Bazı öğretim üyeleriyle birlikte, zengin bir iş adamının evinde verdiği davete katılıyoruz. İftar öncesinde başlayan sohbetimiz konu ne olursa olsun dönüp dolaşıp yemeklere bağlanıyor. Kurtlar gibi acıkmış ve sofraya oturmaktan başka bir şey düşünemez hale gelmişiz. Derken top patlıyor ve büyük bir iştahla masaya doğru yönelirken, ev sahibimiz birer hurma ikram edip:
- Önce namaz kılalım, diyor. Geciktirmek doğru olmaz.
Ben bir önceki iftarda baş ağrısından bir şey yiyemediğin ve sahuru kıl payı kaçırdığım için fenalıklar geçirirken, ev sahibi:
- Namazı siz kıldırın Cüneyd Bey, diyor. Duyduğuma göre bu işi sık sık yapıyormuşsunuz.
Nazlanıp da vakit kaybetmemek için teklifi hemen kabul edip öne ilerliyorum. Yeni asistanlarımızdan biri kamet getirirken, bütün sermayesini eritmiş olan midem de, açlık feryatlarıyla eşlik ediyor o güzel nağmelere. Cemaat, yemek salonuna lebalep doldurmuş durumda. Tam namaza başlamak üzereyken, evin küçük oğlu bir tepsi kıymalı börekle içeri giriyor ve aklımı başımdan alan o mükemmel eseri, hemen yanımdaki masaya bırakıyor. Çocuk, anlaşılan haylazın teki. Açlığımın derecesini hissetmiş olmalı ki, gözlerimin içine bakarak koca bir parça böreği ağzına atıyor ve büyük bir şapırtıyla çiğnerken hain hain gülümsüyor. Bir anda ağzımdaki müthiş bir sulanmayla kendimden geçiyor ve tekbir bile alamayacak hale geliyorum. Hemen arkamda, fakültemizin fizik hocası var. Onun kıymalı börek sevmediğini bildiğim için:
- İmamete sen geç, diyorum. Ben yapamayacağım.
Sağ olsun beni kırmıyor ve yerimi alırken, tekrar kamet getiriliyor. Getiriliyor ama ev sahibinin oğlu bu sefer de fırında nar gibi kızartılmış tavuk butlarıyla örtülü bir tepsi getiriyor içeri. Yeni imam, gözlerini et tepsisine kilitlemiş durumda kıpırdanmaya başlıyor ve arka arkaya yutkunurken, ev sahibine dönüp:
- Şimdi aklıma geldi, diyor. Aile reisinin imam olması çok makbulmüş.
Ev sahibimiz, oldukça şaşkın görünmesine rağmen ister istemez öne geçiyor ve yeni asistan arkadaşımız kamet getirmekten yorulduğu için, bir başkası devralıyor müezzinlik vazifesini.
Nihayet namaza durabiliyoruz.
Son imamımız, eski hafızlardan. Birçok da talebe yetiştirmiş. Maşallah ayetlerin hakkını tam veriyor ve ilk rekâttaki Fatiha'dan sonra başlıyor Yasin-i Şerif'i okumaya. Ben, sadece ilk ayetleri okur falan diye içimden geçirirken, o büyük bir şevkle süreyi tamamlıyor ve yirmi dakika sonra başladığımız ikinci rekâtı, Rahman Süresiyle sürdürüyor. Bu sürede geçen Cennet nimetlerinden olsa gerek ki, açlığım dayanılmaz bir hal alıyor, ayaklarım titriyor, gözlerim kararıyor. Ve yarım saat sonra namaz bitirdiğinde, ev sahibimiz:
- Ben yeni ameliyat olduğum için oruç tutamamıştım, diyor. Siz herhalde acıkmışsınızdır, buyurun masaya geçelim.
Kıtlıktan çıkmış gibi sofraya koşarken, ne kadar aciz olduğumuzu ve çoğu zaman pek umursamadığımız nimetlerin mükemmelliğini düşünüyorum.
Yemeklerin her bir lokması, tefekkür ve şükürle geçiyor boğazımdan. Ve bir sultan gibi bahtiyar hissediyorum kendimi, onbir ayın sultanı Ramazan'da.