Selamün Aleyküm kardeşim Allah şifa versin.
Bir arkadaş daha vardı diğer konuda böyle senin gibi sorgulayan, ona da söyledim, insanlar şeytanın ne derece dehşetli bir düşman olduğunun farkında değil. Okyanusun ortasında susuz bırakıyor insanı. Etrafımızdaki her şey Allah'ın varlığını gösteriyor. İmanî olgunluğa tam olarak kavuşmadan önce bu tarz sorgulamalar olabiliyor. Aslında bu tarz aşırıya gitmeden kendi içimizde yaptığımız sorgulamalar bir bakıma faydalı... Çünkü doğru olanı tam kaynağından öğrenip bütün şüphelerden arınıp, hakiki imana kavuşma açısından sonucu faydalı olabilir. Yeterki ümidimizi yitirmeyelim. İyi niyetli olursak Allah kapıları açacaktır. En başta Allah'a iman noktasında aklımızı ve kalbimizi bütün şüphelerden arındırmalıyız. Yoksa şeytan zihnimizi rahat bırakmaz ve çok açık meselelerde, ayrıntılarda boğuluruz.
Öncelikle iyilik, iyi olmak nedir? Dünya yüzünde iyi olmayan bir insan var mı? Her insan kendi özünde iyidir. Hiç olmazsa iyi bir yönü vardır. Cennete girmek için insanlara karşı iyi olmak, insanlara, çevreye pozitif bakmak, hiç kimseye kötülük yapmamak yeterli değildir. Yani bunlar doğrudur, böyle olmayı zaten dinimiz emrediyor. Ama esas olan, bizim Allah’a olan iyi niyetimizdir. Bir insan Allah’ı inkar etmiş, ama dünyada insanlara dünya kadar iyilik etmiş; dünyada mükafatını görür ama ahirete bir şey kalmaz. Eğer bunlarla beraber imanı da varsa esas o zaman hem dünyada hem ahirette mükafatını görür. Bizim ölçütümüz Kur’andır. Kur’an’ın ahlakî ölçütüdür. Kur’an ahlâkı, Peygamber ahlâkı olmazsa dünyada her kafadan bir ses çıkar. Ve nefisperest insanlar kendi çıkarları doğrultusunda ahlak kuralları belirler. Herkes kendi ahlakını yaşardı. Nitekim Kur’an ve Peygamber(a.s.m.) ahlakından bîhaber olan Avrupa gibi… Her türlü sapıklığın meşrulaştırılmasına kadar kendi hevalarına göre ahlak düzeni oluşturma çabasındalar. Kur’an ve Peygamber(a.s.m.), insanlık için öyle büyük bir nimet ki tarif edilemez.
Allah'ın(C.C.) bu kainatı ve insanlığı yaratmasında muhakkak bir hikmet var. İstersen burada bunu derinlemesine sayfalarca irdeleriz. İnsanlığın amacı nedir? Allah'ın, yarattığı bu kainat vasıtasıyla, bu kainatta tecelli eden Allah'ın isimlerini müşahede edip O'nu tanımak... Ve Allah'a Allah olduğu için layıkıyla ibadet etmek... Buradaki ölçütümüz de Hz. Muhammed(A.S.M.)'dir. Eğer yeryüzünde İslam diye bir din olmasaydı ve Allah, diğer dinlerle ve peygamberlerle kendi varlığını bizzat insanlara gösterip onlardan ne istediğini bildirmeseydi insanlar nasıl yaşayacağını nasıl ibadet edeceğini, Allah'ın bizden ne istediğini çözebilirler miydi? Ve dikkatinizi çekerim, ortada şeytan gibi bir düşman da varken... Mümkün müydü? Tarih boyunca aklın dahileri gelmiş platonlar, aristolar, einşteinlar vs. bulabilmişler mi? Bilimin ilerlemesiyle bazı yabancı bilim adamları bir yaratıcı var diye hükmedebilmişler ama asıl İslam'ın hakikatlerini yani esas yaratılış amacımızı keşfedebilmişler mi? Hayır! Madem böyle muazzam bir kainat ve o kainata musahhar bir vaziyette yaratılan küçük bir evren hükmündeki insan da kendi vücutlarında işleyen kanunlarla bizzat Allah'ın sonsuz isimlerini gösterip O'nun varlığını apaçık bir şekilde gösteriyor. O zaman böyle bir Allah'ın, elbetteki bu kainatı ve insanlığı boşuna yaratmayacağı ve insanın da çok ciddi bir yaratılış gayesi olduğu da ortadadır. Hiç mümkün müdür ki Böyle sonsuz Rahîm(merhametli), sonsuz Kerîm(ikram sahibi), sonsuz Adl(adaletli) bir Yaratıcı, bu kainatı ve insanlığı yaratsın da, insanlıktan ne istediğini Kur'an gibi büyük bir ikramla, büyük bir rahmetle insanlara bildirmesin? İnsanlığı keşmekeş içinde bıraksın? Haşâ ve kellâ... İnsanlıktan nasıl olmaları gerektiğini, nasıl bir insan profili içine girmeleri gerektiğini; yine insanlık için büyük bir rahmet olan, ikram olan büyük ve örnek bir şahsiyetle yani Hz. Muhammed(a.s.m.) gibi bir Zat'la göstermesin?
Muhterem Üstadımızın Risale-i Nur'daki birebir Kur'an tarifine bakalım.
"Birinci cüz': KUR'AN NEDİR? Târifi nasıldır?
Elcevab: (Ondokuzuncu Söz'de Beyân edildiği ve sâir sözlerde isbat edildiği gibi) Kur'an, şu kitab-ı kebir-i kâinatın(büyük kainat kitabının) bir tercüme-i ezeliyesi.. ve âyât-i tekviniyeyi(yaratılış delilleri) okuyan mütenevvi(çeşitli) dillerinin tercüman-ı ebedîsi.. ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlahiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı(keşfeden).. ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer(gizli) hakaikın(hakikatin) miftahı(anahtarı).. ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı.. ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi.. ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi.. ve avalim-i uhreviyenin(ahiret alemleri) mukaddes haritası... Ve Zât ve Sıfât ve Esmâ ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi(açıkayan söz), tefsir-i vâzıhı, bürhân-ı katıı(açık delili), tercüman-ı sâtıı(parlak tercümanı)... Ve şu âlem-i insâniyetin mürebbisi(terbiye edicisi).. ve insâniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ(su) ve ziyâsı.. ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insâniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hâdîsi... ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine(manevi hacetlerine) merci' olacak çok kitabları tâzammun eden(içine alan) tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefa ve muhakkikînin(hakikati ortaya çıkaran) muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına(yerine) muvafık(uygun) ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhane hükmünde bir Kitab-ı Semâvî'dir." (Risale-i Nur Külliyatı,(Sözler) 26. Söz)
Kardeşim bu Mucizât-ı Kur'aniye bu kadar değil Risale-i Nur'daki 25. söz, çok harikadır, devamını okuyabilirsin.
Şimdi de Mucizât-ı Ahmediye'den bir yer yazalım. Bakalım Bediüzzaman Hazretleri(r.a.), Peygamber Efendimizi(a.s.m.) nasıl tarif etmiş.
"BİRİNCİ NÜKTELİ İŞARET: Şu kâinatın sahib ve mutasarrıfı(tasarruf eden) elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir(döndürme, idare etme) ediyor ve her şey'i bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor. Mâdem yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mâdem konuşacak, elbette zîşuur(şuur sahibi) ve zîfikir(fikir sahibi) ve konuşmasını bilenlerle konuşacak. Mâdem zîfikirle konuşacak, elbette zîşuurun içinde en cem'iyetli(kapsamlı) ve şuuru küllî(büyük) olan insan nev'i ile konuşacaktır. Mâdem insan nev'i ile konuşacak, elbette insanlar içinde kabil-i hitab ve mükemmel insan olanlarla konuşacak. Mâdem en mükemmel ve istidadı(kabiliyeti) en yüksek ve ahlâkı ulvî(yüksek) ve nev'-i beşere mukteda olacak olanlarla konuşacaktır; elbette dost ve düşmanın ittifakıyla, en yüksek istidadda ve en âlî(yüksek) ahlâkta ve nev'-i beşerin humsu ona iktida etmiş ve nısf-ı Arz onun hükm-ü manevîsi altına girmiş ve istikbal onun getirdiği nurun ziyasıyla bin üçyüz sene ışıklanmış ve beşerin nuranî kısmı ve ehl-i imanı, mütemadiyen günde beş defa onunla tecdid-i biat edip, ona dua-yı rahmet ve saadet edip, ona medh ve muhabbet etmiş olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ile konuşacak ve konuşmuş ve Resul yapacak ve yapmış ve sair nev'-i beşere rehber yapacak ve yapmıştır."(Risale-i Nur Külliyatı 19. Mektup)
Ve sorduğun sorulardan bir de, Allah bizi neden yakıyor? Yani Cehennem neden var?
Bu dünya imtihan, o zaman bu imtihanın da belli ölçütleri muhakkak olacaktır. Her insan bir bireydir ve yaptığından sorumludur. İnsan, Cehennem’i bu dünyada hak ediyor. Allah, insanın bu dünyada ne yapacağını ve nereyi hak edeceğini biliyor. Buradaki ayrıma dikkat edelim. Allah Ezelî ve Ebedî olduğundan bütün geçmiş ve gelecekler O’na birdir. Ne olacağını önceden biliyordu. İnsanlar, bu dünyada kendi seçimleriyle Cehennem’i hak ediyor.
Bu evrende Allah’ı gösteren sonsuz delillere rağmen, Kur’an’a rağmen, Peygamberlere rağmen, milyarlarca insanın imanına rağmen hala bilerek insanın Allah’ı şiddetle inkar etmesi, düşmanlık etmesi, dindarlarını öldürmesi, işkence yapması, dindarlarını hor görmesi; öyle sonsuz bir Cehennem’i gerektiriyor ki… Çünkü böyle sonsuz sıfatlara sahip bir Yaratcı’yı inkat etmek, sonsuz bir Cehennem’i gerektiriyor. Yani bu dünya imtihanı, elmas ruhlularla kömür ruhluların ayrılmasıdır. İnsanların içlerindeki inkar ve iyilik, bir imtihanda inkişaf etmeden yani açığa çıkmadan insanların Cennet’e alınması mümkün olur muydu? Doğru olur muydu?
Kardeşim Risale-i Nur'dan senin sorduğun bütün sorulara deva olabilecek bir yer daha yazmak istiyorum. Alttaki yer, 10. Söz(Haşir Risalesi)den bir yer...
"BİRİNCİ SûRET: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere(itaat edenlere) mükâfatı ve isyan edenlere mücâzatı(ceza) bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübrâ(büyük mahkeme) vardır.
İKİNCİ SûRET: Bu gidişata, icraata bak! Nasıl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor; kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gâyet kıymetdar ve şahane taamlar(gıdalar), kaplar, murassa nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gâyet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevâziyane bir havf(korku) ve heybet altında hizmet eder. Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, nâmusu vardır. Halbuki kerem ise, in'am(ihsan etmek) etmek ister. Merhamet ise, ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve nâmus ise, edebsizlerin tedibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o nâMûsa lâyık binden biri yapılmıyor. Zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.
BEŞNCI SûRET: Bak bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünki her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba(isteyen) cevab veriyor. Hattâ bak, en edna(ufak) bir hacet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima(toplanma) var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: "Evet, evet biz de istiyoruz" diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:
"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba'larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb'îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu mutî raiyetini başı boş bırakıp îdam etme." diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun. Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir pâdişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir merâmını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksûdunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adâletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhânelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Mâdem nümûnelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar..." (Risale-i Nur Külliyatının Sözler adlı eserinin 10. Sözü)