Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir işçiydi. İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helâl olmasını isterdi. Fabrikayı hemen her akşam en geç o terk ederdi. Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için, halk çok rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra temizlemek ihtiyacı hâsıl olurdu, onu da genellikle Hikmet yapardı.
Ramazan bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için yine fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi, ışıkları yaktı, fırının kapağını açıp, içine girdi...
Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler de, gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı.
Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından olan Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtığında şaşırdı: “Hayret, içerdeki elektrikler açık unutulmuş.” diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık duran fırın kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi.
Elektriklerin sönmesiyle, Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat heyhat... Kapak üzerine kilitlenmişti. Var gücüyle
bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu...
Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05’i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti.
Önce terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o, kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti...
Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düsüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı, yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti.
Bir kaç gün önceydi. İşçiler acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde tutmuştu elini. Ya şimdi?.. Yanan iki parmak ucu degil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde, filmlerde yanan adamlar canlandı. Kendi hâli daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu. Adım adım, hissede hissede... Terleyerek, çıldırarak, dövüne dövüne...
İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmış mıydı yoksa? Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu? Aman Allahım! Beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı. Saat gecenin 1’i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi...
Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım. Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte. Biraz sakinleşti. Evini düşündü. Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı.
Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken? Hayat arkadaşına karşı daha nâzik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu. Onlardan da mesul oldugu için onların hesabını da verecekti Allah’a. Keşke hanımının dediğini yapsaydı. Hanımı Ona: “Haydi, birlikte namaza başlayalım.” demişti. Hikmet ise: “Biraz daha yaşlanalım.” diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti...
Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti? Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş, Allah’ın büyüklüğünü, kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. “Ah ahmak kafam.” diye inledi. Hâlbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit, muhakkak onun son eda ettigi vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi.
Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar, manevî eğitimine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her tip pisligin televizyon ekranlarından üstüne sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah’ını, peygamberini niçin sevdirmemişti?
Aklı çocukluğuna gitti... Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Aklına bir fikir geldi; fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak!.. Ama toprak yoktu ki. Gene de ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendigi noktada, başka kime dayanabilirdi ki? Aslında her namazda öyle hissetmeliydi.
Kendisini hayatında ilk defa Rabbiyle konuşuyor gibi hissetti. Âlemlerin Rabbi’ne hamdetmeyi, O’na dayanmayı, O’ndan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliğiyle secde etti. “Eksiksiz, yüce, merhametli Sen’sin...” Acizliğini iliklerine kadar duyuverdi. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ahh, dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsaydı...
Yoruldukça oturup tövbe etti. Estagfurullah çekti. Nasıl da daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu.
Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15’ti. Bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “Cengiz!!!” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyinip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi: “Hikmet!”
İçerden hiç ses gelmiyordu. Bir kaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, isminin söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat, yine duydu. Birisi adını söylüyordu, ‘Hikmet’ diyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı.
Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz’i gördü. Fırından çıktı. Ama Cengiz, bir anda hortlak
görmüşçesine irkildi. Korkuyla: “Kimsin sen?” dedi. Hikmet’in Cengiz’e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hâlâ ağlıyordu. “Ne demek sen kimsin? Hikmet’im işte, görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı.” dedi. “Olamaz!” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin.”
Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir mana veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olur da mesai arkadaşını
tanıyamazdı?
Birden aklında bir şimsek çaktı! Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı! Kırışmış ellerini, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu...
Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi bile korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilse kim bilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali, bu kadar hafife alınabilir miydi?..
Başı ellerinin arasında kala kaldı...
Asım Yıldırım
Ramazan bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için yine fabrikaya gitti. İçeriye girip dış kapıyı kilitledi, ışıkları yaktı, fırının kapağını açıp, içine girdi...
Gerekli temizliği yaptıktan sonra evine gidecekti. Sabaha karşı dörde doğru gelen işçiler de, gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini açacak, onlar hamuru yoğurup ekmekleri hazır edene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı.
Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o saatlerde fırının genç ustalarından olan Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için uğramıştı. O akşam yıkattırıp, ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtığında şaşırdı: “Hayret, içerdeki elektrikler açık unutulmuş.” diye mırıldandı. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık duran fırın kapağını eliyle şöyle bir itekledi. Çıkarken ışıkları söndürmeyi de ihmal etmedi.
Elektriklerin sönmesiyle, Hikmet hemen fırının kapağına koştu. Fakat heyhat... Kapak üzerine kilitlenmişti. Var gücüyle
bağırmaya başladı. Fırının kapağını yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu...
Tüyleri diken diken oldu. Dehşete kapılmıştı. Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05’i gösteriyordu. Yaklaşık beş saati kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti.
Önce terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak; vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o, kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı. Çılgın çılgın gülecekti...
Ah, o en güzeliydi. Bir delirebilseydi, düsüncenin kezzap gibi yakıcılığından kurtulacaktı. Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o kadarı, yanığın ilk safhası bile değildi ama hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti.
Bir kaç gün önceydi. İşçiler acıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde tutmuştu elini. Ya şimdi?.. Yanan iki parmak ucu degil, bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde, filmlerde yanan adamlar canlandı. Kendi hâli daha da zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu. Adım adım, hissede hissede... Terleyerek, çıldırarak, dövüne dövüne...
İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını da yakmış mıydı yoksa? Bu hararet böyle sürekli niçin artıyordu? Aman Allahım! Beklenen an çabuk gelmişti. Saatine baktı. Saat gecenin 1’i olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi...
Elleriyle duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım. Korkusundan fırının yanmaya başladığını zannetmişti. Demirler soğuktu işte. Biraz sakinleşti. Evini düşündü. Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı.
Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken? Hayat arkadaşına karşı daha nâzik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu. Onlardan da mesul oldugu için onların hesabını da verecekti Allah’a. Keşke hanımının dediğini yapsaydı. Hanımı Ona: “Haydi, birlikte namaza başlayalım.” demişti. Hikmet ise: “Biraz daha yaşlanalım.” diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti...
Niçin sanki fırına gelirken camiye girmemişti? Müezzin gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmiş, Allah’ın büyüklüğünü, kurtuluşun O’nun yolunda olduğunu haykırmıştı. Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı. Belki Rabbi o son vakit hürmetine affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. “Ah ahmak kafam.” diye inledi. Hâlbuki beş vakit namaz kılan bir insanın hâli ne güzeldi. Kıldığı bir vakit, muhakkak onun son eda ettigi vakit olacaktı ve Rabbinin huzuruna secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi.
Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar, manevî eğitimine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta her tip pisligin televizyon ekranlarından üstüne sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah’ını, peygamberini niçin sevdirmemişti?
Aklı çocukluğuna gitti... Gençliğine uğradı, tek tek dolaştı o günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren, utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Aklına bir fikir geldi; fırının içinde teyemmüm edip namaz kılmak!.. Ama toprak yoktu ki. Gene de ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı. Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendigi noktada, başka kime dayanabilirdi ki? Aslında her namazda öyle hissetmeliydi.
Kendisini hayatında ilk defa Rabbiyle konuşuyor gibi hissetti. Âlemlerin Rabbi’ne hamdetmeyi, O’na dayanmayı, O’ndan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa böylesine anlıyordu. Bütün benliğiyle secde etti. “Eksiksiz, yüce, merhametli Sen’sin...” Acizliğini iliklerine kadar duyuverdi. Rabbinden gelmişti ve O’na dönüyordu. Ahh, dönüşün O’na olduğunu hiç unutmamış olsaydı...
Yoruldukça oturup tövbe etti. Estagfurullah çekti. Nasıl da daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça vücudunu ateşler basıyordu.
Cengiz ise evine gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15’ti. Bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet fırının içinde alev alev yanıyor, “Cengiz!!!” diye bas bas bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet’in üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyinip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Gece işçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, ışıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp içeriye seslendi: “Hikmet!”
İçerden hiç ses gelmiyordu. Bir kaç defa daha bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki, isminin söylendiğini duyunca irkildi. Olamazdı, yanlış duyuyor, hayal görüyordu. Fakat, yine duydu. Birisi adını söylüyordu, ‘Hikmet’ diyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı.
Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü. Karşısında Cengiz’i gördü. Fırından çıktı. Ama Cengiz, bir anda hortlak
görmüşçesine irkildi. Korkuyla: “Kimsin sen?” dedi. Hikmet’in Cengiz’e sarılmak için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hâlâ ağlıyordu. “Ne demek sen kimsin? Hikmet’im işte, görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim. Birisi üzerime fırının kapağını kapattı.” dedi. “Olamaz!” diyordu Cengiz. “Sen Hikmet değilsin.”
Hikmet ilk önceleri Cengiz’in bu hareketine bir mana veremedi. Nasıl olur böyle söyler, nasıl olur da mesai arkadaşını
tanıyamazdı?
Birden aklında bir şimsek çaktı! Hemen aynaya doğru koşup kendine baktı. Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı! Kırışmış ellerini, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu...
Bir daha aynaya bakamadı. Kendisinden kendisi bile korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilse kim bilir bir gecede ne kadar insan ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre sonra yanmak ihtimali, bu kadar hafife alınabilir miydi?..
Başı ellerinin arasında kala kaldı...
Asım Yıldırım