Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Günün Sahabesi (1 Kullanıcı)

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
501
Puanları
83
Yaş
43
Allahım sen bizleri bu En güzellerin
Bu en önde gidenlerin...
Bu Nuru yaymak için Gerçek anlamda canları ve mallarıyla...
vatanları ve yurtlarıyla mücadele eden...
bir an bile tereddüt etmeden Habibine Biat eden..
Korumak ve Senin Dinini yaymka için Sözleşen...
Dünyalık herşeyi bir gecede ellerinin tersiyle iten...
Bu en güzel Ashabın yolundan gitmeyi nasip eyle... amin...
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
DIMÂD BİN SA'LEBE (r.a)

Mekke için için kaynıyordu. Her sokak başı, her ev, her kervan hep ondan bahsediyordu. Muhammed’den (a.s.m.), onun getirdiği davadan söz ediyordu. Bazıları onu dinlediği bir sokak başında kalbinden vurulmuşcasına sarsılıp davasına teslim oluyor, bazıları kin ve inadında daha da ileri gidiyordu. Hidayete yol bulanlar onun etrafında toplanıyordu. Daire günden güne genişliyordu. Müşriklerin azılıları ise bu gidişten endişeleniyor, şirkin yıkılışına seyirci kalamayacaklarını anlıyorlardı.

Kendilerini atalarının putlarından uzaklaştıran, yeni bir din ile mükellef kılan bu zatın önüne nasıl geçilecekti? İşin şakaya gelir yanı yoktu. “Bu iş devam etmez, biter” diyenler hep aldanıyordu. Çünkü en umulmadık kimseler onun tarafına geçiyordu.

Günlerden bir gündü. Mekke’de bir sokak başında bir araya gelmiş müşrik ileri gelenleri dertleşiyordu. Muhammed’in (a.s.m.) nurunu nasıl söndürüp, bu gidişin önüne nasıl geçeceklerini müzakere ediyorlardı.

Hidayet güneşini söndürme azimlilerinin başında Ebu Cehil geliyordu. Bu azılı müşrik her türlü düşmanca planların yanında ve başında idi. Beraberinde Utbe bin Rebia ve Umeyye bin Halef gibi iki meşhur İslam düşmanı da bulunuyordu. Konuşan yine Ebu Cehil’di. Cehaletin, şirkin ve zulmün babası Ebü Cehil şöyle dedi:

“Bu adam birliğimizi parçaladı. Umidimizi suya düşürdü. Ölenlerimizi dalalette olmakla suçladı. İlahlarımızı kınayıp tahkir etti.”

Etrafındakileri tahrik edici bu sözler aynı zamanda İlahi dava karşısında duyulan can sıkıntısının da bir tezahürü idi.

Kızgın Umeyye söze karıştı:

“Bu adam gerçekten delidir!” dedi.

Aslında bu ifade de kinle karışık bir acziyet beyanı idi.

Meşhur cinci Dımad oradan geçerken bu konuşulanları duydu. Umeyye’nin “Delidir” demesi onda Muhammed’e (a.s.m.) karşı düşmanlıktan ziyade bir acıma hissi uyandırmıştı. Onun gerçekten deli olduğunu sandı ve mesleğinin zaten böylelerini iyileştirmek olduğunu düşündü. Hem Muhammed (a.s.m.) onun eski bir dostuydu; onu bu dertten kurtarmak en azından bir vefa borcu sayılırdı.

Dımad, Muhammed’i (a.s.m.) arayıp bulmaya, derdini öğrenip onu iyileştirmeye karar verdi. Çünkü Mekke’nin ve o hayalinin yeğane ruh doktoru o idi. Doğruca yola koyuldu ve o gün akşama kadar araştırdı. Muhammed’i (a.s.m.) bulamadı.

Ertesi gün ilk işi yeniden aramak oldu. Sonunda onu Kabe’de namaz kılarken buldu. Makam-ı İbrahim’in arkasında tahiyyatta oturmaktaydı. Namazını bitirip selam verince yanına yaklaştı. Tedbirli bir tavırla ona doğru yürüdü. Çünkü tedavi ettiği hastalarının ne zaman, ne yapacağı pek belli olmazdı.

“Ey Abdülmuttalib’in torunu, bana dön bakalım” dedi.

Resulullah (a.s.m.) yönünü döndü ve ”Ne istiyorsun?” dedi.

“Ruh hastalıklarını tedavi ederim. İstersen senin derdine de bir çare bulayım. Hastalığını büyütme. Senden daha ağır hasta olanlarını iyileştirdim. Kavmin sendeki bir takım kötü hasletlerden bahsediyor. Ümitlerini iyice kırmışsın, cemaatlerini parçalamışsın. Ölenlerini sapıklıkla itham etmişsin, İlahlarını kınamışsın. Bunları ancak cinnet getiren bir kimse yapar.”

Resulullah (a.s.m.) Dımad’ı sabır ve sükütla dinledi. Çünkü o önce konuşanı dinler; sonra ne söylemek gerekiyor, nasıl davranmak icab ediyorsa en güzelini yapardı. Henüz cehalet bataklığında olup, kafasında putların inancını taşıyan Dımad’a da şöyle hitab etti:

“Hamd Allah’a mahsustur. Yalnız Onu medheder ve Ondan yardım isterim. Allah kime hidayet ederse, kimse onu saptıramaz. Kimi de saptırırsa, onu kimse hidayete erdiremez. Tek olup hiçbir ortağı olmayan Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet ederim” diye sözlerine başladı ve kendisine isnad edilenlere cevap verdi.

Dımad şaşırmıştı. Çünkü dinlediği sözler, değil cinnet eseri, dünyanın en akıllı insanının dahi söyleyemeyeceği kadar veciz ve güzeldi. Beyninden vurulmuşa döndü. Nasıl olur da, Kureyşin en uluları onu “delilik”le itham edebilirlerdi? Yoksa kendisi mi deli olmuştu ki, onun saçma sözlerini çok mükemmel görüyordu? Dayanamadı:

“Ne olur, bu söylediklerini bir kere daha tekrar et” dedi.

Vazifesi davasını zihinlere tesbit etmek olan Yüce Peygamber tekrardan usanır miydi? Aynı hakikatleri aynı veciz üslüpla Dımad’a bir kere daha tekrar etti. Bunun üzerine Dımad daha fazla dayanamadı ve şöyle haykırmaya başladı:

“Ben kahinlerin, sihirbazların ve şairlerin sözlerini işittim. Vallahi, bu sözlerin benzerini hiç duymadım. Senin sözlerin deryaların enginliklerine nüfuz etti. Bu sözlerin sahibi bir mecnun, bir sihirbaz ve bir şair olamaz. Haydi uzat elini, İslama girmek üzere sana biat edeyim” dedi.

Resullallah (a.s.m.) elini uzattı, Dımad uzanan eli yakaladı. Böylece şirk cephesi bir zayiat verirken, İslam davası bir kişi daha kazanmış oldu.

Dımad bin Sa’lebe, çevresi ve kabilesi tarafından sevilen ve itibar gören birisiydi. En çaresiz sanılan dertlere, ruh hastalıklarına deva olurdu. Bu yönünü bilen Resulullah (a.s.m.) biat elini uzatırken,”Bu anlaşma, aynı zamanda kavmin adına da olsun nıu?” buyurdu. 0 da tereddütsüz,”evet, kavmim adına da olsun’ cevabını verdi.

Resülullahın (a.s.m.) yanında bir müddet kalıp ondan Kur’an öğrenen Dımad, sonra sonsuz bir sürur ve saadet içinde mensubu olduğu Ezdu Şenue Kabilesine döndü(1). (Hz. Dımad’ın bundan sonraki hayatı hususunda, elimizdeki kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlamadık.)


(1) Müslim, Cumua: 13, 46; Üsdü'l-Gabe, 3:41
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
501
Puanları
83
Yaş
43
Allah c.c.razı olsun. Defalarca okuyorum...okudukça dadece dusuyorum. Maşallah.
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
UBÂDE BİN SÂMİT (r.anh)
Resûlullah efendimiz hicretten sonra Medîne'de, Yahûdîlerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahûdîler, Müslümanlara saldırmıyacaklar, onların düşmanlarına yardım etmiyeceklerdi!

Buna rağmen, Yahûdîler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler.

Medîneli Yahûdîler, üç kabîle hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğulları. En cesûrları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.

Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Resûlullah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtâr ettiler.

Yahûdîler işi, daha da ileri götürerek dediler ki::

- Savaşmasını bilmeyen kimselere ya'nî Kureyş'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şâyet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa, o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!

Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma hareket emrini verdiler.

Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahûdîler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhâmetine sığındılar.

Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişâre ettiler.

Yahûdîlere, nasıl bir cezâ verilmesini, Eshâbına da sordular.

Münâfıkların başı İbni Selül, söz aldı:

- Yahûdilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostluğunu bırakamam!.. deyince, Hz. Ubâde bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:

- Yâ Resûlullah! Benim Kabîlem de Yahûdîlerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini; ayaklar altına aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Peygamberinden başka dostum yoktur. Allah ve Resûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.

Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:

- Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahûdîlerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resûlünün dostluğu da, Onun olsun!

Bunun üzerine, Kur'ân-ı kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzil oldu. Meâlen şöyledir:

(Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah zâlimleri, doğru yola eriştirmez.)

Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhâmetli davrandılar. Kaynukaoğullarının, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medîne'den çıkarılmalarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hz. Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.

Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:

Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bî'at ettik ki:

Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zinâ yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftirâ etmeyelim, herhangi bir iyilik husûsunda O'na âsi olmayalım.

Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:

- Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.

Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bî'atinde de bulunan Hazrec kabîlesinin oniki temsilcisinden biridir. Bî'atte dedi ki:

- Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bî'at ediyorum.

Ubâde bin Sâmit'in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesîle oldu. Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hz. Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Resûlullah efendimiz kıydı.

İslâm güneşi parladıkça, Medîne'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, ba'zı âilelerin yanına misâfir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı kerîm öğretilmesini de istiyorlardı.

Onlardan biri, Hz. Ubâde'nin misâfiri oldu. Kur'ân-ı kerîmi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki:

- Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabûl et!

Hz. Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resûlü buyurdu ki:

- Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olursun.

Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir...

Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:

Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Resûlullah efendimiz, şehîdlerden bahsederek;

- Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.

Herkes susmuştu. Resûlullah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:

- Şehîd, İslâmiyeti kabûl eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir.

Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:

- O zaman ümmetimin şehîdleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehîddir, karın ağrısından ölenler şehîddir, lohusalıktan ölen kadın şehîddir.

Ubâde bin Sâmit, talebelerinden Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:

- Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.

Bu Resûl-i ekremden işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:

(Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.)

Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:

Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu:

- Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?

- Allahü teâlâya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda cihâddır.

- Yâ Resûlallah, daha kolayı yok mu?

- O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!

- Yâ Resûlallah, daha da kolayını istiyorum.

- O hâlde, Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol!

Başka bir zamanda da Resûlullah efendimiz o'na şöyle buyurdu:

- Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyl ve rağbet etmenizdir.

Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki:

- Ben harb ederken Allahü teâlânın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim.

Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:

- Sana bundan kâr yok.

Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerîfi okudu:

(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstagnî olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim.)

Ubâde bin Sâmit, Eshâb-ı kirâmın en fazîletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı kerîm yazmıştı.

Buyurdu ki:

"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir."

"Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."

Allahü teâlânın rızâsı için yaşıyan Peygamber efendimiz, vazîfelerini tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar.

Hz. Amr ibni Âs kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihâyet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..

Bunun üzerine Hz. Ömer de, bir mektup yazdı:

Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir.

Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümanı, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle.

Cum'a Günü, zevâlden sonra hücûm emrini ver. Çünkü o saatte, duâlar kabûl olunur ve Allahın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahü teâlâdan yardım dilesinler. Sonra da, hücûma kalksınlar!

Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu:

- Ey mücâhid gâziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı bahâdırları, işte sizlere tanıtıyorum:

Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm'dır.

Şu kahraman; "Resûlullahın süvârisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved'dir.

Bu genç ise; Peygamber efendimizin duâlarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.

Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hâfız, hem cengâver ve de Akabe Bî'atlarının reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.

Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübârek Cum'a vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarını kıldılar ve zafer için, Cenâbı Hakka duâ ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücûma geçtiler. İşte bu îmânlı hücûmlar sonunda, duâlar nihâyet kabûl oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.

Hz. Ubâde, dirâyetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.

Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;

- Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler.

Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar geçti:

- Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir?

- Lâ ilâhe illallahu vallahü ekber'dir.

- Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?

- Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.

- Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum, ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.

Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi.

Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahâbî olduğu için, bütün mü'minler ziyâretine koşuyorlardı.

Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ve mübârek Kur'ân-ı kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasîhatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:

- Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.

- Beni yatağımda doğrultun, oturayım!

Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:

- Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; îmânın tadına eremezsin.

- Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?

- Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni aslâ bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, aslâ kaçamazsın.

Hz. Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefât edeceğini anlayınca dedi ki:

- Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!

Hepsi gelince, onlara;

- Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Ba'zılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız, dedi.

Etrafındakilerle helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:

- Rûhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rek'at namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde'ye duâ edin. Çünkü cenâbı Hak, yüce Kitâbında (Sabır ve namazla, Allaha sığının!) buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün.
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
501
Puanları
83
Yaş
43
Allahım ne kadar güzel
ve ne kada ibretli hayatlar bunlar...
Okudukça yaşıyor insan...

Rabbimiz okumakla bırakmasın sadece...
anlayıp uygulamayı nasip eylesin...

Ellerine yüreğine sağlık kardeşim. Allah c.c. Razı olsun...

Selam ve dua ile
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27


ÜSAME B. ZEYD

Üsame b. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl ashabin ileri gelenlerinden biri olup, Rasûlüllah (s.a.s)'in azadli kölesi Zeyd b. Hârise'nin ogludur. Künyesi, Ebû Muhammed'dir. Degisik rivayetlere göre; Ebû Zeyd, Ebû Yezîd ya da Ebû Hârice olarak da çagirIlmaktaydi (Ibn Abdi'l-Beri, el-Istiâb fi Marifeti'l Ashâb, Kâhire; I, 75 t.y, Ibnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe f-Marifeti's-Sahabe I, 79)

Üsame'nin annesi Ümmü Eymen (ki, asil adi Bereke'dir) Râsulûllah (s.a.s)'in babasi Abdullah'in cariyesi ve ayni zamanda Peygamberimizin dadisi idi. Abdullah vefat edince, Rasûlüllah onu azad etti. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl de Hz. Hatice'nin kölesiydi. Hz. Hatice Peygamberimizle evlenince, Zeyd'i kendisine hediye etti. Rasûlüllah (s.a.s) de onu azad edip Ümmû Eymen'le evlendirdi. Üsame, Iste bu evlilik sonucu dünyaya geldi (Ibn Sa'd, et-Tabakâtu'l-Kübrâ, Beyrut 1957, VIII, 223; Ibn Abdi I-Berr, a.g.e., I, 75; Ibnü'l Esîr, a.g.e., I, 79).

Üsame ile Eymen, ayni anadan kardestirler, fakat babalari ayridir. Üsame, Islâm döneminde, muhtemelen Rasulüllah (s.a.s)'in risâletinin dördüncü yilinda Mekke'de dogdu. El-Isâbe'de kaydedildigine göre, Hz. Muhammed (s.a.v), vefat ettigi zaman Üsame 18-20 yaslarinda bulunuyordu (el-Isâbe, Beyrut, t.y., I, 29).

Rasûlûllah (s.a.s), Üsame ve babasini çok severdi. Bu nedenle kendisine; "Rasulüllah'in sevdigi" anlamina gelen "Hibbu Rasûlüllah" ya da "el-Hibbu Ibnü'l-Hubbi" denirdi. Peygamber (s.a.s)'in, Üsame'yi sevdigine dair söyle bir hadis rivayet edIlmektedir: "Süphesiz Üsame b. Zeyd bana, Insanlarin en sevimlisidir. Sizin iyilerinizden olmasini umuyorum. Onun hakkinda iyilik tavsiyesinde bulununuz" (Ibnü'l-Esîr, a.g.e., I, 79; Ibn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76).

Hz. Âise'den rivayet edilen su hadise de Rasûlüllah (s.a.s)'in daha çocuk iken dahi onu ne kadar sevdigini gösteriyor. Hz. Âise (r.an) diyor ki; "Bir gün Üsame'nin ayagi kapinin esigine takilarak yere düstü ve yüzü yaralandi. Allah'in Rasûlü bana; "Yüzündeki pisligi temizle" dedi. Ben onu kirli görerek denileni yapmadim. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); yüzündekileri emerek tükürmeye basladi" (Ibnü'l-Esîr, a.g.e., I, 80).

Yine, Urve Ibnü'z-Zübeyr'den rivayet edildigine göre, Peygamberimiz, Üsame'nin gelmesini bekleyerek Arafat'tan inmeyi tehir etti. Üsame çIkip geldiginde, onun siyah, basik burunlu bir çocuk oldugunu gören Yemenler, onu küçümseyerek; "Biz bunun yüzünden mi hapsedildik?" dediler. Râvî, Yemenlilerin, Hz. Ebû Bekir zamaninda bu yûzden irtidat edip Islâm'dan çiktiklarini söyler (Ibn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 76).

Üsame de bir çok sahâbî gibi, küçük yastan itibaren savaslara katIlmayi arzulamistir. Nitekim Uhud günü onbes yasindan küçük olmasina ragmen kendi yasitlari olan, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Berâ b. Âzib, Arcir b. Hazm ve Üseyd b. Zühayr'le beraber savasa istirak etmek Istemis, fakat, Rasûlûllah (s.a.s) yaslari küçük oldugu için bu Isteklerini kabul etmemis ve savas baslamadan onlari Medine'ye geri göndermistir. Hendek günü ise savasmalarina izin verdi (Ibn HIsam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Misir 1955, II, 66).

Üsame, Uhud savasindan sonraki tüm savaslara katildigi gibi, bir çok seriyyede de önemli görevler üstlenmistir. Huneyn gazvesinde; Müslümanlar darmadagin olup saga sola kaçisirlarken, Rasûlüllah (s.a.s)'in çevresinde sayili birkaç sahâbî kalmistir ki, bunlardan biri de Üsame b. Zeyd'dir (Ibn Sa'd, a.g.e., II, 151; Ibn HIsam, a.g.e., II, 443; Ibnü'l-Esîr, el- Kâmil fi't-Târîh, Beyrut 1965, II, 263).

Üsame'nin kendisinden rivayet edildigine göre; katildigi seriyyelerin birinde, düsman safinda Müslümanlara karsi savasan birine karsi kiliç çekince, o sahis; "Eshedü en lâ ilâhe illallah" diyerek sehâdet getirdi. Fakat Üsame yine de onu öldürdü. Dönüste, durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e haber verince, Allah Rasûlü, "Lâ ilâhe illallah" diyen birini ne diye öldürdügünü sorar. Üsame; "Ey Allah'in Rasûlü! O ölümden kurtulmak için böyle söyledi dedi. Fakat, Rasûlüllah, bu soruyu ayni sekilde defalarca sordu. Üsame, neredeyse Müslümanligindan süpheye düsecek hale geldi. Kendi kendine; "Allah'a söz veriyorum, bundan böyle lâ ilâhe illallah diyen hiçbir kimseyi öldürmeyecegim" dedi (Ibn Sa'd, a.g.e., II,119; Ibnü'l Esîr, Üsüdü'l Gâbe, I, 80; Ibn HIsam, a.g.e., II, 622; Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 226)

0fk olayinda* Rasûlüllah (s.a.s) ashabindan bazilarina danIsarak Hz. Âise hakkinda görüslerini ögrenmek Istedi. Bu arada Üsame'ye de düsüncesini sordu. Üsame, Hz. Âise'den övgüyle bahsederek, onu böylesi çirkin bir Iftiradan tenzih etti (Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II,197; Ibn HIsam, a.g.e., II, 301).

Rasûlüllah (s.a.s) H,11. yilda, büyük bir ordu hazirlayarak Üsame'yi bu orduya kumandan tayin etti. Üsame'nin komutasi altinda ashâbin birçok ileri gelenleri vardi. Bunlardan bazilari; Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubey. de, Sa'd b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. en-Nu'mân ve Seleme b. Eslem'dir. Bunun üzerine, halktan bazi Insanlar; "Peygamber, Ilk muhacirlere bir çocugu komutan tayin etti!" diyerek ileri geri konusmaya basladilar. Bunu duyan Rasûlüllah, çok kizdi ve minbere çikarak cemaate söyle seslendi: "Üsame hakkindaki sözleriniz bana ulasti. Siz onun komutanligini tenkid ettiginiz gibi, daha önce babasinin kumandanligini da tenkit etmistiniz. Gerçek su ki, o komutanliga layiktir. Nitekim babasi da komutanliga layikti" (Ibn Sa'd a.g.e., II, 189,' 190; el-Askalânî, a.g.e., I, 29).

Üsame, söz konusu ordusuyla hareket etmek üzereyken, Allah Rasûlü dâr-i bekâya irtihal etti. Bunun üzerine Üsame, Medine'ye geri dönerek, Rasûlüllah (s.a.s)'in yikanmasi, teklifini ve defnedIlmesi Isleri nde Hz. Ali'ye yardim etti. Defin isi tamamlandiktan sonra, Üsame ordusunun basina geçerek ,Sam'a dogru hareket etti (Ibn. Sa'd a.g.e., II,189,190, 277, 279; el- Askalânî, a.g.e., I, 29; Ibnü'l-Esîr, el-Kâmil, II, 332).

Üsame, Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) zamaninda yapilan birçok savasa istirak etmistir. Bunlardan biri, Müseylemetü'l-Kezzab'a karsi yapilan savastir ki, bu muharebede Halid b. Velid ile beraberdi (Ibn Sa'd a.g.e., IV, 316).

Hz. Ömer (r.a) divan teskilatini korunca, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakinlik derecelerine ve savastaki basarilarina göre, Müslümanlara ulûfe dagitmaya basladi. Bu arada Üsame b. Zeyd'e dört bin veya besbin dirhem kendi oglu Abdullah'a ise Ikibin dirhem verdi. Abdullah babasina "Neden Üsame'ye bana verdiginden daha fazla verdin? Halbuki onun katIlmadigi savaslara ben katildim" dedi. Buna karsi Hz. Ömer: "Allah Rasûlü Üsame'yi senden daha çok severdi. Üsame'nin babasini da senin babandan daha fazla seviyordu" diyerek oglunu susturdu (Ibn Abdi'l-Berr, a.g.e.; Ibn Sa'd, a.g.e., III; 296, 297; el-Askalânî, a.g.e., I, 29; Ibnü'l-Esîr, Üsdü'l Gâbe, I, 80).

Üsame; Hz. Osman (r.a)'in öldürülmesiyle ortaya çikan fitnelere bulasmamis, Hz. Ali'ye de bey'at etmemis, onunla herhangi bir savasa katIlmamistir. Bu çekimserligini; "Lâ ilâhe illallah" diyen bir kimseyi öldürmeyecegine dair ettigi yeminle izah etmistir (Ibn Abdi'l-Berr, a.g.e., I, 77; Ibnü'l-Esîr, Üsüdil'l-Gâbe, I, 80).

Hz. Ali ile Muaviye arasinda meydana gelen çatismalar sirasinda Üsame bir süre Sam civarinda bir beldede oturdu. Sonra Vadi'l-kura'ya geldi. Bir müddet de burada oturdu, ardindan Medine'ye gitti ve Muaviye'nin hilafetinin sonlarina dogru Curf denilen yerde vefat etti.

Vefat tarihi çesitli rivayetlere göre, H. 54, 58, ya da 59' dur. Ebû Hüreyre, Ibn Abbas, Ebû Osman et-Hindî, Urve Ibn Zübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe, Ebû Vâil ve baskalari Üsame'den hadis rivayet etmislerdir (Ibn Abdi'l Berr, a.g.e., I, 77; Ibnü'l Esir Usdü'l - Gâbe, I, 81; el- Askalâni, a.g.e., I,129).

Halid ERBOGA

 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ABDULLAH İBN UMMİ MEKTUM

«Allah Teâlâ'nm hakkında daima okunan ve dünya var oldukça da okunacak 16 âyet indirdiği âmâ bir kişi».
Bu kimdir ki, Peygamber (s.a.v.), yedi kat semanın üstünden en ağır ve en acı bir şekilde azarlanmiştir. Kim bu şahıs ki, Cibrîl-j Emîn onun hakkında, Allah'ın katından Peygamber'in {s.a.v.) kalbine vahiy indirmiştir.
İşte bu, Rasûlüllah'ın {s.a.v.) müezzini Abdullah İbn Ummi Mek tum'dur.
Mekke'li ve Kureyş'ten olan Abdullah İbn Mektum, Rasûlüllah'la (s.a.v.) akraba idi. O, Müminlerin annesi Hatice Bint Huveylid'in dayı oğlu idî.
Babası Kays İbn Zaid, annesi ise Âtike Bint Abdillah'tir.
Abdullah İbn Ummi Mektum, Mekke'de nurun doğuşuna şahit ol*muş, Allah göğsünü îmana açmış ve İslâm'a ilk girenlerden olmuştur.
İbn Ummi Mektum, bütün sebat, kararlılık ve fedakârlığıyla Mek*ke'deki müslümantarm çilesini yaşamıştır...
Arkadaşları gibi, o da Kureyş'in eziyetlerine göğüs germiş ve on*ların yaptıklarını o da tatmıştır. Ama o, hiç sarsılmamış, gevşememiş, imânında da zayıflama olmamıştır. Ancak bunlar, onun Allah'ın dinine ve Kitabına olan bağlılığını, Allah'ın kanunu hakkındaki bilgi ve anlayı*şını ve Rasûlüllah'a (s.a.v.) olan sevgisini artırmıştır.
RasûiüİIah'tn (s.a.v.) Kureyş'in ileri gelenleriyle sık sık görüştüğü ve onların İslâm'a girmelerini çok istediği devrelerdeydi. O, bir gün Utbe İbn Rabîa, kardeşi Şeybe İbn Rabia, lâkabı Ebu Cehl olan Amr İbn Hişam, Umeyye İbn Halef ve Allah'ın kılıcı Halid'in babası Velîd İbn Muğire ile buluşmuş» onlara İslâm'ı telkin etmeye çalışıyordu. Böylece onları ya İslâm'a girerler ya da ashabına eziyet etmekten vazgeçerler zannediyordu.
İşte tam bu sırada, onun yanında Abdullah İbn-i Ummi Mektûm Allah'ın Kitabından bir ayeti okuyarak çikageldi.
«— Ya Rasûlallah! Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret», dedi. Rasûlüllah (s.a.v.) yüzünü çevirip suratını astı ve konuşmakta ol*duğu Kureyşlilere doğru döndü. İslâm'a girmelerini ve İslâm'a girer*lerse Allah'ın dininin kuvvetleneceğini ve onun Rasûlünün (s.a.v.) da*vetinin te'yidi olacağını ümit ettiği için onlara yöneldi.
Rasûlüllah'ın onlarla yaptığı konuşma sona erer ve evine dönme*ye niyet eder etmez, Allah bir müddet onun görme duygusunu aldı ve sanki birşeyin başına vurduğunu hissetti...
Daha sonra Allah şu âyetleri indirdi :
1. O (Peygamber) hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi.
2. Kendisine o amâ geldi diye...
3. Onun halini sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden sormak*la cehalet kirinden) temizlenecekti.
4. Yahut öğüt alacaktı da, o öğüt kendisine fayda verecekti.
5. Amma (malı ile Allah'a) ihtiyâç göstermiyene gelince;
6. Sen, ona dönüp sözüne kulak veriyorsun.
7. Onun (İslâm'ı kabul etmeyip) temizlenmemesinden sana ne? (Sen ancak tebliğe memursun)
8. Amma sana koşarak gelen,
9. Allah'tan korkmuş iken,
10. Sen ondan yüz çeviriyorsun.
11. Hayır, (bir daha böyle yapma) çünkü o Kur'ân bir öğüttür.
12. Artık dileyen ondan öğüt alır.
13. O Kur'ân (Levh-î Mahfûz'da, Allah katında) çok şerefli sahifelerdir.
14. Ki (onların) kıymetleri yüksektir, tertemizdirler.
15. (Meleklerden ibaret) kâtiblerin elleri ile yazılmıştır.
16. Ki onlar, (Allah katında) kerîmdirler, itaatkârdırlar...» [2]
Cebrail'in, Abdullah İbn Ummi Mektum hakkında Hz. Peygamberin (s.a.v.) kalbine indirdiği 16 ayet ki; indikleri andan bugüne kadar oku*na gelmiş ve Kıyâmet'e kadar da okunacaktır.
İşte o günden itibaren Rasûlüllah (s.a.v), Abdullah'ın evine ziya*rete gittiğinde onlara ikramda bulunur, o geldiğinde de ona yakın otu*rur, halini hatırını sorar ve ihtiyacını karşılar olmuştur.
Bunda şaşılacak birşey yoktur, çünkü onun yüzünden Rasûlüllah (s.a.v.) yedi kat semânın üstünden en şiddetli ve en sert bir şekilde azarlanmamış mıdır?
Kureyş, Rasûlüllah'a (s.a.v.) ve beraberindeki mü'minlere eziye*tini artırıp, onlar dayanamaz hale gelince, Allah müslümanların hicret etmesine müsaade etmişti. Abdullah İbn Ummi Mektum yurdunu en çabuk terkeden ve dînini en erken kurtaran olmuştu...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.) ashabı arasında Abdullah'la, Musa Umeyr Medîne'ye ilk gelenlerden olmuştu.
Abdullah İbn-i Ümmi Mektum Yesrîb'e varınca, arkadaşı Mus'â İbn-i Umeyr'le birlikte sık sık halkın arasına girip onlara Kur'an'i oku*maya ve Allah'ın dinini öğretmeye başladılar.
Rasûlüllah (s.a.v.) Medîne'ye gelince, Abdullah İbn-i Ummi Mek-tum'la, Bilâl İbn-i Rabah'i, hergün 5 kere Kelime-i Tevhîd'i yüksek ses*le okumak, insanları en hayırlı amele davet etmek ve onları felaha teşvik etmek üzere müslümanların müezzinleri yaptı.
Bilâl ezan okur, İbn-i Ummi Mektum ise kaamet getirirdi. Bazen de İbn Ummi Mektum ezan okur, Bilâl kaamet getirirdi.
Ramazan'da Bilâl'le İbn-i Ummi Mektum'un farklı bir durumları vardı : Medine'deki müslümanlar, birisinin ezanıyla sahura kalkıyorlar, diğerinin ezanıyla da oruca başlıyorlardı.
Bir gece Bilâl ezan okuyup halkı uyandırıyor, İbn-i Ummî Mektum ise fecri bekliyor ve bunda hiç şaşirmıyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a.v.) İbn-i Ummi Mektum'a şöyle bir ikramı daha vardır: Birisi Mekke'nin fethinden olmak üzere, on defadan faz*la Medine'den ayrıldıkları zaman yerine onu bırakmıştır.
Bedir gazvesinin sonlarında Allah, peygamberine mücâhidierin du*rumunu bildiren Kur'ân âyetlerini indirdi. Bu âyetlerde Allah, cihâd'a çıkması sebebiyle mücâhidleri cihâd'a katılmayanlara üstün tutuyor*du. Bu durum İbn-i Ummi Mektum'a te'sir etmiş ve böyle bir faziletten mahrum edilmek ona zor gelmişti. Bunun üzerine :
«— Ya Rasûlallah! Cihâda gücüm yetseydi cihâd ederdim», dedi. Daha sonra Allah'tan samimi bir kalple kendisi ve kendisi gibi özür*leri sebebiyle cihâd'a çıkamayanlar hakkında bir âyet indirilmesini is*tedi. Boynu bükük bir halde dua etmeye başladı :
«— Ya Rabbi! Benim mazeretimi kabul et... Ya Rabbi! Beni mazeretimi kabul et».
Aflah (c.c.) onun duasına icabet etmede acele etmedi... Rasûlüllah'ın [s.a.v.) vahiy kâtibi Zeyd İbn-i Sabit şöyle anlatmıştır:
«— Rasûlüllah'ın (s.a.v.) yanında idim, onu birden bire sekînet kapladı. Dizi, dizimin üzerine düştü. O anda, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) di*zinden daha ağır hiçbir şey görmedim. Sonra açılıp kendine gelince şöyle dedi :
«— Yaz Zeyd!» Ben de yazdım :
«— İnananlardan yerlerinde oturanlarla Allah yolunda cihad eden ler bir olmaz».
İbn-i Ummi Mektum kalkıp şöyle dedi :
«— Ya Rasûlallah! (s.a.v.) Cihada gücü yetmeyenin durumu na*sıldır?»
Sorusunu sorar sormaz, Rasûlüliah'ı (s.a.v.) yine sekînet kaplayıp dizi dizimin üzerine düştü. Önceki ağırlığını yine hissettim. Rasûlüüah (s.a.v.) açıldıktan sonra :
«— 2eyd! Yazdığını oku bakalım!» Okudum :
«— İnananlardan yerlerinde oturanlar bir olmaz...» Rasûlüllah (s.a.v.) ilâve etti :
«—'Yaz : «Özür sahipleri hariç...»
İbn-i Ummi Mektum'un istediği istisna nazil olmuştu.
Allah Tealâ Abdullah İbn-i Ummî Mektum ve emsalini cihâd'dan muaf tutmasına rağmen, onun coşkun gönlü oturanlarla kalmaya razı olmayıp Allah yolunda cihâd'a karar verdi.
Büyük nefisler ancak büyük işlerle tatmin olabilirlerdi.
O günden itibaren hiçbir gazadan geri kalmayı istemeyip vazifesi*nin savaş alanlarında olduğuna karar verdi. O şöyle diyordu :
«— Beni saflar arasında durdurunuz ve sancağı veriniz, onu sizin için taşıyıp muhafaza edeyim... Nasıl olsa, ben kaçmaya gücü olma*yan bir âmâyım».
Hicretin 14. yılında Ömer İbnu'l-Hattab, İranhlar'ın saltanatlarına son veren bir savaşa girmek istedi.
Yetkili memurlarına şöyle yazdı ;
«Silâhı, atı, yiğitliği veya görüşü olan herkesi bana gönderiniz, ace le ediniz».
Müslüman toplulukları Faruk'un çağrısına cevap vermeye ve her taraftan Medine'ye gelmeye başladılar. Bunların arasında görme du*yusundan mahrum olan mücâhid Abdullah !bn-i Mektum da vardı.
Faruk, büyük ordunun başına Sa'd İbn Ebî Vakkas'ı tayin etti. Ona bazı tavsiyelerde bulundu ve uğurladı.
Ordu Kadisiyye'ye vardığında, Abdullah İbn Ummi Mektum zırhını kuşandı ve diğer hazırlıklarını tamamlayıp meydana atıldı. Müslüman-^ ların sancağını taşımak, korumak veya onun önünde ölmek için ken*dini tehlikeye atmıştı.
Araplar fetihler tarihinin bir benzerine şahit olmadığı şekilde, zoriu ve sıkıntılı olarak üç gün savaştılar. Nihayet üçüncü gün kesin zafe*rin müslümanlara ait olduğu belli oldu. En büyük devletlerden birisi yıkılmış, en eski tahtlardan birisi de yok olmuştu...
Putçuluk toprağında tevhîd sancağı yükselmişti.
Bu kesrn zaferin bedeli yüzlerce şehid olmuştu.
Bu şehidlerin arasında Abdullah İbn-i Ummi Mektum da vardı... O, kanlar içinde müslümanların sancağını kucaklamış ve yere yıkılmış bir halde bulundu.
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
501
Puanları
83
Yaş
43
Selamün Aleyküm...
Allah c.c. Razı olsun..
Çok güzel bilgileri bir kez daha tazeliyor ve yeni bir çok şeyleri de öğrenmiş oluyoruz...
Rabbimiz sizi daim kurusun inşallah...Devamını nasip etsin inşallah...

selam ve dua ile
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ÜMMÜ EYMEN
Peygamber Efendimize dadılık yapmış ve “Annemden sonra annemdir” iltifatına mazhar olmuş mübarek kadın Sahabedir. Kendisi doğumundan itibaren Peygamber Efendimizin hizmetinde bulunmuş ve azad edilip özgürlüğüne kavuşturulduğu halde hizmetini devam ettirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de ismi geçen tek Sahabe olan Zeyd bin Harise’ye eş, Üsame gibi kahraman bir İslam kumandanına anne olmuştur. Savaşlara katılmış ve bu sırada yaralıları tedavi, su taşıma ve durumu ağır olanları Medine’ye götürme gibi hizmetlerde bulunmuştur. Peygamber Efendimizin vefatından sonra Sahabeden büyük saygı ve hürmet görmüştür. Uzun bir ömür yaşamış ve Hz. Osman’ın (ra) halifeliğinin ilk yıllarında vefat etmiştir.
Risale-i Nur’da, Peygamber Efendimiz hakkındaki, “Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi -ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde-" müşahedelerine yer verilmiştir. Asıl adı Bereke’dir. Oğlunun ismine izafeten Ümmü Eymen lakabıyla anılmıştır.

Ümmü Eymen’in doğum tarihi ve ilk hayatı hakkında bilgi yoktur. Ne zaman doğduğu, nasıl yaşadığı ve Peygamber Efendimizin (asm) babası Abdullah’a ne zaman ve nasıl köle olduğu bilinmemektedir. Bilinen kısım, Peygamber Efendimizin doğumundan evvel babası Abdullah’ın kölesi olduğudur. Dolayısıyla Yüce Peygamberin doğumuna şahit olmuş, küçük yaşta kendisine hizmet etmiştir.

Hz. Amine, hem eşinin kabrini, hem de akrabalarını ziyaret etmek maksadıyla Ümmü Eymen ile birlikte Medine’ye gitti. Yaklaşık bir ay burada kaldı. Medine’den dönüşlerinde Hz. Amine’nin vefat etmesi üzerine Peygamber Efendimizi alarak Mekke’ye döndü. Salim bir şekilde dedesi Abdulmuttalib’e götürüp teslim etti. O sıralarda Peygamber Efendimiz altı yaşlarında bulunuyordu. Bu tarihten sonra da hizmet etmeye devam etti. İslamiyet’ten önce Ubeyd bin Zeyd ile evlendi. Bu evlilikten Eymen adını verdikleri oğulları dünyaya geldi. Kendi ismi Bereke olduğu halde, Eymen’in annesi anlamına gelen “Ümmü Eymen” lakabıyla anılmaya başlandı ve gerçek ismi unutuldu. Lakabıyla tanındı.

Ümmü Eymen, henüz peygamberlik nazil olmadan önce eşini kaybetti. Dul kaldıktan sonra oğlunu yalnız başına büyüttü. İslamiyet’in zuhurundan sonra oğlu ile birlikte Müslüman oldu. Daha sonraları Hayber Gazasına katılan oğlu Eymen burada şehit oldu. Peygamber Efendimiz kendisini hiçbir zaman unutmadı ve ihmal etmedi. Hz. Hatice ile evlendikten sonra, kendisine hediye edilen Zeyd bin Harise’yi azat ederek özgürlüğüne kavuşturmuştu. Bir gün; “Cennet ehlinden bir kimseyle evlenmek isteyen Ümmü Eymen ile evlensin” buyurunca, Zeyd bin Harise öne atıldı ve bu mübarek hanımla evlendi.

Ümmü Eymen ile Zeyd bin Harise’nin oğlu olarak dünyaya gelen Üsame, İslam tarihine Sahabenin büyüklerinden ve kahraman kumandanlarından biri olarak geçti. Bu üç kişiden oluşan aile bir çok kez Peygamber Efendimizin iltifatına ve dualarına mazhar oldu.

Medine’ye hicret edilince Ümmü Eymen de buraya hicret etti. Daha önce Müslümanlara yapılan işkencelerden o da nasibini almış, ancak zerre kadar inançlarından taviz vermemişti. Müslümanlara hicret etme izni çıktıktan sonra Habeşistan’a giden kafile içinde o da yer almıştı.

Ümmü Eymen, Medine’de de Peygamber Efendimizin hizmetinde bulunmaya devam etti. Yapılan bazı savaşlara katıldı. Uhud Savaşı sırasında İslam ordusunun bozulmaya başlayıp içlerinden bazılarının Medine’ye dönmelerine çok üzüldü. Hatta bunlardan bir kişiye; “Burada öreke (iplik eğirme aleti, iğ) var! Bari onu al da iplik bük! Kılıcını da getir, bana ver. Kadınlarla birlikte Uhud’a gidip ben çarpışayım” (Sahabiler Ansiklopedisi, Yeni Asya G. Neş., C. 2, İstanbul 1993, s. 806) dediği nakledilmektedir.

Uhud Savaşının olduğu yere bazı kadınlarla birlikte giden Ümmü Eymen, önce Peygamber Efendimizin durumunu sordu. İyi olduğunu öğrenince rahatladı. Müslüman yaralıların tedavisine yardım etti. Ayrıca Sahabelere su dağıttı. Ağır yaralıların Medine’ye taşınmasına yardımcı oldu. Hayber Gazasında da bulunup aynı hizmeti gördü. Bu savaşta daha önceki eşinden olan oğlu Eymen’in şehitliğine tanık oldu. Kocası Zeyd, Mute’de, İslam ordusu kumandanı olarak katıldığı savaşta şehit düştü. Böylece İslam uğruna hem oğlu, hem de eşi şehit oldu.

Peygamber Efendimiz (sav), Mute Savaşında Zeyd bin Harise’nin şehit olmasından sonra dul kalan Ümmü Eymen’e sık sık ziyarette bulundu. Bu bahtiyar kadını ziyaret ettikten sonra etrafındakilere; “Ehl-i Beytimden geriye bu kaldı” buyururken, onu ailesinin bir ferdi olarak gördüğünü göstermekteydi.

Ümmü Eymen, doğumuna tanık olduğu Peygamber Efendimizin (asm) vefatını da gördü. Vefattan sonra günlerce göz yaşı döktü. Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) ziyaretine giderek; “Resulullah onu nasıl ziyaret ettiyse biz de öyle ziyaret edelim” dediler. Yanına vardıklarında ağlamaya devam ettiğini görünce şaşırdılar. Niçin ağladığını sorup, “Resulullah için Yüce Allah’ın katındaki makamının daha hayırlı olduğunu bilmez misin?” şeklinde ihtarda bulundular. Bunun üzerine, kendisini ağlatan şeyin Peygamber Efendimizin vefatı olmadığını, çünkü her canlının ölümü tadacağını bildiğini, vahyin kesilmesine üzülüp ağladığını bildirdi. Bu cevap orada bulunanları ağlattı.

Peygamber Efendimizin, “annemden sonra annemdir” buyurarak iltifat ettiği ve kendisine olan muhabbetini izhar ettiği Ümmü Eymen, Resulullahın yaşadığını adeta kendisi de yaşamaktaydı. Kendisiyle ağlar ve kendisiyle gülerdi.

Doğumundan vefatına kadar Peygamber Efendimizi yakından bilen ve en iyi tanıyanlardan birisi olan Ümmü Eymen, Resulullah hakkında, Risale-i Nur’da da geçen şu ifadelere yer vermiştir:

“Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi - ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde-” (Mektubat, 2000, s. 178)

Ümmü Eymen, Peygamber Efendimizin yakın alaka ve ilgisine mazhar gibi, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer başta olmak üzere Sahabenin de yakın alaka ve ilgisini gördü. Kendisine her zaman saygı gösterilerek değer verildi. Peygamber Efendimizin vefatından sonra kendisini ziyaret ederek ihtiyaçlarının karşılanmasında yardımcı oldular. Hz. Ömer (ra) halifeliği sırasında, ihtiyaçlarını karşılaması ve geçimini sağlaması için kendisine maaş bağladı.

Hz. Osman’ın (ra) da halifelik zamanına yetişen Ümmü Eymen, bereketli bir ömür yaşadı. Vefat tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk yıllarında vefat ettiği belirtilmektedir. Hz. Osman 644 yılında halife seçildiğine göre, bu tarihten kısa bir süre sonra, yani 640’lı yıllarda vefat etmiştir.
 

Aşk-ı Hicab

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Şub 2009
Mesajlar
12,148
Tepki puanı
25
Puanları
38
Yaş
39
Es selamu aleykum ve rahmetullah..
Hayırlı paylaşımınız için, vesile olduğunuz için Rabbim razı olsun..
Sadece göz gezdirdim.. İlk fırsatta sayfa sayfa okuyacağım..
Kısa kısa oluşu da çok güzel olmuş.. Devamını bekleriz bu hayırlı konunun..
Emeğinize sağlık..
 

AcizBirKul.

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
3 Ağu 2012
Mesajlar
635
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
33
Bende sürekli okuyorum ve istifade ediyorum kardeşim Allah (c.c) razı olsun :)
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
Es selamu aleykum ve rahmetullah..
Hayırlı paylaşımınız için, vesile olduğunuz için Rabbim razı olsun..
Sadece göz gezdirdim.. İlk fırsatta sayfa sayfa okuyacağım..
Kısa kısa oluşu da çok güzel olmuş.. Devamını bekleriz bu hayırlı konunun..
Emeğinize sağlık..
ALLAH razı olsun ::)
 

smyyes

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Eyl 2009
Mesajlar
3,791
Tepki puanı
5
Puanları
0
Yaş
30
Allah razı olsun senden kardeşim.
çok güzel paylaşımlar.
olaylardakiler güzel olunca onları anlatan hikayeler nasıl güzel olmasın ki?
devamını bekliyoruz kardeşim..
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27




Kusem Bin Abbas
(?–676 m.)
Peygamber Efendimizin amcası, Hazreti Abbas (ra) ve Hazreti Hatice’den (ra) sonra Müslüman olan ilk kadın sahabe Ümmü’l-Fazl Lübabe’nin oğludur. Babası ve kardeşleri ile birlikte Yüce Peygamberin duasına nail olmuştur. Dört halife dönemi ve Emevilerin ilk yıllarında yaşamıştır. Hazreti Ali (ra) zamanında Mekke valiliğinde bulunmuştur. Orta Asya’ya gidip İslamiyet’i tebliğ edenlerin ilklerindendir. Semerkand yakınlarında bulunan türbesi günümüze kadar bir ziyaretgah olma özelliğini devam ettirmektedir. Risale-i Nur’da ismi zikredilmekte ve Peygamber Efendimizin kendileri için yaptığı dua nakledilmektedir. Künyesi Kusem bin Abbas bin Abdülmuttalib el-Haşimi şeklindedir.
Peygamber Efendimizin (asm) amcası Hazreti Abbas’ın (ra) ve Ümmü’l-Fazl Lübabe bint Haris el-Hilaliyye’nin oğludur. Ümmü Fazl, Hazreti Hatice’den (ra) sonra İslamiyet’i kabul eden ikinci hanım Sahabedir. Ayrıca, Peygamber Efendimizin hanımlarından olan Meymune ile kardeştir.
Kusem, aynı zamanda Peygamber Efendimizin isimlerinden biri olup, “her hayrı kendinde toplayan” anlamına gelmektedir. Hazreti Hüseyin (ra) ile süt kardeşi olan Kusem’in çocukluğu ve ilk hayatı ile ilgili fazla bir bilgi yoktur. Bu sebepten dolayı doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kaynakların çoğunda kendisi ile ilgili iki ayrı bilgi yer almaktadır. Birincisi; çocuklar arasında oynayan Kusem ve Cafer-i Tayyar’ın (ra) oğlu Abdullah’ı gören Peygamber Efendimizin bu iki çocuğu bindiği hayvanının terkisine bindirmesidir. İkincisi; Peygamber Efendimizin, amcası Hazreti Abbas ile çocukları için yaptığı duanın aktarılmasıdır.
Peygamber Efendimizin (asm) vefatında hazır bulunan Kusem, cenazenin yıkanmasına yardımcı oldu. Daha sonra kabrine konulmasında yardımcı oldu, kabirden de en son kendisi çıktı. Dolayısıyla Peygamber Efendimize dokunan en son kişi de o oldu.
Kusem’in babası Hazreti Abbas’tan (ra) rivayet edilen ve Risale-i Nur’da da nakledilen bir hadiste Peygamber Efendimizin amcası ve dört oğlu için yaptığı dua yer almaktadır. Hazreti Abbas ve oğulları Abdullah, Ubeydullah, Fazl ve Kusem’i mülâet (bir örtü adı) denilen bir perde altına alarak üzerlerini örttü ve “Ya Rab, bu benim amcam ve babamın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Onları bu perdeyle örttüğüm gibi, sen de onları Cehennemden öylece koru!” (Mektubat, 2000, s. 134) mealinde duada bulundu. Peygamber Efendimizin bu duasına evin damı, kapısı ve duvarları “amin, amin” diyerek iştirak ettiler.
Kusem, yaşının küçük olması itibariyle Dört Halife Dönemini ve Emevilerin ilk yıllarını görüp yaşadı. Ancak, ilk üç halife döneminde herhangi bir resmi vazifede bulunmadığı tahmin edilmektedir. Sadece Hazreti Ali’nin (ra) halifeliğinin son yıllarında görev aldığı ve Hazreti Ali’nin vefatına kadar Mekke valiliği yaptığı görülmektedir. Medine valiliğinde de bulunduğu ifade edilmekle birlikte, kesin bilgi mevcut değildir. Ancak, Mekke valiliği dışında hac emirliğinde de bulundu ve kendisine havale edilen konularda fetva verdi.
Yezid bin Şecre’nin Emeviler tarafından hac emiri olarak atanmasına karşı çıkan Kusem, bu şahıs yerine başkasının atanmasını istedi. Emeviler, bunun üzerine Mekke’ye üç bin kişilik bir kuvvet yolladılar. Herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan Mekke’ye girdiler. Emevi birliklerine karşı isteğinde ısrar etti ve söz konusu şahıs yerine başka birinin tayinini tekrarladı. Daha sonra hac emirliği görevine Şeybe bin Osman getirildi.
Kusem, Muaviye döneminde Horasan üzerine yapılan seferlere katıldı. Said bin Osman’ın komutanlığını yaptığı kuvvetlerle birlikte Horasan etrafındaki bazı fetihlerde bulundu. Burada yapılan savaşlarda büyük bir kahramanlık gösterdi. Bu başarısı ve cesareti karşısında kendisine fazla ganimet malı tahsis edilmesi teklifini kabul etmedi. Elde edilen ganimetlerin beşe bölünüp diğerlerine dağıtıldıktan sonra kendisine verilmesini söyledi. Daha sonra Semerkand üzerine yapılan sefere de katıldı ve burada şehit düştü.
Orta Asya’ya gidip İslam’ı tebliğ edenlerin ilklerinden olan Kusem’in bu bölge için apayrı bir yeri vardır. Vefatına yakın yıllarda bu bölgeye yapılan seferlerde bulunduğu gibi tebliğ vazifesini de ifa etti. Halk arasında anlatılanlara göre savaşta şehit düşmedi. Kendisini öldürmek isteyenlerin elinden kurtularak önünde açılan bir kayanın içine girdi. Daha sonra kendisine açılan kapı kapandı.
Vefatının üzerinden dört asır geçtikten sonra kendisi için bir mezar yapıldı. Efrasiyap tepelerinin güney yamacında bulunan türbe Ab-ı Meşhed çayının yanında yer almaktadır. Daha sonra buraya devlet büyüklerinin ve ileri gelenlerinin de defnedilmesi ile birlikte bir mezarlık halini aldı. Akabinde burası önemli bir ziyaretgaha dönüştü. Yerli halk buranın ziyaret edilmesine büyük ehemmiyet verdi. Ayrıca, halk arasında Kusem’in adı, yaşayan sultan anlamına gelen “Şah-ı Zinde” olarak anılmaya başlandı. Bu şekilde anılmasının da sebebi, ibadetini yaptığı sırada saldırıya uğramasına karşılık, mucizevi bir tarza ortadan kaybolması ve halk tarafından ölmediğine inanılmasıdır.
Hazreti Kusem (ra) için yapılan türbe, bir cazibe merkezi haline geldi. Burada kurulan Türk devletlerinin yöneticileri büyük ehemmiyet vererek bölgeyi şenlendirdi. Orta Asya’nın ilk medresesi burada kuruldu. Önlerine çıkan her şeyi yerle bir edip ilerleyen Moğolların istilasından Semerkand da nasibini aldı ve o zamana kadar yapılan ne varsa tahrip edildi. Ancak, aynı Moğollar, Kusem’in türbesinin bulunduğu bölgeye, başlarına bir musibet gelir korkusuyla dokunmadılar. Burası hâlâ önemini korumakta ve günümüzde de ziyaret edilmektedir.
Kusem’in en önemli özelliklerinin başında Peygamber Efendimize (asm) benzerliği gelir. Bu özelliğinden dolayı büyük bir sevgi ve alakaya mazhar oldu. Babası kendisine büyük bir sevgi ve alaka gösterdi. Kendisini severken de “Üstünlük ve seçkinliğin yüce sahibi Peygamber’e benzeyen Kusem” şeklindi iltifatta bulundu. Ayrıca takva ve fazilet sahibi mübarek bir insan olarak dikkatleri üzerine çekti. Bizzat Peygamber Efendimizden hadis rivayet ettiği gibi, diğer Sahabelerden de rivayetlerde bulundu.


 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
ERKAM B. EBİ'L-ERKAM VE EVİ

Mekke'de müslüman olan ilk sahâbîlerden biri. Erkam b. Ebi'l-Erkam b. Esed b. Abdullah b. Ömer b. Mahzûm; künyesi Ebû Abdullah'tır. Babasının adı Abdü Menâf; annesinin adı Ümeyye binti Hâris'tir. Erkâm, Mekke'nin en zengin ve mûteber ailelerinden biri olan Mahzûm kabilesine mensuptu. Annesi Ümeyye, Huzâa kabilesindendi. Mahzûmîler, Hz. Peygamber'in muhâliflerinden olmakla beraber, Erkam onun sâdık bir sahâbîsi olmuştur. İbn Abdilberr'e göre (el-İstîâb, I, 31) Erkam, "Zâlime karşı, mazlumla birlikte hareket edeceğiz" diye and içen ve İslâm tarihinde "Hılfü'l-Füdûl" cemiyeti diye bilinen fazîletli grup içerisinde zikredilir.

Erkam, Hz. Ebû Bekir'in teşvikiyle, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Osman b. Maz'ûn ile aynı gün müslüman olmuştu. İslâmî kaynaklar onu, müslüman olan ilk onbeş kişi arasında saymaktadır. Oğlu Osman'a göre ise, yedinci müslümandır. Onun, "Ben İslâm'da yedinci kişinin oğluyum. Babam yedinci kişi olarak müslüman oldu" dediği nakledilir (İbni Sâ'd, Tabakat, III, 242; Hâkim, el-Müstedrek, III, 502; Reckendorf, İA, "Erkam " mad. IV, 3 1 6) . Resulullah (s.a.s.) ile birlikte başta Bedir ve Uhud olmak üzere, bütün savaşlara katılmıştır. Medine'ye ilk hicret edenlerdendir. Hz. Peygamber onu, Ensar'dan Ebu Talha ile kardeş yapmıştır. Hicretten sonra, Medine'de Zureykoğulları mahallesinde bir evde oturmuştur. Bu evin kendisine Hz. Peygamber tarafından verildiği rivâyet edilmektedir (İbn Sâ'd, a.g.e. III, 244).

Erkam denilince akla gelen hususlardan biri de onun "evi"dir. Çünkü "Erkam'ın evi", İslâm'da ayrı bir özelliğe sahiptir. Sözkonusu ev; Kâbe'nin batısında, Safâ ile Merve arasında, Safâ tepesinin eteklerinde, hacıların hacc görevini yapmak için gelip geçtikleri en işlek bir yerdeydi. Erkam, ilk müslümanların sıkıntılı günlerinde evini Resulullah'ın ve dolayısıyla İslâm'ın hizmetine sunmuştu. Bu hareketiyle o, daima hakkın ve haklının yanında olduğunu göstermişti. Hz. Peygamber, kendi evini terkederek bu eve tasındı. Burası İslâm'ı tebliğe elverişli emin bir yerdi. Bir süre bu evde emniyet içerisinde İslâmî tebliğe devam etti. Ancak onun orada ne zaman ve ne kadar kaldığı konusu tartışmalıdır. Bununla beraber, 615-617 yılları arasında kaldığı tahmin edilmektedir. Peygamberliğinin dördüncü senesinde taşındığı da söylenmektedir.

Erkam'ın evi, İslâm'ın ilk yıllarında, Peygamberimize ve ilk müslümanlara bir çeşit sığınak vazifesi görmüştür. İslâm'a gönül verenler orada toplanır, cemâat halinde namaz kılarlardı. Hz. Peygamber de onlara, peyderpey nazil olan Kur'an ayetlerini okur, dinî hükümleri tebliğ eder ve oraya gelenleri İslâm'a davet ederdi. Böylece bu ev, oraya gelen pekçok kimsenin müslüman olma şerefine nâil olduğu bir yer olmuştur. Hattâ, Hz. Ömer gibi İslâm tarihinin en mühim şahsiyetlerinin hidâyetine de sahne olmuştur. Onun müslüman oluşundan sonra Hz. Peygamber bu evden ayrılmıştır. Çünkü Hz. Ömer'in İslâm'a girişi, müslümanlara güç kazandırmış ve daha rahat hareket etmelerini sağlamıştır. O dönemde Mekkeli müşriklerin ilk müslümanlara uyguladıkları amansız baskı ve işkence gözönünde bulundurulacak olursa, Hz. Erkam'ın evini İslâm'ın tebliği uğrunda Resulullah'ın hizmetine sunmuş olmasının mana ve önemi daha kolay anlaşılacaktır. İşte bu özelliğinden dolayı ona "Dâru'l-İslâm ", "Beytü'l-İslâm " gibi isimler verilmiştir. Hattâ bu evin, İslâm uğrunda vakfedilen ilk bina olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu hizmetinden dolayı Erkam ve evi, müslümanlarca hep saygı ile anılmıştır. Evin diğer bir özelliği de, İslâm'a ilk girenlerin sırasını ve dolayısıyla İslâm'a girişte kimin kime sebkat ettiğini tespit konusunda, tarih başlangıcı olarak kullanılmış olmasıdır. Tarihçiler bu hususa büyük önem vermişlerdir. Ayrıca bu ev İslam'ın yapılan gizli davetinde merkezi ve karargâhı olmuştur.

Erkam b. Ebi'l-Erkam, bu mübârek evi sonradan oğlunun ve yakınlarının yararına vakfetmiş ve vakfiyesinde şöyle demiştir.

"Besmele... Bu, Erkâm'ın, Safâ'dan biraz ilerideki evi hakkında yaptığı ahid ve vasiyyetidir ki: Onun arsası Harem-i Şerif'ten sayıldığından, ev de Harem'leşmiş, dokunulmazlaşmıştır. Satılmaz ve kendisine mirasçı olunamaz. Hişam b. As ve Hişam b. As'ın azadlı kölesi filan (ismi zikredilmemiştir) buna şâhittir." Erkam'ın bu mübârek evi, içinde oğulları ve torunları tarafından oturulmak veya icarlarından yararlanılmak surdiyle Halife Ebu Câfer el-Mansur (v. 158 h.) zamanına kadar devam etti. Halife Mansur, hacc sırasında, Safâ ile Merve arasında sa'yederken, Erkam'ın torununun develeri evin arkasındaki bir çadırda bulunurken Halife de onların alt tarafından geçiyordu. Arada mesafe çok kısa idi. Hattâ Halife'nin başındaki serpuşu almak isteseler elleriyle uzanıp alabilecek derecede yüksekte idiler. Halife Mansur, Merve'ye inip tekrar Safâ tepesine çıkıncaya kadar eve ve evdekilere baktı, durdu. Halife Mansur, Erkam'ın torunu Abdullah'ın, Muhammed b. Abdullah b. Hasan'a uyanlardan olduğu halde onunla birlikte hareket etmemiş olduğundan ilgilendi. Medine vâlisine, Erkam'ın torunu Abdullah b. Osman b. Erkam'ı hapsetmesi ve zincire vurulması için emir yazdı. Bu emri de Kûfeli Şihâb adında bir şahısla Medine valisine gönderdi. Abdullah b. Osman b. Erkam hapsedilip zincire vurulduğu zaman yaşı sekseni aşmış bir ihtiyardı. Bu durum onu son derece üzmüş ve bunaltmıştı. Halife Mansur'un Medine vâlisine gönderdiği Kûfeli Şihâb b. Abdi Rabbin, Abdullah b. Osman'ın hapsedildiği yere vardı ve ona, "Ben seni içinde bulunduğun şu halden kurtarırım, Dâr-ı Erkam'ı bana satar mısın? Çünkü müminlerin emiri o evi istiyor. Eğer satacak olursan, senin hakkında halife ile konuşurum, suçunu da affettiririm?" dedi. Abdullah b. Osman b. Erkam, "O ev vakıftır, sadakadır. Benim onda ancak bir intifâ' hakkım vardır. Buna da kız kardeşim ve başkaları ortaktırlar" dedi. Şihâb, "Sen kendine düşen hakkını bize ver, ondan ilgiyi kes, kurtul" dedi. Abdullah'ın sabit olan hakkı şehâdetle hesaplandı. On yedibin dinarlık bir satış senedi yazıldı. Bunun peşinden kızkardeşi de paranın çokluğuna aldanarak hakkını sattı. Halife Mansur, bu evde intifa' hakkı olan herkesin haklarını satın alıp ilişiklerini kesti.

Erkam'ın evi, Halife Mansur'un ölümünden sonra oğlu Halife Mehdi'ye geçti. O da eşi Hayzûran'a bağışladı. Hayzûran, bu evin çevresindeki evleri ve arsaları satın alıp ona katmak sûretiyle Dâr-ı Erkam'ı yeniden yaptırdı (İbn Sâ'd, a.g.e., III, 243-244). Bu imardan sonra adı Dâr-ı Hayzûran olarak anılan ev içinde namaz kılınan bir mescid haline getirildi (Ezrâki, Ahbâr-ı Mekke, II, 260).

Bu ev daha sonra halife Ca'fer b. Mûsa'ya geçti. Bu evde bir müddet de Mısır ve Yemenliler oturdular. Daha sonra Gassân b. Abbâd, Musa b. Ca'fer'in oğullarından bu evin tamamını -veya büyük bir kısmını- satın aldı (İbni Sâ'd, a.g.e., III, 244). En sonunda bu evi, Mısır-Kahire defterdârı İbrahim Bey, Sultan ikinci Selim'e hediye etti. Üçüncü Murad da, hicrî 999 (1591) yılında bu evi mescid tarzında yeniledi. Bugün artık bu evi yerinde görmek mümkün değildir. Harem-i Şerif için yapılan çevre düzenlemesinde yıkılmış, arsası zaten Harem'in arsasına dahil kabul edilen bu ev aslına rucû etmiştir (M. Asım Köksal, Erkam'ın Evi, Diyanet Dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 1984, Cilt: 20, Sayı: 3, sh. 3-8). (Ayrıca bkz. İbni Hacer el-Askalâni, el-İsâbe JF Temyîzi's-Sahâbe, I, 28; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbeî Ma'rifeti's-Sahâbe, I, 74; Dâiratü'l-Maârifi'l-İslâmiyye, I, 630-631; Nedvî, Ashâb-ı Kirâm, III, 18-23; Mahmud Esad, İslâm Tarihi (tıc.), s.433, 548).

Erkam b. Ebi'l-Erkam, H. 54 veya 55'te seksen yaşın üzerinde, Muâviye'nin hilâfeti döneminde vefat etmiştir. Bedir ehlinin en son vefat edenidir. Vasiyyeti üzerine namazını sâdık dostu Sâ'd b. Ebı Vakkâs kıldırmıştır. Kabri Cennütü'l-Bakî'dedir.
 

KatrePare

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
12 Tem 2011
Mesajlar
4,014
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
27


Süheyl bin Amr (r.a.)
Bedir Muharebesi’nde Müslümanlar, kendilerinden sayıca ve kuvvetçe üç misli çok olan müşriklere karşı mücadele etmiş ve zafere ulaşmıştı. Müşriklerin ileri gelenlerinin de dâhil olduğu çok sayıda ölünün yanında, düşmanlar birçok da esir bırakarak harp meydanını terk ediyorlardı. Bu esnada Sahabe’den Mâlik bin Duhşum (r.a.) birisini esir etmiş, Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) huzuruna getirmişti. Ge*len esir hiddetli gözlerle Re*sû*lul*lah’ı (a.s.m.) ve etrafındakileri süzüyor ve ken*disini bekleyen akıbeti merak ediyordu.

Bu esir, müşriklerin ileri gelenlerinden, Müslümanlar aleyhine yaptığı tahrik edici konuşmalarıyla meşhur hatip Süheyl bin Amr idi. Orada bulunan Hz. Ömer (r.a.) hemen kılıcını çekip ortaya atılmış ve şöyle demişti:

“Ey Allah’ın Resûl’ü! Müsaade et, şu adamın dişlerini çekeyim de, bir daha si*zin aleyhinizde konuşmasın! Çünkü o, tesirli konuşmalarıyla Kureyş kâfirlerini aleyhimize teşvik ediyordu.”

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle cevap verdi:

“Bırak onu, ey Ömer! Ümit edilir, o öyle bir makamda bulunur ki, seni de se*vindirir…”

Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) her sözüne bütün ruh ve canıyla bağlı olan ve bu sö*zün de bir gün gelip tahakkuk edeceğine inanan Hz. Ömer (r.a.), “Peki, ey Allah’ın Resûl’ü.” diyerek kılıcını kınına koydu ve boyun eğdi.[1]

Süheyl bin Amr sevinç içinde Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) yanından ayrılıp birliğine doğru gitti.

Bu esnada Süheyl’in oğlu Abdullah da (r.a.) bir fırsatını bulup Müslümanların safına geçmişti. Abdullah (r.a.) ilk Müslümanlardandı. Müşriklerin zulüm ve işkencelerine dayanamayarak Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin içerisinde o da bulunuyordu. Ancak Habeşistan dönüşünde babası onu yanına almış ve İslamiyet’ten vazgeçmesi için, akla gelmez zulümlere maruz bırakmıştı. Abdullah artık işkencelere dayanamaz bir hâle gelmişti. Re*sû*lul*lah (a.s.m.) ona, Müslü*manlığını gizleyebileceğini ve İslamiyet’ten döndüğünü babasına söyleyebile*ceğini bildirdi. Abdullah, babasını “İslam’dan döndüğü” hususunda kandırmaya muvaffak oldu. Ancak imanında zerre kadar bir sarsılma olmamıştı. Bir an önce Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) kavuşmayı bekliyordu. Babasıyla birlikte Bedir Savaşı’na katıldı ve bir fırsatını bulup Müslümanların tarafına geçti. Artık saadetine diye*cek yoktu.[2]

Aradan yıllar geçti, müşriklerle Müslümanlar Hudeybiye’de tekrar karşı kar*şıya geldiler. Kureyş müşrikleri barış istiyorlardı. Gelen heyetin başında Sü*heyl bin Amr vardı.

Re*sû*lul*lah (a.s.m.), Süheyl’le uzun uzadıya konuştuktan sonra anlaşma şartla*rında muvafakata vardılar. Sıra anlaşma maddelerinin yazılmasına gelmişti. Kâtip, Hz. Ali (r.a.) idi. Re*sû*lul*lah (a.s.m.) emretti: “Yaz! Bismillâhirrahmânirrahim.” Süheyl hemen itiraz etti: “Biz bunu kabul etmiyoruz ki!” Re*sû*lul*lah (a.s.m.) “Öyleyse nasıl yazalım?” diye sordu. Süheyl “Bismike Allahümme” yazılacağını söyledi. Re*sû*lul*lah (a.s.m.) “Bu da güzeldir!” diyerek Hz. Ali’ye (r.a.) öyle yazılmasını emretti.

Anlaşma maddeleri yazıldıktan sonra sıra imzaya gelmişti. Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, “Allah’ın Resûl’ü Muhammed ile Süheyl bin Amr’ın anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir.” şeklinde yazmasını emretti. Kureyş heyetinin başkanı Süheyl buna da itiraz etti: “Vallahi biz senin ger*çekten Allah’ın Resûl’ü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziya*retine mâni olmaz ve seninle çarpışmazdık!” Neticede “Muhammed bin Abdul*lah” diye yazıldı.

Geçen zaman içerisinde Süheyl bin Amr’ın küçük oğlu Ebû Cendel (r.a.) de İslamiyet’e girmiş ve babası onu da ağabeyi gibi zincire vurup bir yere hapset*mişti. Ancak Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçtı ve tam Hudeybiye Barış Anlaş*ması’nın yapıldığı esnada ortaya çıkarak Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) tarafına iltihak etmek istedi. Ancak anlaşmanın bir maddesi, Ebû Cendel’in Müslümanların tara*fına geçmesine mâni oluyordu.

Süheyl bin Amr, elleri zincirlerle bağlı olarak ortada duran oğlunu görünce çok şaşırdı ve hiddetle Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) şöyle dedi:

“İşte, barış anlaşması gereği bize geri vereceğin ilk kişi budur!”

Re*sû*lul*lah (a.s.m.), mahzun ve mükedder bir vaziyette bekleyen Ebû Cen*del’e baktı ve Süheyl’e dönüp şöyle dedi:

“Haydi bu seferlik bunu bana bağışla ve anlaşmayı imza et.”

Süheyl “Ben bunu asla kabul edemem!” diyerek reddetti.

Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) şefkati, Ebû Cendel’i geri vermekle onu tekrar zulüm ve işkencenin içine atmaya müsaade etmiyordu. Ancak Re*sû*lul*lah anlaşma için söz vermişti ve geri vermediği takdirde Kureyş anlaşmayı feshedecekti. Bu an*laşmanın ileride tamamıyla Müslümanların lehine olacağını bilen Resûl-i Ek*rem (a.s.m.), Ebû Cendel’e döndü ve şöyle dedi:

“Biraz daha sabret! Biraz daha, maruz kaldıklarına göğüs ger. Allah sana bun*ların mükâfatını verecektir. Muhakkak ki, Allah sana ve yanında bulunan Müs*lümanlara bir ferahlık yaratacaktır. Onlara vermiş olduğunuz söze vefasızlık edemeyiz...”[3]

Yıllar yılları kovalamış ve nihayet Mekke Müslümanlar tarafından fethedil*mişti. Di*ğer Kureyş ileri gelenleri gibi Süheyl bin Amr da “yakalandığında öldü*rüle*cek*ler”den birisiydi. Oğlu Abdullah, Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) gelerek, babasına eman vermesi*ni ve affetmesini istedi. Re*sû*lul*lah (a.s.m.), iki fedakâr oğlunun hatırına Süheyl’e eman verip affetti. Abdullah sevinçle koşarak gidip, Süheyl’i gizlenmiş olduğu yerde bul*du ve müjdeyi verdi. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu âlicenaplığı karşısında Süheyl he*men Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman ol*du.

Süheyl bin Amr (r.a.), İslamiyet’e girdikten sonra canla başla İslam için çalış*maya başladı. Çok hassas kalpli ve ince ruhlu bir hâle geldi. Zaman zaman eski hayatını hatırlayıp ağlardı. Hele Kur’ân okunurken büsbütün dayanamaz, çok ağlardı. İbadetine fevkalade düşkün ve müttaki idi.

Siyer müellifi Vâkidi der ki: “Fetih günü Müslüman olanlardan, Süheyl bin Amr gibi İslamiyet’e sarılan başka birisi yoktur.”[4]

Süheyl’in (r.a.) oğlu Abdullah, Hicret’in 12. senesinde Yemâme Harbi’nde şehit düşmüştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Süheyl bin Amr’ı teselliye geldi. Yıllar önce, Müslüman oluşundan dolayı oğullarına her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören Süheyl bin Amr’ın, oğlunun şehadet haberi karşısında sözleri şu oldu:

“Keşke ben de şehit olsaydım!”[5]

Süheyl bin Amr (r.a.), Peygamberimizin (a.s.m.) vefatında Mekke’de bulunu*yordu. O sırada Kureyş içerisinde dinden dönme hareketleri başlamıştı. Kureyş halkını bir araya toplayarak veciz bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu:

“Ey Kureyş halkı! En son İslamiyet’e giren ve ilk önce ondan dönen kimseler*den mi oluyoruz? Yemin ederim ki, bu din şarktan garba kadar uzanacak, her ta*rafı kaplayacaktır...”

Süheyl bin Amr oldukça uzun süren bu konuşmasıyla, Kureyş’ten bazılarının İslamiyet’ten dönmesini önlemişti. Böylece, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Bedir’de Hz. Ömer’e söylemiş olduğu söz tahakkuk etmiş ve Süheyl bin Amr, Hz. Ömer’in de sevineceği bir makama gelmiş oluyordu.

Peygamberimizin (a.s.m.) vefatından sonra Mekke’den ayrıldı ve cihat hiz*metlerine daha fazla katılabilmek için ailesiyle birlikte Şam’a gitti. Bir rivayete göre, Hicret’in 13. senesinde Yermuk’ta şehit oldu. Başka bir rivayete göre ise, Hicetin 18. senesinde taundan vefat etti…

Allah ondan razı olsun!


_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 372; Mektûbât, s. 99.
[2]age., 3: 180-181.
[3]Müsned, 4: 325.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 2: 371-373.
[5]age., 3: 180-181.


ALINTIDIR : http://www.resulullah.org/suheyl-bin-amr-ra

 

Sedaa_*

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
20 May 2012
Mesajlar
2,150
Tepki puanı
6
Puanları
0
Yaş
23
Süheyl bin Amr (r.a.)
Bedir Muharebesi’nde Müslümanlar, kendilerinden sayıca ve kuvvetçe üç misli çok olan müşriklere karşı mücadele etmiş ve zafere ulaşmıştı. Müşriklerin ileri gelenlerinin de dâhil olduğu çok sayıda ölünün yanında, düşmanlar birçok da esir bırakarak harp meydanını terk ediyorlardı. Bu esnada Sahabe’den Mâlik bin Duhşum (r.a.) birisini esir etmiş, Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) huzuruna getirmişti. Ge*len esir hiddetli gözlerle Re*sû*lul*lah’ı (a.s.m.) ve etrafındakileri süzüyor ve ken*disini bekleyen akıbeti merak ediyordu.

Bu esir, müşriklerin ileri gelenlerinden, Müslümanlar aleyhine yaptığı tahrik edici konuşmalarıyla meşhur hatip Süheyl bin Amr idi. Orada bulunan Hz. Ömer (r.a.) hemen kılıcını çekip ortaya atılmış ve şöyle demişti:

“Ey Allah’ın Resûl’ü! Müsaade et, şu adamın dişlerini çekeyim de, bir daha si*zin aleyhinizde konuşmasın! Çünkü o, tesirli konuşmalarıyla Kureyş kâfirlerini aleyhimize teşvik ediyordu.”

Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.) şöyle cevap verdi:

“Bırak onu, ey Ömer! Ümit edilir, o öyle bir makamda bulunur ki, seni de se*vindirir…”

Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) her sözüne bütün ruh ve canıyla bağlı olan ve bu sö*zün de bir gün gelip tahakkuk edeceğine inanan Hz. Ömer (r.a.), “Peki, ey Allah’ın Resûl’ü.” diyerek kılıcını kınına koydu ve boyun eğdi.[1]

Süheyl bin Amr sevinç içinde Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) yanından ayrılıp birliğine doğru gitti.

Bu esnada Süheyl’in oğlu Abdullah da (r.a.) bir fırsatını bulup Müslümanların safına geçmişti. Abdullah (r.a.) ilk Müslümanlardandı. Müşriklerin zulüm ve işkencelerine dayanamayarak Habeşistan’a hicret eden ilk kafilenin içerisinde o da bulunuyordu. Ancak Habeşistan dönüşünde babası onu yanına almış ve İslamiyet’ten vazgeçmesi için, akla gelmez zulümlere maruz bırakmıştı. Abdullah artık işkencelere dayanamaz bir hâle gelmişti. Re*sû*lul*lah (a.s.m.) ona, Müslü*manlığını gizleyebileceğini ve İslamiyet’ten döndüğünü babasına söyleyebile*ceğini bildirdi. Abdullah, babasını “İslam’dan döndüğü” hususunda kandırmaya muvaffak oldu. Ancak imanında zerre kadar bir sarsılma olmamıştı. Bir an önce Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) kavuşmayı bekliyordu. Babasıyla birlikte Bedir Savaşı’na katıldı ve bir fırsatını bulup Müslümanların tarafına geçti. Artık saadetine diye*cek yoktu.[2]

Aradan yıllar geçti, müşriklerle Müslümanlar Hudeybiye’de tekrar karşı kar*şıya geldiler. Kureyş müşrikleri barış istiyorlardı. Gelen heyetin başında Sü*heyl bin Amr vardı.

Re*sû*lul*lah (a.s.m.), Süheyl’le uzun uzadıya konuştuktan sonra anlaşma şartla*rında muvafakata vardılar. Sıra anlaşma maddelerinin yazılmasına gelmişti. Kâtip, Hz. Ali (r.a.) idi. Re*sû*lul*lah (a.s.m.) emretti: “Yaz! Bismillâhirrahmânirrahim.” Süheyl hemen itiraz etti: “Biz bunu kabul etmiyoruz ki!” Re*sû*lul*lah (a.s.m.) “Öyleyse nasıl yazalım?” diye sordu. Süheyl “Bismike Allahümme” yazılacağını söyledi. Re*sû*lul*lah (a.s.m.) “Bu da güzeldir!” diyerek Hz. Ali’ye (r.a.) öyle yazılmasını emretti.

Anlaşma maddeleri yazıldıktan sonra sıra imzaya gelmişti. Peygamberimiz, Hz. Ali’ye, “Allah’ın Resûl’ü Muhammed ile Süheyl bin Amr’ın anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının taraflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir.” şeklinde yazmasını emretti. Kureyş heyetinin başkanı Süheyl buna da itiraz etti: “Vallahi biz senin ger*çekten Allah’ın Resûl’ü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziya*retine mâni olmaz ve seninle çarpışmazdık!” Neticede “Muhammed bin Abdul*lah” diye yazıldı.

Geçen zaman içerisinde Süheyl bin Amr’ın küçük oğlu Ebû Cendel (r.a.) de İslamiyet’e girmiş ve babası onu da ağabeyi gibi zincire vurup bir yere hapset*mişti. Ancak Ebû Cendel bir yolunu bulup kaçtı ve tam Hudeybiye Barış Anlaş*ması’nın yapıldığı esnada ortaya çıkarak Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) tarafına iltihak etmek istedi. Ancak anlaşmanın bir maddesi, Ebû Cendel’in Müslümanların tara*fına geçmesine mâni oluyordu.

Süheyl bin Amr, elleri zincirlerle bağlı olarak ortada duran oğlunu görünce çok şaşırdı ve hiddetle Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) şöyle dedi:

“İşte, barış anlaşması gereği bize geri vereceğin ilk kişi budur!”

Re*sû*lul*lah (a.s.m.), mahzun ve mükedder bir vaziyette bekleyen Ebû Cen*del’e baktı ve Süheyl’e dönüp şöyle dedi:

“Haydi bu seferlik bunu bana bağışla ve anlaşmayı imza et.”

Süheyl “Ben bunu asla kabul edemem!” diyerek reddetti.

Re*sû*lul*lah’ın (a.s.m.) şefkati, Ebû Cendel’i geri vermekle onu tekrar zulüm ve işkencenin içine atmaya müsaade etmiyordu. Ancak Re*sû*lul*lah anlaşma için söz vermişti ve geri vermediği takdirde Kureyş anlaşmayı feshedecekti. Bu an*laşmanın ileride tamamıyla Müslümanların lehine olacağını bilen Resûl-i Ek*rem (a.s.m.), Ebû Cendel’e döndü ve şöyle dedi:

“Biraz daha sabret! Biraz daha, maruz kaldıklarına göğüs ger. Allah sana bun*ların mükâfatını verecektir. Muhakkak ki, Allah sana ve yanında bulunan Müs*lümanlara bir ferahlık yaratacaktır. Onlara vermiş olduğunuz söze vefasızlık edemeyiz...”[3]

Yıllar yılları kovalamış ve nihayet Mekke Müslümanlar tarafından fethedil*mişti. Di*ğer Kureyş ileri gelenleri gibi Süheyl bin Amr da “yakalandığında öldü*rüle*cek*ler”den birisiydi. Oğlu Abdullah, Re*sû*lul*lah’a (a.s.m.) gelerek, babasına eman vermesi*ni ve affetmesini istedi. Re*sû*lul*lah (a.s.m.), iki fedakâr oğlunun hatırına Süheyl’e eman verip affetti. Abdullah sevinçle koşarak gidip, Süheyl’i gizlenmiş olduğu yerde bul*du ve müjdeyi verdi. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu âlicenaplığı karşısında Süheyl he*men Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman ol*du.

Süheyl bin Amr (r.a.), İslamiyet’e girdikten sonra canla başla İslam için çalış*maya başladı. Çok hassas kalpli ve ince ruhlu bir hâle geldi. Zaman zaman eski hayatını hatırlayıp ağlardı. Hele Kur’ân okunurken büsbütün dayanamaz, çok ağlardı. İbadetine fevkalade düşkün ve müttaki idi.

Siyer müellifi Vâkidi der ki: “Fetih günü Müslüman olanlardan, Süheyl bin Amr gibi İslamiyet’e sarılan başka birisi yoktur.”[4]

Süheyl’in (r.a.) oğlu Abdullah, Hicret’in 12. senesinde Yemâme Harbi’nde şehit düşmüştü. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Süheyl bin Amr’ı teselliye geldi. Yıllar önce, Müslüman oluşundan dolayı oğullarına her türlü zulüm ve işkenceyi reva gören Süheyl bin Amr’ın, oğlunun şehadet haberi karşısında sözleri şu oldu:

“Keşke ben de şehit olsaydım!”[5]

Süheyl bin Amr (r.a.), Peygamberimizin (a.s.m.) vefatında Mekke’de bulunu*yordu. O sırada Kureyş içerisinde dinden dönme hareketleri başlamıştı. Kureyş halkını bir araya toplayarak veciz bir konuşma yaptı. Şöyle diyordu:

“Ey Kureyş halkı! En son İslamiyet’e giren ve ilk önce ondan dönen kimseler*den mi oluyoruz? Yemin ederim ki, bu din şarktan garba kadar uzanacak, her ta*rafı kaplayacaktır...”

Süheyl bin Amr oldukça uzun süren bu konuşmasıyla, Kureyş’ten bazılarının İslamiyet’ten dönmesini önlemişti. Böylece, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) Bedir’de Hz. Ömer’e söylemiş olduğu söz tahakkuk etmiş ve Süheyl bin Amr, Hz. Ömer’in de sevineceği bir makama gelmiş oluyordu.

Peygamberimizin (a.s.m.) vefatından sonra Mekke’den ayrıldı ve cihat hiz*metlerine daha fazla katılabilmek için ailesiyle birlikte Şam’a gitti. Bir rivayete göre, Hicret’in 13. senesinde Yermuk’ta şehit oldu. Başka bir rivayete göre ise, Hicetin 18. senesinde taundan vefat etti…

Allah ondan razı olsun!


_____________________________________
[1]Üsdü’l-Gàbe, 2: 372; Mektûbât, s. 99.
[2]age., 3: 180-181.
[3]Müsned, 4: 325.
[4]Üsdü’l-Gàbe, 2: 371-373.
[5]age., 3: 180-181.

-Alıntı-
 

mzumrutcu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
31 Tem 2012
Mesajlar
324
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
32
UKBE İBNİ ÂMİR El-CUHENİ
Ukbe Ibni Âmir el-Cuhenî radiyallahu anh Kur'an-i Kerim'i güzel okuyan bir Kur'an hâfizi... Gecenin seher vakitlerinde kalkip Mevlâ ile konusurcasina husû ile Kur'an tilâvet eden bir âsik... Kendi el yazmasi Kur'an'i bulunan bir ilim eri...
O, Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin Medine-i Münevvere'ye hicretinden sonra Islâm'la sereflendi. Müslüman olusunu kendisi söyle anlatiyor:
"Insanlardan uzak, çöllerde küçük sürülerimin pesinde hayatimi geçiriyordum. Mekke'de yeni dinin ve son Peygamberin geldigini daha sonra Medine'ye hicret edecegini duydum. Kisa bir zaman sonra da Medine'ye tesrif ettigi müjdesini aldim. Bütün Medine'li müslümanlarin sevinç haberleri geliyordu. Ben de sürülerimi birakip Medine'ye kostum. Huzuruna vardim ve: "Ya Rasûlallah! Ben size bey'at edecegim" dedim. Sevgili Peygamberimiz: "Sen kimsin?" dedi. Ben de: "Ukbe ibni Âmir el-Cuhenî'yim" dedim. Bana: "Sence hangisi daha iyi. Bedevi bey'ati mi, yoksa hicret bey'ati mi?" dedi. Ben de: "Hicret bey'ati yapmak istiyorum." Yani, Medine'de kalmak üzere bey'at ediyorum dedim. Muhacirlerle beraber yaninda bir gece kaldim. Ertesi gün küçük sürümün yanina döndüm."
Ukbe (r.a)'in gönlüne Islâm isigi girmisti, fakat o sevgiliden ayri kalisi yeni gelen vahiyleri duyamamasi ona çok zor geliyordu. Kendi ifadesiyle söyle bir çare bulmustu: "Biz oniki arkadastik. Sürülerimizi otlatmak için Medine'den uzakta kaliyorduk. Arkadaslarla aramizda : "Biz de hiç is yok. Yeni gelen vahyi ögrenmek ve Rasûlullah (s.a)'in sohbetinde bulunmak için hergün birimiz Medine'ye gitse, sürüsüne burada kalanlar baksa diye anlastik. Ben sürüleri birakmaktan korkuyordum. Siz gidin ben sürünüze bakayim. Geldiginizde, dinlediklerinizi ve ögrendiklerinizi sizden alirim" dedim. Bir müddet böyle nöbetlese devam ettik. Sonra o sevgilinin yüzünü görememek, huzurunda bulunamamak canima tak etti ve kendi kendime:
"Yaziklar olsun sana! Sen bu sürüler yüzünden mi Rasûlullah (s.a)'in sohbetinde bulunmayi terk ediyorsun. Gelen vahyi direk onun agzindan duymak, aracisiz, ondan almaktan bu sürüler mi seni alikoyuyor?" dedim. Gafletten uyanarak kendime geldim ve koyunlarimi birakip Rasûlullah (s.a)'in yakininda bulunmak için Medine'ye hicret ettim. Mescid'de yatip kalkdim."
Ukbe (r.a) gölge gibi Rasûlullah (s.a) efendimizi takip etmege basladi. Yolculukda hayvaninin yularini tuttu. Ona hizmeti zevk haline getirdi. Efendimiz de Ukbe'yi çogu kere terkisine alirdi. Bu sebebten ona Rasulullah'in redifi diye isim verildi. Kendisi söyle anlatiyor.
Birgün Rasulullah (s.a) efendimiz bana:
"Ukbe! Sana, simdiye kadar benzeri görülmeyen iki sûreyi ögreteyim mi?" dedi. Ben de: "Evet Ya Rasûlallah! " dedim. Bunun üzerine Iki Cihan Günesi efendimiz bana "felâk ve Nas" sûrelerini okudu. Namaz vakti girince imam oldu ve o iki sûreyle namazi kildirdi. Daha sonra: "Ey Ukbe! Yatarken bu sûreleri daima oku!" buyurdu.
Ukbe (r.a) Allah'in sevgilisine yakin olmanin ve ona hizmet etmenin bereketini, hayatinda gördü. Kur'an, hadis, fikih ve ferâiz ilminde güzide sahsiyet oldu. Ashab arasinda ilim ve cihad eri olarak anildi.
O, Kur'an okumak ve ögretmekten büyük zevk alirdi. Birgün Resûl-i Ekrem (s.a) efendimizden: "Ya Rasûlallah! Hûd ve Yusuf sûrelerini bana okur musunuz?" diye ricada bulundu. Efendimiz okudu Ukbe dinledi. Daha sonra ögrendigi sekilde etrafina okudu ve ögretti.
O, Kur'an-i Kerim'i çok güzel okurdu. Sahabe onun tane tane okuyusunu dinler, kalpleri ürperirdi. Bilhassa geceleri ortalik sakinlesince yüksek sesle, Mevlasiyla konusurcasina âyetleri tefekkür ederek hûsû ile okur gözleri yaslarla dolardi.
Hz. Ömer (r.a) onu birgün çagirip söyle dedi "Ey Ukbe! Bana biraz Kur'an oku!" O da: "Hay, hay, Ey emîru'l-mü'minin" dedi ve bir miktar Kur'an okudu. Ukbe (r.a)'in tatli tatli okuyusunu hûsû ile dinleyen Hz. Ömer (r.a) gözyaslarini tutamadi ve sakalini islatincaya kadar agladi.
Evet!.. Kur'an böyle bir kitaptir. Onu husû ile dinlemek kalbleri ürpertir... Gönülleri yumusatir. Gözyaslarini akitir... Çünkü kâmil mü'minlerin gidasidir Kur'an... Allah'im!.. Bizlere de o yüce kitabin derinliklerine dalabilmeyi, onu okumak okutmak ve dinlemeyi zevk haline getirebilmeyi nasib et!..
Ukbe (r.a) kendi elleriyle yazdigi bir Kur'an birakti. Yakin zamana kadar Misir'da kendi adiyla bilinen cami'de muhafaza edildi. Fakat kaybolan kültür hazinelerimiz arasinda maalesef o da kayiplara karisip gitti.
O, Hz. Ömer (r.a) devrinde Sam'in fethinde bulundu. Büyük kahramanliklar gösterdi. Komutan Ebu Ubeyde (r.a) halifeye müjdeyi ulastirmak üzere onu gönderdi. Muaviye devrinde Misir'da valilik yapti. Onun emriyle Rodos adasinin fethi için gönderilen orduya kumandan oldu.
Ukbe (r.a) askeri bilgileri ögrenmekten zevk alirdi. Kendisi de mükemmel ok atardi. Halki da bu ise tesvik ederdi. Bir defasinda Hz. Halid Ibni Velid (r.a)'a Resûl-i Ekrem (s.a) Efendimizin: "Cenab-i Hak bir ok için üç kisiye cennet nasib edecektir" hadisini hatirlatmisti. Bunun için ok atmak hususunda büyük gayret sarfederdi.
Ilim ve cihada çok önem veren Ukbe (r.a) 55 hadis-i serif rivayet etmis ve 58. hicri senede Misir'da vefat ettigi bildirilmistir. Cenab-i Hak'tan sefaatlerini niyaz ederiz. Amin.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt