Siyahgulsevdalisi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 20 Haz 2006
- Mesajlar
- 2,046
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Benim yetmiş beş yıllık ömrüm ateşe tapmakla ve ona ibadetle geçti gitti. Şimdi bu yaştan sonra eğer Müslüman olursam, ben millete ne derim? Ev halkımın, akrabalarımın ve çevremin beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmamdan bana daha sevimlidir.
ATEŞ BİZİ YAKMASIN
Zamanın birinde ömürleri ateşe tapmakla geçmiş iki mecûsî kardeş vardı. Babalarından, çevrelerinden böyle görmüşler ve böyle devam ediyorlardı. Fakat bu iki kardeşten küçük olanı, dinlerinin bâtıl olduğunu anlamıştı. Zira yıllardır kendisine ilâh diye taptıkları ateş onları ne kimseden korumuş, ne de istedikleri herhangi bir şeyi onlara vermişti. Ve bu ateşperestlikten bir an önce vazgeçip Müslüman olmak gerektiğini ağabeyi ile konuşmaya karar verdi. Nihayet bir gün onu kenara çekip çok önemli bir mesele hakkında konuşmak istediğini söyledi ve:
–Ey ağabeyciğim! Sen yaklaşık yetmiş beş sene, ben ise, otuz beş, kırk senedir bu ateşe tapıyoruz. Düşündüm de, yıllardır kendisine taptığımız bu ilâhımız acaba bizi yakacak mı? Eğer bizi yakmazsa, inancımızın doğruluğuna kanaat getirir ve ateşperestlik üzere devam ederiz. Şayet bizi yakacak olursa, o takdirde ona tapmayı terk edelim. dedi. Ağabeyi bu teklifi kabul etti. Ve bir meydana büyükçe bir ateş yaktılar, iyice tutuşturduktan sonra küçük kardeş büyüğüne:
–Artık deneyebiliriz. İstersen önce elini ateşe sen uzat, istersen ben uzatayım, dedi. Büyük olan:
–Önce sen uzat, dedi. Kardeşi elini yanan ateşe uzatınca, parmakları yandı ve acıyla elini geri çekti ve ateşe hitaben:
–Aaah Ah! Ben sana bu kadar sene taptığım ve ibadet ettiğim hâlde sen beni kayırmıyor ve elimi yakarak bana eziyet ediyorsun, dedi. Sonra ağabeyine:
–Ağabeyciğim! İstersen sen de denemek için elini uzat; ama durum anlaşıldığına göre buna hiç gerek yok. Bana göre yapılacak en doğru şey, bizi dosdoğru yola ulaştıracak âlim bir zata gitmek ve hakikati öğrenmek.
Bunun üzerine yola çıktılar, sordular soruşturdular ve ilmiyle âmil olan kâmil bir zatın huzuruna vardılar. Fakat hidayetten nasibi olmayan büyük kardeş, kalbindeki şeytanî vesveseye uyarak bu fikrinden vazgeçti ve bâtıl da olsa inancını terk edemeyeceğini ve Müslüman olmayacağını söyledi. Kardeşi buna çok üzüldü. Ona yalvardı yakardı; fakat ne dediyse söz dinletemedi. Abisi, Nuh diyor peygamber demiyordu.
–Benim yetmiş beş yıllık ömrüm ateşe tapmakla ve ona ibadetle geçti gitti. Şimdi bu yaştan sonra eğer Müslüman olursam, ben millete ne derim? Ev halkımın, akrabalarımın ve çevremin beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmamdan bana daha sevimlidir, dedi. Küçük olan da ona:
–Niçin böyle yanlış düşünüyorsun? Onların ayıplamaları bir zaman sonra unutulur gider ve yok olur. Ama ateşe tapman ise kalır, dediyse de ağabeyine bunu dinletemedi.
MÜSLÜMAN OLDU
İŞSİZ KALDI
Küçük kardeş yalnız başına o âlim zatın huzuruna gitti ve başından geçenleri anlattı. Kendisine İslâm'ı anlatmasını istedi. O mübarek zat ona, tesirli sözleriyle imanı ve İslâm'ı anlattı. O da büyük bir coşkuyla iman etti. Bundan böyle hem o zatın hizmetinde bulunuyor, hem de İslâm'ı en güzel şekilde öğreniyordu. Daha sonra da eşini ikna etti ve çoluğunu çocuğunu getirip onların da İslâm ile şereflenmelerine vesile oldu.
Fakat onların Müslüman oldukları, yaşadıkları çevrede herkes tarafından duyulmuş, kınanmaya ve horlanmaya başlanmışlardı. Onun ateşperest olan patronu da onu işten çıkarmıştı. Tabiî bu ailenin maddî durumu pek de iyi sayılmazdı. Çalışıp kazanırlarsa, yiyecek içecek bir şeyler alabiliyorlardı. Adam işten çıkarılınca, başka bir yerde ne kadar iş arayıp, pek çok yere müracaat ettiyse de bir türlü iş bulamadı. Daha doğrusu, Müslüman olduğu için hiç kimse ona iş vermiyordu. Bunun üzerine o da "Ben de Allah için çalışırım." deyip her gün evden çıkıyor ve akşama kadar Allah'a ibadet ediyor, akşam olunca da eve geliyordu.
Tabi-î bir gün, iki gün, üç gün derken, hep eli boş olarak eve dönünce, bu sefer hanımı da bu durumdan rahatsızlığını dile getirmeye başladı. Çünkü kaç gündür eve yiyecek hiçbir şey alınmıyordu. Çocuklar aç bir hâldeydi. Kocasına:
–Her gün evden işe diye çıkıyorsun; ama kaç gün oldu eve bir lokma ekmek getirmedin, deyince adam:
–Merak etme hatun. Birkaç gündür bir Melik için çalışıyorum. Ücretimi de inşallah yakın zamanda fazlasıyla verecek, sen merak etme, dedi. O gece de aç yattılar. Adam sabahleyin yine erkenden kalktı ve işe gidiyorum deyip evden çıktı. Çarşıya gidip iş aradı; fakat yine bulamadı. O da gidip yine Allah'a ibadetle meşgul oldu. Akşam oldu yine eli boş vaziyette evin yolunu tuttu. Hanımı, kocasının elinde ne bir ekmek ne bir katık olmadığını görünce, yine aynı şeyleri söyleyip sitem etti. Adam da çaresiz bir şekilde eşini avutmak için:
–Çalıştığım Melik yarın ücretimi verecek o zaman yiyecek pek çok şey alacağım, dedi.
TOPRAK UN OLDU
Elleri dolu dolu erzakla eve gelen kadın çocuklarını tıka basa doyurdu. Akşamüzeri olunca da bir sofra donattı ki, âdeta bir kuş sütü eksik. Ve kocasını beklemeye başladı. O sırada kocası yine ibadet ederek akşamlamıştı. Evine gelirken de hanımı "Ne getirdin?"diye sorduğunda cevapsız kalmamak için çıkınına oradan toprak doldurdu ki, "Biraz un aldım, bununla bir şeyler pişir de yiyelim." desin...
Nihayet eve geldiğinde, içeriden buram buram yemek kokuları geldiğini fark etti. Ne olduğuna bir anlam verememişti, acaba neler olmuştu bugün? Elindeki toprak dolu çıkınını kapının eşiğine bırakıp içeri girdi. Baktı ki, her taraf pırıl pırıl dayalı döşeli. Ortaya da enva-i çeşit yemekler bulunan bir sofra kurulmuş.
Hanımı onu güler yüzle karşıladı, buyur etti. Adam şoktaydı âdeta. Bu sofra, bu yemekler nerden gelmişti? Kadın o gün olanların hepsini tüm ayrıntılarıyla kocasına bir bir anlattı. Bunun üzerine adam da hanımı da gözyaşlarını tutamadılar ve şükür secdelerine kapanıp Allah'a dualar ettiler.
Daha sonra kadın, kocasına "İçinde ne vardı?" diye kapının eşiğinde bıraktığı çıkınını sordu. Adam hanımına "Boş ver, getirdiğim şeyi bana sorma?" dedi. Sonra çıkını koyduğu yere gidip, gizlice getirdiği toprağı dökmek istedi. Fakat içini açtığında ne görse iyi, eliyle koyduğu toprak, Allahu Teâlâ'nın izniyle un hâline dönmüştü. Adam bir kez daha hayretler içinde kalmıştı. Bu sefer hanımına neler olduğunu o anlattı. Ve Allah'ın ikramından dolayı bir defa daha şükür secdesine vardılar.
PATRON ÜCRETİMİ ÖDEYECEK
Adam ertesi gün yine ekenden çarşıya gitti. O kadar yalvardı yakardı. "Çocuklar aç perişan ne olur bana iş verin." diye ricalar ettiyse de, kimse ona iş vermedi.
–Madem başka bir ilâha tapıyorsun, ona söyle de seni o doyursun! dediler. O da yine çaresiz bir şekilde her gün Allah'a ibadet ettiği yere gidip, Allah'ın huzuruna durdu ve namaz kıldı. Namazdan sonra gözleri yaşlı bir şekilde ellerini semaya kaldırıp:
"Yâ Rabbi! Sana sonsuz şükürler olsun ki, bize hidayet nasip ettin, İslâm dinine girmeyi ikram ettin. Ne olur, bu dosdoğru yoldan bizi ayırma! Ya Rabbi! Senin gönderdiğin bu Hak din hürmetine, ne olur kalbimden, evimin, çoluk çocuğumun nafaka sıkıntısını ve düşüncesini çıkar. Güzel Allah'ım! Hâlimi sana arz ediyorum, ben bu hususta aciz ve çaresiz kaldım. Artık ehlimden hayâ eder oldum ve onların hâlinin değişmesinden de korkarım. Ne olur bana yardım eyle! diye iki gözü iki çeşme dua etti ve ibadetine devam etti.
Bu sırada yoksul adamcağızın evine bir zat geldi ve kapılarını çaldı. Kadın çıktı. Baktı ki, nur yüzlü gayet güzel çehreli, genç bir zat elinde altından bir tabak ve üzeri kıymetli bir örtü ile örtülü şekilde kapının önünde duruyor. Kadın gayet şaşkın bir hâlde –Buyurun kimi aramıştınız? diye o zata sordu. O zat:
–Buyurun, bu sizindir. Eşinize selâm söyleyin, bu tabaktakiler onun yapmış olduğu çalışmasının karşılığıdır. Eğer çalışmasını arttırırsa, biz de ücretini arttırırız, dedi. Kadın merakla tabağı aldı. Üzerindeki örtüyü açtığında ne görsün, tabağın içinde ışıl ışıl parlayan bin tane altın vardı. Öylesine sevindi ki, çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
–Eşimin çalıştığı Melik, her kimse gerçekten çok zenginmiş, diye mırıldandı.
Ve tabaktaki altınlardan birini alıp doğru sarrafa gitti. Sarraf Hıristiyan idi. Altını aldı evirdi, çevirdi, iyice inceledi. Üzerindeki yazıları, süslemeleri kontrol etti. Onun dünya altınlarından farklı olduğunu anladı. Kadına dönüp:
–Bunu nereden buldun? diye sordu. Kadın başta söylemek istemedi:
–Daraldık altın bozdurup sıkıntımızı aşalım dedik, diye cevap verdiyse de, sarraf onun dünya altını olmadığını belirtip, mutlaka meseleyi anlatması için ısrar etti. Kadın meseleyi gizleyemeyeceğini anlayınca, bütün olup bitenleri Hıristiyan sarrafa anlattı. Bunları hayretle dinleyen Hıristiyan sarraf çok etkilendi ve:
–Bana da İslâm'ı anlatıp öğretin, ben de Müslüman olmak istiyorum, dedi. Kadın da iman esaslarını ona öğretti ve sarraf Müslüman oldu. Sonra kadına bin dirhem verdi.
–Sen şimdilik bu parayı nafaka yap. Bittiğinde yine bana gelirsin, dedi. Kadın ilk defa bu kadar parayı bir arada görüyordu. Sevinçle onları cebine koydu ve gelirken de çarşıdan yiyecek içecek ne gerekiyorsa, fazlasıyla aldı.
ATEŞ BİZİ YAKMASIN
Zamanın birinde ömürleri ateşe tapmakla geçmiş iki mecûsî kardeş vardı. Babalarından, çevrelerinden böyle görmüşler ve böyle devam ediyorlardı. Fakat bu iki kardeşten küçük olanı, dinlerinin bâtıl olduğunu anlamıştı. Zira yıllardır kendisine ilâh diye taptıkları ateş onları ne kimseden korumuş, ne de istedikleri herhangi bir şeyi onlara vermişti. Ve bu ateşperestlikten bir an önce vazgeçip Müslüman olmak gerektiğini ağabeyi ile konuşmaya karar verdi. Nihayet bir gün onu kenara çekip çok önemli bir mesele hakkında konuşmak istediğini söyledi ve:
–Ey ağabeyciğim! Sen yaklaşık yetmiş beş sene, ben ise, otuz beş, kırk senedir bu ateşe tapıyoruz. Düşündüm de, yıllardır kendisine taptığımız bu ilâhımız acaba bizi yakacak mı? Eğer bizi yakmazsa, inancımızın doğruluğuna kanaat getirir ve ateşperestlik üzere devam ederiz. Şayet bizi yakacak olursa, o takdirde ona tapmayı terk edelim. dedi. Ağabeyi bu teklifi kabul etti. Ve bir meydana büyükçe bir ateş yaktılar, iyice tutuşturduktan sonra küçük kardeş büyüğüne:
–Artık deneyebiliriz. İstersen önce elini ateşe sen uzat, istersen ben uzatayım, dedi. Büyük olan:
–Önce sen uzat, dedi. Kardeşi elini yanan ateşe uzatınca, parmakları yandı ve acıyla elini geri çekti ve ateşe hitaben:
–Aaah Ah! Ben sana bu kadar sene taptığım ve ibadet ettiğim hâlde sen beni kayırmıyor ve elimi yakarak bana eziyet ediyorsun, dedi. Sonra ağabeyine:
–Ağabeyciğim! İstersen sen de denemek için elini uzat; ama durum anlaşıldığına göre buna hiç gerek yok. Bana göre yapılacak en doğru şey, bizi dosdoğru yola ulaştıracak âlim bir zata gitmek ve hakikati öğrenmek.
Bunun üzerine yola çıktılar, sordular soruşturdular ve ilmiyle âmil olan kâmil bir zatın huzuruna vardılar. Fakat hidayetten nasibi olmayan büyük kardeş, kalbindeki şeytanî vesveseye uyarak bu fikrinden vazgeçti ve bâtıl da olsa inancını terk edemeyeceğini ve Müslüman olmayacağını söyledi. Kardeşi buna çok üzüldü. Ona yalvardı yakardı; fakat ne dediyse söz dinletemedi. Abisi, Nuh diyor peygamber demiyordu.
–Benim yetmiş beş yıllık ömrüm ateşe tapmakla ve ona ibadetle geçti gitti. Şimdi bu yaştan sonra eğer Müslüman olursam, ben millete ne derim? Ev halkımın, akrabalarımın ve çevremin beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmamdan bana daha sevimlidir, dedi. Küçük olan da ona:
–Niçin böyle yanlış düşünüyorsun? Onların ayıplamaları bir zaman sonra unutulur gider ve yok olur. Ama ateşe tapman ise kalır, dediyse de ağabeyine bunu dinletemedi.
MÜSLÜMAN OLDU
İŞSİZ KALDI
Küçük kardeş yalnız başına o âlim zatın huzuruna gitti ve başından geçenleri anlattı. Kendisine İslâm'ı anlatmasını istedi. O mübarek zat ona, tesirli sözleriyle imanı ve İslâm'ı anlattı. O da büyük bir coşkuyla iman etti. Bundan böyle hem o zatın hizmetinde bulunuyor, hem de İslâm'ı en güzel şekilde öğreniyordu. Daha sonra da eşini ikna etti ve çoluğunu çocuğunu getirip onların da İslâm ile şereflenmelerine vesile oldu.
Fakat onların Müslüman oldukları, yaşadıkları çevrede herkes tarafından duyulmuş, kınanmaya ve horlanmaya başlanmışlardı. Onun ateşperest olan patronu da onu işten çıkarmıştı. Tabiî bu ailenin maddî durumu pek de iyi sayılmazdı. Çalışıp kazanırlarsa, yiyecek içecek bir şeyler alabiliyorlardı. Adam işten çıkarılınca, başka bir yerde ne kadar iş arayıp, pek çok yere müracaat ettiyse de bir türlü iş bulamadı. Daha doğrusu, Müslüman olduğu için hiç kimse ona iş vermiyordu. Bunun üzerine o da "Ben de Allah için çalışırım." deyip her gün evden çıkıyor ve akşama kadar Allah'a ibadet ediyor, akşam olunca da eve geliyordu.
Tabi-î bir gün, iki gün, üç gün derken, hep eli boş olarak eve dönünce, bu sefer hanımı da bu durumdan rahatsızlığını dile getirmeye başladı. Çünkü kaç gündür eve yiyecek hiçbir şey alınmıyordu. Çocuklar aç bir hâldeydi. Kocasına:
–Her gün evden işe diye çıkıyorsun; ama kaç gün oldu eve bir lokma ekmek getirmedin, deyince adam:
–Merak etme hatun. Birkaç gündür bir Melik için çalışıyorum. Ücretimi de inşallah yakın zamanda fazlasıyla verecek, sen merak etme, dedi. O gece de aç yattılar. Adam sabahleyin yine erkenden kalktı ve işe gidiyorum deyip evden çıktı. Çarşıya gidip iş aradı; fakat yine bulamadı. O da gidip yine Allah'a ibadetle meşgul oldu. Akşam oldu yine eli boş vaziyette evin yolunu tuttu. Hanımı, kocasının elinde ne bir ekmek ne bir katık olmadığını görünce, yine aynı şeyleri söyleyip sitem etti. Adam da çaresiz bir şekilde eşini avutmak için:
–Çalıştığım Melik yarın ücretimi verecek o zaman yiyecek pek çok şey alacağım, dedi.
TOPRAK UN OLDU
Elleri dolu dolu erzakla eve gelen kadın çocuklarını tıka basa doyurdu. Akşamüzeri olunca da bir sofra donattı ki, âdeta bir kuş sütü eksik. Ve kocasını beklemeye başladı. O sırada kocası yine ibadet ederek akşamlamıştı. Evine gelirken de hanımı "Ne getirdin?"diye sorduğunda cevapsız kalmamak için çıkınına oradan toprak doldurdu ki, "Biraz un aldım, bununla bir şeyler pişir de yiyelim." desin...
Nihayet eve geldiğinde, içeriden buram buram yemek kokuları geldiğini fark etti. Ne olduğuna bir anlam verememişti, acaba neler olmuştu bugün? Elindeki toprak dolu çıkınını kapının eşiğine bırakıp içeri girdi. Baktı ki, her taraf pırıl pırıl dayalı döşeli. Ortaya da enva-i çeşit yemekler bulunan bir sofra kurulmuş.
Hanımı onu güler yüzle karşıladı, buyur etti. Adam şoktaydı âdeta. Bu sofra, bu yemekler nerden gelmişti? Kadın o gün olanların hepsini tüm ayrıntılarıyla kocasına bir bir anlattı. Bunun üzerine adam da hanımı da gözyaşlarını tutamadılar ve şükür secdelerine kapanıp Allah'a dualar ettiler.
Daha sonra kadın, kocasına "İçinde ne vardı?" diye kapının eşiğinde bıraktığı çıkınını sordu. Adam hanımına "Boş ver, getirdiğim şeyi bana sorma?" dedi. Sonra çıkını koyduğu yere gidip, gizlice getirdiği toprağı dökmek istedi. Fakat içini açtığında ne görse iyi, eliyle koyduğu toprak, Allahu Teâlâ'nın izniyle un hâline dönmüştü. Adam bir kez daha hayretler içinde kalmıştı. Bu sefer hanımına neler olduğunu o anlattı. Ve Allah'ın ikramından dolayı bir defa daha şükür secdesine vardılar.
PATRON ÜCRETİMİ ÖDEYECEK
Adam ertesi gün yine ekenden çarşıya gitti. O kadar yalvardı yakardı. "Çocuklar aç perişan ne olur bana iş verin." diye ricalar ettiyse de, kimse ona iş vermedi.
–Madem başka bir ilâha tapıyorsun, ona söyle de seni o doyursun! dediler. O da yine çaresiz bir şekilde her gün Allah'a ibadet ettiği yere gidip, Allah'ın huzuruna durdu ve namaz kıldı. Namazdan sonra gözleri yaşlı bir şekilde ellerini semaya kaldırıp:
"Yâ Rabbi! Sana sonsuz şükürler olsun ki, bize hidayet nasip ettin, İslâm dinine girmeyi ikram ettin. Ne olur, bu dosdoğru yoldan bizi ayırma! Ya Rabbi! Senin gönderdiğin bu Hak din hürmetine, ne olur kalbimden, evimin, çoluk çocuğumun nafaka sıkıntısını ve düşüncesini çıkar. Güzel Allah'ım! Hâlimi sana arz ediyorum, ben bu hususta aciz ve çaresiz kaldım. Artık ehlimden hayâ eder oldum ve onların hâlinin değişmesinden de korkarım. Ne olur bana yardım eyle! diye iki gözü iki çeşme dua etti ve ibadetine devam etti.
Bu sırada yoksul adamcağızın evine bir zat geldi ve kapılarını çaldı. Kadın çıktı. Baktı ki, nur yüzlü gayet güzel çehreli, genç bir zat elinde altından bir tabak ve üzeri kıymetli bir örtü ile örtülü şekilde kapının önünde duruyor. Kadın gayet şaşkın bir hâlde –Buyurun kimi aramıştınız? diye o zata sordu. O zat:
–Buyurun, bu sizindir. Eşinize selâm söyleyin, bu tabaktakiler onun yapmış olduğu çalışmasının karşılığıdır. Eğer çalışmasını arttırırsa, biz de ücretini arttırırız, dedi. Kadın merakla tabağı aldı. Üzerindeki örtüyü açtığında ne görsün, tabağın içinde ışıl ışıl parlayan bin tane altın vardı. Öylesine sevindi ki, çığlık atmamak için kendini zor tuttu.
–Eşimin çalıştığı Melik, her kimse gerçekten çok zenginmiş, diye mırıldandı.
Ve tabaktaki altınlardan birini alıp doğru sarrafa gitti. Sarraf Hıristiyan idi. Altını aldı evirdi, çevirdi, iyice inceledi. Üzerindeki yazıları, süslemeleri kontrol etti. Onun dünya altınlarından farklı olduğunu anladı. Kadına dönüp:
–Bunu nereden buldun? diye sordu. Kadın başta söylemek istemedi:
–Daraldık altın bozdurup sıkıntımızı aşalım dedik, diye cevap verdiyse de, sarraf onun dünya altını olmadığını belirtip, mutlaka meseleyi anlatması için ısrar etti. Kadın meseleyi gizleyemeyeceğini anlayınca, bütün olup bitenleri Hıristiyan sarrafa anlattı. Bunları hayretle dinleyen Hıristiyan sarraf çok etkilendi ve:
–Bana da İslâm'ı anlatıp öğretin, ben de Müslüman olmak istiyorum, dedi. Kadın da iman esaslarını ona öğretti ve sarraf Müslüman oldu. Sonra kadına bin dirhem verdi.
–Sen şimdilik bu parayı nafaka yap. Bittiğinde yine bana gelirsin, dedi. Kadın ilk defa bu kadar parayı bir arada görüyordu. Sevinçle onları cebine koydu ve gelirken de çarşıdan yiyecek içecek ne gerekiyorsa, fazlasıyla aldı.