
Mantar tabancasının büyük gürültü kopartan fakat kimseye zarar vermeyen hakikatini tersinden ispatlarcasına, ülkemizde 1950’lerden beri (turizm) her sene ha patladı, ha patlayacak derken; deprem, kuş gribi, terör saldırısı, İsviçre maçında tekme, global ekonomik durgunluk ve sair sebeplerden kimseye fayda sağlamayan, atılan taşın ürkütülen kurbağaya değmediği, yanlış strateji ve taktik hesapların bulunduğu bir ekonomide olmasa da olacak, sık sık balon gibi ‘fos’ diye sönen bir sektör.
En ufak uluslararası siyasi krizde bile en başta etkilenen, pamuk ipliğine bağlı bir sektör. “Bak, başbakan şu devlete şöyle dediği için falan milletlerin turistleri bu sene ülkemize gelmeyeceklermiş.” Her yıl basında buna benzer birçok haber ve yorum yer alır. O halde vurun dış politikamızın bileğine kelepçeyi el pençe divan duralım, siz de rahat, dünya da rahat olsun. Bu mudur yani?!
“Bacasız sanayi” diye zihnimize yıllardır kodlanır lakin yılın 8 ayını kepenkleri kapalı geçirir. Devlet teşvikleriyle milyon dolarlar akıtılarak yaptırılan ve yine devlet tarafından ‘yıldızlı pekiyi’lerle süslenen tesisler ne hikmetse yılın 8 ayını, birkaç ulusal ve uluslararası firmanın organizasyonları hariç, tamamen âtıl geçirir. 8 ay yatıp, 4 ay çalışan bir fabrika olur mu? Tıkır tıkır çalışmayacaksa bu nasıl bir üretim bandıdır, bu nasıl bir fabrikadır, bu nasıl bir sanayidir?
Türkiye’deki pratiğinde 90’lı yılların sonuna kadar tur operatörlerinin tekelinde bulunan turist kafileleri -zira onların gösterdiği yerde yenilir, içilir, alış veriş yapılır- 2000’lerden sonra ise ‘ultra her şey dâhil’ sistemine monte edilmiştir. Dolayısıyla küçük esnafa küçükte olsa pek fazla hayrı dokunmamıştır. Esnaf dört gözle yollarını beklese de körler sağırlar zaten birbirlerini ağırlamıştır ve ağırlayacaktır.
İtalya, Fransa gibi Avrupa’nın köklü ülkelerinde nedense deniz-kum-güneş turizmi değil de kültür turizmi yapılır. Oysa oralarda da bol miktarda deniz mevcuttur. Neden? Çünkü onlar tarihlerini satarlar yani tarihlerini gösterirler, tanıtırlar. Rönesans’ın yaşandığı sokakları, Leonardo da Vinci’nin resim çalışmaları yaptığı evleri, müzelerini, kısacası medeniyetlerini göğüslerini kabartan bir şevkle teşhir ederler. Bizde ise durum tam tersidir. Bu topraklardaki tarih de onlarınkinden daha az değildir ama biz ‘kültür turizmi’ değil, ‘tesis turizmi’ yaparız. Bundan dolayı da Türkiye’deki otellerin hem mekân hem de hizmet kalitesi dışarıdakilerin çok çok üzerindedir. Sıkıysa olmasın, biz zaten tesis turizmi yapıyoruz, yoksa adamlar gelmez.
Gelişmiş ülkeler; Dünya Bankası, IMF ve diğer organizasyonları vasıtasıyla gelişmekte olan ülkelere sürekli pompalarlar: “Sizde deniz var, kum var, güneş var, yapın güzel tesisler, turistlerimizi size gönderelim. Dış yatırımları destekleyin! Dış yatırım için arsa gösterin! Tesislerinizi yenileyin! Turiste özel kur uygulayın!” Hatta devalüasyon tavsiyelerinde bile bulunurlar. Böylece adamların tatil ihtiyaçlarının fasoncusu durumuna düşülür. Stratejik taşıma yolları yapılacağına, sahil yollarına ağırlık verilmeye başlanır. Türkiye’nin doğusuna üç-beş derslikli bir okul açmak için TV’den kampanyalar düzenlenir ama turistik tesislerin teşviki için de ne hikmetse(!) milyonlar akar. Ülke nüfusunun % 1’i bile bu lüks tesislere gidemezken bunlar yatırım olarak görülür. Peki bu tesislerde kim yatar? Bu teşvikler kimden toplanan vergilerle sağlanır? Doğusunda köy boşaltılan bir coğrafyanın güneyinde yeni (tatil) köyleri neden kurulur? Köyleri boşaltılan şehirlere; 12 ay faal çalışacak, istihdamı artıracak, garibanlığı önleyecek, sosyal adaleti sağlayacak, ekonomik kalkınmışlık seviyesini yeniden düzenleyecek, devletin milletine sahip çıktığını ispatlayacak, kardeşliği pekiştirecek, tarım ve hayvancılığı yeniden canlandıracak (son yıllarda bu sektörlerdeki durum içler acısıdır) ve en önemlisi de göçü önleyecek fabrikalar neden açılmaz da 4 ay çalışacak olan turizm tesislerine her imkân sağlanır. Bu garabet durumu anlamak mümkün değildir.
Şimdi geldik işin en önemli iktisadi yönüne. Tam bir ‘hokus pokus’tur bu. TÜİK’in verilerine göre 2008 yılında Türkiye’ye yaklaşık 30 milyon turist gelmiş ve toplam 22 milyar dolar bırakmış. Yani turizm gelirimiz 22 milyar dolar. Yine TÜİK verilerine göre 2008 yılında turizm giderimiz 3,5 milyar dolarmış. Yani gelirimizden (22 milyar) giderimizi (3,5 milyar) çıkarırsak kârımız 18,5 milyar dolardır. İşi çok iyi bilen(!) büyüklerimiz yıllardır sürekli medyada bu rakamları söylerler: “Efendim turist sayısı bu yıl 30 milyondu, seneye 40 milyon olmasını bekliyoruz. Turizm gelirimiz rekor kırmıştır, 20 milyar doları geçmiştir…” falan filan gibi. Lakin biz küçükler böyle bir hesaba inanırsak yandık! Bu hesap hokus pokus hesabıdır. Çünkü bu hesapta turistlerin bıraktığı 18,5 milyar doların ne kadarının net kâr olarak bu topraklarda kaldığı muammadır. Turizm, ithalatı patlatan en önemli kalemdir. Lüks tüketimi artırır. Turistin içtiği viskiden yediği havyara, bindiği deniz motorundan kaldığı tesisteki aydınlatma sistemlerine, izlediği plazmadan kullandığı bilgisayara kadar hepsi ithaldir. Yurt dışından gelir. Çünkü bizde bilgi ve teknoloji üretilmez, dışarıdan satın alınır. (Uluslararası franchise’ların know-how bedellerini bir düşünün ya da İstanbul’a alınan tek bir metrobüsün fiyatının 1,2 milyon Avro olduğunu lütfen hatırlayın.) Montaj sanayiyi, sanayiden saymazsak bizde sadece emek yoğun bir üretim vardır ki bu da kendini en çok turizm gibi hizmet sektöründe belli eder. Hikâye hep aynıdır, biz eskiden adamlara tonlarca patates satardık, onlar ise bize sadece bir traktör satarlardı. Değişen pek bir şey yok. Pardon! Pardon! Şimdilerde Türkiye’de uluslararası fast food zincirlerinden yediğimiz patatesler dahi yurt dışından geliyor (şahsen sordum, Hollanda dediler).
Tek cümle ile ifade edecek olursak, bizdeki turizm safsatası; tek bir tahta kaşık için önce ormandan koca bir ağaç kesip, kesilen ağaçtan sonra bir tahta kaşık yapıp, yapılan tahta kaşıkla ‘toplamaya’ çalışırken, o esnada yurt dışından ithal ettiğimiz markalı koca kepçemizle, bol kepçe ‘dağıtmak’tan farksızdır. Hello turizm safsatası! Good bye Türkiye!
Serkan BİLGE
Genç Dergisi – Haziran 2009