladığım zaman­lar, bu ayet-i kerimeleri hatırlıyor ve bu ayet-i kerimelerin işaret ettiği bir damla suya bakıyorum.
Babamın bel kemiği ve annemin göğüs kemiği arasından çıkan bu bir damla su bendim!.
Ve düşünüyorum!.
Her şeye Kadir olan Rabbim, beni bu bir damla meni, bir damla nutfe halimle meydandaki bir taşın üzerine koysa ve bir damla nutfe halindeki bene şu an ki aklımı, şu an ki fikrimi, şu an ki bilincimi verse ne yapardım?
Dünyaya nasıl bakar ve bu sümüğümsü halimle kendimi nasıl tanımlardım?
Lütfen sizler de düşününüz!.
Birçok insanın iğrendiği böyle bir sümüğümsü nutfe halinizle, meydandaki bir taşın üstünde olsanız, dünyaya nasıl bakar ve kendinizi nastl tanımlardınız?
Beş dakika güneşte kalmakla kuruyabilecek veya bir köpek yatamasıyta varlığını yitirebilecek olan bu bir damla nutfe halinizle, şu an olduğu gibi kendinizi birçok şeyden müstağni görebilir ve nefsinizi kabartarak “Ben, ben” diyerek övünebilir miydiniz?
Yoksa korunabileceğiniz, korunup gelişebileceğiniz yer olan ana rahmine gi­rebilmeniz için, Rahman ve Rahim olan Rabbinize tüm acizliğinizle, tüm teslimiyetinizle dua mı ederdiniz?
Tabi ki dua ederdiniz, tabi ki yalvarır, yakarırdınız!. Çünkü sizleri ana rahmine yerleştirecek, burada koruyup geliştirecek ve bir insan olarak şekillendirecek olan Rabbinizdir.
“Andolsun, Biz insanı, süzme bir çamurdan ya­rattık.”,“Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine (ana rahmine) yerleştirdik.”,“Sonra o su damlasını bir kan pıhtısı olarak ya­rattık; ardından o kan pıhtısını bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.”
Peki, bir damla nutfe halindeyken acizdiniz ve ana rahmi­ne muhtaçtınız da, elli-altmış kilo et ve kemik haline gel­diğiniz zaman çok şey mi değişti?
Artık ana rahmine muhtaç olmadığınız gibi, ana ra­himlerini yaratan mutlak Rahim'e de muhtaç değil misi­niz?
Elbetteki hayır!.
Bir damla nutfe halindeyken nasıl aciz isek, şimdi de aciziz, şimdi de muhtacız Rahman'a, Rahman ve Rahim olan Allah'a!.
Evet, insanoğlunun acizliğini ifade eden bu yaklaşımları­mız, tabi ki meselenin sadece bizimle, biz yaratılmışlarla ilgili yönünü dikkate alan mahlukat boyutudur. Oysa aynı meselenin bir de Rabbani boyutu bulunmaktadır.
Bir mahluk, bir yaratık olan insanın, yaratıcı olan Allah'a teslim olduğu ve Allah ile irtibata geçtiği bu Rabbani boyut, aciz olan insanı, muhteşem bir izzete yükselten boyut­tur. Çünkü Aziz yani izzetin yegane sahibi olan Allah (c.c), kendisine teslim olan, kendisine kulluk yapan tüm mü'minleri de bu mutlak izzetinin gölgesine almakta ve bu mü'minleri de izzet sahibi yapmaktadır.
“Derler ki, “Andolsun, Medine'ye bir dönecek olur­sak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı el­bette oradan sürüp çıkaracaktır.” Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulünün ve müminle­rindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.”
Alemlerin Rabbine kul olarak, tüm alemlerde izzet sahibi olan bu mü'minler, artık herşeyle Allah'a tevekkül eden ve herşeye kadir olan Allah (c.c.)'ı kendilerine dost ve yardımcı edinen mü'minlerdir.
“De ki: “Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül et­melidirler.”
Bu ayet-i kerimeye iman eden ve “Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isa­bet etmez” bilincine ulaşan mü'minler, hiç kuşkusuz ki kalemle yazılan olay veya olay kahramanlarından değil, Kalem Sahibi'nden korkup, Kalem Sahibi'ne sığınan mü'minlerdir.
Peki, böylesi kulluk bilinciyle sadece Allah'a sığınıp, sa­dece Allah'a tevekkül eden mü'minlere Allah yeter mi?
Tabi ki abes bir soru oldu bu!.
Ne var ki bütün abesliklerimizi bilen şanı yüce Rabbimiz, bu abes sorumuzun, abeslikten münezzeh olan cevabını Kur'an-ı Kerim'de şöyle zikrediyor.
“Ey Peygamber, sana ve seni izleyen mü'minlere Allah yeter.”
Şimdi sizlere, günümüz realitesinde hiç de abes olmayan ikinci bir soru sorayım.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a sığınıp, Allah'a tevekkül ettiğinizi iddia eden sizlere, siz müslümanlara Allah yetiyor mu?
Durun bir dakika!.
Hemen “Allah bize yeter” demeyin!. Ben sizlerden Kur'an-ı Kerim'deki cevabı değil, sizin halinizdeki, sizin yaşantınızdaki cevabı öğrenmek istiyorum.
Allah size yetiyor mu?
Allah'ın size verdiği ile yetinip, size verdiği ile dik, dimdik durabiliyor musunuz?
Yoksa başka arayışlar, başka güvenceler, başka dayanaklar peşinde misiniz?
Söyleyin, söyleyiverin ne diyorsunuz?
“Allah bizim mevlamızdır. O ne güzel mevla, ne güzel yardımcı” diyerek, sahip olmanız gereken izzet ve şerefin farkında mısınız?
Herhangi bir insan karşınıza gelip “Ben, bilmem ne holdingin genel müdürüyüm!.” veya “Bilmem ne mecli­sinin başkanıyım!.” diyerek böbürlendiği zaman, apaçık olan alnınızı yedi kat göklere yükseltip, başınızı da usulca Allah (c.c.)'ın kudret eline yaslayarak "Ben de alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'ın kuluyum” diyebiliyor musunuz?
“Ben de alemlerin Rabbî olan Allah (c.c.)'ın kulu­yum” derken, tüm hücrelerinizin müşahhas bir izzetle dolduğunu, tüylerinizin bile bu izzetle dimdik olduklarını hissedebiliyor musunuz?
Ve kendinize, kendi kendinize, “Varlık aleminde bir izzet ve şeref varsa, o izzet ve şeref Vallahi budur, Billahi budur” diye­biliyor musunuz?
Dünya ve dünyanın içindekiler küçülüyor mu gö­zünüzde?
Süper güç denilen devletlerin ve bu devletlere bağlı orduların, alemlerin Rabbi olan Allah'ın kuvvet ve kudreti karşısında bir hiç, gerçekten bir hiç olduklarını görebiliyor musunuz?
Ve Allah adına, Allah'ın razı olacağı yegane din olan İslam adına konuşacağınız zaman, bu izzetle doğruluyor ve en ufak bir yaprağınızı dahi kımıldatmadan bu izzetle konuşabi­liyor musunuz?
Lütfen cevap veriniz!.
Allah'ın adıyla ve Allah adına başladığınız sözleri­nizde, İslam adına yaptığınız konuşmalarınızda, bu iz­zeti hissedebiliyor, bu onuru yaşayabiliyor musunuz?
Bu açık sorulara, aynı açıklıkta müsbet cevaplarınız yoksa, “Böyle bir izzete, böyle bir onura henüz erişmedik, henüz eri­şemedik!.” diyorsanız, bu açıksözlülüğünüze teşekkür eder ve her müslümanın erişmesi gereken bu izzete, si­zin de erişebilmeniz için duada bulunuruz.
Tabi ki susmanız gereken yerde susmanız ve din adına konuşmamanız kaydiyle!.
Çünkü yüce İslam dini, bu izzeti hisseden, bu izzeti yaşayan müslümanların temsil ve tebliğ edecekleri bir dindir. Aziz olan Allah adına konuşan müslümanların, hem konuşmalarında ve hem de tavırlarında bu izzeti yaşarcasına hissetmeleri ve müşahhas bir şekilde göstermeleri gerekmektedir.
Çünkü İslam adına yaptıkları bu konuşmalarda ve gösterdikleri tavırlarda, kendilerini değil, Allah'ın razı olacağı yüce İslam dinini temsil etmektedirler.
Nitekim bizlere, tüm müslümanlara örnek ve rehber olan Resulullah {s.a.v.)'in sünnetinde, bu gerçekliği bütün açıklığı ile görmemiz mümkündür. Kendi nefsine karşı yapılan batıl isnatları durgun ve sakin bir deniz gibi karşılayan Efendimiz (s.a.v.), Allah'a ve Allah'ın razı olacağı yega­ne din olan İslam'a batıl bir isnat yapıldığı zaman mübarek yüzü mü'minlik asabiyeti ile kızarmakta ve iki kaşı arasındaki damarı, sanki çattayacakmış gibi dışarı çıkmaktadır.
İşte mü'minlik işte müsümlik budur!.
Çünkü mü'minlerin ve müslimlerin yaşadıkları, sa­hip oldukları şeref ve izzet, nefislerinden kaynaklanan bir şeref ve izzet değildir. Dolayısıyla bu şeref ve izzetin kaynağı kendi nefisleri olmadığı için, kendi nefislerini değil,
bu şeref ve izzetin gerçek kaynağı olan Allah'ı ve Allah'ın razı olacağı yegane din olan İslam'ı önem­serler, İslam'ı tenzih ederler.
Günümüzde ise durum değişmiştir!.
Kendi nefislerine yönelik haklı veya haksız bir it­ham karşısında renkleri değişen, hızlanan atardamarları nedeniyle bütün damarları dışarıya fırlayan, bir ithama bin itirazla karşılık vermeye çalışan müslüman markalı şaşkınlar, Allah'a ve Allah'ın razı olacağı yegane din olan İslam'a yapılan tüm saldırıları durgun ve sakin bir küçük su birikintisi gibi karşılamaktadırlar!.
Ve bunun adı hoşgörü imiş!.
Bunun adı tevazu imiş!. İslam'a göre kesinlikle hoş olmayan şeyleri hoş gören, hoş karşılayan böylesi kimselere, gayet tabi ola­rak hoşgörüyle değil, hoştgörüyle yaklaşıyoruz!.
Çünkü müstekbirlere karşı acizliği hoşgörü olarak adlandıranlar, halkın vekilleri karşısında, hakkın vekili sıfatıyla ezilip-büzülmeyi, büzülüp-bükülmeyi tevazu olarak görenler, kendi acizliklerini, kendi zilletlerini, Allah'a ve İslam'a nisbet eden za­vallılardır!.
İşte buna sabrımız, işte buna tahammülümüz yoktur.
İslam'ın tüm müslümanlara verdiği şeref ve izzetin farkında değilseniz, bu durumunuzu makbul olmasa da makul karşılayabiliriz.
Ancak, bu izzete erişemeyen bir zavallı olarak, dünya istikbarı karşısında kendinizi aciz, kendinizi güçsüz görüyorsanız, haddinizi bilmeniz ve kuyruğu­nuzu büküp oturmanız gerekmez mi?
Yüce İslam dini adına, bu müstekbirlere, bu politikacılara, bu yöneticilere niye kuyruk sallıyorsunuz ki!
Diyelim ki bir mizaç meselesi bu!.
Diyelim ki kuyruk sallamak mizacınızda var!.
O halde kendi adınıza kuyruk sallayın, kendi adını­za çanak yalayın!.
Din adına niye kuyruk sallıyor, kendi acizliğinizi dine neden nisbet ediyorsunuz ki!.
Yoksa bel'am mısınız?
Bel'am mizaçlı mısınız?
Bizlere yılışık yılışık bakıyor ve “Mizacımızda din adına kuyruk sallamak var!.” mı diyorsunuz!. Şayet buy­sa söylediğiniz, aşağıdaki ifadedir söyleyeceğimiz.,
“Allah belanızı versin!.”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Basın-yayın ve gündem

Basın-yayın ve gündem

Basın-yayın faaliyetlerinin en önemli işlevlerinden birisi de, gündem oluşturmadaki etkinliğidir. Önemli veya önemsiz birçok konu, insanların gündemine basın-yayın organları vasıtasıyla girmektedir. Nitekim cahili otoritelere bağlı basın organları bu konunun önemini id­rak etmekte ve cahiliyenin istediği meseleleri, yine cahtliyenin istediği bir biçimde gündeme getirmektedirler.
Cahiliyenin hakim olduğu ülkelerde yaşayan insan­ların genel olarak konuştukları ve tartıştıkları meseleler, cahiliyenin gündeme getirdiği meselelerdir. Sırtlarında değişik ideolojilere özgü semerler taşıyan bu insanlar, semerlerin üzerinde yazılı bulunan hürriyet, adalet, eşitlik ve özgürlük gibi kavramları tartışmakta ve bu kavramlarla süslenmiş semerleri benimseyerek semerin altında bulunan kendisini ve semerin üstünde bulunan müstekbiri fark etmemektedir. Zaten İdeolojik semerin üstünde oturan müstekbirlerin isteği de budur. Bu müstekbirler semerlere bir motif olarak işlenmiş olan hürriyet ve özgürlük gibi kavramların gündeme gelme­sini, bu kavramların konuşulmasını ve dolayısıyla bu ideolojilerin veya bu semerlerin ne kadar güzel, ne ka­dar rahat ve ne kadar yüce okluklarının empoze edilmesini isterler. Bu işlevi yerine getiren satılmış basınyayın organları milli kahraman olarak taltif edilirken, semerin altında ezilen insanlardan ve semerin üstünde zulümle­rini devam ettiren firavunlardan bahseden basın organ­ları ise, milli bütünlüğü bozan hainler olarak cezalandırılmaktadır.
Basın-yayın ve gündem meselesini değerlendirir­ken satılmış basın-yayın organlarını ve bunları satın alan mercileri konuşacak değiliz. Bu önemli meselede müslümanlara hitap eden ve müslümanların gündemini oluşturan basın-yayın faaliyetleri üzerinde durmak istiyo­ruz. Bilindiği gibi müslümanlara hitap eden basın organları, müslümanların gündemini oluşturmakta önemli bir etkinliğe sahiptirler. Konuşulmasında, tartışılmasında fayda veya zarar gördüğümüz birçok mesele, müslümanların gündemine bu basın organları vasıtasıyla gir­mektedir. Çünkü müslümanlar bulundukları seviyeye göre bu basın organlarından bazılarını sahiplenmekte ve bunların gündeme getirdikleri meseleleri konuşarak, bu meselelerde beyan edilen görüşleri benimsiyerek, bu görüşler istikametinde şekillenmektedirler.
Falanca derginin okuyucusu ile filanca gazetenin okuyucusu arasında meydana gelen görüş ayrılıkları, genel olarak bu dergi ve gazete arasındaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır. Bu konuda okuyucu­yu suçlamak haksızlık olacaktır. Okuyucu kesimindeki müslümanları farklı meseleler ve değişik görüşlerle bir­birinden ayıran ve bunun da ötesinde birbirine düşman hale getiren bu basın organlarıdır. Allah'ın razı olacağı din adına konuşan birçok basın organları arasında, ne yazık ki İslami sorumluluktan kaynaklanan bir diyalog, bir birliktelik yoktur. Hatta ve hatta müslümanların vahdetinden bahseden birçok basın organı, ebebiyatını yaptık­ları bu vahdeti kendi kadrolarında dahi gerçekleştirebil­miş değillerdir. Aynt derginin veya aynı gazetenin bir ta­rafında İslam'dan taviz verilmeyeceği, verilemeyeceği belirtilirken, diğer tarafından demokratik yollarla İslami hedeflere varılabileceği safsatasından bahsedilmektedir. Dillerine geleni konuşan, akıllarına geleni yazan bu kim­seler, bilerek veya bilmeyerek Allah'a yalan isnat etmektedirler.
Bu aşırı bir suçlama mı?
Ne yazık ki hayır!.
Allah adına konuşan ve insanları Allah adına deği­şik görüşlere ve tavırlara davet eden birçok basın or­ganında bu cürüm işlenmektedir. İlahi vahiyle çelişen ve İlahi vahiyle bütünleşmeyen kişisel görüşlerini Al­lah'a isnat ederek dile getiren bu kimseler, Allah'a yalan isnat etmektedirler. Allah'ın hükmünü bilmedikleri me­selelerde susma bilinci yoktur bu kimselerde!.
Ve susmazlar ve bilmedikleri meşelerde “Bilmiyoruz” demezler, diyemezler.
Çünkü bilen kimseler olarak çıkmışlardır söz me­ydanlarına ve her konuda konuşmaları gerekmektedir. Bu kimseler birçok konuşmalarında, birçok yazılarında Efendimiz (s.a.v.)'e bağlı olduklarını ifade etmelerine rağmen, Efendimiz (s.a.v.)'in “Ya hayır konuş, ya da sus” buyruğunu idrak etmezler!.
“Ya hayır konuş, ya da sus!”
“Ya hayır yaz, ya da yazma!” ne demektir?
Hangi yazılarda hayır vardır?
Nelerin yazılması, nelerin yayınlanması veya nelerin okunması hayırlıdır?
Birçok basın organının Rabbani maksattan uzak karmaşık yayın çizgisini ve yine birçok yayın yayın­evinin yayınlayarak müslümanlara sundukları kitapları gördüğümüz zaman, yukarıda zikrettiğimiz soruların bu kimselerce cevaplanmamış sorular olduğunu müşahade edeceğiz. Bu sorular günümüz şartları dikkate alınarak cevaplandırılmadığı için, söz konusu yayın faaliyetleri sürmekte ve bu faaliyetlerin tesirinde kalan müslümanlar karmakarışık bir yapıya sürüklenmekte­dir. Farklı meseleler, farklı görüşler ve farklı tavırlarla karşılaşan müslümanlar, bütün bunlardan etkilenebilmekte ve dolasıyla bu farklı etkileşimin bir neticesi ola­rak birbirinden farklı ve birbiriyle çelişen kimliklere sahip olmaktadırlar.
Basın-yayın faaliyetleriyle uğraşan ve bu faaliyetler­le müslümanlara hizmet etmeye çalışan kardeşleri­mizin, bu önemli konuyu değerlendirmeleri ve hizmet inancıyla yaptıkları çalışmaların ne gibi sonuçlar doğur­duğunu dikkate almaları gerekmektedir.
Müslümanların bilgi ve şuur seviyelerini yükselt­mek için çalıştıklarını iddia ederek, değişik faaliyetlerde bulunan kimselerin büyük çoğunluğu, ne yazık ki gelişigüzel bir program takip etmektedirler. Takip edilen bu faaliyet programlarına “Gelişigüzel” dememizin nede­ni, bu programların Rabbani bir maksattan uzak oluşu ve daha da önemlisi Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen eğitim metoduna mutabık olmayışıdır.
Kur'an'ı Kerim'de İlahi daveti kabul ederek İslam dairesine giren müslümanları muhatap alan ayet-i keri­meler kendi bütünlüğünde değerlendirildiği zaman, daveti kabul eden bir müslümanın kamil bir müslüman durumuna gelebilmesi için, nasıl bir eğitim metodu takip edildiği açıkça müşühade edilecektir. Müslümanları muhatap alan bu ayet-i kerimeler sadece bilinçle ilgili ol­madığı gibi, sadece tavırla da ilgili değildir. Ancak bilinç ve tavırla ilgili olan ayet-i kerimeler genel nüzul sırasına göre değerlendirilse, bu ayet-i kerimelerin birbirini ta­mamlayan ahenkli bir bütünlük gösterdiği anlaşılacak­tır. Müslümanlara şuur, bilinç ve tavır telkin eden ayet-i kerimeler maksatlı ve hikmetli bir seyir takip etmektedir. Müslümanlardan bulundukları aşamada hangi hak tavır istenecekse, bu tavrın bilgisi ve şuuru verilerek hak olan tavır emredilmektedir. Bilgisi ve şuuru verilmeyen davranış emredilmediği gibi, bilgisi ve şuuru verilen davranış ise mutlaka emredilmektedir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'deki eğitim metodu ile, değişik bölgelerde yürütülen kültür programları, bu önemli fark ile birbirinden ayrılır.
Entellektüel zihniyetin tesirinde kalarak muhatap aldıkları müslümanların bilgi ve şuur seviyelerini yük­seltmek için çok yönlü kültür programlan takip eden kimselerin, bu konuya önemle dikkat etmeleri gerekir. Bu kardeşlerimiz her İstami gerçeği okumayı, yazmayı veya konuşmayı, İslami bir vecibe telakki etmektedirler.
Basın-yayın dünyasında gündeme getirilen birçok meseleler, görüşler ve bunların tesirinde kalınarak yürütülen programlar, söz konusu zihniyetin açık bir göstergesidir. Mesela recm meselesi ve mürtede ilişkin hükümler, zamanımızdaki İslam devleti için bir problem değilken, bırakın devlet olmayı henüz cemaat olamayan müslümanların gündemine girebilmekte ve aylarca tartışılabilmektedir.
Rabbani bir maksadı gözetmeden gündeme getirilen meseleler sadece bunlar mı?
Tabi ki değil!..
Muhatap aldıkları müslümanların durumunu ve içinde bulundukları konumu dikkat almadan, savaş hükümlerine ve savaşla ilgili örneklere ağırlık vererek müslümanları teşvik ve tahrik eden kimselerde de aynı şaşkınlık bulunmaktadır. Kimlere, ne zaman, nerede, ne anlattıklarının bilincinde olmayan bu aceleci kimseler, sözkonusu yarılarda teşvik ve tahrik edildikten sonra kendilerine;
“Madem ki yaşamamız gereken hüküm bu, haydi davranalım.” diyen samimi müslümanlara yine bilgiç bir tavırla;
“Acele etmeyin, şimdi sırası değil.” demektedirler.
Acele etmeyeceklermiş?
Şimdi sırası değilmiş!..
O halde bu kimselere sormak istiyoruz.
Madem ki sırası değil, neden yazıyorsunuz?
Çevresindeki insanları sabır ve merhametle Allah'a kulluğa davet etmeleri gereken müslümanları neden tahrik ediyorsunuz?
Bu bilinçsiz davranışlarınızla İslami mücadeleye zarar verdiğinizi bilmiyor ve müslümanları çelişkili tavır­lara sürüklediğinizi görmüyor musunuz?
Yazı ve konuşma düzleminde muhatap aldığınız müslümanlara ne için, ne sunduğunuzun idrakinden değil misiniz?
Oysa ki Kur'an'ı Kerim muhatap aldığı müslümanları değişik vadilere devet etmez. Müslümanlardan bulundukları konum ve aşamada hangi hak tavır istenecek­se, bu hak tavrın bilgisi ve şuuru verilmektedir.
Kur'an'ı Kerim'de beyan edilen eğitim programı, bu nedenle bir kültür programı değildir. Teori ve pratik iç içedir Kur'an'ı Kerim'de. ilahi vahiyle muhatap alınan in­sanlar, bilgi hamalı durumuna getirilmez ve maksatsız hiçbir bilgi verilmez bu insanlara.
İsteyeceğini verir ve verdiğini ister Kur'an'ı Kerim.
Vermeden istemez, maksatsız vermez ve verdikten sonra başıboş bırakmayarak sorumlu­luk yükler Kur'an'ı Kerim.
İşte bu önemli hususu idrak eden kardeşlerimiz, muhatap alınan müslümanlara bilgi ve şuur vermek için yürütülecek olan faaliyetlerin, hangi maksada binaen yürütülmesi gerektiğini de idrak edeceklerdir. Bu mak­sat, müslümanların bulundukları konum ve seviyede emredileceği veya nehyedileceği davranışlarla ilgilidir. Muhatap aldığımız müslümanlardan bulundukları ko­num ve seviyede Allah için istememiz gereken dav­ranışlar ne ise, bu davranışların bilgi ve şuurunu ver­mekle yükümlü olduğumuzu anlamalıyız.
İslam'da gündem anlayışı bu bilinçle ortaya kon­maktadır. Müslümanlardan istenecek olan davranışın bilgisi ve şuuru verilmekte, bilgisi ve şuuru verilen dav­ranış ise mutlaka emredilmektedir.
“Ya hayır konuş, ya da sus” prensibine bağlı kalı­narak, yazma, okuma, ve konuşmayla geçen zamanın telef olmaması isteniyorsa.
Bu gerçek anlaşılmalıdır, anlaşılmalıdır artık...
 

katrenur

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
22 May 2009
Mesajlar
113
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Hocam maşallah bismillah demişsiniz o hızda yol almışsınız. İLK üç konuyu okudum birşeyler yazmak ve paylaşmak istedim .İç içe konan testi misali her sayfada farklı konularla karşılaştım. Bakış açınıza hayran kalmamak imkansız .Lakin bunları tek tek yada üçerli guruplara ayırırsanız hem bizim için hemde size dönmemiz açısından daha iyi olmaz mı?
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Olurdu tabi kardeşim niye olmasın da sebepleri var tabi;
Fazla mesaj trafiği oluşturmasın dedik,
Her yeni mesajımızda eski mesajımız ile tekrar gün yüzüne çıksın istedik,
Konumuzun adınıda İşaret Yazısı'' değil ''İşaret Yazıları'' olarak adalandırdık ki okuyan kardeşlerimiz takibe devam etsinler istedik.
İşte bu ve bunlar gibi değişik sebeplerden dolayı böyle yaptık inşaAllah bu şekilde faydalanabilirsiniz
Yorum yapmak istediiniz mesajdan alıntı yaparak yorum yapabilirsiniz
Hayırlı geceler olsun

......................

...Ebû Hureyre(R)'den: Rasûlullah (S): "Ramazân geldiği zaman\cennet kapıları açılır" buyurdu ''Buhari''
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Kalkış noktamız

Kalkış noktamız

Efendimiz (s.a.v.) bazı hadis-i şeriflerinde ümmeti­nin geleceğine dair haberler vermektedir. Bu haberler dolaysız bir şekilde vahye bağlı haberler olduğu gibi, Kur'an'ı Kerim'in beyanlarına veya İlahi gerçeklere bağlı, İlahi gerçeklerin işaret ettiği haberler de olabilmektedir.
Bize intikal eden bu haberlerden bir tanesi de, Muhammed ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağını bildi­ren haberdir. Tirmizi'de zikredilen bu habere göre, yet­mişüç fırkayla ilgili olarak Resulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurmaktadır.
İsrailoğullarının başına gelen musibetler, aynısı ümmetime de gelecek. O kadar ki, îsrailoğullanndan birisi açıktan açığa anasıyla zina etse, ümmetimin içinde de onu yapan olacak. îsrailoğulları yetmişiki gruba ayrıldı. Ümmetim de yetmişüç grup olacak. Bi­risi hariç, hepsi cehennemdedir.
“O hangisidir, ey Allah'ın Resulü?” diye sordular. Resulullah (s.a.v.), cehennemden kurtulacak olan fırkay­la ilgili olarak şu cevabı verdi.
“Benim ve ashabımın yolunda olanlar.”
Evet, yetmiş üç fırkaya ayrılacak olan Muhammed ümmetinden sadece bir grup, sadece bir fırka kurtuluş bulacaktır. Bu fırkanın en mümtaz vasfı ise, Efendimiz (s.a.v.)'in ve onun ashabının yolunda olmalarıdır.
Çok değişik fırkalara ayrılmış olan günümüz müslümanlarını dehşetli bir endişeye düşürmesi gere­ken bu hadis-i şerif, genel olarak bilinen bir hadis-i şerif olmasına rağmen, günümüz müslümanlarının endişe­lenmelerine değil, sanki müjdelenmişler gibi rahatlama­larına neden olmaktadır. Çünkü yetmişüç fırkayla ilgili olan bu hadis-i şerif, yetmiş üç fırka tarafından bilinmek­te, ancak ne gariptir ki her fırka kendilerini fırka-ı naciye (kurtulmuş fırka) olarak kabul etmektedir.
Hadis-i şerifi tekrar okuyor ve öncelikle kendi hali­mizi dikkate alarak tekrar düşünüyoruz!.
Açık sözlülükle belirtmek isteriz ki, fırka-i naciyeden olmayı her hücremizle istemekle birlikle; fırka-i naciyeden olduğumuzu iddia edebilmek için ne haklı ne­denlerimiz, ne de kendimizi ve çevrenizdekileri aldata­cak yüzümüz vardır!.
Çünkü söz konusu hadîs-i şerifte fırka-i naciyenin vasfı, çok açık bir dille ifade edilmektedir.,
“Benim ve ashabımın yolunda olanlar.”
Bu hükmü ve bu Rabbani ölçüyü bildikten sonra, ilgimizi asr-ı saadete yöneltiyoruz. Resulullah (s.a.v.)'in ve onun ashabının yolunda bulunmanın ne olduğunu, yaşantıda, tavırlarda, davranışlarda, kimliklerde ve yönelişlerde ne anlama geldiğini görmek istiyoruz. O kutlu gören gözlerimiz doluyor, onlara gıpta ediyoruz.
Allah şahiddir seviyoruz onları.
Kendimizden, anamızdan, babamızdan çok, pek daha çok seviyoruz onları. Bu kutlu insanları gördükten sonra kendimize, kendi halimize bakıyoruz.
Dudaklarımız bükülüyor, ağlamak istiyoruz.
“Biz onların yolundayız” demekten haya ediyoruz.
Allah'tan korkuyoruz ve bu nedenle susuyoruz!.
Tabi ki herkes susmuyor!. Tabi ki birçok gruptan, birçok fırkadan aynı ifadeler yükseliyor.,
“Biz fırka-i naciyeyiz.”
“Sadece biz, sadece biz kurtulmuş fırkayız!.”
“Biz fırka-i naciyeyiz” diyerek söz meydanlarını dolduranlar, lütfen biraz insaflı olsunlar. Ne haldeler iken, ne söylediklerini idrak etsinler. “Bizim yolumuz as­habın yoludur” ifadesi ile kendilerini ve çevresindekileri aldatmasınlar. Kendilerini laf ile onlara benzeterek, o mümtaz insanlara iftira atmasınlar.
Diyeceksiniz ki.
Ashab-ı Kiram bunlara, bunlar ashabı kirama ben­zemediğine göre, bu yanılgı nereden kaynaklanmak­tadır?
Bu insanlar zikredilen hadis-i şerifi okuduktan son­ra, fırka-i naciye olduklarını nasıl söyleyebilmektedirler?
Bu konudaki yanılgı; yanlış yaklaşım, yanlış muha­keme ve yanlış mukayeseden kaynaklanmaktadır.
Hadis-i şerifte yetmişiki fırka olan İsrailoğullarının ve yetmişüçe bölünecek olan Muhammed ümmetinden bahsedilmektedir. Bu yetmişüç fırkadan yetmişikisi, israiloğullarmın hatasını, isyanını, azgınlığını ve sapıklığını tekrarlayacak, bir fırka ise Resulullah (s.a.v.)'in ve ashabının yolunu takip ederek kurtuluş bulacaktır. Hangi grup, fırka-i naciye olup cennettedir? Hangi gruplar, yetmişiki sapık fırkaya dahil olup ce­hennemdedir?
İşte bu gibi sorular genelde her fırkanın gündemi­ne girmekte ve her fırka yanlış bir muhakeme ve muka­yese ile fırka-i naciye olduklarını ileri sürmektedirler.
Yetmişüç fırkayla ilgili meselenin veya yukarıda belirtiğimiz soruların özünde; İsrailoğulları ile ashab-ı kiram arasında bir yer tesbiti bulunmaktadır. Çok deği­şik fırkalara ayrılan Muhammed ümmetindeki her fırka­nın, İsrailoğulları ile ashab-ı kiram arasında kendilerine bir yer belirlemeleri gerekmektedir.
Bu belirlemeyi yapabilmeleri, hangi tarafta olduk­larını tesbit edebilmeleri için, her iki taraf ile aralarındaki benzer ve farklı yönler dikkate alınmakta ve bunlar değerlendirilmektedir. Nitekim sözünü ettiğimiz yanılgı, bu mukayese ve değerlendirme safhasında meydana gelmektedir.
Her grup kendilerini İsrailoğulları ile mukayese ederek sadece farklı yönlerini tesbit etmekte ve bu fark­lılıklara işaret ederek şöyle demektedirler.
“Bizim İsrailoğulianndan şu, şu, şu., farklılarımız var, dolasıyla biz onlardan değiliz!.”
Yine her grup, kendilerini ashab-ı kiram ile muka­yese ederek sadece benzer yönlerini tesbit etmekte ve bu benzerliklere İşaret ederek yine şöyle demektedirler.
“Bizim onlarla şu, şu, şu., ortak ve benzer yönleri­miz var, dolasıyla biz onlardanız!.”
Böylesi bir yaklaşım ve böylesi bir mukayese ile hiç şüphesiz ki her fırka, kendilerinin fırka-i naciye ol­dukları sonucuna varmaktadır. Çünkü her grubun İsrailoğullarından farklı ve yine her grubun ashab-ı kirama benzeyen yönleri vardır. Böylesi bir mukayese mantığı ile İsrailoğullarının bile ashab-ı kiramın yolunda olduğu­nu söylemek mümkündür!.
Oysa herhangi bir grubun İsrailoğllarından bazı farklı tavırlara sahip olması, o grubu kesin hatlar ile İsrailoğulianndan ayırmayacağı gibi; yine herhangi bir grubun ashab-ı kiram ile bazı ortak tavırlara sahip ol­ması, o grubu genelde ashab-ı kiram ile bütünleştirmeyecektir.
Yahudinin yoluna, yahudinin metoduna, yahudinin kanunlarına talip olmalarına rağmen; giydikleri yakasız gömlek ve ellerine aldıkları misvak ile “Biz ashabın yo­lundayız” diyenler, büyük bir cür'etle büyük bir yalan söylemektedirler.
Durum böyledir!.
Birbirinden ayrı, birbirine karşı, birbirine düşman olan birçok grup fırka-i naciye olduklarını iddia etmekle, diğer grupları tekfir edebilmektedirler. Hepsi bazı hükümleri slogan laştırmakta, hepsi kısmi olarak ele aldıkları bu hükümlerin arkasına sığınmaktadırlar.
Bu çelişkili durum, zikrettiğimiz yanlış yaklaşımdan ve yanlış mukayeseden kaynaklanmaktadır. Herhangi bir fırkanın İsrailoğullarından farklı, ashab-ı kiramla ben­zer yönlerinin ön plana çıkarıldığı bu mukayese mantı­ğı ile, her fırka aynı yanılgılı sonuca varabilecektir.
Oysa bu konuda sağlıklı bir neticeye ulaşabilmemiz için, İsrailoğullarından farklı ve ashab-ı kiramla benzer yönlerimizi dikkate aldığımız gibi, İsrailoğullarına ben­zer ve Ashab-ı kiramdan farklı yönlerimizi de dikkate almamız ve bunlar üzerinde ciddiyetle durmamız gerekir. Yolumuzda, akidemizde ve yönelişimizde ashab-ı kiramdan farklı veya İsrailoğullarının sapıklığına benzer durumlarımız var ise, nasıl olur da “Biz asahabın yolun dağız” diyebilriz.
Hem söyle ne olacak?
Böyle demekle, pratikte anlamı olmayan bu sözle ashabın yoluna girmiş mi olacağız?
Kendimizi mi, etrafımızdakileri mi aldatacağız?
Bu aldanış ve bu aldatma ile cennette ashabla beraber mi olacağız?.
Kendimize gelelim efendiler!. Ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı dürüstçe belirleyelim. Pratik yaşantıdaki birçok yöneliş ve fiillerinde yahudi gibi olmalarına rağmen, söz meydanlarında ashab gibi görünenlerden ve böyle görünmekten sakınalım.
Hiç şüphesiz ki cennette ashab ile birlikte olmak, bizler için güzel bir umuddur. Ancak bu umud, dünyalık hesapları ve cahili değerleri ayaklar altına alarak, ashaba benzemeğe çalıştığımız ve çalışacağımız vakitlerde teneffüs edebileceğimiz bir umuddur!.
Değişik grupların içinde bulunduğu bu yanlış yaklaşım ve yanlış mukayese, ferdi planda da gözükmektedir. Ateistlerin bulunduğu toplumlarda yaşayan birçok insan, kendilerini bu ateistler ile mukayese etmekte ve ateistlerden farklı olarak, Allah’ın varlığına inandıkları için, sadece bu inanç ile cennet ehli birer müslüman oldukları kanaatine varmaktadırlar.
Buna benzer yanlış mukayeseler ve yanlış değerlendirmeler bazı kardeşlerimizde de bulunmaktadır. Nemrudların sembolleştirildiği toplumlarda yaşayan bu müslümanlar, kendilerini nemrudlar ile mukayese etmekte ve kendilerini nemrudlardan farklı, çok farklı gördükleri için, bu fark ile İbrahim gibi oldukları zehabına kapılmaktadırlar. Nitekim İbrahim gibi olmadan, İbrahimi eylemlere talip olmaları, bu zehabdan kaynaklanmaktadır.
Bu kardeşlerimizin Nemrud’lardan farklı birer müslüman oldukları apacık bir gerçektir. Ne var ki İbrahim gibi olmadıkları ve İbrahim gibi olmadığımız da bir gerçektir!.
Kendilerini Nemrud’lar ile mukayese ederek İbrahim gibi oldukları zehabına kapılan kardeşlerimizin; Hz. İbrahim (a.s.) ile mıkayese ederek, Hz. İbrahim (a.s.) ile aralarındaki farkı idrak etmeleri gerekir.
Yanlış ve eksik mukayeseler ile olduğumuzdan farklı gözükmemiz bizleri yanıltmış ve hala yanılmaktadır. Şimdiye kadar ki bu yanılgılarımızı dikkate alarak Rabbani ölçülere göre tesbit etmemiz, bizler için sağlıklı bir kalkış noktası olacaktır. Çünkü ileriye doğru adım atabilmemiz, geride olduğumuzu bilmemizle mümkündür.
Lütfen ayaklarımızı yere basalım.
Olduğumuz hali bilerek ve olduğumuz halden hareket ederek olmamız gereken hallere doğru koşturalım..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Farklı kimliklerden ortak kimliklere

Farklı kimliklerden ortak kimliklere

Müslümanlara özgü birçok yayın organında, müslümanların vahdetinden ve bu vahdetin vazge­çilmez bir gereklilik olduğundan bahsedilmektedir. Şimdi bu mevzulara dönecek değiliz. Ancak şunu bilmemiz ve bildirmemiz gerekir ki, içinde bulunulan şartlarda böylesi bir vahdetin gerçekleşmesi imkansızdır. Ayrıca üstünü çizerek belirttiğimiz bu İfade, bir kehanet değil apaçık görünen bir durumdur.
Peki neden?
Bunu neye istinaden söylüyoruz? Değişik bölgelerdeki samimi kardeşlerimizi ve bu kardeşlerimizin gayretti çalışmalarını görmüyor muyuz?
Elbetteki görüyoruz ve zikrettiğimiz görüş ne yazık ki bu gördüklerimizden de kaynaklanıyor!. Nite­kim söz konusu bazı çalışmalar, bu çalışmaların bugüne ve yarına yönelik sonuçları dikkate alınarak değerlendirildiği zaman, zikrettiğimiz görüş müşahhas bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Şu bir gerçektir ki, Türkiye'de yaşayan müslümanlar bazı meselelerde ortak bakış açısına sahip olsalarda, birçok meselede farklı değerlendirmelere ve farklı tavırlara sahipdirler. Değişik şehir ve bölgelerdeki müslümanlarla karşılaşıldığı ve bu müslümanlarla yete­rince görüşüldüğü zaman, bu müslümanların birçok meselede, yaklaşım ve tavırda birbirine yabancı olduk­ları müşahade edilecektir. İlk ve yüzeysel ilişkilerde birçok ortak meseleleri gözükse de, bu meselelerin çözümü ve bu meselelere müdahale konusunda ko­nuşmaya devam ettiklerinde, yaklaşım ve görüşlerdeki farklılıklar belirginleşmeye başlayacaktır.
Sonuç olarak aynı meselede farklı görüş ve tavırları sahiplenen ve kimliklerini bu görüşlere göre şekillendiren müslümanlar, ne yazık ki kimlik ve kişilik noktasında birbirlerine yabancı olan müslümanlardtr. Vahdet için gerekli olan ortak bir kimliğe, ortak bir yönelişe sahip olmayan, kimlik ve kişilik noktasında bir­birlerine yabancı olan bu müslümanların, içinde bulun­dukları bu şartlarda bir ve beraber olmayacaklarını, ola­mayacaklarını söylemek, bu gerçeği ifade etmek, her­halde kehanet değildir!.
Ne var ki bu menfi durumlardan şikayet etmekle, bu menfiliklerden kurtulmak ve müsbet bir noktaya ulaşmak mümkün değildir. Yolda karşılaşılan ve karşı­laşabileceğimiz güçlükler ise, durmamız veya durdurulmamız için bir neden, bir mazeret hiç değildir. Çünkü şanı yüce Rabbimtz Kur'an'ı Kerim'de;
“Demek ki gerçekten güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var” buyur­maktadır. Bu İlahi buyruğu dikkate alarak güçlüklerden şikayet etmeyi bir kenara bırakmamız, yapılması mümkün ve gerekli olan eylemleri yerine getirmemiz ge­rekmektedir. Bunları gözardı ederek müslümanların ayrılığından dert yanmakla, veya vahdet temennisinde bulunan yazılar ve söylevlerle vahdete kavuşmayaca­ğımız, kavuşamayacağımız aşikardır.
Öncelikle bu olumsuz durumların nedenlerini bilmek ve bu nedenlere müdahale etmekle yükümlüyüz. Çünkü ayrılığa sebeb olan nedenler yaşadıkça, bu ne­denlerden kaynaklanan ayrılıklar da yaşanacaktır.
Değişik bölgelerdeki müslümanların farklı kimlik ve kişiliklere sahip olduklarını zikretmiştik. Bu olumsuz durumun nedenlerini incelediğimiz zaman, bazcı nedenle­rin değişik bölgelerde yürütülen farklı çalışma programlarından kaynaklandığını göreceğiz. Birçok bölgede farklı programlar yürütülmekte ve birbirinden farklı olan bu programlar, birbirinden farklı kimlik ve kişiliklerin oluşmasına neden olmaktadır. Çünkü söz konusu çalışmalar müslümanlar üzerinde müeesir olmakta ve bu müslümanlar katıldıkları, içinde bulundukları çalışmalara göre şekillendirilmektedir. Birbirinden ayrı ve birbirinden farklı çalışma proglamları elbetteki farklı sonuçlar verecek ve birbirinden farklı kimlik ve kişiliklerin oluşmasına neden olacaktır.
Türkiye şartlarında yaşayan, sadece Allah'a kulluk eden ve diğer insanların da sadece Allah'a kulluk etme­lerini isteyen müslümanların, bir ve beraber olmalarını istiyorsak söz konusu olumsuzluğa müdahale etmemiz gerekmektedir. Yarınlara umudla bakabilmemiz için, bu umudların gerçekleşmesine vesile olacak eylemleri bugünlerde yapmamız gerekir. Çünkü umud etmek ile hayal etmek arasında önemli bir fark vardır. Şartları ve gereği yerine getirilmeyen umudlar, gerçekleşmesi mümkün olmayan hayellerdir. Yarınlarda müslüman­ların bir ve beraber olmalarını umud edebilmemiz için, taşıdığımız umudun gereği olarak bu müslümanlann or­tak kimlik ve kişiliğe kavuşmalarına gayret sarfetmemiz ve bu konudaki İlahi hükümlere hep birlikte testim ol­mamız gerekir. Tarlayı zararlı maddelerden temizleme­den, ekilmesi gerekeni ekmeden yağmur duasına çıkmamız ve bereketli mahsuller beklememiz tabi ki abes olacaktır.
Aynı yola talip olan müslümanların farklı kimliklere sahip olmalarının önemli bir nedeni, yukarda belrttiğimiz gibi farklı çalışma programlarıdır. Bu çalışma program­ları genel olarak, başka ülkelerde yaşamış ve yaşayan değerli şahsiyetlerin eserlerine nisbet edilmektedir. Bu kitaplar okunmakta ve bu kitaplarda beyan edilen çalışma programları şabloncu bir zihniyetle mevcut şartlara adapte edilmeye çalışılmaktadır.
Oysa ki değil bu müelliflerin mücadele metodlarına, Resulullah (s.a.v.) Efendimizin mücadele metodu­na dahi şabloncu bir zihniyetle yaklaşmamamız gerekir. Daha önceki yazılarımızda açıkladığımız gibi Resulul­lah (s.a.v.)'in sünnetini ihya etmek, Efendimiz (s.a.v.)'in ihya ettiğini ihya etmektir. Bunu gerçekleştire bilmemiz için Resulullah (s.a.v.) Efendimizin gözlerimize ve gönüllerimize sevinç veren ha!, tavır ve sözlerindeki Rabbani maksadı, inceliği ve hikmetini anlamamız gere­kir. Yoksa şabloncu bir zihniyetie, kuru şekilcilik ve an­lamsız bir taklitle Resulullah {s.a.v.) Efendimizin sünnetini ihya edebilmemiz mümkün değildir. Meseleye bu şabloncu zihniyetle yaklaşanlar Resulullah (s.a.v.)'in yaşamadığı bir konum ve farklı olaylar karşısında şaşkınlığa düşecekler ve çelişkili tavırlarda bulunabile­ceklerdir.
Oysa Resulullah (s.a.v.}'tn bu gibi farklı olaylarda hangi tavrı sahipleneceğini ve hangi tavırdan hoşnut olacağını bilmek için, Resulullah (s.a.v.)'in sünnetini hakkıyle bilmek ve bununda ötesinde bu sünneti riya­dan münezzeh bir kişilikle benimseyen ve yaşayan Efendimiz (s.a.v.)'i anlamak gerekir. Bu ise ne kalpten uzak bir akıl ve ne de akıldan uzak bir kalple gerçek­leşir. Bunun gerçekleşebilmesi ancak ve ancak aklımızı ve kalbimizi Resulullah (s.a.v.)'e ve ona rehberlik eden Kur'an'ı Kerim'e yöneltmemiz ve açmamızla mümkün olacaktır. Bunu yaptığımız zaman Efendimiz (s.a.v.)'in neyi ihya etmek için ne yaptığını anlayacak ve yaşa­dığımız şartlarda bu sünnete bağlı kalarak neleri nasıl ihya edebileceğimizi de kavramış olabileceğiz.
Netice olarak farklı coğrafyalarda yaşayan müellif­lerin eserlerine de şabloncu bir zihniyetle yaklaşmamız gerekir. Müteakip defalar belirttiğimiz gibi değişik ülkelerde, değişik zamanlarda ve değişik konumlarda yaşayan müellifler, karşılaştıkları sorunları ve bu sorun­ların çözümüne ilişkin görüşleri beyan ederlerken, içinde bulundukları konumu ve yaşadıkları şartlan dikka­te almışlardsr.
Meseleleri ümmet düzleminde değerlendirilen bazı istisna müelliflerin eserleri dahi, içinde bulundukları şartlardan ümmete açılan bir mahiyet göstermektedir. Daha açık bir ifadeyle ümmete açılan yelpazenin açılım noktası, yine bu müelliflerin içinde bulundukları konum­dur.
Ümmeti İlgilendiren meseleler, elbetteki bizleri de ile gilendiren meselelerdir. Söz konusu eserlerdeki bu meseleler değerlendirilecek ve bu meselelerde beyan edi­len görüşlerden elbetteki faydalanılacaktır. Ancak dikkate alınması gereken husus, dünyanın birçok ülkesindeki müslümanlarınm farklı konumlarda ve farklı şartlarda bulunmalarıdır.
Bugün içinde bulunulan ve yaşanılan farklılıklar, farklı süreçlerden gelmenin bir neticesidir. Çünkü bugünlere şekil veren etken, yakın tarihte yapılan ve yapılmayan eylemlerdir. Dün yaptıklarımız ve yap­madıklarımız bugüne yansıdığı gibi, bugün yaptıkları­mız ve yapmadıklarımız da yarınlara yansıyacaktır. Dünyanın herhangi bir ülkesindeki müslümanîar tarafıdan yirmi veya kırk yıl önce yapılan birçok çalışma, bazı ülkelerde henüz gün yüzüne çıkmamıştır. Bu ne­denledir ki bazı bölge müslümanlan için çok önemli, yaşanması gereken ve yaşanabilir olan görüşler, farklı konumlara sahip diğer bölge müslümanlan için aynı öneme haiz değildir. Bu farklı konumlan dikkate alma­dan; bulundukları ülkede henüz cemaat olmayan müslümanların, dünya müstekbirlerine karşı devlet ko­numundaki müslümanlan örnek alarak onlarla hareket birliğine girmeye çalışmaları na kadar yanlış ise, başka ülkelerde ve farklı şartlarda yıllar önce tatbik edilen bir programa şabloncu bir zihniyetle adapte olmaya çalışmak da o kadar yanlıştır.
Öncelikle müelliflerin içinde bulundukları şartları dikkate alarak bu görüş ve programlan değerlendirme­miz ve bu değerlendirmeyle bizler için müsbet ve menfi taraflarını olan tesbit etmemiz gerekir. Bunları yaptığı­mızda, söz konusu görüş ve programların şabloncu bir zihniyetle tatbik edilemeyeceğini anlayacak ve ayrıca bu görüş ve programlan dikkate alarak, bunlardan ancak faydamlması gerektiğini İdrak edeceğiz.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Farklı kimliklerden ortak kimliklere Devamıı

Farklı kimliklerden ortak kimliklere Devamıı

Samimi niyetlerle ve gıpta ettiğimiz gayretlerle birbi­rinden farklı ve mahalli program takip eden kar deşlerimizin bu önemli konuya dikkat etmelerini istirham ediyoruz. Daha önce zikrettiğimiz gibi farklı programlar, farklı yönelişler, İslami anlamda farklı kimlik ve kişiliklerin oluşmasına neden olmaktadır. Farklı kimliklerdeki bu müslümanlar birçok konu, tavır ve görüşte bir­birlerine ne yazık ki yabancıdırlar. Oysa ki bu ya­bancılığın ortadan kalkması, farklı bölgelerde de olsalar birbirleriyle karşılaşan müslümanların, yabancılık çekmeden öz kardeş gibi tanış olmaları gerekmektedir. Ancak bu ortak tanışıklık ile müslümanların bir araya gelmeleri, aynı yere adım atmaları ve aynı emaneti can­larla, başlarla ve omuz omuza taşımaları mümkün olacaktır.
Peki bu umudumuz nasıl gerçekleşebilecektir?
Bu umudumuz İlahi bir vaad olduğuna göre, bu İlahi vaadin gerçekleşmesi için gereken şartlar ve ve yapmakla yükümlü olduğumuz eylemler nelerdir?
Bütün bunları bilmemiz ve yerine getirmeye çalış­mamız gerekir ki, yarınlara umudla bakmaya hakkımız olabilsin!.
Elbetteki bu umudumuzun gerçekleşebilmesi, asli meselelerimizi Kur'an ve Sünnete götürmemizle ve bu temiz kaynakta beyan edilen esaslara teslim olarak biz­lerden istenen kimlik ve kişiliğe kavuşmamızla mümkün olabilecektir.
Aynı konumda yaşadığımız, aynı sorunlarla karşılaştığımız, aynı Rabbani tavırlarla yükümlü ve aynı güzel hasletlere muhtaç olduğumuz için, aynı meselelere önem vermemiz ve bu meselelerdeki aynı hükümlere teslim olmam gerekmektedir.
Bunun kaçınılmaz bir gereklilik olduğu idrak edile­rek ve gündemimize girmesine rağmen bulunduğumuz konumda bizim sorunumuz olmayan meseleler bir kena­ra bırakılarak, asli ve ortak meseleleremize samimi yöneliş ve çalışmalarda bulunulduğu zaman, arzu ettiğimiz ortak programımız, ortak görüşümüz, ortak tavırlarımız veya daha kısa bir deyişle ortak kimliğimiz günyüzüne çıkmış olacaktır.
Sözümüzle, halimizle, aklımızla, kalbimizle talip olduğumuz yol, Resulullah (s.a.v.)in ve ashab-ı kiramın yoludur. Bu yolda bulunabilmemiz, bu yolda yaşabil-memiz ve bu yolda ölebilmemiz, ancak ve ancak bu yolun mümtaz yolcularını tanıyabilmemiz ve onları örnek alarak bu yola yakışan birer yolcu olmaya çalışmamızla mümkün olabilecektir. Kullandığımız bu ifadeleri, sade­ce nefse hoş gelen edebi ifadeler telakki ediyorsanız, bi­lin ki anlamıyorsunuz, idrak edemiyorsunuz meselenin vehametinü. Bilin ki yüklendiğiniz emanetten ve bu ema­netin getirdiği sorumluluktan şimdilik bihabersiniz!.
Çünkü bunlar hangi üslupla verilirse verilsin, gerçeğin ta kendisidir. Ashab-ı kiramın yolunda, ashab-ı kiramın ulaştığı saadete talip olan müstümanların, bu umudlarına kavuşabilmeleri için ashab-ı kiramı tanı­maları, onları anlamaları ve onların güzel hasletleriyle güzelleşerek onlar gibi doğrulmaları gerekmektedir.
Nasıldı ashab-ı kiram?
Saadet asrının, saadet dolu insanları nasıldı?
Şanı yüce Rabbimiz onların nastl olmalarını dile­miş ve onlar nasıl olmuştu?
Cahiliyeden arınmış pak ve canlı bir İslimi kimliğin mutlak gerekli olduğunu idrak ederek böylesi bir kimlik arayışında bulunan müslümanların, bu sorulan cevap andırmaları gerekmektedir.
Tekrar soruyoruz ve tekrar tekrar da soracağız.
Nasıldı ashab-ı kiram?
Davayı bir güneş gibi omuzlayan ve gönüllerimizi aydınlatan binlerce güneş olan ashab-ı kiram nasıldı?
Allah'a, Resulullah (s.a.v.)'e ve Kur’an'ı Kerim'e nasıl iman ediyorlar ve nasıl teslim oluyorlardı?
Şeytana karşı, dünya ve ahirete karşı nasıldı yak­laşımları?
Dine karşı, amellere karşı, insanlara karşı, aile ve akrabaya karşı nasıl davranmaları emredilmişti?
Müslümanlara karşı, ehl-i kitaba karşı, müstekbirlere karşı, fasık ve münafıklara karşı nasıldı o kutlu müslümanlar?
Hangi konumda, hangi Rabbani hükümlerle mükellef olmuşlar ve bu hükümleri nasıl anlayıp, nasıl yaşamışlardı?
İşte asli sorularımız bunlardır!.
Bizleri asil bir kimüğe ulaştıracak, asli sorunlarımız bunlardır!.
Kalbimizde olanlara, konuştuklarımıza ve yazdıkla­rımıza şahid olan Rabbimiz bilir ki muhtacız bu soru­ların cevabına, muhtacız bu cevapları bilmeye ve bu ce­vapları yaşamaya!.
Bu sorularla Kur'an ve sünnete yöneldiğimiz za­man, hiç, ama hiç şüpheniz olmasın ki, Kur'an ve sün­net bizleri farkİKşeylere davet etmeyecektir.
Bir kısmımıza ailenize karşı böyle davranın der­ken, diğer bir kısmımıza şöyle davranın demiyecektir!.
Bir kısmımıza Ehl-i Kitab'ı cehennemle tekfir edin derken, diğer bir kısmımıza cennetle müjdeleyin demiyecektir!.
Müstekbirlere karşı, tağutlara karşı, şeytan ve dostlarına karşı tavrımızı bildirirken, zen­ginler ve politikacılar şöyle davransın, işçiler ve fakirler böyle davransın demiyecektir!.
En kısa ifadesiyle bizleri çelişkilere ve bizleri ayrılıklara değil, hepimizi ortak bir kimliğe, ortak bir kişiliğe davet edecektir Kur'an ve sünnet..
Yeter ki yöneleceğimiz merci, teslim olacağımız merci Kur'an ve sünnet olsun..
Söz buraya gelince “Efendim Kur'an ve sünneti herkes farklı anlıyor, farklı yorumluyor” safsatasına yer vermek istemiyorum. Çünkü bizleri biraraya getirecek esas, İlahi vahyin kişilere göre değişen yorumu değil, İlahi vahyin ta kendisidir. Burada müteşabih ayetleri kas­tetmiyorum. Kastettiğim ayetler, Kufan'ı Kerim'de muh­kem oiarak zikredilen ve Kur'an'ı Kerim'in muhtelif yerle­rinde apaçık bir şekilde beyan edilen, açıklanan ayet-i kerimelerdir. Çünkü asli meselelerinize, asli sorun­larımıza açıklık getiren ayet-i kerimeler, müteşabih değil, muhkem ayet-i kerimelerdir. Farklı anlaşılması mümkün olmayan, apaçık beyan edilen bu muhkem ayet-i kerimeler, bizleri biraraya getirebilecek ayet-i keri­melerdir.
Yeter ki okuyalım ve anlayalım bu muhkem ayetle­ri!
Yeter ki bu muhkem ayetleri anlayabilecek cehdimiz ve ilim kırıntımız bulunabilsin!.
Sadece muhkem ayet-i kerimeler bizleri biraraya getirebilecek ve ayaklarımızı sırat-ı müstakim üzere muhkemleştirecektir. Asli meselelerde bu birliktelik sağlandıktan sonra yapılacak diğer bir iş İse, tali meselelerdeki farklılıkları bir kenara bırakmak olacaktır. Türkiye coğrafyasında yaşayan müslümanlar olarak kendimizi tanıtır ve kendimizi tanımlarken, asli meselelerdeki ortak görüşlerimizle, ortak tavırlarımızla tanımlayacak ve bizlere sevinç veren bu ortak kimliklerimizle birbirimizle çok daha rahat kenetleşeceğiz.
Netice olarak değişik bölgelerde yaşayan ve çevrelerindeki müslümanlara vaziyet etme durumunda bulunan seçkin kardeşlerimizin, öncelikle birbirlerine “Merhaba” demeleri, birbirleriyle konuşmaları, birbirleriy­le istişare etmeleri ve ortak bir çizgide birbirleriyle anlaşmaları gerekmektedir. Nefse veya nefislere zor gelse de, gerekli olan bu yakınlaşma zeminine doğru yürünmelidir.
Meseleyi şimdilik noktalarken, hiç kimseye ve hiçbir guruba “Bize gelin” demiyoruz.
Hiç kimseye ve hiçbir guruba “Size geleceğiz” de demiyoruz.
Ne dediğimiz ve neyi arzu ettiğimiz açıktır.
“Gelin hep birlikte Allah ve Resulü'nün davetine icabet edelim..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Çırpınamadan Ölüyoruz

Çırpınamadan Ölüyoruz

Bir sahil şehri olan İzmir'de doğmama rağmen, de­nizle içice bir yaşantı sürdüğümü söyleyemem. Fethiye'de balıkçılık yapan kayınbiraderimin yanına gidip, onun balık­çı motoruyla üç-dört günlüğüne denize açıldığımız zaman, deniz yaşantısının kendisine özgü gerçeklerini çok daha yakından görebiliyorum.
Yalnızlığı özleyen insanlar için, balıkçı teknesiyle denize açılıp, denizde yalnız kal­mak, dünyada ve dünya yaşantısında yalnız kalmak gibi huzur verici bir şey!.
Başka insanlar arasında itilen, çekilen, sıkışan iç dün­yanızın, tüm genişliği ile yayıldığını ve kendinizle başbaşa kaldığınızı hissediyorsunuz. Toplumun arasındayken “Biz ve Allah” şeklindeki düşünceleriniz, böyle bir yalnızlıkta “Ben ve Allah” sadeliğine ulaşıyor.
İç dünyanıza genişlik veren huzuru tek başınıza yaşa­dığınız gibi, korku ve tehlikeyi de tek başınıza yaşıyorsunuz. Rüzgar çıkıp, deniz öfkelenmeye başladığı zaman, bu öfkeye öfkeyle karşılık veremiyorsunuz. Engin denizler üzerinde yüzen teknenizi, küçük bir fındık kabuğu gibi gö­rüyorsunuz.
Denize başkaldırmanız “Behey koca deniz, elinden geleni ardına koyma” diyebilmeniz mümkün değil!. Yüzler­ce metre uzunluğundaki Titaniği bir sinek gibi batıran de­nizlerin heybetini inkar edemiyorsunuz.
Velhasıl denize karşı çaresiz, denize karşı güçsüz olduğunuzu biliyorsunuz. “Ben, ben” diyerek denizin karşısına çıkarabileceğiniz, denize meydan okuyabileceğiniz hiçbir şeyiniz yok!.
Karada iken size güç verdiğini hissettiğiniz ve “Ben” diyerek kastettiğiniz her şey, sıfıra inmiş, sıfırlanmıştır sanki!. Artık “Ben” derken kastettiğiniz yegane şey, kurtarıl­maya muhtaç bir biçaredir!
Yegane kurtarıcı ise, alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'dır.
Ve O'na, sadece O'na yöneliyorsunuz. Engin denizler ve şiddetli fırtınalar üzerinde, sadece O'nun hakim olduğunu biliyor ve bu bilinçle “Yardım et Ya Rabbi! Yardım et Ya Rabbi!..” diyorsunuz.
Teknenin kenarına yapışan elinize bakıyorsunuz. Vü­cudunuzun bütün gücü sanki bu elinizde toplanmış ve bü­tün gücünüzle teknenin kenarına kenetlenmiş gibi. Fakat tüm benliğinizin iman ve umud ile Allah'ın yardımına kenetlenmesi ise, elinizin tekneye kenetlenmesinin çok fev­kinde.
Şayet, alemlerin Rabbi olan Allah'a kavuşmayı özleyen bir müslüman iseniz, tabi ki bunlardan farklı duygular yaşıyor­sunuz. Eliniz yine teknenin kenarını tutmasına rağmen, bu tutuşta bir ısrar veya bir tamah yok. Denize ve kabaran dalgalara bir korku ile değil, bir umud ile bakıyorsunuz.
Dalgalarlatitreşen deniz, açılıp açılmamakta tereddüt eden bir kapının titreş­mesi gibi gözüküyor gözünüze. Bu kapı bir açılsa, bir açıl­sa da, kapının arkasına geçsem, Allah ve Resulüne kavuşsam, kavuşuversem diyorsunuz.
Denizin kabaran öfkesi karşısında bizim kayınbirade­rin ise ne düşündüğünü pek bilmiyorum. Herhalde bir yandan Allah'a dua ediyor, bir yandan da tekneyi kıyıya doğru sürüyordu. Nitekim diğer balıkçı tekneleriyle beraber bir koya sığındık.
Tekneler karaya bağlandıktan sonra birer birer kara­ya çıktık. Karaya ayak basıldığı zaman, müstakim bir yere ayak basmış gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Karalarda dalga yok, fırtına yok, sallantı yok!.
Evet, tehlikeden uzak(!), ölümden uzak(!) müstakim bir yer­dir burası!.
Ölüm ve ölüm düşüncesi sanki uzaklaşmaya başla­mıştır sizden. Bu müstakim yere indikten sonra bir-iki kilometre içerde olan derme çatma bir lokantaya gittik. Sanırım bir köy lokantasıydı burası. Lokantada kamımızı doyurup, çaylarımızı içtikten sonra tekrar motorların bu­lunduğu koya doğru yola çıktık.
Ondokuz-yirmi yaşlarındaki genç bir balıkçıyla ben önden gidiyorduk. Mehtap olmadığı için arkamızdaki arkadaşlar ellerindeki denizci fenerini yakmışlar, bu ışıktan hem onlar, hem de biz faydalanıyorduk. Kumlarla kaplı sa­hilden bir süre gidecek ve oradan yamaca çıkarak motor­ların bulunduğu koya inecektik.
Yanımdaki genç, lokantadaki konuşmalarından ve hareketlerinden anladığım kadarıyla içkiye düşkün tipik bir balıkçıydı. Turistik sahillerdeki ahlaksızlıktan etkilenen ve kendisini oldukça yakışıklı zanneden bu zavallı genç ile yü­rüdüğümüz sahilde binlerce yengeç vardı. Bizleri farkediyor olacaklar ki, kendilerine yaklaştığımız zaman bütün yengeçler küçük bir kum tepesini andıran yuvalarından çı­kıyor, endişeli bir telaşla sahile doğru koşuşturuyorlardı.
Ortalık bir anda zifiri karanlık oldu!.
Arkamıza baktık, arkadaşların elindeki denizci feneri sönmüştü. Yanımdaki genç yürümeye devam edince, ben de onunla birlikte devam ettim. Gece karanlığı ve böylesi bir karanlıkta yıldızları seyretmek oldukça hoşuma giderdi. Önümüz zaten zifiri karanlık olduğu için önüme bakmaya gerek duymadan başımı havaya kaldırmış, başım havada bir süre yürüdüm. Fakat yürüdüğümüz yer genellikle düz olmasına rağmen, karanlıkta yürümek yine de bana rahat­sızlık veriyordu. Yanımdaki gençle konuşmaya başladım.
“Karanlıkta yürümek, sana da tedirginlik veriyor mu?”
“Evet abi.”
“Neden olduğunu düşündün mü?”
“I ııh”.
“İnsan, bastığı ve gittiği yeri görmüyor da ondan.”
“Evet, ondan olmalı.”
“İnsanın nereye bastığını ve nereye gittiğini görmesi, lazım değil mi?”
“Evet.”
“Yaşın kaç?”
“Ondokuz”
“Bu dünyada epey yaşamışsın. Yaşantında nereye bastığını ve nereye doğru gittiğini görüyor musun?”
“Nasıl?”
“Yani şöyle kafanı kaldırıp akibetine bakıyor ve adımlannı bu akıbete göre mi atıyorsun?”
Beni motorda namaz kılarken gördüğü için, mevzu­nun nereye geldiğini ve ne demek istediğimi anlamıştı. Kısa bir cevabı tercih etti.,
“İlerde inşaallah..”
“Bu karanlıkta ilersini nasıl görüyorsun?”
“Her şeyin bir vakti vardır abi.”
Arkamızdan bağıranlan duyduğumuz zaman, yamaca çıkacağımız yeri oldukça geçmiş olduğumuzu anladık. Deli­kanlı “Tüh be, yol aynmını çok geçmişik!” dedi. Bense te­bessüm ederek “İşte karalığın tehlikesi. Yolun yanlış oldu­ğunu dönüşü mümkün olmayan bir yerde de farkedebilirdik!” dedim. Sadece “Evet” dedi. Fakat bu son söylediği eveti, sanki diliyle değil de içiyle söylemişti. Ben­se artık susmuş, onun için dua etmeyi tercih etmiştim.
Motorlarımıza bindiğimizde deniz oldukça sakinleş­mişti. Her balıkçının ağ attığı bölgeler vardı. Güneş doğmadan iki-üç saat önce bu ağları atmamız ve güneşle bir­likte toplamamız gerekiyordu.
Gerçekten zor işti şu balıkçılık.
Motorda misafir olduğum için bana pek ağır iş yük­lenmiyordu. Gerçi yüklense de yapamazdım ya!.
İşin en zevkli ve en zor tarafı, ağların toplandığı za­mandı. Ağlar denizden çekiliyor, çekiliyor,
çekiliyor, ağın içindeki balıklar güvertedeki hazneye dolduruluyordu. Güneş yükselmeye başladığı, zaman ağ toplama işi bitmiş, balık haznesi hemen hemen dolmuştu.
Balık haznesini dolduran ve birbiri üzerine yığılan ba­lıklara uzun uzun baktım.
Bu balıklar, üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan ve emperyalist müdahalelerle tuzağa düşürülen, ölüme mahkum edilen çaresiz halklar gibi gözüktü gözüme.
Üstteki balıkların hepsi çırpınıyor, çırpınabiliyordu. Çünkü üstteydiler, alttaki balıklara nazaran biraz farklı bir konumdaydılar.
Fakat ya alttakiler, ya en alttakiler!.
Asıl acınacak olanlar, altlarda, en altlarda kalanlardı. Birbiri üzerine yığılan bu alt tabakadaki balıkların, bu alt tabakadaki insanların sessiz bir haykırış ile ne söyledikleri belliydi.
“Çırpınamadan ölüyoruz Ey Ahali!..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Yol Mu Kapalı, Göz Mü Kapalı?

Yol Mu Kapalı, Göz Mü Kapalı?

Almanya'dan veya diğer Avrupa ülkelerinden kara­yoluyla Türkiye'ye gelen kardeşlerimiz bilirler. Özellikle izin zamanlarında, bu yollarda oldukça uzun konvoylar oluşur.
Bazen iki-üç kilometre uzunluğuna varan bu konvoy­lar, trafik sıkışıklığına göre yanm saatlik yolu, ancak beş-altı saatte katedebilirler.
Bazen ise konvoy tamamen durur.
Çünkü yol tamamen tıkanmıştır. Tekrar haraket ede­bilmek için yolun açılmasını beklemekten başka çare yok­tur. Nitekim kontaklar kapatılır, el frenleri çekilir ve başla­nır beklemeye.. Bu arada kamı aç olanlar arabada veya yol kenarında yemek hazırlığına girişirler. Karnı tok olan yorgun yolcular ise genelde uyumayı tercih ederler.
İşte böyle bir konvoyda bulunan bir arkadaşımız da, uyumayı tercih etmişti. Çünkü böylesi duraksamalar, şoförlerin dinlenebilmesi için en iyi fırsatlardır. Nitekim arka­daki arabalann şoförleri de bu fırsatı ganimet bilmiş ve onlar da uyumuşlardı. Olayın bundan sonraki durumunu ise arkadaşımız şöyle anlatıyor.
Abi, ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Fakat kısa bir süre olmasa gerek, Çünkü gözlerimi açtığımda, önüm­de bomboş ve ıssız bir yol uzanıyordu. Arkadakilerin bana küfredeceğini düşünerek hemen arabayı çalıştırdım ve bas­tım gaza. Bir, birbuçuk saat tam topuk gitmeme rağmen, önümdeki konvoyun kuyruğuna yetişemedim. İşin garip tarafı yolda uzun bir çay ve kahvaltı molası vermeme rağ­men arkamdan gelen hiçbir araba yoktu. Herhalde benim arkamdaki şoförler daha uyanmamıştı!.
Bu olayı dinlediğim zaman üç-beş kilometre uzunlu­ğundaki konvoyu ve bu konvoyda bulunan insanlan düşündüm!. Hiç şüphesiz ki bu konvoyda uyumayanlar, uyanık olanlar da vardı. Bu uyanık insanlar, elleri direksiyonda, ayaklan gaz pedalında yolun açılmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı!.
Yolda herhangi bir tıkanıklığın olmadığı, yolun açık olduğu tabi ki bu uyanık insanların hiç aklına gelmezdi!. Çünkü bu uyanık insanlara göre, şayet yol açık olsa, önde­ki arabalar mutlaka ve mutlaka hareket ederdi!.
Bu uyanık insanlar, öndeki yolun açık, fakat öndeki gözlerin kapalı oldu­ğunu nereden bileceklerdi ki?.
Tabi ki bu olayı sizlere, hoşunuza gitmesi için anlat­madım. Çünkü sizler de birbirini takip eden, birbirinin peşi sıra giden bir konvoyda bulunuyorsunuz. Sevdiklerinizi, saygı duyduklarınızı, yetkin ve yeterli gördüklerinizi geçir­mişsiniz bu konvoyun başına!.
Bunlar durdukları zaman, konvoy da duruyor, siz de duruyorsunuz..
Ve gönülleriniz rahat ve herhangi bir endişeniz, herhangi bir kuşkunuz yok..
Çünkü öndekiler durduğuna göre, mutlaka ve mutla­ka yol kapalıdır!. Yol açık olsa hiç gitmezler mi? Hiç hare­ket etmezler mi?
“Sizler uyanık olduğunuza göre, sizlerin önündekiler hayda” hayda uyanıktır değil mi?
İşte bu kanaatinize, sadece bir kelime ilave etmek is­tiyorum.,
Acaba!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Dedemizin Hesabı

Dedemizin Hesabı

Yaşlı Adamın Birisi titrek elleriyle yeri kazmakta ve küçük bir ceviz fida­nını dikmeye çalışmaktadır. Onun kanter içersinde çalıştı­ğını gören kısa akıllı birisi “Ömrünün sonuna gelmişsin. Meyvasını yiyemeyeceğin bir fidanı neden dikmeye çalışı­yorsun!” der. Yaşlı adamın cevabı ise, kısa akıllan genişle­tebilecek bir netliktedir.
Bizler, bizden öncekilerin diktiklerinin meyvasını ye­miştik. Bizim diktiklerimizin meyvasını da, varsın bizden sonrakiler yesin!.
Geçmiş ve bugün ilişkisine bu bilinçle baktığımız za­man, hiç şüphesiz ki bazı salih atalanmızı hayırla yadediyoruz. Onlann samimi çalışmalarla ve büyük cehdlerle biz­lere intikal ettirdikleri doğrulan ve güzellikleri dikkate alıyor ve “Rabbimiz onlara rahmet etsin, onlardan razı ol­sun” diyoruz.
Bizden sonrakilerin de bizler hakkında hayır, dua et­mesi, tabi ki onlara bırakacaklarımızla ilgili bir hadisedir. Çünkü nice fiiller ve nice eylemler vardır ki, bunlann genel neticesi sonraki nesillere intikal etmektedir. Bu nedenle bugünkü yaptıklarımızla, yarınki kardeşlerimize neler bırak­tığımızı dikkate almamız gerekir. Nitekim Kur'an'ı Kerim'de selam ve hayr ile anılanlar olduğu gibi, lanetle anılanlar da vardır.
Selam ve hayırla yadedilmek ise, hayırlara yönelmek ve hayırlara vesile olmakla müm­kündür.
Meselenin bir diğer veçhesi de, geçmişte yapılan yanlışların bedelini ödemek zorunda kalmamak veya yarın­lara bedeli ödenmesi gereken yanlışlar bırakmamakla ilgili­dir. Daha açık bir ifadeyle geçmişimizden ne bulmak istemiyorsak, geleceğimize de onu bırakmamak durumunda­yız.
Bu yazıya başlarken zikrettiğim fıkrayı, ikinci bir fıkra ile hem yorumlamak ve hem de pekiştirmek istiyorum.,
Bir adam ile kansı, bir lokantanın önünden geçerken cemakanda asılı olan şu yazıyı okumuşlar.
“Lokantamızda ne isterseniz yeyin, için.. Hesabı to­rununuz ödesin!.”
Hayli hoşlanna gitmiştir bu ifade!.
Lokantada istediklerini yiyecekler, istediklerini içecekler ve hesabı henüz doğmamış olan torunlan verecek!.
Tabi ki girmişler lokantaya ve canlan ne istiyorsa ye­meye, canlan ne istiyorsa içmeye başlamışlar.
Herhangi bir sorun yok!
Yedikleri midelerinde, yiyemedikleri önlerinde..
Fakat ne var ki tam kalkacaktan sırada garson kendi­lerine bir hesap pusulası uzatır. Hem kızmışlar ve hem de şaşırmışlardır.,
“Garson efendi! Lokantanın camında “Hesabı toru­nunuz ödesin” diye yazmışsınız. Bu doğru değil mi?”
“Evet efendim doğru.”
Garsonun bu tastiği üzerine rahatlamışlardır. Duyduklan bu rahatlıkla gerinerek şöyle derler.,
“O halde hesabı torunumuzdan alacaksınız!.”
“Evet efendim, yediklerinizin hesabını torununuzdan alacağız.”
“Oğlum hesabı madem torunumuzdan alacaksın, elindeki hesap pusulasını neden uzatıp duruyorsun?”
“Garson ise müşterilerin böylesi şaşkınlıklanna alışmış bir pişkinlikle sözüne devam eder.”
“Efendim! Uzattığım bu hesap, dedenizin hesabı!..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Korkulan Şey Başa Gelir Mi?

Korkulan Şey Başa Gelir Mi?

Halk arasında “Kişinin korktuğu şey başı­na gelir” denilmektedir. Bu İfade İslami açıdan doğru mudur?
Halk arasında kullanılan ve birer atasözü durumuna gelen bazı ifadeler, pratik yaşantıda doğruluğu görülen ifadelerdir. “Kişinin korktuğu şey başına gelir” ifadesi de, birçok boyuttan doğruluğu görülen veya gerçekleşen bir ifa­dedir. Nitekim yakın çevrenizdeki insanlardan sık sık duy­duğunuz “Korktuğum başıma geldi” sözü, yukarıdaki ifade­nin sık sık gerçekleştiğine işaret etmektedir. Hastalıklardan korkan kimselerin, korktuklan hastalıklara yakalanmaları da görülegelen şeylerdir.
Meselenin bir boyutu, insan vücudu ve insan vücudu­nun direnciyle ilgilidir. Bizler farkında olsak da, olmasak da, vücudumuzun birçok hastalığa karşı doğal bir direnci vardır, Bu hastalıklardan korkmak ve paniğe kapılmak de­mek, vücuttaki bu direncin zayıflaması ve bunun da ötesin­de korkudan meydana gelen bazı salgılar nedeniyle söz konusu hastalığa elverişli bir zemin hazırlamak demektir. Böylesi nedenlerle değişik hastalıklara yakalanan bazı kim­selerin, yalan yanlış birtakım muskalarla iyileşmelerini de aynı yaklaşımla açıklayabiliriz. Hiçbir ilmi içeriği olmayan bazı ifadelerin kağıda yazılarak muska yapılması ve hasta­ya “Bunu yanında taşıdığın zaman iyileşeceksin” denilmesi, bu ifadelere inanan hastanın kendine güven duymasını sağlamakta ve dolayısıyle hastanın vücudunda bu güven­den kaynaklanan bir direnç oluşmaktadır.
“Kişinin korktuğu şey başına gelir” ifadesinin îslami açıdan doğruluğu ise, mutlak bir doğru değildir. Fıtraten korkmaya meyyal olarak yaratılan insanlar, elbetteki bazı şeylerden korkacaklar ve korktuklan şeylerden sakınacak­lardır. Ancak bütün, müslümanların bu noktada dikkate al­maları gereken husus, korkunun tevekküle galebe çalmamasıdır. Müslümanlar gayet doğal olarak bazı şeylerden korkacaklar, bazı şeylerden sakınacaklardır, sakınacaklardır ama, bu korkunun ve sakınmanın, Rabbe tevekküle baskın olmaması gereklidir. Çünkü bütün müslümanlar, alemlerin yegane Rabbi olan Allah'a sığınan, herşeye Kadir olan Al­lah'a tevekkül eden insanlardır. Allah'ın izni olmadıkça ku­rumuş bir yaprağın dahi yere düşmeyeceğine iman eden bu müslümanlar, Allah'ın yardımına hem inanan ve hem de güvenen insanlardır. Dolayısıyla korktukları ve sakındık­ları bütün şeylerin fevkinde, tevekkül ettikleri Rablerinin rahmetine sığınırlar.
Yegane yaratıcıya bu bilinçle sığındıktan sonra yara­tılmışlara yönelik korku, yaratılmışlara yönelik endişe yoktur. Çünkü tedbir aldıktan sonra gösterdikleri bu tevekkül, onları yaratılmışların şerriyle değil, Yaratıcının rahmetiyle baş başa bırakan bir tevekküldür.
Ancak böyle olmazsa, yaratılmış şeylerden duyulan korku, Yaratıcıya duyu­lan tevekküle baskın çıkarsa, bu kimseler kortukları şeyle­rin başlarına gelmesini beklesinler, ki fazla beklemeyeceklerdir!.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
İstihareye Yatarak Batıl Tarikatlere Girmek?

İstihareye Yatarak Batıl Tarikatlere Girmek?

Kur'an-ı Kerim'i hiç dikkate almayan, şe­riatın menettiği davranışlardan sakınmayan ba­tıl tarikatler var. Bu tarikatlara girmek için istihareye yatan müridler, rüyalarında yeşillikler, balıklar, yüksek tepeler veya şeyhlerini göre­rek, bu tarikatlara bağlanıyorlar. Rüyalarında gördükleri bu hususlar doğru ise, bu durumu nasıl anlamamız gerekir?
İstihareye yatmak, bazı gruplarda genel bir alışkanlık haline gelmiştir. Olur-olmaz birçok meselede istihareye yatan bu insanlar, uykularında ne görüyorlarsa, bu gördükleriyle amel etmek­tedirler. Öncelikle şu hususa açıklık getirelim ki, her mese­lede istihareye yatılmaz.
İstihareye yatılacak meseleler, iki tercih arasında muhayyer bırakıldığımız, hangisi­nin daha hayırlı olduğuna karar veremediğimiz meseleler olabilir. İslam'ın apaçık olan emir ve nehiylerini içeren me­selelerde istihareye yatmak, en açık ifadesiyle sapıklık veya küfürdür.
Mesela herhangi bir bacının, falan yerdeki işe gir­mem için başımı açmam isteniyor, acaba başımı açıp o işe girmem mi hayırlı, yoksa girmemem mi sorusuyla istihare­ye yatması, açık bir sapıklıktır.
Bu sapıklıkla yattığı istihareden, hak bir haberle kalkması tabi ki beklenemez. Rüya­sında belki de beyaz saçlı bir piri fani görecek ve o piri fani “Sevgili yavrucum, biz kalbinin ne kadar temiz olduğunu biliyoruz. Sen başını açarak o işe gir. Hatta eteğini bile biraz yukarı kaldırmanda bir mahzur yoktur!..” diyebilecek­tir.
Bu piri fani ihtiyar, elbetteki şeytan aleyhilanedir. Bu şaşkın bacı, istihareye yatılmaması gereken bir meselede istihareye yatarak, şeytana bu fırsatı vermiş ve şeytan ona yolunu süslü göstermiştir.
Sorunuzda belirtiğiniz mürîdlerin rüyalarını da, bu yaklaşımla değerlendirmemiz gerekir. Rüya ile ilgili olarak söyledikleri dou olsa dahi, batıl bir tarikatle ilgili olarak gördükleri bu rüyalar hak değildir.
Tabi ki burada böylesi rüyaların neden görüldüğü so­rulacaktır. “İstihareye yatmak sünnet olduğuna göre, bu istiharelerin neticesi neden böyle çıkıyor?” denilebilecektir. Şanı yüce Rabbimiz bütün insanları, bütün fırkaları rüyalarla değil, apaçık hükümlerle, apaçık olan İslam'a davet etmektedir. Bu daveti kabul eden kimselere iman sevdirilmekte, küfür ise çirkin göste­rilmektedir. Ancak bu İlahi davet reddedilir, küfür veya sa­pıklık tercih edilirse, küfrü veya sapıklığı tercih eden bu kimselere de yollan süslü gösterilmektedir. Nitekim hangi batıl grup veya hangi batıl fırka olursa olsun, bütün bu grup ve fırkalar kendi yollarını doğru, kendi yaptıklarını süslü görmektedirler.
“Biz her ümmete (her fırkaya, her gruba) yaptık­larını süslü (çekici) gösterdik, sonra onların son varış­ları Rablerinedir, O yapmakta olduklarını onlara ha­ber verecektir.”
Netice olarak istihareye yatılmaması gereken bir meselede istihareye yatan kimselerin gördükleri süslü rüyalar, bizleri hiç şaşırtmamalıdır.
Onlar bu davranışlarıyla sapmışlar ve saptıkları yol, kendilerine süslü gösterilmiştir.
Nübüvvetin kırkta biri rüyadır deyip, kırkta otuzdokuzu gözardi ederek, bu kırkta bire yö­nelen kimseler, ne yazık ki kırk gruba bölünmeye müstehak kimselerdir.
Oysa istihareye yattıkları meselelerin cevabını, uyuyorken görecekleri rüyada değil, uyanıkken oku­yacakları Kur'an'da aramalan gerekirdi.
“Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulu­nan kimse, kötü ameli kendisine 'süslü ve çekici göste­rilmiş' ve kendi heva (istek vetutku)larına uyan kimse­ler gibi midir?”
 

hayri07

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Şub 2009
Mesajlar
1,455
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
51
emeğinize sağlık güzel bilgileriniz için t.şkr.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
İneği Sallayan Kuyruk

İneği Sallayan Kuyruk

Cocuklar, çocuklarımız..
Hem sevinç, hem güven, hem sıkıntı, hem üzüntü kaynaklarımız!.
Evet yavrular, yavrularımız..
Her neslin ve her kuşağın karşılaştığı, yaşadığı bir olaydır bu!.
Asırlardır bu olayı yaşayanların düşündükleri, tartış­tıkları sorular ise genelde birbirine paralel sorulardır.,
Çocuklanmızı nasıl ve neye göre yetiştireceğiz?
Eğitimde dayağın yeri var mıdır?
Çocuklarımızı dövecek miyiz, yoksa hiç dövmeyecek miyiz?
Çocuklarımıza baskı yapacak mıyız, yoksa hiç baskı yapmayacak mıyız?
Nasıl yetişecek çocuklanmız?
Yoksa biraz dövüp, biraz dövmemek, biraz baskı ya­pıp, biraz baskı yapmamak mı gerekiyor?
Bütün bu sorular asırlar boyu tartışılmış ve çeşitli ya­şam tarzlanna göre genel cevaplar bulmuştur. Fakat bu sorulara dünya görüşlerine göre değişen genel cevaplar verilse de, birçok annelerin veya birçok babalann çocukla­ra yaklaşımı çok özel farklılıklar gösterebilmektedir. Bazıları çocuklanna karşı haşin bir kartal, bazıları uysal bir kuzu gibi davranabilmektedir. Nitekim bu farklı yaklaşımları, ya­şadığınız çevrede veya yaşadığınız bölgede görebilmeniz mümkündür. Birbirinden farklı olan bu yaklaşımlara alıştı­ğınız için, bu yaklaşımları pek yadırgamazsınız.
Fakat bu kadar hoşgörülü olmanıza rağmen yine de sizi şaşırtacak bazı olaylarla karşılaşmanız mümkündür.
İşte benim de karşılaştığım böyle bir olaydı.
Beş-altı yaşlanndaki bir çocuk, babasının ceketinden tutmuş ve babasını bir o yana, bir bu yana sürüklüyordu. Babasına bir taraftan tükürüp, bir taraftan söylediği sözler ise, sansür koymadan aktarılabilecek sözler değildi. Çocu­ğun elinde tekerlekli oyuncak gibi sürüklenen babacık ise bir yandan üzerindeki tükürükleri silmeye çalışıyor, diğer yandan çocuğun tekmelerinden sakınabilmek için kıvırtı­yordu!
Şaşırmıştım!
Gerçekten çok şaşırmıştım!.
Çünkü o zamana kadar bir ineğin kuyruğunu salla­dığını çok görmüştüm, çok görmüştüm ama, küçücük bir kuyruğun, koskoca ineği salladığını ilk kez görüyordum!..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Bizim Kadınlarımız

Bizim Kadınlarımız

Neden bu ifadeyi kullanıyoruz? Şimdiye kadar gelmiş, geçmiş bütün mü'mineleri içi­ne alan genel bir ifade neden kullanmıyoruz? Çünkü bazı istisnalar olsa da, gelmiş, geçmiş mü'minelerden oldukça farklıdır, fark­lıdır bizim kadınlarımız!.
Geçenlerde bir arkadaşa rastladım. Sağolsun, iyi bir arkadaşımızdır. Birkaç yıl önce gerçekleştirdiği evliliğine vesile olduğumuz için sözü aile yaşantısına getirdim ve sor­dum kendisine.
“Nasılsınız, ne yapıyorsunuz?”
Başladı konuşmaya.. Anlattıklanna bakılırsa, mem­nundu aile yaşantısından. Birlikte okuyup, birlikte araştır­ma yapıyorlarmış. Hanımı ayrıca belli günlerde bazı evlere gidip, bacılara ders veriyormuş.
Hanımını evliliklerinden önce tanıdığım için, şaşırma­dım anlattıklarına. Gerçekten bunları ve hatta bunların fevkinde birçok çalışmayı yürütebilecek bir kişilikte gözükü­yordu o zamanlar. Nitekim anlatılanlar, kısmi olsa da yine bu istikametteydi. Dolayısıyle böyle bir evliliğe vesile oldu­ğum için sevindiğimi hissettim.
Ne var ki bu sevincim uzun sürmedi!.
Evliliğin olumlu yönünü belirten bu kısa anlatım, araya konulan bir “Ammaa” kelimesinden sonra mecrasını değiştirmişti!.
Bu ikinci mecrada anlatılanlar, ne yazık ki duymak istemediklerim şeylerdi.
Meğer bizim mücahide bacı, tam bir hanımefendiymiş!.
Hani beş-on hizmetçili eski yalılar vardır ya, işte bizim bacı, bu yalılarda yaşayan bir hanımefendi sanki! Bilumum ev işlerinden, tağuttan sakınır gibi sakını­yor. Bu sakınmada öyle bir mertebeye ulaşmış ki, yabancı bir erkeğin ellediği, yabancı bir erkeğin kirlettiği bir yeri ellemesi, burasını temizlemesi hiç mümkün olmadığı gibi, bunlar hakkında onunla konuşulması bile abes!.
Diyeceksiniz ki “Peki ev İşlerini kim yapıyor? Evde gerçekten beş-on hizmetçi mi var?” Ne diyeyim, bir erkek olarak nasıl ifade edeyim bilmem ki!. Arkadaşım ev işlerinde hem tecrübeli ve hem de ol­dukça geçimli bir insandır. Bu nedenle on hizmetçinin ol­masa da, beş hizmetçinin yerini doldurmaya çalışıyor!. “Hiç olur mu? Olur mu böyle şey?” demeyin.. Neden olmasın ki!. Günümüz Türkiye'sinde hem çalı­şıp, hem de ev işlerini yapan kadınlar yok mu?
Var, tabi ki var.. O halde kadınların bile güç yetirebildiği bu işe, bizim arkadaşımız neden güç yetiremesin ki!.
Bal gibi yapıyor, yapabiliyor işte!
Ayrıca bu konuda pek bir rahatsızlığı da yok. Çünkü evin hanım Efendisi (İnsaf ve merhamet onun üzerine olsun), ona bu konuda birçok şer'i mesnet de getirmiş!. Resulullah (s.a.v.)'in evlilik yaşantısında belki de birkaç kere yaptığı bütün işleri, arkadaşımıza sünnet-i müekkede ola­rak vazetmiş!.
Birkaç aylık olan çocukları ise, hanım Efendinin biri­cik meşgalesi. Gerçi mazlum arkadaşımıza “Bunu İslam'a göre emzirmek zorunda değilim. Şayet emzirmezsem, süt anne tutmak zorundasın..” demesine rağmen, eksik olma­sın emziriyormuş!.
Tabi ki bu büyük özveriden, çok mutlu arkadaşımız!.
Allah korusun, hanımefendi çocuğu emzirmezse, ne yapacak ki? Süt anne bulamayacağı gibi, kendisinde de gerekli organlar yok!. Nitekim meselenin vehametini kavradığı için, şükretmeye devam ediyor..
Tahammül sınırlarımın zorlandığını hissettim. Benim dinlemeye bile tahammül edemediğim bu durumlara, arkadaşımın nasıl tahammül ettiğini, edebildiğini düşündüm!.
Olumlu bir cevap bulduğumu, bulabildiğimi söyleye­mem. Çünkü yaşanan olaylar, mümine bir bacıya karşı duyulan sevgi veya saygıyla açıklanabilecek olaylar değil­dir. Bu bacı hakkında "Mücahide" sıfatını ise hiç kullan­mak istemiyorum. Henüz evinin kadını, erkeğinin karısı olamayan bir bacıya, İslam davasında nasıl yer verilebilir ki!.
Acıdım, acıdım, arkadaşımın acınası haline!.
Evliliklerine vesile olduğum veya daha doğru bir ifa­deyle bu müslümanın başını yaktığım için, bir kibrit kutusu gibi görmeye başladım kendimi.
Hem sadece bu değildi ki!.
Dolaylı veya dolaysız vesile olduğumuz bazı evliliklerde de benzer hadiselerle karşılaşılıyordu. Küçükken ana kuzusu olan birçok kardeşimiz, büyüyüp evlendikten sonra kan kuzusu olup çıkmıştı!.
Hani bazı erkekler vardır. Bulunduklan yerde ara sıra saatlerine bakarak, eve geç kalıp kalmadıklarını öğrenmek isterler. Saat belli bir yere gelince, sanki zil sesini duymuş talebeler gibi fırlarlar yerlerinden! Çünkü hanımlarınca be­lirlenen saatte, mutlaka ve mutlaka evde olmaları gerek­mektedir.
Sözünü ettiğim kardeşlerimiz ise böyle zırt pırt saate bakan kimselerden değildir. Onların saatle pek ilgileri yoktur. Çünkü bu kardeşlerimiz saatten ziyade, güneşi esas al­maktadırlar.
Güneş battımı, hurraa evlere!. İster sohbet olsun, ister ders olsun, durmaz, durdurulamaz bu kardeşlerimiz!. Gidilecek yerler, konuşulacak meseleler, iletilecek mesajlar ne kadar önemli olursa olsun, bütün bunlar ikinci derece öneme ha­izdir!. Birinci derece önemli olan ise, ev halkının güvenli­ğidir. Çünkü bu kardeşlerimizin hanımları, gece evde yal­nız kalmaktan korkan hanımlardır. İslami davette bulunacağım veya dava için çalışacağım diyerek, hanımla­rını bu dehşetli korkuyla başbaşa bırakacak değiller ya!. Dolayısıyle bir an önce eve gitmeleri ve sorumlu olduklan ev halkını güvenliğe ve esenliğe kavuşturmaları gerekmek­tedir!.
İşin tuhaf tarafı, böyle davrandıkları için kendilerini sorumluluk bilinci­ne ulaşan kimseler olarak görmeleridir!.
Bu kardeşlerimizle evli olan bacılarımız ise, bütün di­ğer bacılar gibi mücahideliğe talip olan veya kendilerini mücahide sanan bacılardır.
Bunlardan birçoğu Kur'an'ı Kerim'i ve Kur'an'ı Kerim'de zikredilen mumineleri okuduklarını ve bunlan örnek aldıklarını bile ileri sürebilmektedirler!.
Onların bu iddialarına ve içinde bulunduklan hale ba­karak.
“İleri sürdüğünüz bu asılsız iddiayı, lütfen geriye, gerilere çekiniz!.” diyorum. Çünkü örnek aldığınızı söylediğiniz mü'mineler ara­sında, Rabbim ona rahmet etsin bir Hacer, bir Hacer vali­demiz vardır.
Çünkü iman ettiğinizi söylediğiniz Kur'an'ı Kerim' de, kendisini çocuğuyla birlikte ıssız çölde yalnız bırakan İbra­him (a.s.)'a “Bu yaptığın İş Allah'ın emriyse git, git ya İbra­him ve bizi merak etme” diyen Hacer anamız vardır.
Hacer anamızın bırakıldığı yerde kapı veya kilit yok­tur.
Hacer anamızın bırakıldığı yerde ev yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde komşu yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde yiyecek yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde içecek yoktur, Hacer anamızın bırakıldığı yerde eşya yoktur, su yok­tur, elektirik yoktur. Fakat, bütün bu yokluklann arasında bir Hacer ve bir Hacer kimliği vardır. Hacer ismiyle birlikte bu Hacer kimliğine de sahip olduğu için kocasına “Git, git ya İbrahim ve bizi me­rak etme” diyebilmektedir.
İşte apaçık bir gerçek olan Hacer kimliğini ve Hacer validemizi tanıdıktan sonra, şehrin göbeğinde ve tam teşekküllü evlerde yalnız kalmaktan korkan sizler, sizler, nasıl olur da Hacer validemizi örnek aldığınızı ileri sürebilirsiniz? Lütfen gerilere, çok çok gerilere çekiniz bu iddianızı!. Çünkü sebeb ne olursa olsun sizleri evde yalnız bı­rakmak istemeyen kocalarınız, nasıl ki hanımını çölde bırakabilen birer İbrahim değilse; sizler de birer Hacer değil­siniz!.
Evet,
“Hemeyse” demek zorundayız. Çünkü başladığımız yazının uzandığı noktalar, bu konunun genel keyfiyetinden uzaklaşmakta. Fakat yukarda da belirttiğim gibi kadınlarımız arasında kimlik ve kişiliklerine saygı duyduğumuz istisnalar olmasına rağmen, genel durum ne yazık ki böyledir.
Nitekim geçenlerde yaptığımız bir sohbette, bu acı gerçeklerle tekrar karşılaştık. Biraraya geldiğimiz müslümanlara, ensar ve muhacir arasındaki kardeşliği anlatıyor­dum. Hepimizin bildiği gibi Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirlere, Medine'nin sakinleri olan ensar kucak açmış ve sahip oldukları birçok şeyi muhacir kardeşleriyle paylaşmak istemişlerdi. Bu muhteşem paylaşmada, birden fazla evi olan ensardan bazı sahabeler, bu evlerini muhacir kardeşlerine kiraya değil, mülken vermişlerdi. İki-üç hanı­mı olan bazı ensar ise, bekar muhacirlere bu hanımlarını vermek, nikahlamak istemişlerdi.
İşte mesele bu noktaya geldiği zaman, sohbette bulu­nan müslümanlan ikaz etmek ve olayın derinliğini göstere­bilmek için, onlara şu sorulan yönelttim.
Bizlerin iki veya üç hanımı olsaydı, bekar kardeşlerimize vermek ve onlara nikahlamak ister miydik?
Bizler yapar mıydık? Yapabilir miydik bunu? Soruyu onlara ve nefsime sorduktan sonra, kırdığım potun farkına vardım!. Ben ne yaptığımın, kimlere ne sorduğumun herhalde farkında değildim!.
Gerçekten saliha olan bir mü'mineyi ömürlerinde görmeyen ve onun kıymetini idrak edemeyen birçok kim­se, saliha bir hanımı vermenin zorluğunu nasıl anlayabile­ceklerdi ki!.
Nitekim bunu anlamamış olmalarından kaynaklansa gerek, çok kısa bir düşünceden sonra birçoklannın ağızları açılır gibi oldu. Fakat sustular, yutkundular ve yuttular söy­lemek istediklerini!.
Derin bir sessizlikten sonra, havayı gerginleştiren bu sessizliği bozma zorunluluğu hissettim. Sessizlikte duydu­ğum cevapları, başkalarına nisbet ederek ifade etmeye ça­lıştım.
Gerçi günümüzdeki aile yaşantısından ve hanımlarının ölçü tanımaz isteklerinden bıkan bazı müslümanlar, “Bizler elimizdeki bir taneyi bile vermeye razıyız, fakat be­kar kardeşlerimize merhamet ettiğimiz için vermek istemi­yoruz!” diyeceklerdir. Bunlar tabi ki mevzumuzun dışında­dır..
Bunlan söyledikten sonra ortalıktaki gerginlik sakin­leşmiş ve yüzler tebessüm etmeye başlamıştı. Mevzunun içinde kalan bizler, mevzumuzun dışında kalan başkaları­nın haline gülüyor ve onların bu durumlarına gülümsüyorduk!.
İşte güldüğümüz ve gülümsediğimiz durum budur!.
Gerçi bütün bunlar “Bizim kadınlarımız” başlığında yazılabilen şeylerdir. Hiç şüphemiz yoktur ki Cihan Aktaş veya Emine Şenlikoğlu bacımız, müslüman erkeklerle ilgili bir başlık açsalar ve günümüzdeki mücahitlerin durumuna değinseler; onların söyledikleri, bizim söylediklerimizi çok gerilerde bırakabilecektir. Aynca sonuç olarak öncelikle erkek müslümanları suçlamaları ise, İlahi vahye uygun ve doğru bir suçlama olacaktır.
İstisnaların çoğunluk, çoğunlukların ise istisna olması dileğiyle..
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
özgürlük putunun köleleri

özgürlük putunun köleleri

Herhangi bir kavramı savunmak veya tenkid edebil­mek için, bu kavramı oluşturan zihniyet tarafından, zikre­dilen kavramın hangi manada kullanıldığının bilinmesi ve bunun gözönünde bulundurması gerekir.
Harflerden meydana gelen sözcükler, kendilerine yüklenen anlam ile değer kazanırlar. Bilmediği bir söz­cük veya bir kavram ile karşılaşan insanlar; “Bu ne de­mektir?” sorusu ile.
“Bu söze ne anlam veriyorsunuz, bu söz ve ne ne demek istiyorsunuz, bu söz ile ne anlıyorsunuz?" demektedirler. Nite­kim bu gibi sorular cevaplandığı zaman sözkonusu kav­ram tanınmış olmakta ve hangi anlamda kullanılabile­ceği açıklık kazanmaktadır.
Yaşadığımız yüzyılda sık kullanılan özgürlük kavramına, bu kavramı oluşturan ve savunan insanlar tarafından şu anlamlar yüklenmiştir.
Herhangi bir kısıtlamaya, şarta: koşula bağlı olma­yan, hiçbir siyasi güç tarafından denetlenmeyen, engellenmeyen, toplumsal baskılara, kurallara boyun eğmeyen, tavır ve davranışlarında serbest olan. Bu ifadeler genellikle halk tabakasının özgürlük anlayışıdır. Özgürlüğü bilinçli bir şekilde savunmaya çalışan entelektüel kesim ise, bu kavramın içerdiği ma­nayı daha geniş boyutları ile varoluşçuluk felsefesinde bulmaktadır.
Kısaca açıklamak gerekirse, varoluşçuluk felsefe­sinde özne ve nesne ilişkisi vardır. Bu ilişkide özne et­kileyen ve aynı zamanda etkilenmeyen, nesne ise etkile­nen durumundadır. Mesela bir bekleme salonunda yal­nız olarak oturan bir insan genelde özne durumundadır. Bekleme salonunda bulunan masa, sandalye gibi eşyalardan etkilenmesi ve nesne durumuna düşmesi sözkonusu değildir. Çünkü bu gibi eşyaların kendisini görmediğini ve kendisi hakkında bir yargıda bulunama­yacaklarını bilir. Bu nedenle, bekleme salonunda gelişi­güzel oturabîlmekte, istediği yerini, istediği şekilde ra­hatça koyabilmektedir. Özne durumunda olduğu için, bekleme salonunda bulunan eşyaları nesne olarak görmekte ve bu nesnelerden etkilenmemektedir.
Bu durumda iken, bekleme salonuna bir insan gelir ve karşısına oturur. Bu olayla, bekleme salonunda yalnız oturmakla olan insanın tavırlarında bir değişiklik olur. Usulca, oturuşuna çekidüzen verir. Herhangi bir ayıp yeri kaçınsa dahi, kendisini bundan meneder. Çünkü karşısına, nesne olarak gördüğü eşyalardan farklı bir varlık gelmiştir. Bu varlıktan etkilenmesinin sebebi, bu varlığın kendisini germesi ve kendisi hakkında iyi veya kötü bir yargıa bulunabilmesidir.
Bekleme salonunca yalnız iken öznelliği yaşayan insan, ikinci insanın gelmesi ile bu insandan etkileniyor ve hareketlerini bu insana göre şekillendiriyor veya kısıtlıyor ise, o insanı özne kabul etmekte ve kendisi de nesne durumuna düşmektedir. Özneliği terkederek nes­ne durumuna düşen bu insan, varoluşçulara göre özgürlüğünü yitiren insandır. Çünkü özgürlük, nesne durumuna düşmeden özneliği yaşama eylemidir.
Herhangi bir insan, yaşantısına ve tavırlarına kendi İç dünyasındaki değer ölçülerine göre yön verilebiliyor ve dış çevreden etkilenmiyorsa; bu insan, varoluşçulara göre özgür bir insandır. Bunun karşıtı olarak herhangi bir insan, çevresindeki bazı insanlardan veya toplumdan etkileniyor ve onların ölçülerine göre yaşıyorsa, bu in­san kesinlikle özgür değildir.
Nitekim varoluşçuların büyük bir çoğunluğu bu ge­nel yaklaşımdan hareket ederek, bir insanın özgür ola­bilmesi için ateist, yani tanrıtanımaz olmasını da şart ka­bul etmişlerdir. Çünkü Allah'a inanan insanlar, Allah'ı özne, kendilerini ise nesne olarak göreceklerinden ve ister istemez etki sahasına gireceklerinden, bu insan­ların özgür olması mümkün değildir.
Özgürlüğün bu şekilde anlaşıldığı ve entelektü­eller tarafından genci olarak bu yaklaşımla benimsendiği bir çağda, biz muslümanların özgürlük kavramı ile ilişkisi ne olacaktır?
Müslümanlar özgür müdür?
Tabi ki zor bir soru!.
Ne var ki söz konusu zorluk, cevabı bulmakta değil, bu cevabı açıksözlülük ile ifade edebilmektir.
Ne yazık ki birçok müslüman, kulağa ve nefse hoş gelen bu kavramı bîr değer olarak benimsemekte ve yüce İslam dinin? bu değerden mahrum etmemek için, “Gerçek özgürlük İslam'dadır” diyebilmektedir. Artık rahattır!.
Hürriyet, özgürlük, demokrasi gibi sloganların be­nimsendiği ve alkışlandığı bir çağda; “Ben özgür değilim” diyerek, aşağılık kompleksine düşmeyecektir!.
Şayet özgürlüğün gerçek anlamını bilen düşünen kafalar tarafından sıkıştırılır ve zor durumda bırakılırsa; “Siz özgürlüğü böyle anlıyorsunuz. Biz ise şöyle anlı­yoruz” diyerek, gerçek anlamından feragat ettiği özgür­lüğünün, harflerine tutunacaktır. Zaten mühim olan, bu kutlu rozetin yakaya takılması değil midir!.. İnsanları Allah'a kulluktan ve bu kulluk psikolojisin­den soyutlamak için firavunlar tarafından uydurulan bu kavramlar, bir put gibi yükseltilmiş ve zavallı insanlara bir ideal olarak benimsenmiştir.
Özgürlüğü ideal olarak benimseyen bir insanın, bu idealinin perde arkasında ilahlaşma özlemi vardır. Çünkü dileğini, dilediği şekilde yapacak olan, sadece ve sadece Allah (c.c.)'dir.
İnsan ise bir mahluktur, bir yaratıktır ve yaşadığı hayat çeşitli Adetullah'lar ile kuşatılmıştır. Bunların dışına çıkması, bunları geçer­siz kılması kesinlikle ve kesinlikle mümkün değildir.
Hürriyet ve özgürlük kavramlarını sloganlaştıran müstekbirlerin yegane gayesi, bu özgürlük büyüsü ile insanları kendilerine köle yapmaktır. Bu müstekbirler; “Herkes hür olmalı midir?” sorusuna, haklı nedenlerle iyi ve kötü ayrımını getirmekte, ancak “İyilik ölçüsü ne olmalıdır?” sorusuna ise çıkar ve menfaatlerine uygun bir şekilde hazırlanan şeytani kanunlarla cevap vermektedieler. Neticede iyi kabul edilen insanlar, Allah'ın huku­kuna göre değil, şeytani hükümlere göre iyi kabul edi­len insanlardır.
Böyle bir toplumda ceza hukukuyla karşılaşmamak ve iyi insan olabilmek için, ister istemez firavunların ölçüsünü esas alan insanlar, bu ölçünün gerektirdiği tavırları yerine getirdikleri zaman, iyi ve özgür birer insan değil, firavunların zavallı köleleri durumuna gelmektedir­ler!..
Firavunlara kulluk ve kölelik yapmalanna rağmen vazgeçmedikleri, vazgeçemedikleri özgürlük ideali ise, firavunlar tarafından putlaştırılmış, yüceleştirilmiş ve söz meydanlarına dikilmiştir.
Artık methiyeler ona, özlemler ona, akıtılan kanlar ve adanan kurbanlar onadır!.
Yaşadığımız çağda, özgürlük putunun gölgesi bir hayli genişlemiş ve bu zillet verici gölgede, yakalarında özgürlük rozeti île firavunlara kulluk yapan zavallılar kitleleşmiştir.
Sözü fazla uzatmadan, bizlere; “Siz özgür müsü­nüz veya özgürlüğe talip misiniz?” sorusunu soranlara, durmadan ve duraksamadan şunu söylüyoruz.
“Biz özgür değiliz ve özgürlüğe de talip değiliz!”
Ahlar, vahtar, sızlanmalar, hor ve küçük görmeler... vs.
Böylesi cahili fısıltıları bilinçli bir tebessümle ayaklar altına alınarak, sözümüze devam ediyoruz.
“Bizler, bin firavuna bir kere boyun eğmeyi zillet ka­bul eden, ancak alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'a bin­lerce secde ederek, binlerce itaat ederek, şeref ve izzet kazanan müslümanlarız. Şahidlik yapabilecek herşey sahid olsun ki, bizler Allah'ın kulu, Allah'ın kölesiyiz.
Bundan şeref duyuyoruz, bundan izzet duyuyoruz, bundan onur duyuyoruz ve bu kulluğu yaşarken özgür olmak değil, Allah'a kulluğumuzu eksik görerek, kulluğa daha fazla yaklaşmak ve hakkıyla kul olmak isti­yoruz.”
Herhalde yine yirminci yüzyıla yabancı bir üslupla konuştuk. Ve herhalde yine mürteci olduk!.
Allah'a kul olmanın verdiği tüm gerçek duygularla tekrar tebessüm ediyoruz. Sonra, sonra da özgürlük büyüsü ile firavunlara kul olan dünya insanlarına bakıyor, onlara merhamet ediyor ve onlara şöyle sesle­niyoruz.
“Sizleri yaratan ve sizleri yaşatan Allah (c.c), sizle­ri başıboş bırakmayacaktır. Özgürlüğü isteseniz veya özgür olduğunuzu zannetseniz de, O'nun bu yasasına karşı çıkamayacak ve boynu bükük olarak O'nun huzu­runa götürüleceksiniz. Bir mahluk ve bir kul olarak ya­ratıldığınızı ve Yaratıcıya karşı çaresiz olduğunuzu unutmayınız. Yaptıklarınızdan ve yapmanız gerekirken yapmadıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
Bir insansınız ve iki çeşit kulluk ile karşı karşıyasınız. Bir tarafta nefse veya şeytana veya şeytanın dostu olan firavunlara kulluk, diğer tarafta ise alemlerin Rabbi olan Allah (c.c:)'a kulluk. Bu iki çeşit kulluğun dışına çıkmanız ve özgür olmanız mümkün değildir. Bu nedenle sizleri hayali bir kavram olan özgürlüğe değil, kullara kulluğu reddederek Allah'a kul olmaya da­vet ediyoruz.
İstiyoruz ki, Alah'a kulluk ile şeref ve izzet kazanasınız, istiyoruz ki, bu kulluk ile kurtuluş bulaşınız..”
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Keramet Şapkadaysa

Keramet Şapkadaysa

Efendim, Nasreddin hocaya okuması için bir mektup getirilir. Lakin yazı çok karışık olduğundan hoca bunu okuyamaz. Mektubu getiren ise okuması için devamlı ısrar etmektedir.
Fakat nafile, yazı okunacak gibi değil! Nitekim Nasreddin hoca kendisini daha fazla zorlamadan, okuyamadığı mektubu sahibine iade eder.
Mektup sahibinin hayli canı sıkılmıştır!.
Bu sıkıntı ile hocaya “Bir mektubu okuyamadın, ba­şındaki sanktan utan!” diyerek sitem eder. Nasreddin hoca ise başındaki sarığı hemen çıkarıp, ona uzatarak şöy­le der.
“Keramet sanktaysa, al sen oku!.”
Şimdi diyeceksiniz ki.,
“Bunu bize niye anlattın? Bunun bizimle ne ilgisi var?”
Yok be kardeşim, ben bunu size anlatmadım!. Hani batı teknolojisine ulaşmak için kerameti şapkada görüp, şapkayı savunanlar var ya, sözlerim onlaradır!..
 

GEVHER

Yönetici
Katılım
9 Eyl 2008
Mesajlar
3,971
Tepki puanı
2,515
Puanları
163
Efendim, Nasreddin hocaya okuması için bir mektup getirilir. Lakin yazı çok karışık olduğundan hoca bunu okuyamaz. Mektubu getiren ise okuması için devamlı ısrar etmektedir.
Fakat nafile, yazı okunacak gibi değil! Nitekim Nasreddin hoca kendisini daha fazla zorlamadan, okuyamadığı mektubu sahibine iade eder.
Mektup sahibinin hayli canı sıkılmıştır!.
Bu sıkıntı ile hocaya “Bir mektubu okuyamadın, ba*şındaki sanktan utan!” diyerek sitem eder. Nasreddin hoca ise başındaki sarığı hemen çıkarıp, ona uzatarak şöy*le der.
“Keramet sanktaysa, al sen oku!.”
Şimdi diyeceksiniz ki.,
“Bunu bize niye anlattın? Bunun bizimle ne ilgisi var?”
Yok be kardeşim, ben bunu size anlatmadım!. Hani batı teknolojisine ulaşmak için kerameti şapkada görüp, şapkayı savunanlar var ya, sözlerim onlaradır!..



Kesinlikle çok güzel ve anlamlıydı.
Tabii anlamayı bilene... :a16:

Emeğinize sağlık kardeşim.
Hayırlı geceler ...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt