İnsan bencil yaratılmıştır ve kendi çıkarlarını ilgilendiren şeyler hakkında son derece hassastır. Ancak her konuda kendi çıkar ve menfaatlerini en ince ayrıntısına kadar düşünen ve hesaplayan insanın doğrudan doğruya kendisini ilgilendiren ölüm konusunda kayıtsız ve umursuz olması son derece hayret vericidir. "Kesin bilgiyle iman etmeyenler"e özgü olan bu ruh halini Allah, Kuran'da tek bir kelimeyle tanımlamıştır: "Gaflet".
Gafletin kelime anlamı, şuurundaki bulanıklık ve kapalılıktan ötürü, bir insanın gerçekleri tam olarak algılayamayıp, sağlıklı değerlendirmeler yapamaması ve buna bağlı olarak, gereken sağlıklı tepkileri verememesidir. Bir ayette şöyle geçer:
İnsanların sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 1)
Ölümcül, çaresiz bir hastalığa yakalanan birisinin öleceğine kesin gözüyle bakılır. Fakat ona bu gözle bakanların da er ya da geç ölecekleri kesindir. Gaflet yüzünden, işin bu yönü kimsenin aklına gelmez. Örneğin ölümcül bir hastalığa yakalanmış birinin yakın bir zamanda ölme ihtimali epeyce yüksektir. Fakat yanında duran sapasağlam birinin bir gün mutlaka öleceği çok daha yüksek ihtimal, daha da doğrusu kesindir. Belki de ölüm, kendisini bu "ölümcül hasta"dan çok daha önce, hiç ummadığı bir anda yakalayacaktır.
Yakınları, ölüm döşeğindeki hastalarının durumuna üzülürler. Ama bir gün kesinlikle ölecek olan kendilerine de üzülmek akıllarına gelmez. Oysa mantıksal olarak, bir olayın eninde sonunda gerçekleşeceği kesinse, bunun yakın ya da uzak olması verilen tepkiyi değiştirmemelidir.
Eğer ölmek üzere olanlar için üzülmek gerekiyorsa, yalnızca ölüm anında değil herkes birbiri ve kendisi için şimdiden üzülmeye başlamalıdır. Ya da içinde bulunduğu gafleti yırtmalı, ölümün gerçek anlamını kavramalıdır.
Bunun için de, öncelikle gafleti doğuran sebepleri tanımak yararlı olabilir.
GAFLETİN NEDENLERİ
- Tefekkür ve akletme eksikliği: Toplumun çoğunluğunu oluşturan geniş bir kitle ciddi konular üzerinde düşünmeye, kafa yormaya pek alışık değildir. Düşünmeden yaşamaya alışık olduklarından, ölümü de -kendi tabirleriyle- kafalarına fazla takmazlar. Üstesinden gelemedikleri günlük sorunlar, onların zihnini zaten yeterince meşgul etmektedir. Küçük konuları düşünerek o dar zihinlerini doldururlar, küçük sorunlarda boğulur ve ölüm gibi büyük konuları düşünemezler. Herhangi birinin ölümüyle karşılaştıklarında ya da ölümle ilgili bir konu açıldığında, "Allah gecinden versin, Allah kimsenin başına vermesin, Allah sıralı versin..." gibi sözlerle kendilerini avutur, konuyu en kısa zamanda geçiştirmeye çalışırlar.
- Yaşamın karmaşa ve hareketliliği: Yaşam öylesine akıcı ve hareketlidir ki kendini olayların akışına kaptıran insan özel bir çaba göstermezse, eninde sonunda kendisini yakalayacak olan ölüm gerçeğini göz ardı eder. Gerçek imana sahip olmadığı için kader, tevekkül, Allah'a teslim olma gibi kavramlara son derece yabancıdır. Bu nedenle kendini bildiği andan itibaren "dünyasını kurtarmaya" bakar. Bu tip insan ölümü düşünemeyecek kadar meşguldür. Sürekli yeni dünyevi planlar, çıkarlar, hedefler peşinde koşar. Hiç ummadığı bir anda da hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm gerçeğiyle karşılaşır. Son bir pişmanlıkla geri dönmeyi talep eder. Ama artık çok geçtir.
- Doğum yanılgısı: Gafletin sebeplerinden birisi de doğumun varlığıdır. Her gün doğumlar ve ölümler olur. Yeryüzünün nüfusu hiç eksilmez, hatta günden güne artar. İnsan kendisini bu döngünün etkisine kaptırınca sanki doğumlar ölümleri telafi ediyor, sıfırlıyor, yaşam böylece dengeleniyor gibi bir illüzyona kapılabilir. Bu da ölüme karşı bir gaflet perdesi oluşmasına sebep olur. Oysa şu andan itibaren hiçbir doğumun gerçekleşmeyeceği bir döneme girsek, insanların birbiri ardına öldüğünü ve dünya nüfusunun hızla sıfıra doğru gittiğini görürüz. İşte o zaman ölüm insana tüm dehşetiyle kendisini hissettirir. İnsan etrafındakilerin birer birer eksildiğini görür ve kaçınılmaz sonun er geç kendisine de geleceğini kesin olarak fark eder. Aynen ölüm hücresine kapatılmış mahkumlar gibi. Her gün birer ikişer insanlar idama götürülür. Hücredekilerin sayısı azalır. Aradan yıllar bile geçse, hala hayatta olanlar ertesi gün sıranın kendilerine gelip gelmeyeceği endişesiyle yatarlar. Ölüm bir an bile akıllarından çıkmaz.
Halbuki olayın aslı da bundan farklı değildir. Yeni doğanların öleceklere hiçbir etkisi yoktur. Bu, yalnızca psikolojik bir yanılgıdan ibarettir. Günümüzden 150 yıl önce yaşayanlardan bugün hiçbiri hayatta değildir. Kendilerinden sonra doğanların bu kişilerin ecellerine hiçbir faydası dokunmamıştır. Aynı şekilde 100 yıl sonra da şu anda yaşayan insanlardan hemen hemen hiçbirisi kalmayacaktır. Çünkü dünya bir tür durak yeridir; sürekli dolar ve boşalır.
KENDİNİ KANDIRMA YÖNTEMLERİ
Ölümü göz ardı ettiren ve gafleti doğuran nedenlerin dışında bir de insanların kendi kendilerini avutmak için kullandıkları savunma mekanizmaları vardır. Bu kendini kandırma yöntemlerini birkaç madde halinde inceleyebiliriz.
Yaşlılık dönemine erteleme düşüncesi: Bu savunma mekanizması gençlerde ve orta yaşlılarda görülür. Bunu kullanan insan, genelde 60-70 yıl yaşayacağını hesaplar ve ancak ömrünün son yıllarını bu tür "iç karartıcı" konulara ayırmaya karar verir. Hayatının en güzel yıllarında böyle "kasvetli" konularla kafasını yormak istemez. Bunun için dünyadan elini eteğini çekeceği bir zamanı uygun görür. Böylece, ölüme ve öbür dünyaya hazırlanmak için de yaşamından bir pay ayırmış olduğunu düşünür ve vicdanını rahatlatır.
Halbuki bir saniye sonra yaşayacağının bile garantisi olmayan, daha ne kadar yaşayacağını, nerede ve ne zaman öleceğini asla bilmeyen bir insanın böyle uzun vadeli sonuçsuz hesaplar yapmasının ne büyük bir gaflet olduğu ortadadır. Her gün etrafında kendisiyle yaşıt hatta daha genç pek çok kişi ölür. Gazeteler ölüm ilanlarıyla doludur. Televizyonlarda her gece birçok ölüm haberi izler. Çoğu zaman, büyük küçük, kendi yakınlarının ölümlerine tanık olur. Fakat etrafındaki insanların bir gün hatta belki de yarın, kendi ölümüne de tanık olacaklarını, kendi ölüm ilanını okuyacaklarını aklına getirmez. Kaldı ki, o beklediği "yaşlılık" sınırına kadar yaşasa bile bir şey değişmeyecek, sahip olduğu zihniyeti değiştirmediği sürece, ölümle karşı karşıya gelene dek erteleme mantığını sürdürecektir.
"Cehennemde cezamı çeker ve çıkarım" mantığı: Toplumda oldukça yaygın olan bu görüş, gerçekte batıl inançtan başka bir şey değildir. (Çünkü hiçbir Kurani temeli yoktur.) Kuran'ın hiçbir yerinde bir süre cehennemde ceza görüp, sonra bağışlanarak cennete alınanlardan söz edilmez. Tam tersine, konu ile ilgili tüm ayetlerde, kıyamet günü müminlerin ve kafirlerin kesin bir biçimde ayrılacakları, müminlerin ebediyen cennete girecekleri, kafirlerin ise ebediyen cehenneme, aşağılık bir azabın içine sürülecekleri bildirilmiştir:
Dediler ki: "Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?" Hayır; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar, orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-82)
Bir diğer ayette şöyle denir:
Bu, onların: "Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak" demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. (Al-i İmran Suresi, 24)
Cehennem, insanın hayal gücünün alamayacağı kadar büyük acıları yaşayacağı bir yerdir. cehennem Allah'ın "Kahhar", "Cebbar" sıfatlarının en şiddetli tecelli ettiği ve dünyadaki hiçbir azapla kıyaslanamayacak azaplarla dolu, korkunç bir ortamdır. Parmağının ucu yanınca bile canı çok acıyan aciz bir insanın rahat ve umursuz bir şekilde böyle bir azabı göze aldığını söylemesi, akletmediğinin açık bir göstergesidir. Allah'ın azabını hafife alan, rahatlıkla karşılayan bir kimse gerçekte Allah'ın kadrini gereği gibi takdir edemeyen, akledemeyen bir insandır.
Ben zaten cennete gireceğim mantığı: Kendilerinin mutlaka cennete gireceğini iddia eden insanlar vardır. Dünyada iyilik olarak tanımladıkları ufak tefek birtakım şeyleri yaparak ve kötülük olarak tanımladıkları birtakım şeylerden uzak durarak, cennete gideceklerini sanırlar. Din hakkındaki bilgileri kulaktan dolma, hurafelerle dolu safsatalardan öteye geçmeyen bu insanlar, gerçekte Kuran'da tarif edilen güzel ahlakla hiçbir ilgisi olmayan, kendi uydurdukları bir din anlayışına sahiptirler. Sorulduğunda kendilerini en Müslüman olarak tanıtırlar. Oysa Kuran'a göre bu inanca sahip olan kişiler Allah'a birçok şeyi ortak koşan gerçek Müslümanlar değillerdir. Kehf Suresi'nde böyle bir insanın durumu şöyle anlatılır:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım." Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?" "Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam." (Kehf Suresi, 32-38)
Yukarıdaki ayetlerde anlatılan bahçe sahibi, "Rabbime döndürülecek olursam" ifadesiyle, Allah'a ve ahiret gününe kesin bilgiyle iman etmediğini, dolayısıyla bu konuda şüphe içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Buna karşın, kendisinin üstün bir mümin olduğu iddiasındadır ki Allah'ın kendisini cennetle ödüllendireceğinden emindir. Günümüzde bu zihniyete sahip pek çok kişinin var olduğunu görmekteyiz.
Bu kişiler Allah'a karşı samimiyetsiz bir tutum içinde olduklarını aslında için için kendileri de bilirler, fakat kendilerine bu gerçek hatırlatılmak istense bunu kabul etmeyip hemen kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar. Dinin hükümlerini uygulamanın önemsiz olduğunu öne sürer, mahalledeki dindar görünümlü kişilerin aslında ne kadar namussuz, ahlaksız olduğunu iddia ederek kendilerini aklamaya uğraşırlar. Kalplerinin temiz olduğunu, kimsenin kötülüğünü istemediklerini, kimsenin malında, mülkünde, karısında, kızında gözleri olmadığını söyleyerek "iyi insan" olduklarını ispatlamaya kalkarlar. Dilencilere sadaka verdiklerini, komşuya helva ikram ettiklerini, senelerce gece gündüz çalıştıklarını, insanlara hizmet ettiklerini, bundan daha iyi Müslümanlık olmadığını savunurlar. Ancak bu kişinin, Müslüman olması şartınınçevresiyle iyi geçinmek değil, Allah'a kul olmak ve O'nun hükümlerine itaat etmek olduğunu bilmez ya da bilmezlikten gelirler.
Samiyetsizliklerinin en büyük göstergesi ise, sahip oldukları sapkın din anlayışına dayanak bulmak için birtakım bahaneler üretmeleridir. Kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için kullandıkları, "en büyük ibadet çalışmaktır", "mühim olan kalp temizliğidir" gibi ifadeler en çok rastlanılan örneklerdendir. Bu ifadeler Kuran'da bildirildiği üzere din öne sürülerek Allah'a karşı yalan söylemekten ibarettir. Ve Allah böyle bir ahlaka karşılık olarak sonsuz azap yurdu cehennem ile insanları uyarmaktadır. Bu tür kişiler, Bakara Suresi'nin 9. ayetinde bildirildiği üzere; "(sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatırlar da şuurunda değildirler." (Bakara Suresi, 9)
Çifte standart mantıklar: İnsan, farklı bir kendini kandırma yöntemi daha geliştirmiş olabilir. Ölüm aklına geldiğinde sonsuza dek yok olacağını düşünür ve bunun dehşetiyle Allah'ın vaat ettiği sonsuz bir hayatın "var olabileceğine" yüzde elli ihtimal verir. Böylece kendi içinde bir nevi umut ışığı yakar. Öte yandan, Allah'ın kendisine yüklediği birtakım sorumluluklar olduğu aklına gelince de, diğer yüzde elli ihtimali düşünür. "Nasılsa toprak olup yok olacağım, ölümden sonra hayat yoktur" diyerek hesap verme, cehennem azabıyla karşılaşma gibi korku ve endişelerini bastırır. Her iki durumda da gaflet halinin ona verdiği bir nevi sarhoşluk hali içerisinde ölüm onu yakalayıncaya kadar yaşamını sürdürür.
GAFLETİN SONUCU
Önceki bölümlerde, ölüm, insana yaşadığı sürece kendini hatırlatır demiştik. Ya bu hatırlatmalar ona fayda verir ve birtakım konuları tekrar gözden geçirmesi, hayata ve olaylara bakış açısını yeniden düzenlemesi gerektiğini ciddi bir şekilde düşünmeye başlar. Ya da sözünü ettiğimiz savunma mekanizmaları devreye girer, kalbinin ve gözünün önündeki gaflet perdesi günden güne daha da kalınlaşmaya başlar.
İşte inkarcıların bir kısmının yaşlanıp ölüme iyice yaklaştıkları halde, ölümü büyük bir sakinlikle, akılsızca bir rahatlıkla beklemeleri bu perdenin kalınlığının had safhaya ulaştığının göstergesidir. Çünkü ölüm onlara artık yalnızca güzel ve tatlı bir uykuyu, huzur ve sakinliği, ebedi bir rahatlığı çağrıştırmaktadır.
Oysa onları yoktan var edip yaratan, sonra öldürüp tekrar diriltecek olan Allah onlara azapla geçirecekleri ebedi bir hayatı, ebedi bir pişmanlığı ve mutsuzluğu vaat etmiştir. Onlar da bu gerçeği, tam ebedi uykuya dalacaklarını sandıkları ölüm anında bizzat görürler. Çünkü, ölümün bir yok oluş olmadığını, aksine kendileri için azapla dolu yeni bir dünyanın başlangıcı olduğunu anlarlar. Canlarını alan ölüm meleklerinin dehşet verici görüntüsü, o büyük azabın ilk habercisidir. Bu nedenle Kuran'da, ölümden sonraki yaşamı reddeden inkarcılardan söz edilirken "Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak?" (Muhammed Suresi, 27) denir. Bu anda, inkarcıların ölümden önceki küstah ve kibirli tavırları yerini dehşet, pişmanlık, çaresizlik ve sonsuz bir acıya bırakır. Kuran'da, bu durum şöyle anlatılır:
Dediler ki: "Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 10-12)
ÖLÜMDEN KAÇIŞ YOKTUR
İnsan özellikle gençliğinde ölümü hiç mi hiç aklına getirmek istemez. Bunu bir son olarak gördüğü için ölümün düşüncesinden bile kaçar. Düşünmemek onun için en rahat kaçış yoludur. Oysa fiziksel kaçış ölüme bir çare olmadığı gibi, ölümü aklına getirmekten kaçınarak ölümden kurtulabilmek de mümkün değildir. Dahası, ölümü aklına getirmemek de mümkün değildir. İnsan, her gün önüne gelen gazetelerde mutlaka ölüm haberleriyle, ölüm ilanlarıyla karşılaşır. Yolda giderken bir cenaze arabasına rastlar ya da bir mezarlığın önünden geçer. Zaman içinde yakınları ve akrabaları ölür. Onların cenazelerine gittiğinde ve evlerini ziyaret ettiğinde, mutlak gerçekle yüzyüze kalır. Başkalarının, özellikle de sevdiklerinin ölümünü gördükçe, kendi sonunu düşünür. Bu düşünce, kalbini sıkar, ruhunu bunaltır.
İnsan ne kadar direnirse dirensin, nereye sığınırsa sığınsın, nereye kaçarsa kaçsın, aslında farkında olmadan her an kendi ölümüne doğru koşar. Önünde başka bir kapı, tercih veya çıkış yolu yoktur. Geri sayım sürekli devam eder. Ne yöne dönerse ölüm onu oradan karşılar. Çember sürekli daralarak ona doğru yaklaşır ve sonunda kıskıvrak yakalar. Allah'ın kanununda yine bir değişme olmamıştır. Kaderde belirlenmiş bir anda ve yerde ölüm onu yakalamıştır. Kuran'da, bu sır şöyle haber verilir:
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah) a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Her nerede olursanız ölüm sizi bulur, yüksekçe tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)
Bu nedenle yapmamız gereken, kendimizi kandırmayı ya da gerçekleri göz ardı etmeyi bir kenara bırakıp Allah'ın kaderimizde tespit ettiği süreyi en iyi şekilde değerlendirebilmektir. Bu sürenin ne zaman biteceğini de yalnız Allah bilmektedir