Gençliğin problemleriyle alakalı vermiş olduğum konferansların birinde şunları söylemiştim:
Biliyorsunuz İslamiyet'ten önce, yani cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de oğlanlar kuyulara atılıp diri diri öldürülüyorlar. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu, bugünküler güldürülerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.
Gayr-ı meşru eğlence alemlerinin icra edildiği her yer özellikle bir kısım televizyon kanalları birer modern dipsiz kuyudur, hatta kadınımızı, erkeğimizi, kızımızı, oğlumuzu yutan birer kara deliktir. Ne hazindir ki, kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı ve maskelidir. Zehirken bal görünümündedirler. Cehennem hurileri, Cennet hurileri takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler.
Dün diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyorlardı. Ama onlar, ağlaya ağlaya Cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, ve sair eğlence âlemlerine atılan gençler, tabak kıran, şampanya patlatan, bira ile yıkanan, gayr-ı meşru birlikteliği aşk, soyunmayı sanat ve çağdaşlık sananlar ve onlara aldananlar ise gülüyorlar, güldürülüyorlar. Bunlar da güle güle ne yazık ki ateş ülkesine, Cehenneme gidiyorlar ve oraya gitmek için birbiriyle yarışıyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.
Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki ekrandaki gençler de çürüyor, seyretme adına ekrana kilitlenen gençler de aileler de çürüyor. oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.
Yukarda: "Bu gün modern kuyu denilen bir kısım ekran ve sahnelere atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok." dedim.
Değerli dostlarım,
Bu sözümü geri alıyorum çünkü onların da arkasından bir ağlayanları var artık. O da Bediüzzaman Said Nursî'dir.
Olağanüstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kuran'ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağladığını bakın nasıl ifade ediyor:
"Bir zaman bir Cumhuriyet Bayramında Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli atmış tanesinin cesetleri kabirde çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruyamadığından sevgi beklediği nazarlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım. hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz."34
Bir insanın kendi evlatlarına ağladığını çok görmüşsünüzdür. Ama bir insanın başkasının evlatlarına ağlaması nadirdir. İşte Bediüzzaman o nadirlerden biridir. Kendi evlatlarına değil bütün bir milletin evlatlarına ağlıyordu O. Yine bir felakete maruz kalanlara ağlandığına şahit olmuşsunuzdur. Ama gülüp eğlenenlere ağlandığına şahit olmamışsınızdır. Bediüzzaman işte böylelerine ağlıyordu.
Ana-babaları sevindiren ve "Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!" dedirten Bediüzzaman'ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap görülür hale gelmişti. Bunun da belanın ta kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. onun şefkati bizim şefkatimize değil, Hz. Muhammed'in (s.a.v) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Miraç'ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki, ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve "Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!"35 çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah'a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı ağlamaya davet etmiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.
Bu dersi Hz.Peygamber'den (s.a.v) alan Bediüzzaman kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir:
"Evet, gördüğüm hayal değil hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı."36
Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Kâinat'ın Efendisi'nin asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesidir.
Fahrettin Razi diyor ki, Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar, ama Hz. Muhammed'in (s.a.v ) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.
İşte Bediüzzaman'ın ağlaması bundandır. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, Millet evlatlarının çocuklarına ağlayan bu Peygamber Varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı vardır, diyoruz.
Biliyorsunuz İslamiyet'ten önce, yani cahiliye devrinde kız çocukları diri diri kuyulara atılıp öldürülüyordu. Şimdi ise hem kızlar, hem de oğlanlar kuyulara atılıp diri diri öldürülüyorlar. Dünküler ağlatılarak öldürülüyordu, bugünküler güldürülerek öldürülüyorlar. Sadece kuyular değişti, kuyular modernleşti.
Gayr-ı meşru eğlence alemlerinin icra edildiği her yer özellikle bir kısım televizyon kanalları birer modern dipsiz kuyudur, hatta kadınımızı, erkeğimizi, kızımızı, oğlumuzu yutan birer kara deliktir. Ne hazindir ki, kimse de onların bir kuyu veya kara delik olduğunu fark edememektedir. Çünkü onlar makyajlı ve maskelidir. Zehirken bal görünümündedirler. Cehennem hurileri, Cennet hurileri takdim edilmektedir. Bu modern ve maskeli kuyulara atılan ve onların cezbesine ve cilvesine kapılan insanlar, özellikle gençler manen öldürülmekte, birer canlı cenaze veya hareketli mezar haline getirilmektedirler.
Dün diri diri kuyulara atılan çocuklar ağlıyorlardı. Ama onlar, ağlaya ağlaya Cennete gidiyorlardı. Şimdi ise dipsiz, modern kuyu ve birer kara delik haline gelen bir kısım ekran, ve sair eğlence âlemlerine atılan gençler, tabak kıran, şampanya patlatan, bira ile yıkanan, gayr-ı meşru birlikteliği aşk, soyunmayı sanat ve çağdaşlık sananlar ve onlara aldananlar ise gülüyorlar, güldürülüyorlar. Bunlar da güle güle ne yazık ki ateş ülkesine, Cehenneme gidiyorlar ve oraya gitmek için birbiriyle yarışıyor ve birbirlerine yardım ediyorlar.
Dün diri diri kuyulara atılanların arkasından ağlayanları vardı. Baba ağlamasa, anası ağlardı. Bu gün modern kuyulara atılanların arkasından ağlayanları da yok. Çünkü kuyular makyajlı, kuyular maskeli. Görünüşte gençler gençliklerini yaşıyorlar, kimse bilmiyor ki ekrandaki gençler de çürüyor, seyretme adına ekrana kilitlenen gençler de aileler de çürüyor. oynaya oynaya koskoca bir kitle ateşten çukurlara dökülüyorlar.
Yukarda: "Bu gün modern kuyu denilen bir kısım ekran ve sahnelere atılan ve manen öldürülüp canlı cenazeler haline getirilen zavallı gençliğin arkasından ağlayanı yok." dedim.
Değerli dostlarım,
Bu sözümü geri alıyorum çünkü onların da arkasından bir ağlayanları var artık. O da Bediüzzaman Said Nursî'dir.
Olağanüstü şartlar altında, dağda, bağda, zindanda, sürgünde, savaşta kaleme aldığı 6000 sayfayı bulan ve Kuran'ın çağımıza bakan eskimez mesajını Risale-i Nur Külliyatı adıyla, okuyan gençliğin, düşünen beyinlerin önüne koyan bu Zat, bu vatanın evlatlarına ağladığını bakın nasıl ifade ediyor:
"Bir zaman bir Cumhuriyet Bayramında Eskişehir hapishanesinin penceresinde oturmuştum. Hapishanenin karşısındaki lise mektebinin büyük kızları okulun avlusunda gülerek raks ediyorlardı. Birden manevi bir sinema ile elli sene sonraki hâlleri bana göründü. Baktım ki o kızlardan elli atmış tanesinin cesetleri kabirde çürümüş azap çekiyordu, on tanesi 70-80 yaşına gelmiş çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini koruyamadığından sevgi beklediği nazarlardan şimdi nefret görüyor. Onların o acınacak hallerine ağladım. hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler, geldiler, sordular. Ben dedim şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz."34
Bir insanın kendi evlatlarına ağladığını çok görmüşsünüzdür. Ama bir insanın başkasının evlatlarına ağlaması nadirdir. İşte Bediüzzaman o nadirlerden biridir. Kendi evlatlarına değil bütün bir milletin evlatlarına ağlıyordu O. Yine bir felakete maruz kalanlara ağlandığına şahit olmuşsunuzdur. Ama gülüp eğlenenlere ağlandığına şahit olmamışsınızdır. Bediüzzaman işte böylelerine ağlıyordu.
Ana-babaları sevindiren ve "Çocuklarımız ne güzel eğleniyorlar!" dedirten Bediüzzaman'ı ağlatıyordu. Niçin? Çünkü eğlenceler meşruiyetini ve masumiyetini kaybetmişti. İnançlarda deprem olmuş, haram ve günahlar helal ve sevap görülür hale gelmişti. Bunun da belanın ta kendisi olduğunu kimse fark edemiyordu. Bu gün gayr-ı meşru bir şekilde eğlenenlerin kabirde ve ahirette başlarına ne tür belalar ve azaplar geleceğini O biliyor ve onun için ağlıyordu. onun şefkati bizim şefkatimize değil, Hz. Muhammed'in (s.a.v) şefkatine benziyordu. O peygamber ki dünyaya gelirken ümmeti için ağlamış, yaşarken ümmeti için ağlamış, Miraç'ta ümmeti için ağlamış, mahşerde ümmeti için ağlayacak. Tâ ki, ümmetinden bir kişi dahi cehenneme düşmesin. Ağlamış, bu ağlamaları ve "Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız!"35 çığlığı ile ümmetini gayr-ı meşru gülmelerden ve eğlencelerden uzak tutmaya çalışmış ve Allah'a layık şükrü ve ibadeti takdim edememekten dolayı ağlamaya davet etmiş, adetâ fani dünyada ağlayın ki baki dünyada ebediyyen gülesiniz, demek istemiştir.
Bu dersi Hz.Peygamber'den (s.a.v) alan Bediüzzaman kendisini ağlatan o olaydan sonra bütün ciddiyetiyle şunları söylemiştir:
"Evet, gördüğüm hayal değil hakikattir. Bu yaz ve bu güzün sonu kış olduğu gibi gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası da kabir ve berzah kışıdır. Eğer gelecek zamanın elli sene sonraki olaylarını gösteren bir sinema olsaydı, bugün gülen ve eğlenen ehl-i dalalet ve sefahetin elli sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi; şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine acılar içinde ağlayacaklardı."36
Tavrından, edasından, üslubundan, derdinden, davasından, acısından, muvaffakiyetinden anlaşılıyor ki, Bediüzzaman Kâinat'ın Efendisi'nin asrımızdaki en yüksek, en tatlı, en şefkatli gür sesidir.
Fahrettin Razi diyor ki, Anne babalar çocuklarının sadece dünyevî istikballerini düşünür ve onları dünya acılarından korumaya çalışırlar, ama Hz. Muhammed'in (s.a.v ) varisi olan alimler ise çocukları ve gençleri, hem dünya ve hem de ahiret azabından korumayı hedef edinmişlerdir.
İşte Bediüzzaman'ın ağlaması bundandır. İşte bunun içindir ki biz, çocuğu olmadığı halde, Millet evlatlarının çocuklarına ağlayan bu Peygamber Varisine ve onun bıraktığı eserlere bütün bir milletin ihtiyacı vardır, diyoruz.