Dört büyük halîfenin üçüncüsü olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e canıyla-malıyla hizmet etme ve O’na damat olma bahtiyarlığına ermiş güzîde sahâbîlerden biridir. Gerek Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- zamanında, gerek Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer döneminde, gerekse de kendi halîfeliğinde çok büyük hizmetler îfâ etmiştir.
Zi’n-Nûreyn
Peygamber Efendimiz’in muhtereme kerîmesi Hazret-i Rukıyye ile izdivaç şerefine mazhar olan
Hazret-i Osman, mübârek zevcesinin vefâtından sonra hüzne garkolmuştu. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-ona niçin bu kadar mahzun olduğunu sorunca
Hazret-i Osman, teessürünün asıl sebebini şöyle ifâde etti:
“–Yâ Rasûlallâh! Benim başıma gelen, kimsenin başına gelmedi. Kızınız Rukıyye vefât edince Siz’inle aramdaki hısımlık ve akrabâlık bağı kesilmiş oldu!”
Yakınlarının, yeniden dünyâ evine girmesi tekliflerine rağmen Hazret-i Osman âdeta; “–Ben Allah Rasûlü’nden sonra kimi «kayınpeder» olarak görebilirim ki?! O’nun kızıyla izdivaçtan sonra kimi nikâhlayayım ki!?” diye düşünüyor ve o mübârek âile ile bağının kesilmesinden derin bir ıztırap duyuyordu.
Hazret-i Osman’ın bu hâlini müşâhede eden Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, onun müstesnâ muhabbet ve bağlılığından ziyâdesiyle memnun oldu. Ardından da küçük kızı Ümmü Gülsüm’ü ona nikâhladı. Bir müddet sonra Ümmü Gülsüm vâlidemizin de vefât etmesi üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“Şâyet üçüncü bir kızım daha olsa muhakkak onu da sana verirdim.”1 buyurarak Hazret-i Osman’a olan husûsî muhabbetini izhâr etti.
Zîrâ âlim, ârif, nâzik, cömert, rakîk kalbli, yumuşak huylu, hayâ sâhibi, gönül ehli, mütevâzı ve sevilen bir insan olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün ifâdesiyle; “ashâb içinde huyu en çok kendisine benzeyen sahâbî” idi.2 Yine ashâb içinde Hazret-i Osman’dan daha güzel söz söyleyen görülmemişti. Yalnız o da gâyet az ve öz konuşurdu.
Hayâ Âbidesi
Hazret-i Osman, hayâ duygusu bakımından da örnek bir şahsiyetti. Melekler bile ondan hayâ ederdi.3 Nitekim birgün Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Âişe vâlidemizle otururken Hazret-i Ebû Bekir müsâade isteyip içeri girdi. Ardından Hazret-i Ömer, onun ardından da Sa’d ibn-i Mâlik girdi. Hazret-i Osman da içeri girmek için izin isteyince Peygamber Efendimiz hemen toparlandı, oturuşunu düzeltti ve Hazret-i Âişe’ye; “–Sen geri çekil!” buyurdu. Hazret-i Osman içeri girdi, bir müddet konuştuktan sonra izin isteyip ayrıldı. Hazret-i Âişe:
“–Babam ve diğer sahâbîler içeri girdikleri zaman oturuşunuzu değiştirmemiş ve bana «geri çekil» dememiştiniz. (Osman gelince niçin farklı davrandınız?)” diye sorunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Meleklerin bile kendisinden hayâ ettiği bir kimseden ben nasıl hayâ etmeyeyim?! Allâh’a yemin ederim ki melekler, Allah ve Rasûlü’nden hayâ ettikleri gibi, Osman’dan da hayâ ederler. Eğer sen yanımdayken o içeri girmiş olsaydı, çıkıncaya kadar ne konuşur ne de başını kaldırırdı.” buyurdu.4
Hayâ ve edep âbidesi olan Hazret-i Osman; “Gözü haramdan korumak ne güzel şehvet perdesidir.” buyurur ve bu hususta da insanları irşâda çalışırdı:
Enes -radıyallâhu anh-, kendi rivâyetine göre; birgün Hazret-i Osman’a giderken yolda bir kadın görür. Kadının güzelliği aklına takılır. Bu düşünce ile
Hazret-i Osman’ın yanına girer. Onu gören Hazret-i Osman:
“–Ey Enes! Gözlerinde zinâ izleri olduğu hâlde buraya giriyorsun.” der.
Bu söz karşısında neye uğradığını şaşıran Enes
-radıyallâhu anh-, hem hayret hem de mahcûbiyet içinde:
“–Allâh’ın Rasûlü’nden sonra da mı vahiy geliyor?” diye sorar. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ise:
“–Hayır, bu bir basîret ve doğru bir firâsettir.” buyurur.5
Bu azîz sahâbîdeki güzel ahlâkın Hak katındaki kıymetini şu hadîs-i şerîf ne güzel ifâde etmektedir:
Birgün Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’e abdest alması için su getirir:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kıyâmet günü hesaba çağrılacak ilk kişi kimdir?” diye sorar. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Benim. Ben Allâh’ın huzûrunda dilediğim kadar dururum. Sonra oradan bütün günahlarım bağışlanmış olarak çıkarım.” buyurur. Hazret-i Ali:
“–Sonra kim?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz:
“–Sonra Ebû Bekir, (o da) Allâh’ın huzûrunda dilediği kadar duracak ve oradan bütün günahları bağışlanmış olarak çıkacak.” buyurur. Hazret-i Ali:
“–Sonra kim?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz:
“–Sonra Ömer bin Hattâb, (o da) Allâh’ın huzûrunda duracak ve oradan bütün günahları bağışlanmış olarak çıkacak.” buyurur. Hazret-i Ali yine:
“–Sonra kim?” diye sorunca, bu defa Peygamber Efendimiz:
“–Sonra sen.” buyurur. Hazret-i Ali:
“–Osman bin Affan nerededir?” der. Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Osman, (son derece yüksek bir) hayâ sahibidir. Rabbimden onu hesap için durdurmamasını diledim. Rabbim de dileğimi kabul etti.” karşılığını verir. (Muhammed er-Râfiî el-Kazvinî, et-Tedvîn fî Ahbâri Kazvin, 1/114)
Allah Rasûlü’nün Kabul Edilmediği Bir Yerde Ben de Yokum!
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’i canından çok sever, O’nun bir işâretini dahî emir telâkkî eder, bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan çekinmezdi. Nitekim Hudeybiye’de, Peygamber Efendimiz’in elçisi olarak Mekke’ye gitmişti. Müşriklere; niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler ise izin vermediler ve Hazret-i Osman’a, şâyet istiyorsa yalnızca kendisinin Kâbe’yi tavâf edebileceğini söylediler. Osman -radıyallâhu anh- ise, Allah Rasûlü’ne olan sadâkatini bir kez daha tescilleyen, şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı ancak O’nun arkasında ziyâret ederim. Allah Rasûlü’nün kabul edilmediği bir yerde ben de yokum!..” (Ahmed, IV, 324)
Hudeybiye’de bekleyen müslümanlara Hazret-i Osman’ın şehid edildiği şâyiası ulaşınca da, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- gerekirse müşriklerle harbetmek üzere ashâbından bey’at aldı. Sonra, bir elini diğer elinin üzerine koyup:
“Allâh’ım, bu bey’at da Osman içindir. Şüphesiz o, Sen’in ve Rasûlü’nün hizmetindedir.”6 buyurarak ona olan îtimad ve muhabbetini dile getirdi. Derken müşrikler, anlaşma yapmak üzere elçi gönderdiler. Ardından da Hazret-i Osman sağ-sâlim döndü.
Sehâvet Güneşi
İşte böyle yüce bir sadâkat timsâli olan Osman
-radıyallâhu anh-, cömertlikte de zirve bir şahsiyetti. Öyle ki; “Zenginliğin saltanatı, şükürdür. Şükür ise bol bol infâk etmektir.” buyurur ve bu hususta da bizzat örnek olurdu. Nitekim yüzlerce köleyi Allah rızâsı için âzâd etmiş ve ettirmişti.7
Yine zor bir sefer olan Tebük Gazvesi’nde
Hazret-i Osman, tek başına 300 deveyi tam techîzatlı bir şekilde hazırlayarak orduya hibe etti. Buna ilaveten bin dinar bağışladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında:
“Osman’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!”8 müjde ve iltifatında bulundu.
Yine Osman -radıyallâhu anh-, Medîne’ye hicret edince müslümanların su sıkıntısı çektiğini görmüştü. Medîne’deki bütün kuyuların suyu acıydı. Sadece bir yahudiye âit olan Rûme Kuyusu’nunki tatlı idi. Yahudi, bu kuyunun suyunu satarak geçiniyordu. Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Rûme Kuyusu’nu, cennette ondan daha hayırlısını kazanmak üzere kim satın almak ve kendi kovasını müslümanların kovalarıyla eşit kılmak ister?” buyurdu. Yani kuyuyu satın alan, diğer müslümanlarla eşit haklarda ondan istifâde edecekti.
Hazret-i Osman, derhal bu kuyuyu satın almak istedi. Lâkin yahudi kabul etmedi. Sonunda bir gün yahudi, bir gün de müslümanlar kullanmak üzere yarı hissesini satın almaya muvaffak oldu. Daha sonra da tamamını satın aldı. Peygamber Efendimiz, Hazret-i Osman’a:
“–İnsanların ondan su içmeleri için (kuyuyu) vakfeder misin?” diye sorunca, o da bu arzuya gönülden icâbet ederek kuyuyu vakfetti. Böylece Hazret-i Osman’ın bu himmetiyle Medîneli müslümanlar su sıkıntısından kurtuldular.
Rivâyete göre Osman -radıyallâhu anh-, büyük bir fazîlet daha sergileyerek, kendisinin satın alıp vakfettiği bu kuyudan su alabilmek için herkes gibi sıraya girip beklerdi. Yine rivâyete göre Hazret-i Osman’ın bu eşsiz fedâkârlığı üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
“Ey huzûra kavuşmuş nefis! Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön! (Sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir.” (el-Fecr, 27-30)
İslâm hızla yayılıp Medîne’ye gelenler çoğalınca Mescid-i Nebevî dar gelmeye başlamış, halkın bir kısmı mescidin etrafında çadırlar kurmuştu. Efendimiz
-aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Mescidimizi bir zirâ’ olsun genişleten, cennete girer.” buyurdu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallah! Malım-mülküm Sana fedâ olsun. Mescidi genişletme işini üzerime alıyorum.” dedi. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Allâh’ın mescitlerini ancak Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler îmâr eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.” (et-Tevbe, 18)9
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- Hazret-i Fâtıma ile evleneceği zaman, kendi zırhını satılması için pazara göndermişti. Zırhın parasını düğün masrafları için kullanacaktı. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- pazarda Hazret-i Ali’nin zırhını tanıdı. Hemen tellâlı çağırarak:
“–Bu zırhın sahibi, buna ne kadar istiyor?” diye sordu. Dört yüz dirhem olduğunu öğrenince zırhı alıp parasını verdi. Sonra bu zırhı, yanına dört yüz dirhem daha ilâve ederek Hazret-i Ali’ye gönderdi:
“–Bu zırh, senden başkasına lâyık değildir. Bu dört yüz dirhemi de düğüne harca ve bizi mâzur gör.” buyurdu.10
O sehâvet güneşinin yüce ahlâkını yansıtan şu hâdise de çok ibretlidir:
Hazret-i Ebû Bekir’in halîfeliği döneminde bir ara Medîne’de kıtlık başgöstermişti. O sırada Hazret-i Osman’ın Şam’dan yüz deve yükü buğday kervanı geldi. Kervanı görenler, buğday satın almak için koştular. Hattâ bir dirhemlik buğday için yedi dirhem teklif ettiler. Hazret-i Osman ise:
“–Hayır! Sizden daha fazla veren var, ona satacağım.” dedi. Ashâb-ı kirâm, mahzun bir şekilde ayrılıp halîfe Hazret-i Ebû Bekir’in yanına vardılar ve durumu kendisine şikâyet ettiler. Hazret-i Ebû Bekir, bu hâdisedeki nükteyi sezerek:
“–Osman hakkında hemen kötü düşünmeyiniz!.. O, Rasûlullâh’ın damadı ve Me’vâ Cenneti’nde arkadaşıdır. Herhâlde siz onun sözünü yanlış anladınız.” dedi ve beraberce Hazret-i Osman’a gittiler. Hazret-i Ebû Bekir:
“–Yâ Osman! Ashâb-ı kirâm senin bir sözüne üzülmüştür.” deyince Hazret-i Osman:
“–Evet, ey Rasûlullâh’ın halîfesi! Bunlar bire yedi veriyor, hâlbuki onlardan daha hayırlı olan, bire yedi yüz veriyor. Biz buğdayı bire yedi yüz vererek alana verdik.” buyurdu.
Sonra da yüz deve yükü buğdayı Allah rızâsı için Medîne fukarâsına dağıttı. Yüz deveyi de kurban etti. Buna çok sevinen Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Osman’ı alnından öptü ve:
“–Ashâbın, senin sözündeki inceliği kavrayamadıklarını önceden sezmiştim.” buyurdu.11
Kur’ân Âşığı
Hazret-i Osman’ın bu yüce ahlâkının temelinde, hiç şüphesiz ki Allâh’ın Rasûlü’nden ve O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’den aldığı feyiz bulunmaktaydı. Hakîkaten Hazret-i Osman tam bir Kur’ân âşığıydı.
“Bana dünyadan üç şey sevdirildi: Açları doyurmak, çıplakları giydirmek ve Kur’ân okumak.” buyuran
Hazret-i Osman, Hazret-i Ebû Bekir zamanında cem edilen Kur’ân’ın, kendi halîfeliği döneminde ehil sahâbîlerden müteşekkil bir heyet tarafından sûre tertibine göre tanzim edilip çoğaltılması hizmetini büyük bir titizlikle îfâ etti. Hicrî 30 senesinde önemli merkezlere bu Mushaf’lardan gönderdi. Böylece
Kur’ân-ı Kerîm hakkında çıkabilecek ihtilafların önünü kesmiş oldu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, her sabah kalktığında Mushaf-ı Şerîf’i hürmetle öpmeyi âdet hâline getirmişti.
“Üzerimden, Allâh’ın kitabını açıp okumadığım bir gün ya da bir gecenin geçmesini istemiyorum.” (Kenz, I, 225) buyuran Hazret-i Osman, çok okumaktan dolayı iki Mushaf eskitmişti.
Abdurrahman bin Osman et-Teymî diyor ki:
“Bir gece Hazret-i Osman, makâmında bir rekatta Kur’ân’ı hatmederek namazını ikmâl etmişti.”12
Zühd ve Tevâzû
İşte o mübârek sahâbîleri mâneviyat semâsının yıldızları yapan müstesnâ hayat düsturları böyleydi. Ellerindeki maddî imkânların genişliğine rağmen, Allah Rasûlü’ne benzeme gayretiyle gayet mütevâzı ve riyâzat hâlinde bir hayat yaşıyorlardı.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- ucuz ve kaba kumaştan îmâl edilen gayet sade ve temiz elbiseler giyer, mescitte öğle uykusunu toprak üzerinde uyur, kalktığında vücûdunda çakıl taşlarının izleri görülürdü. İnsanlara en kıymetli ve lezzetli yemekleri yedirdiği hâlde, kendisi evinde sirke ve zeytinyağı ile iktifâ ederdi. Gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla ihyâ eden Hazret-i Osman, hizmetçilerinin istirahat vakti olduğu gerekçesiyle geceleri abdest suyunu kendisi hazırlar, onlara rahatsızlık vermekten sakınırdı.
Kul hakkı husûsunda da çok titiz olan Hazret-i Osman’ın bu hassâsiyetini yansıtan bir hâdiseyi
Ebu’l-Fürat şöyle anlatır:
Hazret-i Osman, kölesine:
“–Vaktiyle ben senin kulağını kıvırmıştım. Haydi sen de kısâsını yap.” dedi.
Köle onun kulağını tuttu. Hazret-i Osman, köleye şöyle diyordu:
“–Sıkı çek yavrum, kısas bu dünyadadır, âhirette kısas yoktur!”13
Mazlum Şehîd
İşte böylesine mütevâzı ve hakşinas biri olan
Hazret-i Osman’ın halîfeliği, fetihler bakımından da çok bereketli geçmişti. Kıbrıs, Trablus, Taberistan, Ermenistan fethedilmiş, deniz ticareti başlamış, Rodos ve Malta adalarına ve İstanbul’a seferler düzenlenmişti. Bizans’ın en büyük donanması Akdeniz’de imha edilmişti. Bu ve benzeri gelişmeler neticesinde halk ve devlet hazînesi zenginleşmişti.
Zenginliğin artmasıyla birlikte kimilerinin gönlünde dünya ihtirâsı peydâ olmuştu. Abdullâh bin Sebe gibi yahûdi kökenli münâfıkların tutuşturduğu fitne ateşi İslâm âlemini sarmış, Hazret-i Osman, muhtelif diyarlardan toplanıp gelen âsîler tarafından Medîne’deki hânesinde kuşatılmıştı. Öyle ki, öz malıyla satın alıp müslümanların istifâdesine sunduğu içme suyundan bile mahrum edilmekteydi. Mü’minlerin halîfesi, içinde bulunduğu zor durumu ve tebaasındaki âsîler karşısında yaşadığı çâresizliği şöyle dile getiriyor ve kendisinden sonra da çıkacak olan fitnelere kerâmeten işâret ediyordu:
“Ben, yaşadığı müddetçe babasının sözünü dinlemeyen; öldüğü zaman da ona dert olan yaramaz çocukların babası gibiyim!”
Hazret-i Osman, isyancıları zor kullanarak bertaraf etmeyi teklif eden sahâbîlere, kendisi yüzünden kan dökülmesini istemediği için izin vermiyordu. Onlara:
“Benim için kan döküldükten sonra ölmektense kan dökülmeden önce (mazlum olarak) ölmeyi tercih ederim.” diyordu.
Nitekim o sefih âsîlere birçok defa nasîhat etmeye çalıştıysa da dinletemedi. Ve oruçlu olduğu bir gün, evinde Kur’ân okurken isyancılar tarafından mazlûmen şehîd edildi. O vakit yaşı sekseni geçmiş olan azîz şehîdin mübârek kanı, okumakta olduğu Mushaf’taki:
“...Onlara karşı Allah sana kâfîdir. O her şeyi işiten ve bilendir.” (el-Bakara, 137) âyet-i kerîmesi üzerine damladı.
a
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’a yemin ederim ki, elbette Osman, ümmetimden hepsi de cehennemlik olan yetmiş bin kişiye şefaat edecek ve onları cennete sokacak.” (Deylemî, Firdevs, 4/360)
İşte böylesine kadri yüce bir sahâbî olan Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın ilim, hikmet ve mârifet nurlarıyla dolu gönül iklîminden hisse almak ümîdiyle onun şu özlü ve hikmetli sözlerine gönül verelim:
Hazret-i Osman’dan Hikmetli Sözler:
“En akıllı insan; nefsini hesaba çeken, onu iyi idâre eden, ölümden sonrası için amel işleyen ve kabir karanlığı için Allâh’ın nûrundan istifâde edendir.”
“Kul, gözleri gördüğü hâlde Allâh’ın kendisini âmâ olarak diriltmesinden korksun! Hikmetten anlayana mânâlı bir söz kâfîdir. Mânen sağır olanlar, zaten hakkı duyamazlar…”
“Beş şey müttakîlerin (sâlihlerin) alâmetidir:
1. Dînî gayret içinde olanlarla beraber olmak.
2. Nefsini ıslâh edip diline hâkim olmak.
3. (Allah sevgisini unutturan) dünyalıklardan nefsine hoş gelen bir şeye eriştiğinde onun zarar-ziyanını ayırd edebilmek, dinden kendisine az bir şey bile nasip olduğunda onu da ganîmet bilmek.
4. Haram karışır endişesiyle midesini helâlden (de olsa) doldurmamak (ve riyâzat içinde yaşayabilmek).
5. Bütün insanların kurtulduğunu, yalnız kendisinin mahvolduğunu düşünmek.”
“Gerçek mü’min altı çeşit korku içindedir:
1. Îmânını kaybetme korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Rabbimiz! Bizleri hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi eğriltme!..” (Âl-i İmrân, 8)
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
2. Kıyâmet günü kendisini rüsvâ edecek şeylerin melekler tarafından yazılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:
“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” (ez-Zilzâl, 4-5)
3. Amelinin şeytan (aleyhi’l-lâ’ne) tarafından boşa çıkartılması korkusu.
Zîrâ âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım! Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesnâ.” (el-Hicr, 39-40)
4. Ölüm meleği Azrâil’e gaflet içindeyken ve ansızın yakalanma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99)
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Müslim, Cennet, 83; Münâvî, V, 663)
Nitekim Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- Kur’ân ile yaşadı, Kur’ân’ı infâk etti ve Kur’ân okurken şehîd edilerek rahmet-i Rahmân’a kavuştu.
5. Dünya ile mağrur olup, âhiretten gâfil kalma korkusu.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Bu dünya hayatı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)
6. Çoluk-çocuğuyla fazlaca meşgûliyete dalıp Allâh Teâlâ’nın zikriyle yeterince meşgul olamama korkusu.”
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah katındadır.” (el-Enfâl, 28)
“Muhakkak ki dünya fânî, âhiret ise bâkîdir. Fânî olan sizi şımartıp azdırmasın, bâkî olandan alıkoymasın. Siz, bâkîyi fânî olana tercih ediniz. Dünya sonludur, dönüş Allâh’adır. Allah’tan korkunuz.” (İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Mevsû‘a, I, 77)
“Ecel gelip çatmadan yapabileceğiniz iyiliği hemen yapınız.”
Cenâb-ı Hak bu hikmet dolu nasîhatlerin muktezâsıyla amel edebilmeyi ve o güzîde sahâbînin şefaatine erebilmeyi nasîb eylesin. Onun sevgisini gönüllerimize nakşederek âhirette dostluk ve komşuluğuna mazhar eylesin.
Âmîn!..