Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Hadislerle Mü'min'lerin vasıfları (2 Kullanıcı)

hilal-gül

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
28 Eki 2009
Mesajlar
74
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
51
Allah razı olsun...bizide bunları uygulayanlardan eylesin inşallah
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜ'MİN ÜMMİ DE OLSA AKL-I SELİM SAHİBİDİR

Mü'min kişi gayet akıllıdır. O mekteb, medrese dahi görmese, îmân nuruyla, aklı her şeye erer. Aynı zamanda fatîndir. Yani, hâzıkdır, Biz bazı doktorları, çok hazık bir doktor diye medh ü sena ederiz ya, işte mü'min de öyledir. Fetânet de, imansızların akıllarının eremediği şeyleri, havas basiretinin, yani iç gözlerinin keskinliği ile iyiyi, kötüyü çabuk ve pek güzel bir şekilde temyiz (ayırma) kabiliyeti demekdir. Bu haslet ancak îmân ehline mahsusdur.
Meselâ, kâfirlerin ve dinsizlerin bugün her çeşit, akla, hayâle gelmiyen bilgi, san'at ve maharetleri vardır. Vardır amma, ne yazık ki Hak ile bâtılı ayırdedecek bir kâbiliyyetleri olmadığından, elleriyle yaptıkları o putların karşısında âyin diye yaptıkları sapıklıkları bile görüp anlamıyorlar da, papazların sözlerine aldanıp, Allah'a ibâdeti bırakarak, putlara tapıyorlar. Bundan daha ahmakça hareket olur mu? Onun için mü'min fânî olan dünyâsına değil, ebedî olan âhireti için çalışır. Âhiretini yıkıp, dünyâsını imâr. etmek istemez. Mamafih, dünyâ nimetlerinden de mü'min mahrum olmuş değildir. Kâfirler onlar için köle gibi çalışır. Hem de âhiretlerinden mahrum olurlar. Mü'minler de onların yaptıklarından, âhiretlerini yıkmadan faydalanırlar.
Mü'min, aynı zamanda (Hazir)'dir. Muğlak olan sözleri ve işleri pek güzel çözer. Müteyakkızdır. Sonu, akıbeti zararlı olan şeylerden sakınır, kaçar. (Fatîn-Fetânet), sür'atle idrâk ve intikali olan zeyrek akıl ve zihin sahibi, ziyâde fikirli, dikkatli kimseye denir ki bütün bunlar hakîkî mü'minin vasıflarıdır. Öyle değil mi yâ? O Eshâb-ı Kiram ve tâbi'în devirlerindeki insanların, ne sanayide ve ticârette ne de askerlikte, bilgi ve maharetleri vardır. Fakat, o devrin en mükemmel bilgilerine, ticâret, san'at ve askerliğine vukufu, mehâreti ve teçhizatına mâlik ve sahib olan Roma İmparatorluğu ile İran devletinin, bu mü'minler ve müslümanlar karşısında, nasıl âciz bir hale düşüp, teslim oldukları, nihayet memleketlerini bırakıp kaçtıkları inkâr kabul etmez. Tarihî hakikatler meydandadır.
İşte mü'minler basîretle bakıp, işlerini sağlam kazığa bağlayan ve akıllıca hareket eden basiretli kimselerdir ki gaflete ve tuzağa düşmezler. Kuşlar gibi, bir yemi alıncaya kadar başını kaldırıp birkaç defa etrafını kontrol ederler. Nebiyy-i Muhterem sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri, ümmetini ile güzel bir şekilde ve hem de tek bir kelime ile nasıl irşâd buyurmuşlardır: «Mü'minin, akıbetinin kötülüğünden, sû-i âkibetten, sû-i hatimeden, daîmâ korku üzerinde olması lâzım geldiği» bildirilmişdir. Hemen Cenâb-ı Hak, cümle işlerimizde, akıbetini kontrol edip dünya ve âhıret saadetini temin eden kullarından eylesin, âmin...
Deylemî (r.a.) hazretleri (Müsned'i-Firdevsî) adlı kitabında, ayrıca şu hadîsi de yazmıştır:
«Mü'minler, şüpheli şeylerde tevakkuf ederler, oraya girmezler. Sebatkârdırlar, acele de etmezler. Çünkü acele şeytandandır. Âlimdir, şübehâttan son derece korkar, kaçar. Münafık ise, bunun aksine, insanları daima inciten, şübheli şeyleri ve haramları, durmadan, düşünmeden yapan, gece odun taşıyanlar gibi, nereden kazanıp nereye verdiğini hesaplamayan ve ehemmiyet vermiyen kimsedir. Sakın siz böyle olmayın» buyurulmuşdur. Cenâb-ı Hak bizleri Cenâb-ı Hakk'a hizmet edip, bâtıldan uzak kalan kullarından eylesin âmîn.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜMİNDE, CENAB-I HAKKIN TECELLİSİ HER AN BAŞKADIR

Mü'min kişi, haddi zâtında çok kolaycı ve âsâncı, aynı zamanda vakar ve sükûnet sahibi, işlerinde aceleci değil, düşünerek, teenni ile hareket eden yumuşak huylu, sert değil, mülâyim tabî'atli, taassup ve inat şaibesinden uzaktır. Huşunete ve sertliğe düşmandır. Bu yumuşaklığı ve mülâyemetinden nâşî, onu ahmak sanırlar. Bunda makâm-ı tekvine işaret vardır. O hal, sâlik bir kulun halinde tecellilerle, çeşitli olur. Cezbe ile sülük halinde vâki olan tecellîlerin değişik hallerinde, sebat ve ubûdiyyetin müstakim olmasından nâşî, kendisini ma'rifet-i ilâhîye uyduran ve ona göre hareket eden kimsedir. Bundan dolayı günde yetmiş renge girer. Vâki olan tecellîlere uyar. Münafık ise, bu istidâd kendisinde olmadığından, doksan sene dahî olsa, aynı hal üzere kalır, değişme bilmez, inadı inaddır. Çünkü tecellîleri mahcupdur, hicablıdır, mânidir, tecellî kabul etmez. Bu tecellîlerden haberleri olmayan zavallı kimseler de, bunları bilmedikleri ve görmedikleri için, noksanlık addederler. Halbuki ne kadar yanılmaktadırlar. «Hergün o yeni bir îcaddadır» âyet-i kerimesinden, Cenâb-ı Hakk'ın her an için tecellîsinin ayrı olduğunu bilmek gerektir. Cenâb-ı 'Hakk'm ism-i şeriflerinden, biz ancak doksan dokuzunu biliyoruz. Hadd-i zâtında, kim bilir ne kadardır. Meselâ, büyükler, velîler bunun binini bilirler. Her semâdaki melekler de, beş binini bilirler. Ondan sonrasını ancak, Allah Teâlâ hazretleri kendi bilir. Her esmâ-i şerifin tecellîleri, Gaffar ve Kahhâr, Kâbz ve Bâsıt isimlerinin tecellîleri, Hafız, Rafı, Muîz isimleriyle Mübdrile Muîd isimlerinin tecellîleri şüphesiz hep ayrı ayrıdır.
Cenâb-ı Hak cümlemizi afv buyurup, Gaffar, Settâr, Rahman, Râhîm, Lâtîf ve Muhsin sıfatlarıyla tecellî buyurduğu kullarından eylesin, âmîn.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜMİN HATASINI HEMEN TAMİR EDER

Mü'min kimse, vâki olan her hatâsına, hemen nadim ve pişman olarak teessüf edip, derhal tevbekâr olan kimsedir. Bu hatâların çokluğu, her zaman tevbe ettikçe, günahlarına musîr sayılmaz. Dîninde, ma'siyetler sebebiyle hasıl olan yaraları, yırtıkları derhal tevbesiyle telâfi eder; yırtılan esvapları derhal dikmek veya yamalamak gibi. Yamasız ve yırtıksız, temiz ve ütülü esvab tabîi pek güzel amma, esvablar bazı kazalar sebebiyle yırtılıp sökülür. Hemen, bu yırtıldı veya söküldü diye atar mıyız, hayır, mümkün mertebe tamir eder, îcabederse örücüye verir veya yama koymak suretiyle işi idare ederiz. İşte bunun gibi hatâlar, günahlar, kusurlar da, tevbeler ile telâfî edilir. Bundan dolayı, insanı levm etmenin doğru olmadığı, evvelki hadîs-i şerifde zikr olunmuşdu. Kâmil insanlar, böyle kimseleri ye'se düşürmezler, saîdlik ve saadet derecelerinde mahrum etmezler. Bunun için sa'îd, tevbe ve nedamet üzere vefat eden kişidir buyurulmuşdur. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bizleleri de, hakîkî tevbe ve nedametle, zikir, teşbih, kırâ'at-i Kur'ân, namaz, niyaz, îmân ve İslâm üzere âhirete göçen kullarından eylesin, âmîn bi-hurmeti seyyidi'l-mürselîn sallallahu aleyhi ve sellem.
Bir insan ne kadar kirlense, pislense, o kiri ve pisliğinden nâşî insanlıktan çıkmaz. Olsa olsa pis insan, kirli insan derler. Fakat ne zaman ki bir hamamda güzelce yıkanır, tertemiz olur. Bir de temiz çamaşır giyince, nasıl eski haline döner ve güzel bir insan olursa, mü'min de, günahları sebebiyle hemen kâfir olmaz. Küfre düşmedikçe, helâli haram, haramı helâl telakki etmedikçe, hattâ küfürden bile tevbe edip dönse, yine ehl-i Cennet olur. Bu sebeple tecellîlere çok dikkat et, kimseye kem gözle bakma. İnsan kendisinin hangi tecellî üzerinde can vereceğini bilemez. Akıbet meçhuldür. Kulların kalbleri, yâ Celâl veya Cemâl tecellîleri arasındadır. Bu da her an değişebilir. Bazen celâl cemâle, cemal de celâle döner. Onun için herkese iyi gözle bak...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜMİNİN HER HALİ FAYDADIR

Mü'min kimse, her ne kadar fakîr ve zayıf dahî olsa, yine herhalde menfe'attir, yani herkese her cihetten menfe'ati dokunan kimsedir. Hiç bir suretle kimseye zararı dokunmaz. Herkesin menfe'atini ister ve menfe'ati için çalışır. Kimsenin de zararını istemez. İşte hakîkî mü'min böyle olur. Bu gibi insanlarla, şayet bir yolculuk yapsan, menfe'at görürsün.Sana faydası dokunur, yükü olmaz. Her zaman canı bahasına seni gözetir. Eğer onunla her hangi bir iş için müşavere edip, fikrini, re'yini alsan, sana faydalı olur. En güzel bir şekilde sana beyanda bulunur. Kendi canı için nasıl yapılmak doğru ve güzel ise, sana onu anlatır ve faydalı olmağa çalışır.
Keza, bunlar gibi, onunla bir ortaklık yapacak olsan, büsbütün faydalı olur. Kendi hakkından feragatle, senin menfe'atine çalışır. Ortağı genç ise, onun paraya ve mala daha çok İhtiyacı vardır diyerek, kendi hakkından ona verir. Eğer ortağı yaşlıysa, artık bu adam bundan sonra çalışamıyacakdır, binâenaleyh ona yardım borçdur diyerek, yine haklarından feragatle ona yardım eder.
Mü'min kişi her bakımdan, her şeyden ve her hususta, menfe'atten başka bir şey değildir. İşte böyle bir mü'min olabilmek devletini, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin âmîn. «İnsanların hayırlısı, başkalarına faydası dokunandır; insanların şerlisi de başkalarına zara' verendir.» hadîs-i şerifinin hikmeti böylece meydana çıkmış olur. Çünkü, nâsın hayırlısı demek, olgun ve kâmil bir mü'min demektir. Böyle olunca da, elbette faydalı bir insan olur. Herkese zararı dokunan insan da, insanların şerlisidir. Bu gibiler insanların en kötüsü ve adîsi demektir. İnsan kılığındaki canavarlar aibi... Allâhü Celle ve alâ hazretleri, cümlemizi, hayr-ünnâs olan kullarından eylesin âmîn Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûd hazretlerinin, o kadar çok tecelliyâtı vardır ki, saymak ve hududlandırmak mümkün değildir. Önun için, her insan Cenâb-ı Hakk'ın ayrı ayrı bir tecellîsine mazhardır. Eğer hep bir tecellînin mazharı olsalar, dünyânın hiç tadı olmazdı. Nitekim, kullarının herbirine ayrı ayrı san'atları, ticâretleri, bilgileri, muhitleri, beldeleri sevdirme ile tecellî buyurmuştur. Onun için herkes iyi veya kötü, kolay veya zor, paralı, parasız işlerde dağınık olarak, seve seve çalışırlar ve oldukları yerden ve işlerinden memnundurlar. Amma sıcak veya soğuk muhîtler, dağ veya tepe olsun; bulunduğu yerde razı olup, çalıştığı işde sebat eder. Eğer herkes bir san'ata, bir ticâ rete veya bir bilgiye atılsalardı, hep aynı iş veya san'atı yaptıkları için, pek çokları muattal kalacak, bu yüzden dünyânın terakkiyâtı ve medeniyyeti de elbette bugünkü gibi, her sahada gelişmiş ve ilerlemiş olmıyacaktı.
Demek ki, hepsinde Cenâb-ı Hakk'ın ayrı ayrı hikmetleri ve tecellîleri vardır. Kula düşen hemen her haline razı olmasıdır. Cenâb-ış Hak cümlemizi, razı olduğu amelleri üzerinde can veren kullarından eylesin, âmin...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜ'MİN ŞİDDETLİ VE HİDDETLİ DEĞİLDİR
(Camiu's-Sağîr, c. VI/9159)'daki hadîs-i şerifde geçen; mü'min, heyyin, leyyin, kelimeleri burada cem' olarak gösterilmiş. Bil'umum mü'minlerin muttasıf olmaları lâzım gelen, bu iki sıfat hadd-i zâtında çok mühimdir. Zîrâ sertlik, şiddet, hiddet, gazap, belki bir insanı kendi maksud ve emellerine ulaştırsa dahi sonu yoktur ve gelmez. Çünkü, her mahlûkta olduğu gibi, bahusus insanların bu gibi çirkin
huylara karşı bir nefreti, bir kini, bir hoşnutsuzluğu vardır. Bazen zafiyyeti sebebiyle inkıyâd etse, sever gibi görünse dahî, bunlar içten değildir, gösteriş ve idaredir. Yoksa, hiç bir kimse, şiddete, hiddete tahammül edemez, mukabelede bulunur. Bu da binnetîce ayrılıklara, darılmalara hattâ, kavgalara ve bazan belki de ölüme kadar da sürüklenir. Halbuki, İslâm'dan, îmândan beklenen de şüphesiz bu değildir. İslâm ve îmân, insanların saadeti ve selâmeti için gelmiş bir dindir. Öyle olunca, câmi'asındaki insanların, en güzel şekilde yaşamaları için gereken en iyi huyları onlara tavsiye buyurmuş, onlarla tehalluk edip, ahlâklanma neticesinde de Cennet'le tebşir buyurmuşlardır. Tabîi o canım güzel Cennet ki, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve işitmediği hattâ gönüllerde bile, hatır ve hayâle gelmedik, sayısız tükenmez, bozulmaz, kokmaz, her lokması, her yudumu ayrı ayrı lezzetlerde, çeşit çeşit nimetler işte bu güzel ahlâkların sahipleri olan kimselere va'd buyurulmuşdur. Orada ebedî olarak, ölümsüz, her kederden, gamlardan, rahatsızlıklardan ârî olarak, bir de üstelik Hak Sübhânehü ve Teâlâ hazretlerinin cemâlini görmekle müşerref olacaklardır.
İşte bu kısa ve envâ-ı çeşit felâket ve gamlarla yoğrulu olan ve nihayet ölümle sona eren bu dünyânın aldatıcı hallerine kanmayıp, varlığının sahibi ve onun sevgilisi Resulü Ekrem Hazreti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin gösterdiği, en güzel ve ma'kul yoldan ayrılmayıp, biraz sabırlı-, biraz da metanetli olarak, o güzel huyları elde etmekle, Cennet ve cemâl-i ilâhiyeyi müşahedeye nail olunması gerektiğinde hiç şüphe yoktur...
Heyn ve leyn kelimeleri hakkındaki ma'lûmât, dört hadîs evvel zikr olunmuş olduğundan, tekrarına lüzum görülmemişdir. Yalnız şu var ki, yumuşaklık, uysallık, uygunluk, suhulet, mülâyemet, hep dünyâda ve dünyâ işlerine aittir. Yoksa, dinde ye dînî hususlarda bunların hiç birisine cevaz ve imkân yoktur. İnsanı dünyası için yumuşak olur lâkin dîne gelince, ondan bir dağ gibi kımıldamaz, bir çelik gibi dayanıklı, bir mermer gibi sert, kopmaz, ayrılmaz bir bütündür. Onun için Hazret-i Ömer (r.a.) buyurmuşlar ki: «Ben, dinde bir taşdan katıyım.»
Bazı büyüklerimiz de buyurmuşlar ki, «Dağlan oymak, delmek, koparmak, mümkündür. Lâkin, mü'minin dininden îmânından zerre kadar bir şey koparılmaz ve kopanlamaz.»
Hiç bir mü'min, dinden asla bir fedakârlık yapamaz. Evet malını verir, hattâ cannıı da verir, amma dininden asla bir şey veremez. Bu, yumuşaklık, suhulet, müsamaha, dünya hayırlarına inkıyâd edip, onlara koşmak ve muâmelât-ı dünyeviyesinde istediği kadar müsamahada bulunmak, tıpkı bir devenin haline benzetilmişdir. Arabın, en meşhur ve güzidesi olan bu hayvan, hilkati ve tıyneti iktizası, istenilen yere, bu yer nasıl olursa olsun, i'tiraz etmeden çöker olmasıdır. Yani arzu ve isteğe hemen uymasıdır. Halbuki bir merkebi, bir köprüden, hele bir tahta köprüden geçirmek ne kadar zordur. Çamurdan gitmez, yokuşu sevmez. Düz yol dururken daracık kenarlardan, tehlikeli yerlerden gitmeye çalışır, lâkin deve hiç de öyle değildir. Onun içindir ki mü'minin halini deveye benzetmişlerdir. Görmez misin ki, devenin ayakları da nasıl yumuşaktır. Basdıkça yayılır, çölde gayet kolay yürür; diğer hayvanlar, çölde kolay yürüyemezler. Zîrâ, ince kum ayaklarının altından kayar, hele alışmayan insan pek çabuk yorulur. Sonra deve, susuzluğa çok mütehammildir. Hem çok yük taşır, hem de kana'atkârdır. O koca vücudu, az bir hamur ile doyar, çok da zekîdir. Gittiği yolu pek iyi bilir. Ma'lûm ya, Arabistan çölünde, halen de yol yoktur. Bugün bile, bizim şoförlerimiz yollarını kaybetmektedir. İşte o devirlerde, o ıssız çöllerde, o develer istikâmetlerini tayin edip, mükemmel bir surette, hem de kısa bir yoldan yerlerini bulurlar. Bu sebepden, Kur'-ân-ı Kerîm'de: «Deveye bakmaz mısınız?» diye, gerek onun hilkatindeki acâiblik ve gerekse bu zekâsından, sabrından, tehammülünden, kanâatinden dolayı darb-ı mesel olmuşdur. Cenâb-ı Hak, mü'minleri, suhulet ve lîynetle yâd etmişdir. Bu iki haslet de, ahlâk-ı hasenedendir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, bu iki ahlâk övülerek, Habib-i zîşan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin bu güzel yumuşaklığı sayesinde, zamanın câhil ve fena kalbli insanları, Allah Teâlâ'nın, ona verdiği rahmet sebebiyle,' Efendimizin etrafında toplanmışlar ve îmânla, İslâm'la müşerref olmuşlar ve bu din uğrunda, mal ve canlarını feda etmekden de kaçınmamışlardır. Halbuki, eğer Peygamber, sert ve katı kalbli olsaydı, bunların hiç biri olmazdı. İşte firavunlar, o kadar şiddetli hareketlerine karşı bir muvaffakıyyet kazanamamışlar, yalnız bu gün onların hali, bıraktıkları ehramlardan ve târihçe lâ'netlerinden başka bir şeyleri kalmamışdır. 0 misallerden biri de, «yaş olma sıkılırsın, kuru olma kırılırsın,» misâli gibi, Lokman Hekim'in oğluna verdiği nasihate «tatlı olma yutulursun, acı olma atılırsın» vardır ki, üzerinde durulmağa değer hikmetlerdendir. Gerek yumuşaklık ve gerekse sertlik, mezmumdur. «Hareketlerin en hayırlısı ortasıdır» kâidesince, akl-ı selimin de kabul ettiği veçhile, ifrat ve tefrit, herhalde ve her sözde ve fiilde mezmumdur. Her şeyin ortası makbul ve memduhdur. Buradaki yumuşaklıkdan murad da, tabîi ve cibillî olan kalb katılığının ve kasavetinin mukabilidir. Bunun için «İnkıyâd etmesi istendikte, derhal inkıyâd eder» denilmişdir. Bir deve böyle istenildiği gibi hareket ve emre inkıyâd eder, istenilen yere yatar, itaat ederse ki bundan murâd, mü'minin suhuleti ve liyneti demekdir ki mü'minlerin ve insanların hacetlerine ve işlerine hizmet edip, Resûlullahm yoluna, emirlerine ve nehiylerine inkıyâd ve itaat etmenin lüzumu için misal kılmmışdır. Cenâb-ı Hak cümlemizi Hakk'a teslim ve inkıyâd eden kullarından eylesin, âmîn ve sallallahu aleyhi ve sellem.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜ'MİN GÖREVİNİ İHMALSİZ YAPAR
Hukûk-u Müslimîne ta'zîm, müslümanların birbirlerinin haklarına ve hukuklarına son derece riâyet etmelerinin lüzumu ve yine birbirlerine merhamet ve yardım etmelerinin yegâne vazifeleri olduğu, fakat bu yardım ve merhametin günah işlerde olmayıp, yalnız hak ve îmân yolunda olması ve selâmı izhar ile, hastaları ziyaret ve mü'min kardeşlerinin cenazelerinde bulunmak, ihtiyaçları halinde, elinden geleni esirgememek ve hizmetçisinden tut da, komşuların, arkadaşların hattâ kendi köpeğinin, tavuğunun dahi haklarına riayet ve emsâli bütün haklara riayetkar olmaktır. Nitekim, vücudumuzun, çeşitli azalarımızın, her birisinin hizmeti ayrıdır. Eğer biri hizmetten geri kalsa, vücudumuzun işleri muatal olur. Meselâ, göz görmese, kulak duymasa, el tutmasa, ayak yürümese, o vücudun ne kıymetli olur. Bunun gibi her azânnı vazifesi ayrı ayrı olduğundan, birinin vazifesini diğeri yapamaz. Meselâ, göz görmek için yaratılmıştır. Onda duyma kabiliyyeti yoktur. Diğer bütün azalarda da böylece vazife taksimi yapılmış olup hepsi kendi hilkati icâbı ne ise onu yapmakla mükellefdir. Bizim de onların kadir ve kıymetini bilip, öylece haklarına hürmet ve riâyet etmemiz, şükrünü îfâ etmemiz nasıl iktizâ ederse, cem'iyyet içindeki vazifelerimiz de böyledir. Câhil, âlimi görünce, ona hürmet ve saygı gösterip, sözlerini dinlemek, ilim ve saadeti taleb ve gafleti terk etmek nasıl vazifesi ise, âlimlerin de câhillere • karşı va'z ve nasihatlerini eksik etmemesi ve onları gafletten kurtarmağa çalışması ve her insanm da üzerine düşen görevi ihmalsiz yapması, tıpkı bir vücuddaki ahenk gibidir. Vücuddaki ahenk ve nizâm bozulunca, ne vahim neticeler ve akıbetler doğduğu aşikârdır.
Bunun gibi cemiyetteki ahenk de aynıdır. Herkesin üzerine düşen vazifeyi dürüst ve ahenkle yapmaya çalışması îmân ve İslâmiyetin icâbıdır. Büyüklere karşı hürmet, ta'zîm, bahusus anne ve babaya karşı titizlikle hürmet ve saygıda mübalağa etmek, küçüklere karşı şefkat ve merhameti elden bırakmamak, mubah olan ve günah olmayan şeylere, hükümdarlara itaat edip birliği muhafazaya çalışmak, hep bu hadîs-i şerifin buyrukları içindedir. Bunu îzâh için buyuruluyor ki, baş ağrıdığı-vakit, nasıl bütün vücudun muztarib olduğu ve yine göz ağrıdığı vakit yine bütün vücudun ezâ duyduğu daima görülen ve bilinen şeylerdir. Diş ağrısı, karın ağrısı, diz ağrısı hep aynıdır. Bütün bunlar bize bildirir ki, bu ağrı ve sızıların, vücudun her tarafında duyulması vücuddaki irtibatın mükemmeliyetinden ileri geldiği, cümlece ma'lûmdur. Ma'azallah, bir tarafda felç gibi bir arıza olunca, bu irtibat ortadan kesiliyor. Artık orada bir hareket de olmuyor. Vücud da bir ağrı ve sızı duymuyor. Zavallı, bir müddet ölü gibi yatar. Yalnız bir nefesi vardır. Hiç bir şeyden haberi de yoktur. Nihayet doktorların tedavileri neticesinde, hastalığın şiddetine göre, bir müddet sonra biraz kendine gelir, hattâ aylarca, belki de yıllarca eski haline gelemez. Yürürken bakarsınız, ayağına veya koluna hâkim değil, sürükliyerek yürür. Bunlar bize vücud irtibatının bozulmasının ne demek olduğunu, mümkün mertebe anlatır. Eğer cem'iyyeti teşkil eden azaların irtibatı kuvvetli ise, herkes birbirine karşı insanca ve kardeşçe yardım eder ve birbirini çok iyi gözetip kontrol eder. Hattâ, babaları, anaları ölen kimseler (Müslümanlığın ilk devirlerinde) ana veya babalarının öldüğünü bile anlayamazlarmış. Çünü, etrafındaki müslümanlar, onlara yardım ellerini öylesine uzatırlarmış ki, çocuklar babaları veya analarının sağlıklarında bile görmedikleri, lütûflara, ihsanlara, iyilik ve şefkatlere nail ve mazhar olunca, tabîi olarak bütün ıztıraplarını unuturlarmış...
İşte bu da müslümanlıktaki irtibatın varlığına alâmet olduğu gibi, şefkat ve merhametin, lütuf ve ihsanın, yardım ve muavenetin kısıklığı veya yokluğu, İslâm irtibatının yokluğuna ve za'fına işarettir. Nitekim, bir bina da, tıpkı böyledir. Taş, demir, ağaç, kum, kireç, ne varsa, hepsi birbiriyle bağlanıp, irtibatları devam ettiği müddetçe, o bina, o ev ayakta durur. Ne zaman ki irtibatları bozulur, taşlar birbirinden ayrılıp dökülmeye başlayınca, o muhteşem ve muazzam bina, nasıl yıkılır, hurdahaş olursa, bunun gibi, mü'minler de birbirinden ayrıldıkları, herkes
kendi derdine düştüğü zaman, o bina gibi yıkılırlar. Bunu bize anlatmak için Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri, «Mü'minliğin yani bütün ehl-i îmânın tek bir adam gibi olduğunu» duyurmuşlar ve bu hakikati bizlere açıklamışlardır. Bizler böyle oldukça, şan ve şerefimizle, hür olarak yaşarız. Ancak bu îmân ve İslâm irtibatı zayi olup da, herkes kendi nefsim dediği zaman, başkalarının kölesi, esîri olup, hürriyet ni'metinden mahrum oluruz. İnsan değil, âdeta bir hayvana benzeriz. Bir hadîs-i şerîfde: «âhir zamanda mü'min, koyundan daha zelil olur» tabiri; koyun, sahihlerinin elinde nasıl zebun, mahkûm, âciz ve nâçâr ise, mü'min de, îmânın asaletinin ona verdiği kuvvet, metanet ve safveti kaybedince, işte böyle şuursuz bir hayvana döner. Arkadaşını keserlerken, o halâ yemek içmekle ve otlamakla meşguldür. Şimdi beni de kesecekler diye başının çâresine bakmağa lüzum bile görmez. Mü'minler de böyle
değil mi?..
Aziz kardeş, bir baksana, bir adamın herhangi bir sebepden veya arızadan dolayı bir azasını kesmek veya ameliyat yapmak istiyorlar. O kesilecek yere bir morfin yapıyorlar. Artık o hiç acı ve sızı duymadan yapacakları ameliyatı yaparlar. Ma'lûm ya, bu acı duymamak, o uzuvdaki hissin iptali neticesidir. Hissin iptali ile mâ'neviyâtm iptali arasında hiç bir fark yoktur. Birisi madde ile iptal olunur, diğeri ruhun duygusunun iptali demekdir. Kulun Allah Teâlâ'nın varlık ve birliğine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe olan inancına, öldükten sonra dirileceğine, Cennet ve Cehennem'e, mîzâna sırata, Kur'ân-ı Kerîm'in buyruklarına ve Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin sünnet-i seniyyelerine uymamakla veya bunları inkâr ile, kulun ruhu tamamiyle söner. Artık îmân ve İslâm mefhumlarını idrâk şuurundan da mahrum olur. Ruhî hissi tamamen iptal olur. O zaman eli veya ayağı kesildiği zaman hiç bir acı duymayan hastaya döner. Maazallah, şu var ki, hasta ameliyattan bir müddet sonra kendine gelir. Acıları duymaya başlar. Fakat, ruhunu kaybeden bir zavallının artık kendine gelmesi, gafleti bırakıp da îmâna sarılması, ölümden kurtulan bazı hastalar gibi nâdirattandır. Kur'ân-ı Kerîm'de de, böyle dinsiz ve îmânsız kimseler, mahlûkâtm en şerlisi olarak vasıflandırılmışdır. Artık böyle dinsiz ve îmânsızlara uyanlara ne demek lâzım, onu da siz söyleyin...
İşte İslâm ve îmân sahiplerinin sayısı ne kadar çok olursa olsun ve ne kadar dağınık olursa olsun, şark ile garb arasında, biribirlerine ne kadar uzak olsalar dahi yine bir vücud gibidirler. İmdadlarına yetişmek ve onları her bakımdan vikaye ve muhafaza, bütün müslümanlarınm üzerine düşen vazifelerdendir. Yine bakınız, bir insanın eli veya bir yeri kesildiği vakit çok acı duyar. Bunun sebebi nedir, bilirsiniz. O kesilen azadaki birliğin bozulmasından nâşîdir. Kesik yüzünden, azâ ikiye bölünmüşdür. Yara kapanıncaya kadar devam eden acı, yaranın kapanması ve birliğin yeniden temini ile kaybolur. Yine bunun gibi değil midir ki şu kadınların giydiği incecik çoraplar, pek ince ve zayıf ipliklerden örülmüşdür. Bu iplikler ayrı ayrı oldukları zaman, küçük bir çocuk bile bunları koparabilir. Lâkin, dokunduktan sonra onu çekip koparmak mümkün olmaz. Sebebi yine ma'lûm. Kuvvet daima birliktedir. Onun için İslâm dininin kökü tevhîddir. Lâ ilahe illallah Muhammedü'r-Resûlullah. Cenâb-ı Hak bizleri ve bütün ümmet-i Muhammedi bu yoldan ayırmasın, âmîn. Ve sallallahu
alâ seyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihî ecmaîn.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
SAĞLAM ve OLGUN MÜMİN, ZAYIF VE ÂCİZ MÜ'MİNDEN HAYIRLIDIR
«Hiç şübhe yoktur ki, kavî, sağlam ve olgun bir mü'min hayırlıdır ve Allah Teâlâ'ya zayıf ve âciz bir mü'minden daha sevgilidir. Fakat, gerek kavî gerek zayıf, her ikisinde de hayır vardır, çünkü îmanda müşterekdirler.»
Bu ta'bîr, menfaatin ve hayırın, hemen kavîde olduğu zanını ortadan kaldırmışdır. Binâenaleyh, zayıf ve kavî, ikisi de hayırlıdır. İçine çimento katılan incecik kumların, birleştikleri zaman, ne kadar kavî oldukları da görülmektedir.
İşte bu sebeble sen, sana fayda verecek olana haris ol ve daima Allah Teâlâ'ya sığın, hiç bir zaman acizlik getirme. Eğer sana, gerek faydalı ve gerek zararlı bir şey isabet ederse, ister hoşlandığın olsun, isterse hoşlanmadığın olsun, sakın demeyesin ki, eğer şöyle şöyle yapsaydım daha iyi olurdu veya böyle olmazdı ve bu başıma gelmezdi gibi şeyler söylemiyesin. Fakat en iyisi, Allah Teâlâ'nm takdiri böyleymiş diyecek olursanız ki, Allah Teâlâ, dilediğini işler ve fâil-i Muhtardır. İyi, kötü, hayır ve şer hep ondandır, onun izni olmadıkça hiç bir zerre bile kımıldayamaz Kulun üzerine vâcib olan ve ona düşen, hemen onun takdirine razı olmaktır. Bu suretle her türlü vesveselerden kurtulmuş olur. Çünkü, eğer bu (lev) kelimesinin manâsına daldığımız takdirde, şeytan aleyhillânenin bütün vesvese kapılarını açmış oluruz ki, artık içinden çıkılmaz bir hal alır. Bu sebepten nehy olunmuşdur ki, mü'minler, daimî huzur ve rahat içinde olsunlar, fakat takdire razı oldukları halde, teessüfen şöyle yapsaydık diye ızhar-ı teessüf mekruh olmaz demişlerdir.
Bu hadîs-i şerîfden alacağımız dersler pek çoktur. Mü'minler, her bakımdan kavî de olsalar, zayıf da olsalar, hayır üzerindedirler. Her ikisinde de hayır vardır. Hemen insan, dünyâ ve âhiretine fayda verecek şeyleri arayıp, bulup, onu yapmaya çalışması ve ancak ona haris olması lâzımdır. Amma bu çalışma, yalnız başına olmaz. Muhakkak Allah Teâlâ'mn inayeti, hidâyeti ve tevfîki şarttır. Onun için, her yerde ve her zaman Allah Teâlâ'ya sığınmak ve O'na iltica etmek, O'ndan yardım istemek, kulun başlıca vazîfelerindendir. Eğer bunu yapmazsa, işin sonunda muvaffakıyyet elde etmek mümkün olmaz. İşe başladıktan sonra da acizlik görürsen, o senin hatandır. Onu ara, bul ve Hak'dan hiç bir zaman ümidini kesme. Ona en lâyık bir şekilde sarıl ve bağlan, gerisinden korkma. O kendisine sarılanı, kat'iyyen mahrum etmez. Şefîk ve Rahîm'dir; lütuf ve ihsanı bitmez, tükenmez. Başarısızlığa uğrayınca, «Ah! Keşke şöyle yapsaydım böyle olurdu...» diye, bir fikir ileri sürmeye kalkma. Zîrâ, artık olanlar olmuşdur. Boşuna yorgunluğa lüzum yoktur, vesselam. Ve salli ve sellim alâ eşrefi ve es'adi'l-mahlukât ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaîn...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜ'MİN GEÇMİŞİNDEN ve GELECEĞİNDEN KORKU ÜZEREDİR
Haddi zâtında, mü'min kişinin iki korku arasında olması gerektir. Ve böyle olan kimse mü'mindir. Bu iki korkudan birisi, geçmiş zamanlardaki gençliğinde yaptığı günahlardır ki bunlar hakkında, Allah Teâlâ'nın ne işlediğini bilmez ve bilinmez de. Yani mağfiret-i ilâhîye mazhar olup olmadığı da meçhuldür. Meçhul olunca, tabîi bir korku ve bir mesuliyyet bakî kalacakdır. Bir de geri kalan ömründe ne yapacağını ve başına neler geleceğini bilmediğinden, ne gibi felâketler ve helaki mucib olacak şeylerle karşı karşıya kalacağını bilememesinden nâşî olan korkudur ki, bu da tabiî demekdir. Böyle iki korku arasında kalan bir mü'min için, şüphesiz dünyâ hayatına iltifat etmek mümkün olamaz. Daimî bir korku ve üzüntü içinde olan zavallı mü'min, ancak Cenâb-ı Hakk'a yalvarmak ve O'na sığınmak mecburiyyetini zarurî görmekle, başını ve paçasını kurtarabilmek çârelerini aramak zorundadır. Yoksa, günüm gün olsun deyip, sabah akşam zevk ve safası uğrunda ömrünü tüketen ve akıbetini düşünmiyen kimsenin, kâmil ve olgun bir mü'min ve müslüman olması mümkün olamaz vesselam. Allah Teâlâ hazretlerinin hükmüne ve takdirine razı olmayanlar için Cenâb-ı Hak: «Benden başka kendisine ma'bud arasın» buyurmuşdur ki, ne büyük tehdîd ve ne güzel »bir hakikattir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜMİNDE YALANLA HIYANET BULUNMAZ
Mü'min, yaratılış itibariyle her türlü ahlâkın kendisinde bulunması mümkün olan insandır. Ahlâk-ı mezmumesi de, ahlâk-ı hamîdesi de bulunabilir. Yalnız mü'min kişide, yalanla hıyanetlik bulunmaz. Bu iki ahlâk, helâl i'tikad edilmedikçe küfrü mûcib değilse de, mü'mine yakışan bir huy, bir ahlâk olmadığı için, tehdid ve zecr olarak mü'minde her kusur ve kabahat olabilir amma, yalancılık ve hainlik olamaz. Mü'min daima doğruluğu ve emâneti sever ve herkese de onu tavsiye eder. Kendisi için de en büyük şiar ve şeref, doğruluğu ve eminliğidir. İnsanlar arasında doğru ve emin kimselerin mevkii, kadir ve kıymeti yüksektir. Şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın indinde de doğruluğu ve eminliği sayesinde, yüksek derecelere nail olur. Cenâb-ı Hak cümlemizi doğruluğu seven ve ondan ayrılmayan kullarından eylesin, âmîn.
Her gün ve her namazda, Cenâb-ı Hak'dan taleb ettiğimiz (Sırât-ı Müstakîm) doğruların ve emîn kimselerin yollarıdır. «Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni» sözü ne kadar doğrudur. Bu hususda, gerek emânet kısmında ve gerekse doğruluk hakkında lâzım gelen ma'lûmat verilmişdir ve verilecektir. Doğruluk Cennet'te bir ağaca benzetilmiştir. Dalları da yeryüzüne yayılmışdır. Her kim doğruluk dallarından birine yapışırsa, onu doğruca Cennet'e iletir. Bunun aksine, yalancılık da kökü Cehennem'de olan bir ağaçdır ki, onun dalları dünyaya yayılmişdır. Her kim yalancılıkda bulunursa, yani yalancılık dallarına yapışır, tutunursa, o dallar da o gibi yalancıları doğruca Cehennem'e sürükler, götürür. Onun için doğrunun yeri Cennet, yalancının yeri de Cehennem olduğu ve olacağı tezahür eder. Cenâb-ı Hak cümlemizi doğru sözden ve doğru yoldan ayırmasın, âmîn.
Hıyanetlik ve yalancılık ancak Yahudi kavminin, huy ve hasletidir. Bunlar bir müslümana katîyyen yakışmaz. Bu sebepten, çocuklarımıza çok dikkat edip, daha körpe ve küçük yaşlarda iken, bunların çirkinliği, doğruluğun da iyi, güzel ve şerefli bir huy olduğunu öğretmeli ve dikkatle üzerinde durmalıdır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar diyen atalarımız, bununla, çok sürmez, foyası meydana çıkar demek istemişlerdir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜ'MİN YUMUŞAK TABİATLI UYSAL KİMSEDİR

Bu hadîs-i şerîfdeki (leynü'l-menkebi) lâf- i zindan omuzlarının yumuşak oluşu tabiri, cüzi zikr ile külli murad etmektedir ki, yani bir adamın bir tarafını, bir hasletini zikr ile, o insanın değer murâd olunur. Mü'min daima yumuşak tabiatlı uysal kimsedir. Bir meclisde oturulurken yeni gelen bir kimseye yer açmak için derlenip toparlanır, ona yer açar. Her ne kadar, kendisi rahatsız olsa dahi, kardeşini ayakta bırakmamak için, bu zahmeti ihtiyar eder. Bu huy, bilhassa hac esnasında pek şiddetle ihtiyaç hissedilen bir güzel huydur. Bazı kardeşler, bir kardeşinin oturacak yer bulamadığını görünce, onu hemen yanlarına çağırırlar, ayakta kalıp rahatsız olmasını önlerler. Bunun aksine bazı kardeşler de imkân varken bile, rahatlarının bozulmaması için, çeşitli müşkülât gösterip, bir türlü yanlarına oturtmak istemezler. İşte mü'min ile münafık, bu suretle ayrılmış ve bilinmiş olur. Çünkü mü'min, kardeşine daima kolaylık gösterici ve yer vericidir. Münafık ise, bilakis uzaklaştırıcı ve zorluk çıkarıcıdır. Zira yer gösterip, sizi yanına alan kimseyi, bil-mec-buriyye sever ve size zorluk gösteren ve yer vermiyeni de, tabîi olarak sevemezsiniz. İşte bu hal, mü'minle, münafığı pek güzel ayırır ve bildirir.
Mü'min, kardeşini görünce, ilk olarak «selâmün aleyküm» diyerek onu selâmlar ve ona güler yüz gösterir. Münafık ise, ona selâm vermek ağır gelir, büyüklük taslar, selâmı karşısındakinden bekler. Ona selâm verilmedikçe selâm vermez. Bu da ikinci bir mi'yardır. Bunlarla mü'min ve münafık kolayca anlaşılır. Hak Sübhânehü ve Teâlâ Hazretleri cümlemize, müminlere yakışan güzel huy ve ahlâklardan nasîb buyursun ve kötü, yaramaz huy ve ahlâklardan da, muhafaza eylesin, âmîn.
Yalnız şu cihet tecrübelerle sabittir ki, atalarımızın, can çıkmayınca huy çıkmaz, onu ancak teneşir temizler gibi meşhur ve hikmetli sözlerinin ne kadar isabetli ve yerinde olduğunu söylemeye bilmem lüzum var mı?.. Uzun zamanlar edinilmiş kötü huylar, her ne kadar riyazetlerle ve terbiyelerle bir dereceye kadar ıslah edilirse de, böyle riyazet ve terbiyeyi yapabilcek kaç kişi bulunur.
Bir adam, büyüklerden bir zatı evine yemeğe da'vet etmiş, beraberce gitmişler, eve yaklaşınca, bir bahane ile adamcağızı geri çevirmiş. Sonra gidip, özür dileyerek, tekrar davet etmiş. Zavallı iyi kalbli zat da, adamın arkasına takılıp, yine evine kadar gitmiş. Davet eden kimse yine, bir bahane uydurarak, efendiyi geri çevirmiş. Bu davet ve geri çevirme oyunu tam beş defa tekerrür etmiş, o muhterem zat da, hiç bir keresinde bile, «Bu senin yaptığın nedir?» dememiş. En nihayet davet sahibi, efendinin elini öperek kendisine mürid olmak istemiş ve şöyle demiş: «Efendim ben bunları, sizin halinizi anlamak için yapdım ve anladım ki siz hakîkî bir mürşidsiniz.» Efendisi ise cevaben: «Çok yanlış anlamışsın, benim yumuşaklığım, hiç de iyiliğe delâlet etmez. Görmez misiniz ki, bir köpeği ne kadar kovarsanız kovunuz, o yine çağırdığınız zaman gelir. Bu, köpek tabiatıdır.» diyerek, fevkalâde bir tevazu göstermişlerdir. İşte büyükler, iyi huyları dahî kendilerine mal etmezler.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜMİNİN MELEKLERDEN EFDAL OLUŞU, BEŞ DÜŞMANA GALİP GELMESİNDENDİR

Mü'min kişinin meleklerden efdal olmasının sebeblerinden birisi de, onun bu beş düşmanla mücâdele edişi ve muvaffak olup, imânını muhafaza edişindendir. O bir kere, ona hased eden bir mü'min ki, îmânı zayıftır. Hakk'ın taksimine razı olmayıp, diğer bir mümin kardeşinin nail olduğu nimetlere hased eder durur, bu suretle de onu incitir. Halbuki, hased edenin eline bir şey geçmiyeceği gibi, kazanmış olduğu bazı hasenatı ve sevabları da elinden gider. Çünkü hased, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, o da sâlih amellerin sevablarmı mahveder, âhirette eline bir şey geçmez, tam bir müflis haline gelir. Mü'min ise, bunları hep sabırla karşılar, derece üstüne derece alır.
(Mü'minin ikinci karşılaştığı şiddet ise, münâfığm ona olan buğzudur, o da bir belâdır, söz dinlemez, nasihat kabul etmez. Buğzunu ve şiddetini, her fırsatta arttırmaya çalışır. Mü'min de bununla mücadele halindedir.
Bunlar yetmezmiş gibi üçüncü olarak bir de kâfir onun baş düşmanıdır ki, ikidebir dövüş ve muharebeler çıkarırlar. Muharebeler, insanlara büyük zararlar ve felâketler getirir. Hele bu günün harbleri. Onun için durmadan çalışmak ve bu kâfirlerin esîri olamamak için geceli, gündüzlü çalışmak ve onları korkutacak derecede üstün olmaya gayret etmek, îmânın îcâbı ve Kitâb'ın hükmüdür. Müslümanlar bunu yapmadıkları takdirde mesuliyet kendilerine râci'dir. Binâenaleyh, bütün israfların önüne geçerek, kazançlarını bir araya toplayıp, zamanın îcâbı olan âlât-ı harbiyeyi, en üstün şekilde tedârik ederek, kullanılması için erler yetiştirmek ve sonra da, şecaat ve metaneti muhafaza ile, sabredip, muvaffak oluncaya kadar uğraşmak, mü'minin vazifesidir.
Mü'minin dördüncü düşmanı ise, diğerlerinden daha beter olan gizli düşmanıdır ki, o da kendi nefsidir. Çeşitli hiyle ve hud'a ile, mü'mini yolundan çıkarmaya ve daîmâ günahlara düşürmeye, elinden gelirse îmânını da almaya çalışan, haddi zâtında gizli kâfir olan ve lâkin ıslahı mümkün olan bir nefis vardır. Diğer düşmanlarla sulh yapılır rahatlığa kavuşulur ve lâkin bu nefisle, hiç bir suretle sulh yapmak mümkün değildir. Yedi başlı ejderhâdan daha beterdir. Nefsi terbiye eden muhterem kimselerle dostluk peyda ve te'sis edilirse, belki bir dereceye kadar ıslahı mümkün olur, zararları önlenebilir. Ağaçlar ve hayvanlardan aşılar sayesinde iyi bir cins elde etmek mümkün oluyor da, insanlar için neden mümkün olmasın? İnsanın aşısı da ancak bir mürşid-i kâmilin eline sanhp, ona itaatle mümkün olabilir.
Nasıl ki, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin aşıları, az bir zamanda ne kadar büyük bir kuvvetle inkişaf ederek, dünyayı tuttu ise, vekilleri tarafından da her zaman böyle olacağında hiç şüphemiz yoktur. Nefsin yedi devresi vardır. Fakat üç tanesi çok tehlikeli ve korkunçdur. Ma'âzallah insan, nefsin birinci, ikinci hattâ üçüncü devresinde âhirete intikal edecek olsa, durum çok müşküldür. Çünkü bu devrelerde nefis, hep kötülüğe meyyaldir, ıslahı pek mümkün değildir.
Birincisine emmâre derler ki, bütün işi kötülüktür. Tevbe ve istiğfarla beraber ibadet ve tâate dönerse ikinci devresi olan levvâmeliğe geçer. Bu devrede bir derece iyiliğe dönmüştür. Fakat gözü hep emmârededir. Hemen fırsat bulunca emmâreliğe dönüverir. Nefisle mücâdelede muvaffak olunursa, mülhimeliğe geçer. Bu devrede bir derece daha iyi olmakla beraber, yine emniyyette değildir. Gözü yine eski halindedir. Biraz gevşek bırakırsanız der' hal levvâmeliğe, oradan da emmâreliğe geçiverir. Mülhimedeki mücâdelesinde muvaffak olursa, nefs-i mutmainneye geçer. Burada selâmeti bulur. Fakat yine yakasını bırakmaya gelmez. İnsan ömrü boyunca bunlarla uğraşmak mecburiyetindedir. Nefsi azgın olanlar, Hak ve hukuku bilmiyenler, hep bu nefsin esareti altında can verirler. Halbuki, kâfirlerin esareti altında kalmak, nefsin esareti altmda kalmaktan çok daha ehvendir. Avrupa ülkelerinde yaşayan milyonlarca müslüman ve mü'min vardır. Orada herkes ibâdetini yapabilmektedir. Halbuki, insan nefsin esîri olunca, Kâ'bede olsan, Medîne-i Münevvere'de de olsan, yine o kâfir nefis yapacağım yapar. İbâdet ve tâati katiyyen istemez. Böylece vaziyyet aydınlanmış olur.
Beşinci düşman da, belâ da, şiddet de şeytandır. Gözle görülmez, elle tutulmaz. Hak Sübhânehû ve teâlâ, onun varlığını ve apaçık düşmanlığını, Kur'ân-ı Kerîm'de müteaddid âyetlerde bildirmişdir. «Şüphesiz şeytan sizin için apaçık bir düşmandır» buyurulmuşdur. Onu korkutan yalnız Allah Teâlâ'nın zikridir. Kul, zikrullahla meşgul olunca onun yanına sokulamaz. İğvâ da edemez. Lâkin, zikrullahdan gafil bulunca derhal iğfal edip, kandırmaya çalışır. Bunlar hep kulların, Allah Teâlâ'ya sımsıkı sarılması için, Hakk'ın kullarına iptilâsıdır ve ni'metidir. Zîrâ kul, iptilâsız kalınca, tuğyana ve isyana ve itaatsizliğe doğru kaymaya başlar. İşte bu iptilâların hepsi kulun, Allah'dan başkasına gönül vermemesi ve Allah'a firar için birer sebep ve vesiyledir. Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri cümlemizi Hakk'a gönül veren ve emirlerini tutup, yasaklarından kaçınan bahtiyarların zümresine ilhak buyursun, âmîn ve sallallahü alâ seyyidinâ Muhemmedin ve alâ âlihî ve sahbmî, ecmaîn...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
MÜMİN KARDEŞLERİNİ NEFSİNE TERCİH EDER

Bu hadîs-i şeriflerde, olgun ve kâmil mü'minlerin hali daha açık olarak zikredilmişdir. Şöyle ki, mü'min kişi, dünyânın ve dünyâ lezzetlerinin fânî ve çabuk geçeceğini bilir de, hayâtın hiç bir fânî lezzetine kıymet vermez. Onun bütün derdi ve gözü Mevlâsındadır. O Allah'a âşık ve O'nun ebedî, lezzetine doyum olmayan ahıret nimetlerine ve bu meyanda, gözü daima, cemâl-i ilâhiyesini müşahedededir. Müşâhade mahalline de Cennet derler. Kul, her nerede ki, bu müşahedeye mazhardır, işte orası onun Cennet'idir. Biânenaleyh, dünyâda iken, bu müşahedelerin, dünyâya ait ve dünya tecellîlerine mazhar olunca, artık onun gözünde ev, bark, köşk, saray, zevke uygun yemekler, giymeye değer kıymetli süslü esvablann kıymeti yoktur, tenezzül etmez. Hattâ, üstünü başını düzeltmeye, saçını başını taramaya bile vakit bulamaz. Hep gözü, derdi, düşüncesi Mevlâsıdır. Onun rızâsıdır. Diğer zevklerin hiç birinin onun yanında zerre kadar kıymeti yoktur. Kalbi havf ve haşyetle doludur. Mü'min ne kadar sofu da olsa, günahsız da olsa ibadeti ( meleklerden daha çok da olsa ona yakışan, yine Mevlâ'sından korku üzere olmasıdır. Korku ile recâ arasında olması da, en büyük bir meziyyettir. Buna hiç bir şey denk ve muâdil olamaz. Bu kadar kıymetli ve emsali bulunmaz bir nimet bırakılır da dünyânın fânî lezzetleri ihtiyar olunur mu?.. Bunlara aldananlar, hep kör ve basiretten mahrum ümmetin zayıflarının halidir. İmanları kavî ve kâmil olanlar, çocukların aldanacağı böyle fânî şeylere iltifat edip de, aziz ve kıymetli ömürlerini zayi etmek istemediklerinden, kanâat edib, ömürlerini hep ulu Rabbimize itaat, ibâdet ve rızâyı ilâhiyenin tahsili için sarf ederler. Bu îmân kuvvetiyle de ölümden hiç korkmazlar. Şehâdete can atarlar. Bu îmân sebebiyle, her yerde düşmanlarına galip gelmişlerdir. Çünkü nusretin ve yardımın, muvaffakiyetin Allah'dan olduğuna inanmışlardır. Maddeye kıymet vermemişler ve her türlü imkânlara, kuvvetlere ve çok üstünlüğe sahip olan düşmanlarına pes dedirtmişler ve onlara hadlerini bildirmişlerdir. Cenâb-ı Hak cümlemize kâmil ve olgun iman nasîb eylesin, âmîn. Ve salli ve sellim alâ eşrefi ve es'adi nuri cemîü'l-en-biyâi ve'l-mürselîn salavâtullâhi ve selâmühû aleyhim ecmaîn...
Mü'minin kendisini soğuktan, sıcaktan, kar ve yağmurdan ve ağyarın gözünden koruyabilecek bir evi oldu mu, ona yeter de artar. Karnını doyurmak için de, öyle envâ-i çeşit lezzetli yemekleri aramaz. Ömrünün çoğu oruçlu olmakla beraber açlığını gideren kuru bir ekmek de ona kâfidir. Çünkü, midesi de öyle büyük değildir. Kanaatkar olmakla beraber, hırsı ve aç gözlülüğü de yoktur. Şöhretli, gösterişli es-vablardan hiç hoşlanmaz. Çünkü onlar, aynı zamanda insana ucub ve kibir gibi çirkin ve kötü huyları musallat eder. İnsan kendisi bunun .farkında bile olmaz. Bu sebepledir ki, başını taramak ve süslenmek de âdeti değildir. Bunlar için vakitlerini zâyî etmek istemezler. Bunlar bize göre, çok mühim ve önemli gibi görünürse de, sahib olduğumuz evleri zamanın îcâblarma göre süslemeye ve konfor dedikleri hiçbir şeye yaramıyan, yalnız sahibini kibir ve gurura düşüren ziynetler, ind-i ilâhîde ve Rasûlüllah katında da makbul ve merğub olmadığı gibi, birçok da lüzumsuz ve fuzûlî masraflara sebep olduğu da cümlece malûmdur. Olgun mü'min, her zaman mü'min bir kardeşini kendinden daha çok fazla düşünür, onun zarurette kalmasına hiç razı olmaz. Bunun için kendisi her bakımdan tasarruf eder ve kanâat eder, artırdığını bir mü'min kardeşinin evi olması, onun da çoluk ve çocuklarının daha mesud olabilmesi için, onları kendisine tercih ederek yardım eder. Kendisi muhtaç olsa dahi, ehemmiyet vermez, illâ kardeşini düşünür ve onun imdadına koşar. Onun için kendisinin süslü, saltanatlı eşyalara ihtiyacı yoktur. Belki ihtiyacı yok demek doğru olmaz. İhtiyacı vardır da, kardeşlerini, kendilerine tercih ettiklerinden haklarını ve arzularını onlara terk ederek, mağfiret-i ilâhiyyeye mazhar olmaya ve derecât almaya çalışırlar. Hadis-i şerifde: «Herhangi bir kişi ki gayr-i meşru şehveti artar, fakat o şehvetini terkeder, nefsine hakim olursa Allah o kulunu mağfiret eder.» buyurmuşlardır.
Böyle olunca, bütün mü'minler yıkılmaz bir kale gibi, birbirlerine sarılmış ve yıkılmak bilmiyen bir sûr gibi olurlar. Ve'-hamdü lillâ-hi Rabbi'l-âlemîn ve'ssalâtü ve's-selâmu ala seyyidinâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ec^ main...
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
KÂMİL MÜMİN DÜNYADA DA CENNET MİSÂLİ HAYATINI İDAME ETTİRİR

Mü'minin, indi ilâhîde bazı meleklerden efdal olmasına mebni, Cenâb-ı Hak onu, daımâ muhafaza için onun her azasına birer melek müvekkil kılmışdır. Meselâ gözlerinin muhafazası için ve keza kulaklarının muhafazası, ağzımızın, mide, bağırsak, böbrek, ciğer, kalb ve saire gibi azalarımızda, birer meleğin bulunduğu ve bahusus lisânımızda da bir melek olduğu bildirilmişdir ki, bu meleğin ilhamlanyle envâ-i çeşit hizmetlerin bilinmesi, söylenmesi ve bildirilmesi mümkün olur. Bu suretle de Cenâb-ı Hakk'ın çeşitli nimetlerine şükreder, ne zaman ki melek o mü'mine yaklaşır, şükrü ve marifeti artar ve kurb-i ilâhiyeye nail olur. Hatâ ve kusurlarına karşı, hemen ve derhal nedametler ve pişmanlıklar hasıl olmaya başlar. Bu suretle de yanlış ve hatalı yollardan uzaklaşıp, Hakk'a vuslata yol ve çâre arar. Bu melekler sayesinde kul, daima inbisat halindedir. Ferah ve surûr içindedir. Mü'min-i kâmil, dünyâda da Cennet misâli hayatını idâme ettirir, nimetlerine şükürden, günah ve kusurlarından nâşî daimî istiğfardan hâlî kalmaz. Böylece seyyiâtları silinmiş, salih amelleri kat kat olmuştur. Kâfir ise bunun aksine, lisânı üzerinde melek değil, Hakk'a irşad da değil, belki istihfafı yüzünden Hak'dan yüz çevirip, putlara ve put misâli Allah'ın kullarına taptıklarından ötürü Hakk'ın mebğuzu olmuşlardır. Bu yüzden de dilleri üzerine birer şeytan oturtturulmuşdur. Bu şeytanlar onlara, envâ-i küfür ve dalâlet yollarım bildirirler ve ' Allah Teâlâ Hazretlerinin nimetlerini, kuvvet Ve kudretini inkâra yeltenirler. Ne zaman ki şeytan bu kâfirlere yaklaşır, inadları, küfürleri tuğyanları arttıkça artar. Şeytan aleyhi'l-lânenin, mümin kullara musallat olmaması için, mü'minlerin hiç bir an bile' Allah Teâlâ Hazretlerinin zikrinden gafil olmamaları iktizâ eder. Zîrâ îmân ve zikrallahın nuruna şeytanın tahammüle gücü yetmez,;derhal oradan kaçar. Ezân-ı Muhammedi okunduğu ve kamet getirildiği zamanlarda da yine zikrin nuruna dayanamaz, yanmamak için kaçmaktan başka çâresi kalmaz.
Mü'min habîbullahdır. Yâni Allah'ın dostu ve sevdiği bahtiyar kimsedir. Allah Teâlâ ona, dünyâ ve âhirette, gözlerin görmediği nimetleri ihsan eder. Ve'l-hamdü lillâhi alâ dîni'l-İslâm ve salli ve sellim alâ efdali'l-mevcû-dât seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt