Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

İçinden geçeni paylaş... (1 Kullanıcı)

_Tuva

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Mar 2012
Mesajlar
248
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
scaled.php
 

GülünSanaAşkı

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
10 Nis 2012
Mesajlar
435
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Yaz dostum yoksul görsen besle kaymak bal ile
Yaz dostum garipleri giydir ipek şal ile
Yaz dostum öksüz görsen sar kanadın kolunu
Yaz dostum kimse göçmez bu dünyadan mal ile !!!
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
503
Puanları
83
Yaş
45
Allah ağrılarını hafifletip
Şifalar nasip eylesin. AMin

Selam ve dua ile
 

SerkanMuhammedSAV

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
1 May 2012
Mesajlar
332
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
31
içimden geçen Peygamberimiz S.A.V gibi yaşamak Onun Kalbindeki Duygaları Harbi Seviyorum O Allahı çok sevyor bende içki içmicem sigara içmiyeceğim kumar oynamayacağım ölene kadar :) keşke Onun gibi olabilsem
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
35
Konum
.........
Üç Nasihat

Vaktiyle bir derviş, evinden çok uzaklarda yıllar yılı üstadının hizmetinde bulunmuş, üstadının himmet ve nazarıyla Allah’ın rızasını kazanıp, Allah’a yakınlık peyda etmede büyük mesafeler kat ederek, üstadının teveccühüne mahzar olmuştu. Geçen zaman içerisinde, manevi anlamda hızla tekâmül etmekle birlikte; evinden uzun yıllar uzak kalması sebebiyle ailesine olan hasreti gittikçe artan derviş, bir gün üstadına giderek ailesini ziyaret etmek için müsaade ister. Bu durum karşısında üstadı dervişe dönerek: “İnşaallah evladım, tabi gidebilirsin. Müsaade Allah’tan.’’ der ve akabinde: “Evladım gitmeden önce yanımıza gel sana bir emanetimiz, üç de nasihatimiz olacak” diye de ekler. Üstadının bu sözleri karşısında gayet memnun olan derviş, yolculuk hazırlıklarını yapmak üzere oradan ayrılır. Ertesi gün hazırlıklarını tamamlayarak üstadının huzuruna çıkar. Üstadı: “Evladım Biz senden memnunuz, Allah-u Teâlâ hazretleride senden memnun olsun inşaallah”;diye dua ettikten sonra dervişe bir bohça uzatarak: “Oğlum bu bohçayı al; fakat sakın ola yolda giderken açma! Evine varınca açarsın.” diye sıkıca tembih eder. Sonra da dervişe tebessüm ederek şu nasihatlerde bulunur: “Evladım; üzerine vazife olmayan işe karışma, gönül kimi sevdiyse o güzeldir, bir işin sonunu görmeden karar verme. Bu nasihatlerimize iyi yapış, onlara iyi sahip çık.” der ve dervişi uğurlar.

Derviş, yıllar sonra ailesine kavuşacak olmanın mutluluğuyla yola koyulur. Yol boyunca bohçanın içindekilerin merakı bir türlü gitmez ve ne kadar düşündüyse de üstadının nasihatlerinin hikmetine eremez.

Bir, iki günlük yolculuktan sonra bir beldeye gelen derviş, o beldenin zenginlerinden bir adamın evine misafir olur. Ev sahibi adam dervişi yemeğe buyur eder. Sofraya otururlar. Fakat garip bir haldir ki sofrada derviş, ev sahibi, bir de köpek vardır. Biraz ilerde ise demir parmaklıklar ardında, ayağından zincirlenmiş vaziyette bir kadın oturmaktadır. Adam kalkarak onun önüne de bir tas yemek koyar ve sofraya oturur. Yemeğe başlarlar. Yemeklerini yerken adam dervişe dönerek: “Ey derviş; sofrada ki gariplik dikkatini çekmedi mi? diye sorar. Derviş tam cevap verecek iken üstadının sözü aklına gelir ve adama dönerek; “Efendim, ben üzerime vazife olmayan işe karışmam.”der. Ev sahibi adam, dervişin bu sözünden çok memnun olur ve sözlerine şöyle devam eder: “Buraya pek çok misafir geldi ve hepside bu sorum karşısında, hiç utanmıyor musun? Köpeği sofraya oturtmaya, kadını da kafese koymaya diye bana kızdılar. Ben de sinirlendim ve böyle söyleyen her misafiri öldürdüm. Fakat sen “Ben, üzerime vazife olmayan işe karışmam!”dedin, vermiş olduğun bu cevap beni çok hoşnut etti. Bende sana meselenin aslını anlatacağım: Bundan bir sene evvel çalışmak amacıyla evden ayrılmıştım. Geri döndüğümde içeride karım ve iki adamın eğlendiklerini gördüm. Adamlara güç yetiremedim, beni dövdüler. Karım benden taraf olacağına onlarla beraber oldu. Ellerimi, ayaklarımı bağladılar. İçki içip sızdıklarında bu köpek geldi, ipleri çözdü. Bende kalkıp adamları öldürdüm, lakin ibret olsun diye karımı öldürmeyip: Bir köpek kadar olamadın; köpeğin yeri senin yerin, senin yerin ise köpeğin yeridir, diyerek; onu bu kafese hapsettim.”der ve olayı anlatır. Hadiseyi ibretle dinleyen derviş; müsaade alıp yoluna devam ederken üstadının nasihatlerinin ne kadar kıymet arz ettiğini anlayarak üstadına dua eder.

Derviş, özlem ve hasretle yolculuğuna devam ederken çeşitli seyirler ediyor, ailesine kavuşacak olmanın mutluluğunu yaşıyordu. Fakat dervişin bir sıkıntısı vardı. Bohçanın içindekilerin merakı git gide artıyor ve dayanılmaz bir hal almaya başlıyordu. İçinden de “Sabırlı kulların mükâfatı bol ve hesapsız verilir.”ayetini tekrar ederek bu merakı defetmeye çalışıyordu.

Bu duygular içerisinde giderken yolu tekrar bir beldeye rastlayan derviş, o beldenin emirine misafir olur. Emir, dervişi evinde ağırlar, türlü türlü ikramlarda bulunur, sohbet etmeye başlarlar. Derken içeriye gayet çirkin bir kadın girer ve emir dervişe dönerek: “Nasıl? Güzel kadın değil mi?”diye sorar. Üstadının nasihati tekrar aklına gelen derviş:”Emirim, gönül kimi severse güzel odur.”diye karşılık verince, bu cevaptan memnun olan emir : “Bu hanımım, buraya gelen misafirlerime elinden geldiği kadar izzet-i ikramda bulunur. Fakat misafirler onun bu görüntüsünü beğenmezler. Üstelik efendim siz koskoca bir emirsiniz, çokta zenginsiniz. Buna rağmen neden bu çirkin kadına katlanıyorsunuz? Diye de kendi aralarında bana şirin gözükmeye çalışırlar. Bende onlara kızar ve hepsini öldürürdüm. Ama sen onlar gibi değilsin. Dediğin gibi gönlüm bu kadını sevdi, bende hanımımdan razıyım.”der. Üstadının nasihatleri bir bir çıkmakta ve nasihatlerin hikmetini kavramakta olan derviş, üstadını dinlemiş olmanın verdiği huzur içerisinde oradan da selametlikle ayrılır.

Nihayet uzun ve meşakkatli bir yolculuğun sonunda memleketine varan derviş; sevinç içersisinde evine yaklaştığı anda hanımının genç bir erkeği öptüğünü pencereden görüverir. Bir anda hiddetlenerek öfke ile içeriye yöneldiği sırada üstadının son nasihati (Bir işin sonunu görmeden karar verme) aklına gelir. Bir yere gizlenerek onları izlemeye başlar. Kısa bir süre sonra kapı açılır ve içeriden çıkan genç erkek, tekrar dervişin hanımını öperek: “Hadi anneciğim Allah’a ısmarladık.”deyince, derviş olduğu yerde gözyaşlarına boğulur. Çünkü bu genç; çocuk yaştayken geride bıraktığı evladıdır. Hemen koşarak ailesinin yanına varır. Hanımı ve oğlu, dervişi gözyaşları içinde karşılarlar ve hep birlikte eve girerler.

Derviş, üstadının son sözü olan “Evladım; bu bohçayı da evine ulaşınca açarsın” emrini yerine getirmek üzere bohçayı önüne koyar ve açar. Bohçanın üst kısmında üstadının mührü ve icazeti olan bir kâğıt, bir miktar para ile bir not vardır. Notta şöyle yazar: “Evladım, eğer bu mektubu okuyorsan elhamdülillah imtihanı başarıyla geçtin demektir. Bohçanın içerisinde bizim halifemiz olduğuna dair icazetin var. Oradaki halkı irşat ve ikazla vazifelisin. Bir miktarda para koyduk, bu parayla da orada bir dergâh açarsın. Allah-ü Teâlâ hizmetinde yardımcın, Peygamber Efendimiz önünde ışığın olsun esselâmualeyküm varahmetullâhi veberakâtüh.”

Cenab-ı Zül Celal hazretleri, kâinatı muazzam bir şekilde sırlar ağıyla örüp, bunu sadece arzu edenlerin keşfedebileceği şekilde dizayn etmiştir. Manevi âlemin, hal ve yaşantıları da aynı şekilde sırlar ağıyla örülmüş ve talip olanların ilahi sırlara ulaşmaları için yol gösterici peygamberler ve evliyalar vesile kılınmıştır. Resulallah Efendimiz “İrşada gücü yeten bir akıldan, irşad talep ediniz ve ona isyan etmeyiniz” buyurarak; O’nun ahirete irtihalinden sonra Allah dostu evliyaullaha tabi olmamız gerektiğini bizlere işaret etmişlerdir.

Kıssamızda bahsi geçen derviş, Resulallah Efendimizin (s.a.v) bu hadisi şerifindeki emre uyarak yıllarca bir Allah Dostu’nun kapısında Allah’ın rızasını kazanmak için mücadele etmiş. Evine dönerken üstadının vermiş olduğu nasihatleri dinleyerek üstadının halifesi olmakla ve nasihatlerin içindeki hakikate ermekle şereflenmiştir. Üstadı nasihatleriyle;“Evladım, Üzerine vazife olmayan işe karışma. Kula gereken, yarın neden sorguya çekilecekse onunla meşgul olmaktır. Sana Allah gerek. O’nun zatından gayrıyla uğraşma. Bırak başkaları şunu yapmış, nasıl yapmış, niye böyle yapmamış, asıl şöyle yapmalıydı gibi sözleri, onlara akıl vermeyi. Halkı bırak; Allah’ın seçkin kullarının arasına girmeye çalış. Allah yolcuları karanlığa ışıkla girerler. Onların ışığı, Hakk’a kulluktur.

Gönül sevdiğine güzeldir. Her insanın istidadı farklıdır. Sen Allah’ı, Resulü’nü, O’nun sevdiklerini seversin, kimisi dünyayı, kimisi parayı, kimisi cenneti, kimisi makamı, kimisi kadını, kimisi güzeli, kimisi çirkini, sever. Herkesin kabiliyeti hangi yönde ise, o yönde sevgi ve muhabbeti olur. Sen sakın ola bu hallerinden dolayı kimseyi kınama, kimseyi de övme, herkesi olduğu gibi kabul et, geniş gönüllü ol. Zira insanın kullukta kemalata erişmiş olmasının bir nişanesi de “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü.”sözünü düstur edinerek hayatında tatbik edebilmesidir.

Oğlum; bir işin sonunu görmeden karar verme. İşlerin sonunu gözeten, onların getireceği beladan kurtulur. Bastığı yeri bilmeyen pişmanlıkta yürür. Aklıselim sahibi ol. Çünkü aklıselim sahipleri Allah’ın yardımıyla doğruyu bulurlar. Her işin içerisinde, bir hikmet gizlidir. Feraset sahibi ol."Feraset öyle bir bakıştır ki, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar keskindir.”demek istemiş; fakat bu sözlerin özünü nasihatlerde gizleyerek dervişi imtihana tabi tutmuştur.

Sabır, sadakat, teslimiyet üzerine imtihan olan derviş nefsine ve şeytana uymayarak; İmam-ı Gazali Hazretlerinin “Mürşide teslim olan müridin hali, etrafı surlarla çevrili kale gibidir.” buyurduğu üzere, üstadına teslim olmuş, böylece öldürülmekten kurtulmuştur. Bunun yanında üstadının himmetiyle maneviyat erlerinin arasına dâhil olmakla şereflenmiştir. Cenab-ı Hak bizleri de seçkin kullarıyla beraber eylesin, ilahi sırların muhatabı olan zümreye dâhil eylesin inşâllah.
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
35
Konum
.........
İNSANIN, her canlı gibi, algıladığı etkiye tepki veren bir varlık olduğunu hepimiz biliyoruz. Tepkilerimiz öfkelenmek, bağırmak, içe atmak, kızmak, küsmek vs. tarzında olabilmekte. Günlük hayat içinde yaşadığımız kimi olaylar nedeniyle bazen kendimize bazen de çevremizdeki insanlara kızarız. Sinirleniriz. Çoğu zaman bu kızgınlığı nefret kademesine bile taşıyabiliriz. Öyle ki çocukluğumuzda veya ilk gençlik yıllarımızda yaşadığımız bir kızgınlığın şuuraltı etkilerini bu güne bile taşımış olabiliriz.


İster geçmişten kaynaklansın isterse bu günden, bir insana veya kendimize kızmak, o negatif duyguyu sürekli beslemek, bizi belli bir duyguya esir kılmak demektir. O duyguyla hareket etmek yazımızda da açıklayacağımız gibi bizlere çok şey kaybettirir. Bu nedenle kızgınlıkları şuurlu bir şekilde ele almak, bu negatif duygunun bizden esirgediklerini anlamak, varlıksal gelişimimiz açısından bir öneme sahiptir.

Neden Bağışlamalıyız?

Kızdığımız bir insanı bağışlamak, aslında insanın kendini özgürleştirmesidir. İnsanın özgürleşmesiyle birlikte vesveselerin, içsel konuşmaların durdurulması enerji tasarrufu sağlar. Bu tasarruf varlıksal gelişimimiz açısından büyük bir kıymettir.
Tarih boyunca yöntemleri bilinegelen “Kendini Tanıma” meselesinde atılacak adımlardan biri, insanı enerji tükettiren alışkanlıklarından kurtarmaktır. Bunların bazıları; alınganlık, gereksiz acelecilik, sinirlilik, nahoş duygular üretmek, gereksiz şeyleri merak edip gereksiz yere konuşmak, dedikodu yapmak, beklentilerin esiri olmak, korkmak, kendine acımak, affedememek vs. dir.



Bu alışkanlıkları terkeden birey karşılığında çok değerli bir hazineyi, yani kozmik enerjilerin dönüştürücüsü olan bedeninin üretmeyi bildiği ince enerjileri biriktirmeye başlar. Biriktirdiği enerjiyle; gerçekte kim olduğunu hatırlamaya, niçin yaşadığını ve bedenlenmekteki amacının ne olduğunu anlamaya, hissetmeye ve incelemeye başlayabilir. Farkındalığı ve algılayışı artar. Daha şuurlu bir yaşamı organize etmeye başlayabilir.




Örneğin affedememek nedeniyle doğan nahoş duygular sayesinde zihinsel olarak konuşup durmak, karşı tarafa veya kendine lanetler yağdırıp mağdur olma psikolojisine bürünerek kendine acımak, haksızlığa uğradığımızı düşünmek, “ben bunu hak etmemiştim” diyerek ha bire içsel saldırılarda bulunmak, ürettiğimiz ve dönüştürücü gücüne mutlak ihtiyaç duyduğumuz ince enerjileri çar çur etmektir. Bedenimiz, kozmik anlamda kaba olan enerjileri alıp onları daha ince enerjilere dönüştüren bir kimya fabrikası gibidir. İnce enerjiler üretmenin temel nedeni ise yüksek şuur hâllerinin yaşanması ve merkezlerin doğru çalışması içindir.



Bir insanı niçin affetmemiz gerekir? Çünki o insana kızmış veya kırılmışızdır. Peki bir insana niçin kızarız? Bu soruya pek çok yanıt verilebilir. Kızmakta haklı da olabiliriz haksız da. Aslında mesele haklı veya haksız olmamız değildir. Asıl mesele kızdıkça tükettiğimiz enerjilerle neleri kaçırdığımızın farkında olamayışımızdır. Üstelik çoğu zaman kızgınlığımızın altında yatan neden son derece basit bir yanlış anlama da olabilir, gereksiz bir alınganlık ta. Kaale alınma isteği de olabilir, ben merkezci yaklaşımımıza karşı çıkılması da. Beklentilerimize ters düşülmesi de olabilir, bencilliğimiz de.



Özellikle geçmiş zamanlarda yaşanılan bir olayın kızgınlığını hala sürdürüyorsak orada affedilmeyi bekleyen bir insan var demektir. Bu insan ya bir başkası ya da kendimizizdir. Kızdığımız kim olursa olsun bu hatırlama-kızma ilişkisini beslediğimiz sürece o ana, o andaki negatif duygulara, o andaki saldırgan eğilimlerimize, o andaki pasif kalışımıza ya da karşı tarafa niçin şunu şunu söyleyemedimlere, keşke öyle değil de böyle deseydimlere kanca atmayı sürdürmeye devam ederiz.


Bu kanca atış, tüketilen enerji nedeniyle bu anı ve anın getirdiklerini algılayamama, kendimize değişim için gerekli olan şansları tanımama ve içten içe kemiren bir kurdu besleme eylemidir. Değişim için gerekli yakıtı boşu boşuna harcama eylemidir. Geçmiş geçmişte kalmıştır. Geri gelmesi mümkün olmayan anlara böylesine takılıp kalmak bize ne kazandırır? Zaman, o ilahi kozmik enerji her insanı değiştirir. Zamanın değiştirici etkisine boyun eğmeyen varlık olabilir mi? Dünkü biz bugünkü biz miyiz? Dünkü onlar aynı insanlar mı?



Her şey şuurun tezahürü değil mi? Her insan içinde bulunduğu anda kendi şuurunun zirvesini yaşamıyor mu? Kendi şuurunun zirvesi gereği öyle davranan ve bu davranışı bize denk düşmeyen bir varlığı yargılamak mı önemlidir? Yoksa “varlık kardeşim veya geçmişteki kızdığım ben, o anda öyle bir hâldeydik ki meseleyi daha yukarılardan göremedik” diye bağışlamak mı? “Benim içinde bulunduğum realite o zaman öyleydi, onun da içinde bulunduğu realite öyle davranmasını gerektirdi” diye hoşgörüyle bakabilmek ve geçmişten kendimizi çekip almak kendimiz ve çevremiz için önemli bir sorumluluktur.



En önemli eksiklerimizden biri kendimizi her zaman şuurlu ve tek bir ‘ben’ olarak görme yanılsaması ve yorumda aceleciliktir. Kendimizi bilge bir insanmış gibi görme ve diğerlerini yargılama aczine düşmemizdir. Uyurgezerler içinde kendimizi uyanık zannetme yanılgımızdır. Hepimiz uykudayız. Anlık uyanışları süreli zannediyoruz. Anlık flaşların hep patladığını zannediyoruz. Hayır biz bedende uyumaktayız. Üstelik bir bedende bir çok “ben” yaşatıyoruz. Bu gereksiz ve yanlış güdülemelerden beslenen, ben’lerden birinin hoşnut olmadığı bir durumun faturasını diğer bütün ‘ben’lere de ödetiyoruz.
Bir olay, hele hele iki kişi arasında yaşanan bir olay sadece karşı tarafın iradesiyle gerçekleşebilir mi? Gerçekleşen olayda belki de asıl sorgulanması gereken kendi tavrımız olamaz mı?
Elisabeth Kübler Ross ve David Kessler, “Yaşam Dersleri” adlı eserlerinde şöyle söylüyorlar. “Bütün bir hayat yaşayabilmemiz için bağışlamamız gerekir. Bağışlama acılarımızı ve yaralarımızı iyileştirmenin yoludur. Hepimiz incinmişizdir. Doğruyu söylemek gerekirse büyük bir olasılıkla başkalarını da incitmişizdir. Sorun bu incinmenin yaşanması değildir, bizim bunu bağışlayamamamız ya da bunu unutamayacak olmamızdır. İncinmeye devam eden şey bu acıdır.“
Çeşitli nedenlerle zihinsel süreçte yaşanan içsel konuşmalar bize en çok enerji kaybettiren davranışlarımızın başında gelir. Bu durum aslında, kendi güçsüzlüğümüzü ilan etmek ve yaşamsal sorumluluklarımızdan kaçmak, yaşadığımız olayların sorumluluğunu başkalarına yüklemektir. Gün, ay ve yıllar içinde bu ve benzeri olaylarla ha bire kurban psikolojisini yaşayıp enerji tüketip dururuz.
Kızdığımız her durumda hep başkalarını suçlamak olaydaki sorumluluğumuzu görmemeye direnmek değil midir? Yapılması gereken şey “ben nerede hata yapıyorum? Niçin o insana hala kızıp duruyorum? Neden onu affedemiyorum? Gerçekten o mu hatalıydı yoksa ben mi? Hangi yanlış tavrım bu olayı yaşamama neden oldu” diye sorgulamalara gidip içimizdeki bariyeri ortadan kaldırmaya kalkışmak gerekmez mi?



Dr. Henry Cloud ve Dr. John Townsend, birlikte kaleme aldıkları kitaplarında bağışlamayla ilgili şunları dile getirmektedirler.
“Birisini bağışlamak; onu kancadan kurtarmak veya size olan bir borcunu iptal etmek demektir. Birisini bağışlamayı reddettiğinizde, hâlâ o kişiden bir şey istemektesinizdir ve eğer istediğiniz intikam dahi olsa, bu sizi ona sonsuza dek bağlı kılar.



Bağışlamadığınız sürece, sizi inciten birisinden, yalnızca yaptığı bir şeyi itiraf etmesi de olsa, vermek istemediği bir şeyi talep etmektesinizdir. Bu, onu size “bağlar”. Hala kızgınlık duygusu ürettiğiniz bireyi affedin gitsin. Onu serbest bırakırsanız, asıl siz özgür olacaksınız.
Bağışlamak, silmek demektir. Vazgeçmek. Hesabı yırtmak. Hesabı, “iptal etmek”tir. Bağışlamamak, kendimize yapabileceğimiz en tahripkar harekettir. Çünki, içsel olarak gücünüzü başkalarının denetlemesine izin vermektir.



Affetmek, çekmekte olduğunuz acıyı dindirip, yüreğinizi buran geri ödeme talebini ortadan kaldırır. Affetmek, geçmişteki pasif istekler yerine, şimdiki zamanda girişimci davranışa götürebilir.
Bağışlamak çok zordur ama bunu başarabilmek, geçmişten; sizi inciten ve istismar edenden kurtulmaktır.
Ödenmemiş bir hesap peşinde koşmayın. Bırakın gitsin; siz de neye ihtiyacınız varsa, onu Tanrı’dan ve verebilecek kişilerden isteyin. Bu daha iyi bir yaşam olur. Bağışlayamadığınız sürece geçmişte kalmanızı isteyen, asla gerçekleşmeyecek şeyleri bir araya toplamaya çalışan dirence dikkat edin.
Asıl değişmesi gereken kişinin, kendiniz olduğunu görme direncinize cesaretle karşı durun. Kendinizle yüzleşmeniz hayati önem taşır. Kendinize bakarak sorunun sizin dışınızda olmasını isteme iç direncinizle yüzleşmelisiniz.
Bağışlayıcılık, yüreğimizle yaptığımız bir şeydir. Artık onu suçlamayız. O, arınmıştır. Bağışlayıcılık için, bir tek taraf gereklidir: Ben. Bana borcu olan kişinin, benim bağışlayıcılığımı istemesi gerekmez. Bu benim yüreğimdeki bir lütuf meselesidir. Kendi irademizde olan ve hayatlar boyu bize pozitif katkılar sağlayacak olan bir adımı atıp bağışlamayı seçebiliriz.”

Sonuç:

Bağışlayıcılık, sevgiyle çevrelemeye gayret etmemiz gereken zihin bahçemizi, içten içe kemirip duran düşünce parazitlerinden kurtarmaktır. Bağışlayıcılık, bize daha güçlü, daha zengin ve daha özgür insanlar olabilmek için gerekli olan içsel ve pozitif desteği verir. Pozitif desteğin verdiği özgürlük bizleri sorumlulukla ve akıllıca davranmaya yönlendirir. Aksi takdirde zihinsel süreçlerdeki tahripkar ilişki yıllar boyu sürebilir. DEĞER Mİ?
Arkadaşları, sevdikleri veya vazifesi uğruna yaşamını ortaya koymaktan daha büyük sevgi yoktur. Bu birbirine hizmet etmek demektir. Ancak bunun özgürlük içinde yapılması gerekir. Bireyin özgürleşebilmesini sağlayacak olan “kendini tanıma” sürecinde, affedebilmek bu nedenle önemlidir. Elbette ki “kendini tanıma” sadece affetmek üzerine inşaa edilen bir süreç değildir.



Manevi yaşamı zengin insanlar içerden dışarıya doğru şefkatlidir, dıştan şefkatli ve içten öfkeli değildir. Öyleyse içimizdeki öfkeyi nötralize edemeden, kızıp durduğumuz insanı veya insanları affedemeden şefkati nasıl besleriz?



Pek çok nedenle pek çok insana kızgın ve kırgın olabiliriz. Kızgınlığımızın nedeni sıradan bir olay olabileceği gibi gerçekten travmatik bir olay da olabilir. Yalan söylendiği için, davet almadığımız için, işten atıldığımız için, tacize uğradığımız için, anlaşılmayı beklerken anlaşılamadığımızı düşündüğümüz için, yanlış anlaşıldığımızı zannettiğimiz için, istediğimiz borç paranın verilmediği için, birileri tarafından terkedildiğimiz için, maddi veya manevi olarak sömürüldüğümüzü düşündüğümüz için vs. birilerine kızgın olabiliriz.



Her ne türden olursa olsun kızgınlık kendi kendini yiyip bitirmektir. Kızgınlığı sürdürüp affetmemek, o olayın üstünden yıllar geçmesine rağmen, kızgınlıkla yapageldiğimiz içsel konuşmaları yıllara yaymaktır. Yıllar boyu o olaya çengel atıp içten içe kavga edip durmaktır. Olayı unutmuş gibi davransak bile o olayı anımsatan her durumda aynı şiddetli kızgınlığı yeniden hissetmek ve enerji tüketmeye devam etmektir. Affedememek ıstırap çekmektir.
İşte bu noktada uyanmak, şuurlu bir şekilde olaydaki olası sorumluluğumuzu üstlenmek, “eyvallah hata yaptım ve bunu yaşadım”, ya da “gerçekten masumdum ama bu durum başıma geldi, artık tüm bunları geçmişte bırakıyorum, kendimi ve diğerlerini affediyor ve özgürleştiriyorum” diyebilmeyi içselleştirmek ve bunun pozitif sonuçlarını yaşar duruma gelmek kendi elimizdedir.



Affetmeyi kimse bizim yerimize yapamacağına göre bunu bizim yapmamız gerekir. Mesele yaşadığımız bir olayı değiştiremeyeceğimize göre olayı değerlendiren bakışımızı, anlayışımızı değiştirmeye bağlıdır. Anlayışımızın değişmesi, bağışlayıcılığı ve hoşgörüyü beraberinde getirir. Enerji tüketme alışkanlıklarımızı yavaş yavaş terkederek enerjiyi biriktiren bireyler olmaya yönlendirir. Bu ise gerçek pozitifliğe adım atmak, sevgi enerjisini bünyemizde toplayabilmek ve yayabilmek olgunluğuna yaklaştırır.
Kendimizi ve insanları sevebilmek Evreni sevebilmekle özdeştir. Bu koskocaman ve mükemmel yasalarla idare edilen Kâinat içinde, takılıp kaldığımız ve hem kendimizi hem de çevremizi yiyip bitirmeye yönelik olan davranışlarımızın aczini görebilmek için de çar çur ettiğimiz ince enerjilere ihtiyacımız vardır.



Kadim öğretiler “insanı ıstırapları olgunlaştırır” der. Çünki ıstıraplarımız, varlığa gelen dış tesirlerdir ve şuur bu tesirlere hâkim olmak için gücünü artırmaya uğraşır. Hâkim olmayı başardığı gün, o tesirden kaynaklanan ıstırap da kendiliğinden sona erer. İşte affedebilmek, bunu başarabilmek için çaba sarfetmek ve ıstırabı dindirmek, aslında bir tesire hâkim olabilmek için gereklidir. Istıraplardan gerekli tesiri çekebilmek daha üstün bir şuur seviyesine yükselebilme şansını yakalamaktır.
Bir tesire hakim olabilmek için yılları harcamak mı gerekir? Affetmediğimiz sürece enerji tüketip durmayı dolayısıyla ıstırabı yıllara yaymak mı gerekir?

Istırap, yüklediği tesirle, derin şuurumuza uzanmamıza vesile olup ilâhi amacı sezinlememizi sağlayan şoklardan biridir sadece. Demek ki mesele, kızıp durmak değil o ıstırabın sunacağı bilgiyle kendimizi özgürleştirmektir. Bu, özgürlükle henüz işimizin bitmediğini, halletmemiz gereken başka şeylerin de olduğunu kavrayabilmek ve tekâmül yolunda ilerlemeyi otomatik hâlden şuurlu hâle taşıyabilmek demektir

 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
35
Konum
.........
[h=2][/h]
İncittiğiniz insanın bedduasından korkun!

Efendimiz (sas) Hazretleri redde uğramayacak üç duadan söz eder. Bu üç duayı da şöyle sıralar:
1 Ana babanın çocukları hakkındaki duaları.

2 Misafirin ev sahibi hakkındaki duası.

3 Mazlumun zalim hakkındaki duası.

İşte bu üç duaya ehemmiyet vermeli, bu duaların bedduaya dönüşmemesine dikkat etmelidir. Aksi halde redde uğramayan bu üç dua, eninde sonunda bir sebeple kabul olur. Hem de kitapların tarifine göre namludan çıkan kurşun gibi hedefini bulur, muhatabını vurur.

Özellikle yapılan zulmün, haksızlığın, kırıcı ve incitici baskı ve dayatmaların sonunda kırık gönülle mazlumun yaptığı bedduasından korkulmalıdır.

Çünkü kırık gönüllü mazlumun duasının arşa kadar yükselip Rabbimizin manevi huzuruna engelsiz ulaştığı hadislerle de hatırlatılmıştır.

İrşat kitapları mazlumun kırık gönülle yaptığı beddualardan örnekler verir, ibret almamız için ikazlarda bulunur.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri de buyuruyor ki;


Hiç kimseyi incitme!
Netice olarak; kalb kırmamalı, hiç kimseyi incitmemelidir
Değil mü'minin kalbini, kâfirin kalbini bile incitmeye hakkımız yoktur
Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırmamalıdır çünkü kalb kırmak,
Allahü teâlâyı incitmek demektir Kalb, Allahü teâlânın komşusudur Ev sahibine eziyet edenin komşusu da incinir..
 

melissa26

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
29 Ara 2011
Mesajlar
1,857
Tepki puanı
18
Puanları
36
Yaş
52
içimden birşey gelmiyor, kalbimi kıranlara da kalbim sus diyor, sus...
Niye olduğunu anlamadığım şeyler oluyor. ne gibi?
Konuşmama, soru sormama, konu okumama engel var gibi.. konu okuyamaz, adapte olamaz oldum.
Kardeşlerim kusura bakmasın, o kadar çok yazı okuyamam ki... okumak istemem ki..
Neyse zaten yokum, rahat olsunlar...
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
35
Konum
.........
Müfettiş öğrenciye sorar,
"Söyle bakalım 3 ile 2 ne eder?"
Çocuk,
"Neye göre öğretmenim, bu duruma göre değişir." der.
Müfettiş "nasıl yani?"
deyince, Çocuk;
3 ten 2 çıkarsa 1 kalır. Buda ALLAH 1 dir demektir. Yok 3 ile 2 yi toplarsak 5 eder. Buda islamın 5 şartı demektir. Yok eğer, 3 ile 2 yi çarparsak 6 eder, buda imanın şartı demektir. Hee eğer 3 ile 2 yi peşpeşe okuyacaksak buda 32 farz demektir.
Siz hangisini sormuştunuz?

3 ile 2 yi Ayrı Ayrı Soruyorsanız 3 Guslün Farzı'dır 2 Teyemmü'mün Farzıdır
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
35
Konum
.........
Çorumda bir kadın çocuğunu almış yanına tarlaya çalışmaya gitmiş. Çocuk acıkmış Annesi ona süt ile ekmeği karıştırıp eline verdikten sonra çalışmaya koyulmuş. Tam o sırada bir yılan sütün kokusunu almış. Çocuk yılanı fark etmiş ama ses çıkartmamış. Ancak yılan sütünden içmeye başlayınca çocuk elindeki kaşıkla yılanin kafasına bir tane geçirmiş.
EKMAAANEN YE EKMAAANEN demiş.
 

salavatqetir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eki 2010
Mesajlar
1,596
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
32
Ey Gönül! Nokta deyip de geçme!
Bazen kötü bir şeylerin bitmesini sağlar,
bazen de biten kötü şeylerden sonra yeni bir şeylerin başlamasını..
Sakın nokta deyip de geçme!
...Düşün bir; "Benimle olur musun" ile "Benimle ölür müsün" arasındaki farkı doğuran değil midir nokta?..
 

VaVeyla

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
11,102
Tepki puanı
23
Puanları
38
Konum
Mevlana diyarı
içimden geçenleri tekrar içime yolluyorum kalsın orda bura yazınca bişimi oluyo sanki :D
 

Hatice-tül Kübra

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eyl 2006
Mesajlar
7,329
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
35
Konum
.........
Bugunlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasina,bir baska ülkeye,daglara, uzaklara...
Hayatindan memnun olan yok. Kiminle konussam ayni sey...
Her seyi, herkesi birakip gitme istegi.
Öyle ''yanina almak istedigi üç sey'' falan yok.
Bir kendisi.

Bu yeter zaten. Her seyi, herkesi götürdün demektir.
Keske kendini birakip gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize raziyiz diyelim, öteki de olmuyor.
ani her seyi yüzüstü birakmak göze alinamiyor.
Böyle gidiyor iste. Bir yanimiz ''kalk gidelim'',
öbür yanimiz "otur'' diyor.
''Otur'' diyen kazaniyor. O yan kalabalik zira.
Is, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, güvende olma duygusu..

En kötüsü aliskanlik.
Aliskanligin verdigi rahatlik, monotonlugun dogurdugu bikkinligi
yeniyor. Kaliyoruz.
Kus olup uçmak isterken agaç olup kök saliyoruz.
Evlenmeler...
Bir çocuk daha dogurmalar...
Borçlara girmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor.
Misal, ben...
Kapidaki Rex'i birakip gidemiyorum. Degil bu sehirden gitmek,
iki sokak öteye tasinamiyorum. Alip götürsem gelmez ki...
Bütün sokagin köpegi oldugunun farkinda.
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?
''Sirtinda yumurta küfesi olmak'' diye bir deyim vardir;
evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin.
Kendi imalatimiz küfeler.
Ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazim. Inadina kök salmak lazim.
Bari ufak kaçislar yapabilsek.
Var tabii yapanlar. Ama az. Sadece kaymak tabakasi.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif...
Denk olsa. Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.
Ne mümkün.
Sabah 09.00, aksam 18.00.
Sonra baska mecburiyetler.
Sıkışıp kaldık.
Sirf yeme, içme, barinmanin bedeli bu kadar agir olmamali.
Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karsiligi bir ömür yani.
Ne saçma.
Bahar midir bizi bu hale getiren?
Galiba.
Ben her bahar ásik olmam ama her bahar gitmek isterim.
Gittigim olmadi hiç.
Ama olsun... Istemek de güzel.
 

sahaff

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Kas 2009
Mesajlar
276
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
45
''Benden ne kadar uzağa gidersen git, hep aynı gökyüzünü paylaşacağız''
 

mrsl

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 May 2012
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
37
DENİZ yıldızı arkadaş madem bi şey değişmiyor demişssin! ...
Yazmasan mı acaba?
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt