HUSEYIN SASMAZ
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 11 Eyl 2009
- Mesajlar
- 1,204
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 61
Halifenin Şer'î Hükümler ve Üsluplar Benimsemesi Yani Kanunlar Koyması
--------------------------------------------------------------------------------
“Kanun” kelimesinin Arapçadaki manası; “asıl” demektir. Bu, Arapçalaştırılmış bir yabancı lafızdır. Yabancı ıstılahta “kanunun” manası; İnsanların, gereğince hareket etmeleri için sultanın/otorite sahibinin çıkarttığı emirdir.
“Kanun” şöyle tarif edilmiştir: “Sultanın, insanları ilişkilerinde kendilerine uymaya zorunlu kıldığı kaideler topluluğudur.” Kanun iki kısımdır:
Birinci kısım: İlişkileri asıl olarak tanzim eden hükümler. Bu da iki çeşittir: 1- Kanuni esasidir yani anayasadır. 2- Anayasadan başka diğer kanunlardır.
İkinci kısım: Asıllarına ait genel bir hüküm olan ferî/detay fiilleri tanzim eden kanunlardır. Onlara has hüküm yoktur, onlar vesileleri tanzim ederler. Yani onlar kendileriyle haklarında genel hüküm olan aslî fiillere gidilen üsluplardır. Onların ferîlerine ait özel bir hüküm yoktur. Onlar idari teşkilatları tanzim ederler. Onlara “idari kanunlar” veya “idari nizamlar”, “yönetmelikler” v.b. denilir.
Mademki, kulların fiilleri ile alakalı olarak Şâri’in/Şer’iat Koyucunun hitabı kendisine bağlanma zorunluluğu ile gelmiştir. Onun için o fiillerin tanzim edilmeleri Allah Subhenehû ve Teala’dan gelmektedir. İslâm Şer’iatı insanların bütün fiilleri ve bütün ilişkiler ile alakalı olarak gelmiştir. İster bu ilişkiler; Allah Subhenehû ve Teala ile ilişkileri olsun, ister kendi nefisleriyle ilişkileri olsun, ister insanların birbirleri ile ilişkileri olsun fark etmez. İslâm Şer’iatı bunların hepsiyle alakalı olarak gelmiştir. Onun için ilişkilerini tanzim etmek için insanlar tarafından kanunların konulmasına İslâm’da yer yoktur. Zira insanlar Şer’i hükümler ile mukayyettirler.
Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimleridir.”[1] وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Rasul size ne verdi ise, sizi neden nehyettiyse ondan sakının.”[2] وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ “Mü’min bir erkek ve kadın için Allah ve Rasulü bir işte hükmettiğinde o işlerden dolayı bir seçenek yoktur.”[3]
Müslim, Aişe’den Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: مَنْ عَمِلَ عَمَلاً لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ “Kim hakkında emrimiz olmayan bir iş yaparsa o red olunur.”[4]
Dolayısıyla insanlar için hükümler koyan Allah Subhenehû ve Teala’dır, sultan değil. O, insanları ve sultanı ilişkilerinde o hükümlere tâbi olmaya zorunlu kılandır, onları o hükümlerle sınırlı kılandır, o hükümlerden başkasına tâbi olmaktan onları men edendir. Bunun için, insanların ilişkilerini tanzim etmek için birtakım hükümler koymakta beşere bir yer yoktur. İlişkilerini tanzim etmek hakkında beşerin koyduğu hükümler ve kurallara tâbi olmaya insanları zorlamak ya da serbest bırakmak hususunda sultana bir yer yoktur.
Ancak Şer’i hükümler, Şer’iat Koyucunun kulların fiilleri ile alakalı olarak Kur'an ve Sünnette gelen hitabıdır. Şer’iatın konuluşu bakımından ve Arap dili bakımından onlarda birkaç mana taşıyanları vardır. Dolayısıyla insanların onları anlamakta ihtilafa düşmeleri ve anlamaktaki bu ihtilafın kast edilen manadan farklı ve başka olması boyutuna ulaşması doğal ve kaçınılmazdır. Bundan dolayı, farklı ve çeşitli anlayışların olması kaçınılmazdır. Onun için bir tek hüküm hakkında birtakım farklı çeşitli görüşler olabilir.
- Nitekim Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Ahzâb Gazvesinde şöyle demişti: لا يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الظُّهْرَ إِلا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ “Kimse Kureyzaoğullarının mahalline varmadan ikindi namazını kılmasın."[5]
Birtakım kişiler Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in bu sözünden, acele etmenin kast edildiğini anlayıp yolda ikindi namazını kıldılar. Birtakım kimseler de cümlenin manasının kast edildiğini anlayarak ikindi namazını kılmadılar, Kureyzaoğullarının mahalline varasıya kadar tehir ettiler ve oraya varınca kıldılar. Bu durum Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e iletilince o her iki gurubu da anlayışlarında tasvip etti.
- Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabın fatihası ile olmadıkça namaz yoktur.” [6]
Bir kısım insanlar bu sözden, sahih namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması, namazın rükünlerinden bir rükündür, onu okumayanın namazı bâtıl olur.’ dediler. İnsanların bir kısmı da, bu sözden kâmil namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması namazın rükünlerinden bir rükün değil, bilakis Kur'an’ın okunması bir rükündür. Onun için Kur'an’dan herhangi bir ayet okunup Fatiha okunmadığında namaz sahih olur.’ dediler.
- Aynı şekilde Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şu sözüne de ihtilaf ettiler: لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahdinde duran ahit sahibi de öldürülmez."[7]
Bir topluluk bunu şöyle anladılar: ‘Müslüman bir kâfiri öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülmez. Meselâ; hapsetmek gibi tâzir cezası verilir. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in; لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez.” sözü, mü’minin öldürülmemesi hususunda açıktır.’ Bir başka topluluk da şöyle anladılar: ‘Harbi kâfir ile zimmî kâfir birbirinden ayırt edilir. Zira bir Müslüman zimmî kâfir öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülür. Anlaşmalı kâfir, emân verilen kâfir de aynı konumdadır. Harbi kâfir ise, onu öldürdüğünde Müslüman ondan dolayı öldürülmez. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in aynı Hadisteki şu sözü buna delâlet etmektedir: وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Ahdinde duran ahid sahibi de öldürülmez.” Bunun manası, bir Müslüman bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahid sahibi olan da bir kâfirden dolayı öldürülmez. “Ahid sahibi kâfir” ifadesindeki, “kâfir” kelimesinin “harbi” manasında olması kaçınılmaz olur. Yani ahid sahibi kâfir, harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Böylece Hadisin manası şöyle olmaktadır: Müslüman harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Bunun mefhumu şudur: Müslüman harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibi de harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibinin, bir kâfirden dolayı öldürülmemesi bakımından Müslüman gibi olması, Hadiste geçen “kâfir” kelimesinden kast olunanın, zimmî değil harbi kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Bunu Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den rivayet edilen şu olay teyit etmektedir: Bir yahudiyi öldüren bir Müslüman Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e getirildi. O da onu öldürttü.
İşte, böyle anlayıştaki farklılık, bir tek hükümde görüş farklılığını oluşturmaktadır. Ayet ve Hadisler hakkında böyle farklı anlayış çokça mevcuttur. Bir tek hükümde görüşlerin farklılaşması, Müslüman’a onlardan bir görüşü almasını da kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü onların hepsi de Şer’î hükümdürler. Bir tek şahıs hakkında Allah’ın hükmü birden fazla olmaz. Ondan dolayı benimsemek için onlardan bir tek hükmün belirlenmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı Müslüman’ın bir amel yapmaya başladığında bir Şer’i hüküm benimsemesi, zorunlu bir husustur. İster farz, ister mendub, ister haram, ister mekruh ister ise mübah olsun, sadece bir tek hükümle amel etmenin vacip olması, belirli bir hükmün benimsenmesinin vacip olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun için her Müslüman’a, ister müçtehit olsun ister mukallit olsun, ister halife olsun ister halife olmasın, amel yapmak için Şer’î hükümleri alırken belirli bir Şer’î hükmü benimsemesi vacip olmaktadır. Belirli bir hükmü benimsediğinde, bu Şer’î hüküm onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Sadece onun gereğine göre amel etmesi, onu insanlara öğretmesi, İslâm’a ona göre davet etmesi zorunlu olur. Çünkü Müslüman’ın hükmü benimsemesinin manası; onunla amel etmesi, başkasına onu öğretmesi, İslâm’ın hükümlerine ve fikirlerine davet ederken ona davet etmesi demektir.
Müslüman belirli bir hüküm benimsediğinde, bu hükmün bizzat kendisi o Müslüman’ın hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüdür. Şu dört durum dışında onu terk etmesi o Müslüman’a caiz olmaz:
--------------------------------------------------------------------------------
“Kanun” kelimesinin Arapçadaki manası; “asıl” demektir. Bu, Arapçalaştırılmış bir yabancı lafızdır. Yabancı ıstılahta “kanunun” manası; İnsanların, gereğince hareket etmeleri için sultanın/otorite sahibinin çıkarttığı emirdir.
“Kanun” şöyle tarif edilmiştir: “Sultanın, insanları ilişkilerinde kendilerine uymaya zorunlu kıldığı kaideler topluluğudur.” Kanun iki kısımdır:
Birinci kısım: İlişkileri asıl olarak tanzim eden hükümler. Bu da iki çeşittir: 1- Kanuni esasidir yani anayasadır. 2- Anayasadan başka diğer kanunlardır.
İkinci kısım: Asıllarına ait genel bir hüküm olan ferî/detay fiilleri tanzim eden kanunlardır. Onlara has hüküm yoktur, onlar vesileleri tanzim ederler. Yani onlar kendileriyle haklarında genel hüküm olan aslî fiillere gidilen üsluplardır. Onların ferîlerine ait özel bir hüküm yoktur. Onlar idari teşkilatları tanzim ederler. Onlara “idari kanunlar” veya “idari nizamlar”, “yönetmelikler” v.b. denilir.
Mademki, kulların fiilleri ile alakalı olarak Şâri’in/Şer’iat Koyucunun hitabı kendisine bağlanma zorunluluğu ile gelmiştir. Onun için o fiillerin tanzim edilmeleri Allah Subhenehû ve Teala’dan gelmektedir. İslâm Şer’iatı insanların bütün fiilleri ve bütün ilişkiler ile alakalı olarak gelmiştir. İster bu ilişkiler; Allah Subhenehû ve Teala ile ilişkileri olsun, ister kendi nefisleriyle ilişkileri olsun, ister insanların birbirleri ile ilişkileri olsun fark etmez. İslâm Şer’iatı bunların hepsiyle alakalı olarak gelmiştir. Onun için ilişkilerini tanzim etmek için insanlar tarafından kanunların konulmasına İslâm’da yer yoktur. Zira insanlar Şer’i hükümler ile mukayyettirler.
Allah’u Teâlâ şöyle dedi:
وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ “Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimleridir.”[1] وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا “Rasul size ne verdi ise, sizi neden nehyettiyse ondan sakının.”[2] وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ “Mü’min bir erkek ve kadın için Allah ve Rasulü bir işte hükmettiğinde o işlerden dolayı bir seçenek yoktur.”[3]
Müslim, Aişe’den Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet etti: مَنْ عَمِلَ عَمَلاً لَيْسَ عَلَيْهِ أَمْرُنَا فَهُوَ رَدٌّ “Kim hakkında emrimiz olmayan bir iş yaparsa o red olunur.”[4]
Dolayısıyla insanlar için hükümler koyan Allah Subhenehû ve Teala’dır, sultan değil. O, insanları ve sultanı ilişkilerinde o hükümlere tâbi olmaya zorunlu kılandır, onları o hükümlerle sınırlı kılandır, o hükümlerden başkasına tâbi olmaktan onları men edendir. Bunun için, insanların ilişkilerini tanzim etmek için birtakım hükümler koymakta beşere bir yer yoktur. İlişkilerini tanzim etmek hakkında beşerin koyduğu hükümler ve kurallara tâbi olmaya insanları zorlamak ya da serbest bırakmak hususunda sultana bir yer yoktur.
Ancak Şer’i hükümler, Şer’iat Koyucunun kulların fiilleri ile alakalı olarak Kur'an ve Sünnette gelen hitabıdır. Şer’iatın konuluşu bakımından ve Arap dili bakımından onlarda birkaç mana taşıyanları vardır. Dolayısıyla insanların onları anlamakta ihtilafa düşmeleri ve anlamaktaki bu ihtilafın kast edilen manadan farklı ve başka olması boyutuna ulaşması doğal ve kaçınılmazdır. Bundan dolayı, farklı ve çeşitli anlayışların olması kaçınılmazdır. Onun için bir tek hüküm hakkında birtakım farklı çeşitli görüşler olabilir.
- Nitekim Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem, Ahzâb Gazvesinde şöyle demişti: لا يُصَلِّيَنَّ أَحَدٌ الظُّهْرَ إِلا فِي بَنِي قُرَيْظَةَ “Kimse Kureyzaoğullarının mahalline varmadan ikindi namazını kılmasın."[5]
Birtakım kişiler Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in bu sözünden, acele etmenin kast edildiğini anlayıp yolda ikindi namazını kıldılar. Birtakım kimseler de cümlenin manasının kast edildiğini anlayarak ikindi namazını kılmadılar, Kureyzaoğullarının mahalline varasıya kadar tehir ettiler ve oraya varınca kıldılar. Bu durum Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e iletilince o her iki gurubu da anlayışlarında tasvip etti.
- Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا صَلاةَ إِلا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ “Kitabın fatihası ile olmadıkça namaz yoktur.” [6]
Bir kısım insanlar bu sözden, sahih namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması, namazın rükünlerinden bir rükündür, onu okumayanın namazı bâtıl olur.’ dediler. İnsanların bir kısmı da, bu sözden kâmil namazın olmadığının kastedildiğini anlayıp; ‘Fatihanın okunması namazın rükünlerinden bir rükün değil, bilakis Kur'an’ın okunması bir rükündür. Onun için Kur'an’dan herhangi bir ayet okunup Fatiha okunmadığında namaz sahih olur.’ dediler.
- Aynı şekilde Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şu sözüne de ihtilaf ettiler: لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahdinde duran ahit sahibi de öldürülmez."[7]
Bir topluluk bunu şöyle anladılar: ‘Müslüman bir kâfiri öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülmez. Meselâ; hapsetmek gibi tâzir cezası verilir. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in; لا يُقْتَلُ مُؤْمِنٌ بِكَافِرٍ “Bir mü’min bir kâfirden dolayı öldürülmez.” sözü, mü’minin öldürülmemesi hususunda açıktır.’ Bir başka topluluk da şöyle anladılar: ‘Harbi kâfir ile zimmî kâfir birbirinden ayırt edilir. Zira bir Müslüman zimmî kâfir öldürdüğünde, ondan dolayı öldürülür. Anlaşmalı kâfir, emân verilen kâfir de aynı konumdadır. Harbi kâfir ise, onu öldürdüğünde Müslüman ondan dolayı öldürülmez. Çünkü Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in aynı Hadisteki şu sözü buna delâlet etmektedir: وَلا ذُو عَهْدٍ فِي عَهْدِهِ “Ahdinde duran ahid sahibi de öldürülmez.” Bunun manası, bir Müslüman bir kâfirden dolayı öldürülmez. Ahid sahibi olan da bir kâfirden dolayı öldürülmez. “Ahid sahibi kâfir” ifadesindeki, “kâfir” kelimesinin “harbi” manasında olması kaçınılmaz olur. Yani ahid sahibi kâfir, harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Böylece Hadisin manası şöyle olmaktadır: Müslüman harbi kâfirden dolayı öldürülmez. Bunun mefhumu şudur: Müslüman harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibi de harbi olmayan kâfirden dolayı öldürülür. Ahid sahibinin, bir kâfirden dolayı öldürülmemesi bakımından Müslüman gibi olması, Hadiste geçen “kâfir” kelimesinden kast olunanın, zimmî değil harbi kâfir olduğuna delâlet etmektedir. Bunu Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den rivayet edilen şu olay teyit etmektedir: Bir yahudiyi öldüren bir Müslüman Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e getirildi. O da onu öldürttü.
İşte, böyle anlayıştaki farklılık, bir tek hükümde görüş farklılığını oluşturmaktadır. Ayet ve Hadisler hakkında böyle farklı anlayış çokça mevcuttur. Bir tek hükümde görüşlerin farklılaşması, Müslüman’a onlardan bir görüşü almasını da kaçınılmaz kılmaktadır. Çünkü onların hepsi de Şer’î hükümdürler. Bir tek şahıs hakkında Allah’ın hükmü birden fazla olmaz. Ondan dolayı benimsemek için onlardan bir tek hükmün belirlenmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı Müslüman’ın bir amel yapmaya başladığında bir Şer’i hüküm benimsemesi, zorunlu bir husustur. İster farz, ister mendub, ister haram, ister mekruh ister ise mübah olsun, sadece bir tek hükümle amel etmenin vacip olması, belirli bir hükmün benimsenmesinin vacip olmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bunun için her Müslüman’a, ister müçtehit olsun ister mukallit olsun, ister halife olsun ister halife olmasın, amel yapmak için Şer’î hükümleri alırken belirli bir Şer’î hükmü benimsemesi vacip olmaktadır. Belirli bir hükmü benimsediğinde, bu Şer’î hüküm onun hakkında Allah’ın hükmü olur. Sadece onun gereğine göre amel etmesi, onu insanlara öğretmesi, İslâm’a ona göre davet etmesi zorunlu olur. Çünkü Müslüman’ın hükmü benimsemesinin manası; onunla amel etmesi, başkasına onu öğretmesi, İslâm’ın hükümlerine ve fikirlerine davet ederken ona davet etmesi demektir.
Müslüman belirli bir hüküm benimsediğinde, bu hükmün bizzat kendisi o Müslüman’ın hakkında Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmüdür. Şu dört durum dışında onu terk etmesi o Müslüman’a caiz olmaz: