Ahmet Levent
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 16 Ağu 2008
- Mesajlar
- 26
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
- Yaş
- 57
FİRASET
Yine gecenin müstesna bir vaktindeyim dostlar….
YANMAKTAN USANMAZAM MEVLAM,
PERVANEMİYEM BİLMEM AAAH…
HİÇ SOLUNU SAYMAZAM MEVLAM,
DİVANEMİYEM BİLMEM AAAH…
DİLHANE HARAP OLDU MEVLAM,
YIKILDI TURAP OLDU AAAH…
HERCANİ Mİ BAHT OLDU MEVLAM,
VİRANEMİYEM BİLMEM AAAH…
Bu güzel musiki eşliğinde “gece taksimi”ne başlıyorum….
Hz Mevlananın bir sözüyle giriş yapalım:
“AYNI DİLİ KONUŞANLAR DEĞİL, AYNI DUYGULARI PAYLAŞANLAR ANLAŞABİLİR”
Meselenin özüne hemen metaforik bir anlatımla girmeye çalışalım:
Vakta ki, soğuk bir kış günü padişah, tebdil'i kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına başvezirini alıp yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler.. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyarı selamlamış.
"Selamunaleykum ey pir'i fani..."
"Aleykumselam ey serdar'ı cihan..."
Padişah sormuş.
"Altılarda ne yaptın ?"
"Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..."
Padişah gene sormuş.
"Geceleri kalkmadın mı ?"
"Kalktık...Lakin, ellere yaradı..."
Padişah gülmüş.
"Bir kaz göndersem yolar mısın ?"
"Hem de ciyaklatmadan..."
Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah başvezire dönmüş.
"Ne konuştuğumuzu anladın mı ?"
"Hayır padişahım..."
Padişah sinirlenmiş.
"Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım."
Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor..
"Ne konuştunuz siz padişahla..."
Adam, başveziri şöyle bir süzmüş.
"Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.."
Başvezir, yüz altın vermiş.
"Sen padişahı, serdar'ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.."
"Ben dericiyim. Onun sırtındakı kürkü padişahtan başkası giyemezdi.."
Vezir kafasını kaşımış.
"Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek..."
Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
"Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun diye sordu. Ben de, yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim."
Vezir bir soru daha sormuş...
"Geceleri kalkmadın mı ne demek ?"
Adam bir yüz altın daha almış.
"Çocukların yok mu diye sordu… Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim..."
Vezir gene kafasını sallamış.
"Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek..." Adam gülmüş.
"Onu da sen bul..."
Şu dünyaya gelip de “KAZ” olarak yaşamak; ya da “ENKAZ” halinde göçüp gitmek ne acı…
Kanaatimce gerçek anlamda aynı ve ulvi duyguları paylaşabilmek, beli ölçüde bir FİRASET sahibi olmayı gerektiriyor.
Yoksa;
EHLİ KEYFE KEYF VERİR KAHVENİN KAYNAMASI
EŞŞEĞİ BAŞTAN ÇIKARIR SIPANIN OYNAMASI,
kulvarında kulaç atanların da aynı ve fakat süfli duygular vesilesiyle anlaşabilmeleri pekala mümkündür. Fakat, bu yazının konusundan Uranüs kadar uzaktır.
Evet, firaset farklı bir şey….. ve firaset sahibi olmak ne hoş bir şey….
Peki, firaset nedir? Nasıl elde edilir?
Mühim soru…..
Sözlükte “düşünerek anlamak ve bakmak” manâsına gelmektedir.
Istılahta ise firaset, “keşfetme, sezme ve ileri görüşlülük” anlamındadır.
Bir başka deyişle firaset; “hadiselere ve eşyaya iman nuruyla bakmak, perde arkasındaki gerçekleri görüp hissedebilmek demektir.”
Hani bir kez söylemiş idik:
“Görenedir görene..... Köre nedir köre ne !.....”
Peygamber Aleyhisselam, “Mü'minin firâseti karşısında titreyin; zira o bakarken Allah'ın nûruyla bakar.” buyurmuştur. Peygamber Aleyhisselam, bu sözleriyle; “kamil mü’min”in Allah katındaki değerini ve insanlar arasındaki hürmetini veciz bir surette anlatmış, olgun bir mü’minin de firasetli olması gerektiğine işarette bulunmuşlardır.
Mü’minin Allah’ın nuruyla bakması; onun Allah’ın emir ve yasaklarına ya da rızasına uygun işler yapması anlamına gelmektedir. Ve o nur ancak böyle kazanılır. Zira bir başka hadiste belirtildiği gibi, Allah bir kulu sevdi mi meleklerine de sevdirir (Müslim, “Birr,” 157) ve yeryüzünde o Allah’ın gözü ve eli olur (Buharî, “Rikak”, 38 ) yani gözüyle, eliyle, kısaca bütün azalarıyla Cenab-ı Hakk’ın iradesi ve rızası dahilinde işler yapar.
Yine bu çerçevede; firâsetin, iman nûruyla yakın ilişkisini göstermesi bakımından aşağıdaki âyet mealini de burada belirtmek gerekmektedir:
“Ey iman edenler, eğer Allah'a karşı hep takvâ dairesi içinde bulunursanız, O size furkan (açık-kapalı, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden temyiz ve tefrik edecek bir kabîliyet, bir ışık) verir.” (Enfâl, 8/29)
Bir gün İmam Azam Ebu Hanife Hazretleri, bir mecliste vaaz ederken yanına bir kadın gelir. Kadın, yanında getirdiği bıçak ile bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı Ebû Hanife'nin önüne bırakıp geri çekilir. Bir firaset âbidesi olan koca İmam, elmayı bıçakla ortasından kestikten sonra elmanın içini kadına gösterip geri verir. Kadın gittikten sonra bu hâdisenin izahını isteyen cemaate Ebu Hanife, şu cevabı verir:
“Kadın bana bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı olan elmayı getirerek, kırmızı kanda mı yoksa sarı kanda mı hayızdan temiz olacağını sormak istedi. Ben de elmayı ikiye bölüp ona beyaz olan iç kısmını göstererek ancak akıntı beyazlaştığında temiz olabileceğini söylemek istedim.”
Firasetin bir başka anlamı da; “insanlardaki, diğer varlık ve olayların iç yüzünü keşfetme, gelecek hakkında doğru tahminlerde bulunma melekesi” şeklindedir. Bu anlamda, bir kimsenin dış görünüşüne bakarak onun ahlâk ve karakteri hakkında tahminde bulunma da bu terimin kapsamı içindedir. Dolayısıyla firaset; akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen, ancak sezgi gücüyle ulaşılan bilgilerdir.
Endülüslü Mâliki âlimlerinden Ebû Bekir İbnü’l-’Arabî, firaset ile alâkalı şöyle bir olay nakleder: Bir gün İmam eş-Şafiî ile Muhammed b. Hasen, Ka’be’nin avlusunda otururken içeriye giren bir adam dikkatlerini çeker. Bunun üzerine İmam Şafii, bu kişinin marangoz olabileceğini söyler. İmam Muhammed de bu kişinin demirci olabileceğini beyan eder. Her biri kendi görüşünde ısrar edince, adamın yanına varırlar ve nereli olduğunu sorduktan sonra mesleğini sorarlar. Adam: “Daha önceleri marangoz idim, şu anda demirciyim” cevabını verir. İbnü’l-’Arabî, bu olay vesilesiyle; bir müslümanın bir takım iz, işaret ya da bulgulara dayanarak hüküm çıkarmasını firaset olarak değerlendirmiş; bunun bazılarınca iddia edildiği gibi keramet olmadığını belirtmiştir.
Firaset sahibi kâmil bir mü’minin, İlâhî lütuf gereği kendisinde inkişaf eden duygu ve sezgilerle muhatabından gelecek söz ve filleri daha isabetle değerlendireceği açıktır. Böylece, yine bir hadis-i şerifte de ifade buyurulduğu üzere, “bir delikten iki defa ısırılmayacaktır.” (Buharî, “Edeb”, 83, Müslim, “Zühd”, 63).
İnsan sîmâsından kâinat çehresine kadar her nokta, her kelime, her satır;“Elbette bunda basîret ve firâseti olanlar için ibretler vardır.” (Hicr sûresi, 15/75 ) hükmünün kapsama alanında olan ulül azim Şahsiyetler için çok mânâlar ifade etmektedir; ve hatta bunlar böyle şahsiyetler için birer kitap hükmündedir.
(Devamı aşağıdadır)