Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

''fasık'' Kavrami (2 Kullanıcı)

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
ANLAM KAYMASINA UĞRAYAN KUR'ÂNî BİR KAVRAM: FÂSIK


Bu çalışmanın amacı, bir kavramın gerçek anlamını tespit etmenin ötesinde, Kur'an'ı anlamada yöntem sorununa bir ışık tutmaktır. Bir kavramın geçmişteki gerçek anlamından koparılarak, ona yeni bir anlam yüklenmesi ve yüklenilen bu yeni anlamla doğru bir iletişimin sağlanması mümkündür ve bu makul de karşılanabilir. Ancak, bir kavramın, sırf metod sorunundan dolayı bir anlam kaosu içerisine sürüklenmesine, aynı ölçüde toleranslı bir yaklaşımın sergilenmesinin-hele de bu Kur'ânî bir kavramsa-pek doğru olmadığı kanaatindeyiz. Dolayısıyla burada, sorunu, bir dil sorunu olmasının dışında bir yöntem sorunu olarak görmenin daha sağlıklı olacağını düşünüyoruz.

İslam düşüncesi tarihi içerisinde ortaya çıkan ihtilafların çoğunun, konuların Kur'ânî bütünlükten uzak bir şekilde ele alınmasından ve her fırkanın Kur'an ayetlerini kendi anlayışına uygun olarak yorumlamasından kaynaklandığını görmekteyiz. Nitekim aynı ayetten, değişik fırkalar, farklı sonuçlar çıkarmıştır. Fâsık kavramı da bu talihsizliğe uğrayan ve üzerinde en çok tartışılan kavramlardan bir tanesidir.

Fâsık, Kur'ânî bir kavramdır. Böyle olmasına rağmen, İslam Mezhepleri tarihi içerisinde yer alan fırkaların, ona, Kur'an'ın dışında kendi anlayışlarına uygun olacak şekilde farklı anlamlar yükledikleri görülmektedir. Biz bu farklılığın ve uyuşmazlığın, fâsık kavramının sadece ahlaki bir kavram olarak ele alınmış olmasından kaynaklandığı ve bu yüzden de, mürtekib-i kebîre kavramıyla özdeşleştirildiği kanaatindeyiz. Halbuki Kur'an'da, bu kavramın ahlaki boyutunun dışında, akîde (inanç) ile ilgili boyutunun da olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle fâsık kavramının, kebîre (büyük günah) sahibi bir mü'minin sıfatı olup olamayacağının yeniden gözden geçirilmesinin gerekliliğine inanıyoruz. İşte biz bu açıdan, fâsık kavramını Kur'ânî bütünlük içerisinde yeniden değerlendirmeyi uygun gördük.

Bu çalışmamızda, önce fâsıkın lügat ve ıstılah anlamlarını, sonra da fırkaların bu kavrama yüklediği anlamları vererek bunların, Kur'an ayetleri ışığında kısa bir değerlendimesini yapacağız. Ardından da bu kavramı, fırkaların görüşlerinden bağımsız bir şekilde, Kur'ânî bütünlük içerisinde yeni bir değerlendirmeye tâbî tutacağız.

Fâsık, lügatta, "çıkmak" anlamına gelmektedir. Nitekim Araplar, hurmaya kabuğundan çıktığı zaman fısk (f-s-k) kelimesini kullanırlardı. Yine fare, deliğinden çıkıp bozgun yaptığından dolayı "fuveysika" olarak isimlendirilmiştir. [1] Bu anlamıyla feseka fiili lügatlarda, "çıkmak" anlamına gelen "harece" fiili ile karşılanmıştır. [2]

Terim olarak ise fısk, isyan etmek ve Allah'ın emrini terketmek anlamına gelir. Aynı kökten türetilen "fusûk" ise, "dinden çıkmak" [3], "itaatten ayrılıp ma'siyete (günahlara ve isyana) dalmak ve yine imandan küfre geçmek" [4] anlamlarına gelmektedir. Ferrâ (ö. 207/822.), Allah Teâlâ'nın "Rabbinin emrinden çıktı (feseka)" [5] buyruğuna, "Ona itaat etmekten çıktı (harece)" anlamını vermiştir. [6]

Ancak burada, huruc ile fısk arasında önemli bir farkın bulunduğuna da işaret edilmektedir. el-Askerî (ö. 400/1009)'ye göre, fısk Arap dilinde, "kötü bir çıkış" anlamına gelmektedir. Ona göre, fareye fuveysika denmesinin sebebi, "onun deliğinden kötülük yapmak maksadıyla çıkmasından dolayıdır... Büyük bir günahla Allah'ın emrinden çıkmaya da bu yüzden fısk denilmiştir. Kısacası, hurucun övüleni ve yerileni vardır. Bu bakımdan, övülenine huruc, yerilenine ise fısk denir." [7] Bu bakımdan, İsrâ Sûresi'nin 16. ayetinde geçen, "fefesekû" ifadesi, "bize asi gelerek emrimizden çıktılar" [8], 'bu yüzden onlara azap vâcip (gerekli) oldu' [9]" şeklinde anlaşılmıştır.

Bu anlamıyla fısk ve fâsık kavramları, cahiliyye döneminin Arap dili ve şiirinde asla insanlar için kullanılmamıştır. Bu bakımdan onun, Arap dilinde, terim anlamıyla ilk defa, Kur'ân'ın nuzûlü (inmesi)nden sonra kullanılmaya başlandığını söyleyebiliriz. [10]

Terim anlamıyla fısk, küfürden daha geneldir. Buna en güzel delil olarak şu ayet gösterilebilir. "Kim bundan sonra nankörlük ederse, (Allah'ın nimetini örtüp Ona ittaat etmekten vazgeçerse) [11], işte onlar fâsıkların ta kendileridir!" [12] Bu ayet, fâsık'ın, kâfirlerin küfrünü de içine alan geniş kapsamlı bir sıfat olduğunu göstermektedir. Nitekim bu ve benzeri ayetlerden hareketle Râgıb el-İsfehânî (ö. 503/1109), fâsıkın kâfirden, zâlimin de fâsıktan daha kapsamlı olduğunu söylemektedir. [13]

Bununla birlikte fasık, çoğunlukla, dînî hükümleri kabul edip sorumlu (mükellef) olduktan sonra, onun bütün hükümlerini veya bazılarını ihlal eden kimseler için kullanılır. Gerçekte ise kâfir olan kimselere fâsık denilmiştir. Çünkü o, aklın ve fıtratın gerektirdiği hükmü ihlal etmiştir. Nitekim Kur'an'da Allah, "fâsık"ı mü'minin karşıtı olarak zikretmiştir. "Hiç mü'minle fâsık bir olur mu?" [14]

Buradan da anlaşıldığına göre fâsık kavramı, kâfir kavramını da kapsamaktadır. [15] Yine şehadet getirdiği ve inandığı halde, amel etmeyen kimselere de fâsık denmiştir. [16] Tehanevî ise, yaygın olan kanaate göre, fâsık kavramı yerine fısk ve fusûk kavramlarını kullanarak bunu şöyle tanımlar: "Fısk, dinde, büyük günah işlemek ya da küçük günahlarda ısrar etmektir. Fusûk ise, büyük günah işleyerek Allah'a itaatten ayrılmaktır." [17]

Fırkaların bu kavrama yükledikleri anlamları değerlendirirken, onun lügat ve terim anlamlarının akılda bulundurulmasının yararlı olacağı kanaatindeyiz. Çünkü bu, bizim, fırkalaların kavramların içlerini nasıl kendi anlayışlarına uygun olarak doldurduklarını daha net bir şekilde görmemize yardımcı olacaktır. Şimdi bu kavram üzerinde çeşitli spekülasyonlarda bulunan önemli İslam fırkalarının değerlendirmelerine kısaca bir gözatalım.


 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com
1. Hâricîlere Göre Fâsık:

Hâricîlere göre, kıble ehlinden olan fâsık (mürtekib-i kebîre) [18] kâfirdir. [19] Bununla birlikte küçük farklılıklar da vardır. Haricî fırkalarından Ezârika'ya göre kâfir ve müşrik; Necedât'a göre ise, (ilahi) nimeti inkar edendir, ancak müşrik değildir. [20]

Hâricîler, namazın ancak fâdıl (fazîlet sahibi) olan bir kimsenin arkasında kılınabileceğini, dolayısıyla fâsıkın arkasında kılınamayacağını ileri sürmüşlerdir. [21] Buna karşın, diğer bir hâricî fırkası olan İbâdiyye, biraz daha farklı bir tutum sergilemiştir. Onlara göre, kebîre (büyük günah) işleyenler muvahhiddirler, ancak mü'min değillerdir. [22] Bu nedenle onlarla evlenmek câiz olup mirasları helaldir. Kısacası, Haricî tezine göre, genel olarak fâsık, kâfirdir ve ebedî olarak cehennemde kalacaktır. [23]

Cürcânî'nin verdiği bilgilere göre, Hâricîlerin bu konuda ileri sürdükleri çeşitli delilleri vardır. Bunlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz.:


Görüldüğü gibi Cürcânî, Hâricîleri eleştirirken kendisi de bir başka yanlışlığın içerisine düşmektedir. Zira, ayet özel bir durumu zikretmekle birlikte, genel bir duruma işaret etmektedir. "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse..." ifadesi, genel bir ifadedir ve bunun içerisine bütün ilâhî buyrukların dahil olduğu açıktır. Çünkü burada açıkca görüldüğü gibi, önemli olan, indirilenlerin kimler olduğu değil, indirilenle hükmetme meselesidir.

Onların muhalifleri ise, aynı şekilde dikkatlerini sadece bu ayet üzerinde yoğunlaştırmışlar, ilgili diğer ayetlerin ışığında bütüncül bir değerlendirme yapma yoluna gitmemişlerdir. Mesela, aynı surenin 48. ayetinde, Hz. Peygamber'e, kendisine indirilenle onlar arasında hükmetmesi emredilmektedir. Burada, Hâricîlerin yaptığı hata, hükmü inkar etmekle onu ihmal etmeyi bir görmeleridir. [28] Nitekim Kur'an, bu konudaki farklılığa işaret etmektedir. "Güzel işler yapanlara cennet ve bir de ziyade vardır..." [29]

Hâricîlerin dayandığı diğer bir ayette şudur: "Bunu nankörlüklerinin cezası yaptık. Biz hiç nankör olanlardan başkasını cezalandırır mıyız?" [31] Onlara göre bu ayet, her ceza görenin kâfir olduğuna işaret etmektedir. "Bir mü'mini kasten öldüren bir kimsenin cezası cehennemdir" [32] ayetine göre fâsık da ceza görecektir. Şu halde fâsık kâfirdir. Yine Cürcânî'nin, bu ayete getirilen Hâricî yorumun eleştirisinde de, anlam bütünlüğünü dikkate almadığını, sadece "ceza" kavramını tahlil etmeye çalıştığını görmekteyiz. Ona göre, ayetin görünürdeki (zahirî) anlamı, nankörlerden başkalarının da ceza (karşılık) göreceğinden dolayı terkedilmelidir. Zira, ceza kavramı, sevabı ve işlenen suçun karşılığını içine almaktadır. Dolayısıyla fâsıkın, kâfire verilen cezanın aksine bir ceza görmesi câizdir. [33]

Burada Hâricîler (olumsuz anlamda) her ceza görenin kâfir olduğu noktasında hata etmişlerdir. Yoksa ceza kavramının, mü'minlerin işlerinin karşılığı için de kullanılmış olması, fâsıkın kâfirlerin gördüğü cezadan başka bir ceza görebileceğine delil teşkil etmez. Zira Kur'an'da, inandıktan sonra yoldan çıkanların tevbe etmedikleri takdirde zalim olacakları vurgulanmaktadır. [34] Zalim niteliği ise, fâsık niteliğine nazaran daha ağır ve daha kapsamlı bir niteliktir. [35]

Kısacası Hâricîler, küfretmelerinden ve yalanlamalarından dolayı ceza görecek olanların durumunu fâsıka da uygulamışlar ve tamamen kendi anlayışlarına uygun çarpık bir mantık geliştirmişlerdir. Onlar şöyle bir kıyas yürütürler: Kâfirler ceza görecektir; fâsıklar da ceza görecektir. O halde fâsıklar kâfirdir. Böyle bir mantığın, "her ceza gören kâfirdir" gibi bir ön kabule dayandığı açıktır. Halbuki Kur'an'da durum hiç de böyle gözükmemektedir.

2. Hasan Basrî'ye Göre Fâsık ve İleri Sürdüğü Deliller:


Cürcânî, Hasan Basrî'nin bu yaklaşımını eleştirir ve şöyle der: "Bu üç özellik, bir şahsın tabiatında birlikte bulunduğu zaman münâfıklık alameti olur. Bunlardan biri bulunmadığı zaman nifak alameti olmaktan çıkarlar. Nitekim, Hz. Yusuf'un kardeşleri, babalarına onu koruyacaklarına dair söz vermişler ve bu sözlerine muhalefet etmişler, babalarına güven verdikten sonra, onu kurt yedi diyerek yalan konuşmuşlar ve ihanette bulunmuşlardır. Böyle olmakla birlikte onlar, 'bir şeye delalet eden alametin delaleti kesin olmadığı takdirde, medlûl (delalet edilen)ün kendisine muhalefeti câiz olur' ilkesine göre ittifakla münâfık değildir." [47]

Hasan Basrî'nin, fâsıkı münâfık olarak tanımlaması, genelleme yapmış olması itibariyle yanlış olmakla birlikte kısmen doğrudur. Zira Kur'an'da fâsıkın münâfık olduğuna işare eden ayetler mevcuttur. [49]

3. Mu'tezile'ye Göre Fâsık:

Onlara göre, büyük günah işleyen kişi ne mü'min ne de kâfirdir. Böyle bir kimse fâsık olup iki yer arasında bir yerde bulunmaktadır. [50] Onlardan bu görüşü ilk ortaya atan Vâsıl b. Atâ (ö. 131/748) [51], bunu şöyle ifade etmektedir. "İman hayır özelliklerinden ibarettir. Bu özellikler bir kimsede bulunduğu zaman o, mü'min olarak isimlendirilir. Mü'min ise bir övgü ismidir. Fasık'a gelince o, hayır özelliklerini üzerinde bulundurmadığı için övgü ismini haketmez ve mü'min olarak isimlendirilmez.

Ancak o, mutlak sûrette kâfir de değildir. Çünkü onda, şehâdet (Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini onama) ve diğer hayır işleri mevcuttur. Bunları inkar etme imkanı yoktur. Bununla birlikte fâsık, işlediği büyük günahtan dolayı tevbe etmeden dünyadan göçerse, ebedi olarak cehennemde kalır. Çünkü, ahirette sadece iki grup vardır. Bir grup cennette, bir grup ta cehennemdedir. Ancak fâsıkın azabı ve cehennemdeki derecesi kâfirinkinden daha hafiftir." [52]

Mu'tezilenin çoğunluğu büyük günah işleyen fâsıkın, tevbe etmediği takdirde, Allah'ın onu bağışlamayacağı ve cehennemde ebedi olarak kalacağı görüşündedir. Bununla birlikte, Mu'tezile'nin ileri gelenlerinden Muhammed b. Şebib el-Basrî, es-Sâlihî ve el- Hâlidî, büyük günah işleyenlerin kaderi hakkında kararsız kalmışlar ve bu gibi kimselerin günahlarının Allah tarafından tevbesiz bağışlanabileceğini ileri sürmüşlerdir. [55]

Buna karşın, Mu'tezile içerisinde Hâricî tezine uygun görüşler de vardır. Mesela Nazzam, imanı, "büyük günahlardan sakınmak" olarak [56] tanımlamıştır. Bu durumda, kebire işleyen kimsenin imanı doğrudan ortadan kalkmış olmaktadır. Nitekim o, ancak zekat nisabı olan 200 dirhemden fazla çalanın hırsız sayılabileceğini kabul ettiği için, 199 dirhem çalanın bu fiili yüzünden fıska düşmediğini, sadece 200 dirhemden fazla çaldığı takdirde fâsık olacağını ifade etmiştir.

Kısacası, Mu'tezile, büyük günah işleyen kimseyi fâsık olarak kabul etmekte ve fâsıkın mü'min ile kâfir arasında orta bir yerde bulunduğunu ifade etmektedir. Onların çoğunluğu, fâsıkın tevbe etmeden öldüğünde, ebedi olarak cehennemde kalacağını, ancak tevbe ettikleri takdirde tekrar mü'min olacaklarını ve küçük günahlarının da büyük günahları terkettikleri zaman ilahi bir lütuf olarak bağışlanabileceğini [59] ileri sürmüştür.

Mu'tezile, bu konudaki görüşlerini şu ayetlere dayandırır:

"Hiç mü'min olan fâsık gibi midir?" [60]

"İffetli kadınlara zina isnad edip te sonra dört şahit getiremeyenlere seksen deynek vurun; ebediyyen onların şahitliğini kabul etmeyin. İşte onlar fâsıklardır." [61]

Birinci ayette fâsık, mü'min ile kâfir arasında görülmüştür. Ancak, burada fâsık kavramı, kâfir kavramıyla anlamdaş olarak da görülebilir. [62] İkinci ayette ise, Malatî'nin yorumuna göre, Allah fâsıkı ne mü'min ne de kâfir olarak görmüş, onu bu ikisinin arasında bir yere yerleştirmiştir. [63] Burada Malatî, namuslu kadınlara zina iftirasında bulunan kimselerin şahitliklerinin ebedi olarak kabul edilmemesinin tevbe ve ıslah olma şartıyla kayıtlı olduğunu dikkatinden kaçırmıştır. Bu iki şartın ortaya konmasından, böyle bir iftirada bulunan kimsenin, davranışlarının ötesinde imanında bir problem olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de bu ayetlerde, zina iftirasının, imanı tehlikeye düşürecek kadar ağır bir suç olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü aynı surenin diğer ayetlerinde şöyle buyurulmaktadır.

"İffetli, habersiz mü'min kadınlara zina isnad edenler, dünya ve ahirette lânetlenmişlerdir. Kendi dilleri, elleri ve ayakları, yapmış olduklarına şahittlik ettikleri gün onlar büyük azaba uğrayacaklardır. O gün, Allah onlara kesinleşmiş cezâlarını verecektir. Allah'ın apaçık hak olduğunu bileceklerdir." [64] Burada, bu kimselerin cezayı gördükten sonra, Allah'ın hak olduğunu bileceklerinin vurgulanması, bu insanların, böyle bir günahı işlerken Allah'ın hak olduğunu, hem kalpleriyle hem de davranışlarıyla reddetmiş olduklarını göstermektedir. Böyle bir durumdan tekrar imana dönüp ıslah olmanın tek şartı ise tevbedir. Nitekim Kur'an'da, iman bozukluğundan kaynaklanan davranış bozukluklarının affedilmesi, tevbe edip inanma ve yararlı iş yapma şartına bağlanmıştır. [65]

Görüldüğü üzere, çok uzak ihtimallerin dışında, Kur'an'da Mu'tezile'yi destekler mahiyette hiçbir ayet yoktur. Ancak, onlar yukarda zikredilenlerde olduğu gibi bazı ayetleri kendi anlayışları doğrultusunda yorumlamışlardır. Diğer taraftan onlar, savunulması güç birtakım aklî delillere de baş vurmuşlardır. Mesela onlara göre, iman itaat eylemlerinden ibaret olduğu için, onları terkeden mü'min değildir; ancak kâfir de değildir. Çünkü, sahabe ve onlardan sonra gelen selef, kebîre işleyenlere had cezası uyguluyorlar, onları öldürmüyorlar, mürted olduklarına hükmetmiyorlar ve onları müslüman kabristanlarına gömüyorlardı. [66]

Mu'tezile'nin delillerini de Kur'an açısından değerlendirecek olursak şunları söylememiz mümkündür:

Kur'an'ı Kerim'de tüm insanlar, inanan ve inanmayanlar olarak iki gruba ayrılmışlardır. "O sizi yaratandır. Öyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'mindir." Kısacası, Kur'an'ın tasnifine göre insanlar, ya cennet ehli ya da cehennem ehlidir. [68] Kur'an'da sıkça anılan müşrikler ve münâfıklar, kâfir kategorisi içerisinde yer almaktadır. Kâfirler, müşrikler ve münâfıklar tereddütsüz cehennem ehlidirler ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

Bununla birlikte, Kur'an'a göre, tevbelerin kabul edilmesinin tek şartı mü'min olmaktır. Bu iki grup insanın durumu, aslında şu ayette çok güzel özetlenmektedir: "Allah, erkek-kadın bütün münâfıklara, erkek-kadın bütün müşriklere azap edecek; erkek-kadın bütün mü'minlerin de tevbelerini kabul buyuracaktır..." Buna göre kalbinde nifak olmayan bir mü'minin, kebîre (büyük günah) işlemiş olsa da tevbe hakkından ve bağışlanma ümidinden dolayı yeri bellidir. O ne kâfir ne de iki yer arasında bir yerdedir. Allah'ın kendisine verdiği isimle mü'mindir.

4. Mürcie'ye Göre fâsık:


Mü'min olmak için, inandığını dil ile ifade etmek, ya da kalben inanmış olmak yeterlidir. Hiçbir küfür eylemi bu imana zarar veremez. Doğal olarak o, sadece mü'min olma sıfatıyla, Allah dostu olmayı ve Onun cennetine girmeyi haketmiştir.

Bazıları ise çok daha garip şeyler söylemişlerdir. Mesela Kerrâmiye'den bir grup şöyle söylemekteydi: "Münafıklar cehennem ehlinden olan mü'min müşriklerdir." Başka bir grup ise şöyle söylemekteydi: "Her kim Allah'a inanır ve Hz. Peygamber'i inkar ederse, o hem mü'min hem de kâfirdir. Mutlak surette, sadece ne mü'min ne de kâfirdir."

Ancak bu aşırı gruplar içerisinde ılımlı olanlar da yok değildir. Mesela, Mürciî alimlerden Ebu Muaz et-Tümenî şöyle söylüyordu: "İmandan olmayan farzlardan birini terkeden kişiye din emirlerini çiğnemiştir denir; fakat ona, bu farzı inat olsun diye terketmediği kakdirde, kayıtsız şartsız fâsıktır denemez."

Kısacası Mürcie, fâsıklığın imana hiçbir zarar vermeyeceğini ve bu kişilerin günahlarından dolayı ateşe atılıp atılmayacakları konusundaki son hükmü Allah'ın vereceğini -her ne kadar, yukarda geçtiği gibi bazı aykırı görüşler dile getirilmiş olsa da- ileri sürmüştür. Onların bu konudaki temel tezleri şu ifadede özetlenmiştir. "Bir kâfire yaptığı iyilikler fayda vermeyeceği gibi bir mü'mine de işlediği günahlar zarar vermez?"

Mürcie mezhebi mensupları bu tezlerine, tamamen iman konusundaki teorik yaklaşımları sonucunda ulaşmışlardır. Onlar bu konuda, sadece imanın ne olduğuyla ilgilenmişler, bunun ötesinde, imanın gereği olan hiçbir eyleme, onun geçerliliği açısından değer ve önem vermemişlerdir. Bu nedenle onlar, Kur'an'dan bir dayanak bulma endişesi taşımamışlar, sadece kendi iman anlayışlarına bağlı kalmışlardır.

Malatî, Mürcie'nin delillerini değerlendirirken kısaca şunları söylemektedir:

"Bir mü'minin Doğu'ya ve Batı'ya doğru namaz kılmasına nasıl izin verilebilir. Bizzat Allah şöyle buyuruyor: "Ey Muhammed, yüzünü göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Seni herhalde razı olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerde bulunursanız sizde yüzlerinizi o mescid tarafına çevirin."

Bir mü'min, Hz. Peygamber "kim bir kavme benzerse o da onlardandır" buyururken nasıl olur da beline zımmî kuşağı takınabilir? Dil ile ikrar olmadan kalb ile bilmek nasıl yeterli olabilir? Halbuki Allah, "Ey iman edenler, Allah'a, Rasulüne ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" [79] buyurmaktadır. Böyle bir itaatin söylemek ve uygulamak dışında başka bir şekilde gerçekleşmesi mümkün değildir." Doğrusu burada Malatî'nin sözlerine eklenebilecek pek fazla bir şey yoktur.


KAYNAK: Şamil İslam Ansiklopedisi
 

aliye_aliye

Altın Üye
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
16,828
Tepki puanı
4
Puanları
38
Konum
~* پایتخت آن بهشت *~
Web Sitesi
www.fizikist.com

FISK, FÂSIK

İsyan, Allah'ın emrini terk, hak yoldan çıkma, günah işleme tohumun kabuğunu delip çıkması. Fısk'ın çoğulu fesekâ ve füssâk'tır. Istılahi anlamı ise, büyük günahları işlemek veya küçük günahlarda devam etmek suretiyle Allah'a itaat etmekten çıkmak (Muhammed Hamdı Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, I, 282). Ayette "Rabbinin emrinden, O'na itaattan dışarı çıktı" (el-Kehf, 18/50) denilmiştir. Emrini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden, amel etmediği halde kelime-i şehâdet getiren ve inanan kimse anlamlarında kullanılır (İbnü'l-Manzûr, Lisânü'l-Arab, X, 308; el-Cürcânî, et-Ta'rifât, fâsık mad).
Fıskın; Günahı çirkin kabul etmekle beraber, zaman zaman işlemek, devamlı olarak günah işlemek ve günahın çirkinliğini inkâr ederek işlemek (Kâdı Beydâvı, I, 58) şeklinde üç mertebesi vardır. Üçüncü mertebe, küfür mertebesidir. Yani günahın çirkinliğini ve kötülüğünü kabul etmeyerek haram olduğuna inanmayarak işleyen kimse dinden çıkmış olur.
Fıskın sahibine Fâsık denir. Fâsıkın üçüncü mertebesinde olmayan fâsık, günahkâr mümindir. Ehl-i Sünnet'e göre mümin ünvanı kendisinden ahrımaz. Mutezileye göre; Büyük günahişleyen fâsık, mümin değildir. İnkâr etmiyorsa kâfir de değildir. Küfürle İman arasında kalır. Mutezile buna "El-menziletu beyne'l-menzileteyn"* der. Yani küfürle iman arasında üçüncü bir mertebe. Haricilire göre; Fıskın hangi mertebesinde olursa olsun fâsık kâfirdir (Abdusselam İbn İbrahim, Şerhû Cevheretu 't- Tevhıd, s . 244-245).
Fısk ve fâsık terimleri ile çoğulları Kur'an da elli kadar ayette, kullanılmıştır.
Ayetlerde görülen değişik anlamlara birer örnek vereceğiz: Zalim anlamında; ''Fakat zalimler kendilerine söylenen sözü değiştirip başka sekle koydular. Biz de fâsık olmaları yüzünden, üzerlerine gökten azap indirdik" (el-Bakara, 2/59).
Hak yoldan çıkma anlamında: "Ayetlerimizi yalanlayanlara ise, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle azap dokunacaktır" (el-En'âm, 6/49). Yalancı anlamında: "Ey iman edenler, eğer fâsık bir kimse size bir haber getirirse, onun doğruluk derecesini araştırın" (el-Hucurât, 49/6). Mücâhid ve Katâde'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Müstalik Oğullarına, Velid b. Ukbe'yi toplanan zekâtları teslim almak üzere gönderdi. Ancak Velîd, oraya gitmekten korkarak yoldan geri döndü ve Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak müstakil oğullarının dinden döndüklerini ve Medine'ye saldın için toplandıklarını, öldürülmekten korktuğu için aralarına girmediğini söyledi. Bunun üzerine Allah elçisi, Hâlid b. Velîd'i araştırma için müstalik oğullarına gönderdi. Hâlid, oraya gece vardı ve casuslarını önden gönderdi. Ezan okunduğunu ve namaz kılındığını görünce haberin yalan olduğu ortaya çıktı. Bu olay üzerine yukarıdaki ayet nâzil oldu ve bu şekilde yalan uyduran Velîd b. Ukbe ve benzerleri için "fâsık" terimi kullanıldı (İbn Kesir, Muhl İhtisaa ve tahkik, Muhammed Alı es-Sâbûnî, Beyrut 1402/1981, III, 360, 361).
Yine Kur'an'da iffetli bir kadına zina iftirası atan kimseye fâsık denilmiştir. "İffetli kadınlara zina isnâd edip de, sonra bu iddialarını doğrulayacak dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun. Onların şahitliklerini de ebediyen kabul etmeyin. İşte"onlar fâsıkların ta kendileridir. Ancak, bundan sonra tövbe edip islah olanlar bu hükmün dışındadır..." (en-Nûr, 23/4, 5).
Ebû Hanife (ö. 150/767)'ye göre, zina iftirası ezası uygulanan kimse sonradan tövbe ederse, Fâsıklıktan kurtulur, fakat ölünceye kadar şâhitliğine güvenilmez. Çünkü ayetteki "tövbe ederlerse" istisnası, yalnız cümlenin son kısmına aittir. Diğer çoğunluk hukukçulara göre ise, istisna ayetin bütününe aittir. Tövbe edince hem fâsıklıktan kurtulurlar ve hem de şahitlikleri geçerlidir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhû, VI, 173, 174).
Hz. Peygamber fâsık âlimden uzak durulmasını (Dârimî, Mukaddime, 29), karga eti yiyenin fâsık olduğunu (İbn Mâce, Sayd. 19), Fâsıkların cehennem ehli olduklarını (Ahmed b. Hanbel, III, 428, 444) ve bir müslümanın diğerini fâsıklıkla itham etmemesini (Tecrid-i Sarih Tercümesi XII, 137, Hadis No: 1988) bildirmiştir. Ayrıca pek çok rivâyeti bulunan bir hadiste beş hayvan için fâsık terimi kullanılmıştır. Hz. Âişe'den gelen rivâyet şöyledir: "Beş fâsık hayvan vardır ki, bunlar haremde de harem dışında da öldürülebilir. Yılan, Akrep, Fare, Kuduz Köpek ve Karga" (Müslim, Hacc, 67, 68, 69; Nesaî, Menâsik, 113, 114,118, 119, İbn Mâce, Menâsik, 91). Burada fâsık terimi; zararlı haşarat, söz dinlemeyen, kötülük yapan anlamındadır.
Ayet ve hadislerden anlaşıldığına göre fâsık tabiri kâfir ve münâfığı içine alan geniş anlamda kullanıldığı gibi, ehl-i Sünnet âlimlerine göre daha çok büyük günah işleyenler için kullanılmıştır. Ehl-i Sünnete göre inkâra düşmeksizin büyük günah işleyen ne kâfir ne de münâfık olur. İmandan da çıkmaz. Tövbe etmeksizin ölürse, Allah'ın onu ya bir şefâatçının şefâati veya fazl ve keremi ile affetmesi, ya da suçuna göre onu cezalandırması mümkündür. Sonra onu cennete sokar. Çünkü Allahû Teâlâ "Ey iman edenler, Allah'a nasûh (kesin) tövbe ile tövbe ediniz" (et-Tahrim, 66/8) ayetinde, günah işleyene iman sıfatiyle hitabetmiştir. Bunun gibi daha pek çok ayet vardır (bk. el-Bakara, 2/178; el-Hucurât, 49/9; el-Mâide 5/106; Ebû Mansur Mâtûridî, Kitabü't Tevhid, İstanbul 1979, s.354). Ayrıca İslâm ümmeti Hz. peygamber asrından günümüze ehl-i kıble için büyük günah işleyip işlemediğini dikkate almaksızın salât, dua ve Allah'tan mağfiret dileyegelmiştir. Yine müminlerin namazlarda ana-baba, hısımlar ve tanıdıkları için bir ayırım yapmaksızın istiğfâr etmesi meşhur olmuştur. Halbuki onlar kâfir için istiğfârın caiz olmadığına inanırlar.
Ayet ve hadislerde günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır. Kur'an'da; "Eğer yasaklandığımız büyük günahlardan sakınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir makama koyarız" (en-Nisâ, 4/31), "O, iyi amellerde bulunanlar; küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçmışlar" (en-Necm, 53/32) buyurulur.
Büyük günah (kebire) şöyle tarif edilebilir; ayet ve hadislerde büyük günah olarak belirtilen, hakkında nassı ile bir ceza konulan veya bir tehdîd unsuru bulunan fiiller ile, nass'larda belirtilmediği halde kötülüğü bunlar seviyesinde bulunan fiillerdir. İmam Mâtûridî (ö. 333/944) büyük günahları itikat ve amelle ilgili olmak üzere ikiye ayırmaktadır. Birincisi küfür ve şirk türünden olup, amelle ilgili olanı kişiyi küfre götürmez (Maturidî, 187 a.g.e., s.338).
Hadislerde bazı büyük günahlar sayılmıştır; Allah'a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, yalancı şahitlik, sihir, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, cihâd alanından kaçmak, iffetli mümin bir kadına zina iftirasında bulunmak, zina yapmak, Mescid-i Haram'da günah işlemek bunlar arasındadır (Bıharı» Edeb, 6; Müslim, İman, 38; Tirmizî, Tefsır, 5; Şehadatı 3; Birr, 4; Ebû Davûd, Vesaya, I0; Nesâî, Tahrım, 3; Ahmed b. Hanbel, III, 131, V, 36, 38; Dârimî, Diyât, 9). Hz. Ali (ö. 40/661) buna hırsızlık ve şarap içmeyi de ilave etmiştir (Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, Istanbul 1326/1908, s.140 vd).
Ancak işleyeni fısk derecesine düşüren bu günahlar, hadislerde örnek kabilinden ve hadisin vârid olduğu sıradaki şartlara göre söylenmiş olmalıdır. Çünkü ez-Zehebî (ö. 784/1 347) ' nin yazdığı "Kitabü'l-Kebairı de büyük günahların sayısı yetmişe ulaşırken, el-Heytemî (ö. 974/1566)'nin "ez-Zevacir an İktirafeıl-Kebairı adh eserinde bu sayı 467'ye kadar çıkar.
Hanefilere göre büyük günah işleyen fâsık, hâkimlik görevine tayin edilmişse, vereceği hüküm ihtiyaç sebebiyle geçerli olur. Fakat hâkimin, fâsığın şahitliğini kabul etmemesinde olduğu gibi kendisininde bu göreve atanmaması gerekir. Ancak iffetli kadına zina iftirası suçundan hüküm giyen kimse hakimliği ve şâhitliği geçerli değildir (Vehbe ez-Zühaylî a.g.e., VI, 745).
Fâsık kendisi ve çocukları üzerinde velâyet hakkına sahiptir. O, malını saçıp savurmaması şartiyle sırf fıskı yüzünden hacredilmez. Çünkü tasarruf ehliyetini kısıtlama (hacr) israf ve saçıp savurmayı önlemek için meşrû kılındı. Ayrıca ilk müslümanlar büyük günah işleyenlerin ehliyetlerinde kısıtlama yapmadılar (İbn Âbidîn, Reddu'l-Muhtar, V, 102).
Fâsık, yahudi, hristiyan veya mecusiye zimmî yahut harbî olsun sadaka vererek maddi yardım yapmak mümkün ve caizdir. Ayette: ''Onlar yemeğe ihtiyaç ve istekleri olduğu halde, onu, yoksula, yetime ve esire yedirirler" (el-İnsan, 76/8) buyrulur. Burada "Esir" harbî durumunda sayılır. Yine Hz. Peygamber, susuz köpeği sulayan kimse hakkında "Her canlı hayvan için ecir vardır" (Buharı. Mezalim. 23. Edeb, 37, Müsakat, 9, Müslim, Selam 153) buyurmuştur. "Senin yemeğini, Allah'tan sakınan kimseden başkası yemesin" (Tirmizi, Zühd, 56; Ebû Dâvud, Edeb, 16; Ahmed b. Hanbel, III, 38) hadisi ise, yardım konusunda tercih önceliğini bildirir (ez-Zühaylî, a.g.e., II, 920).
Fıskın zıddı adl; fâsık'ın zıddı adil'dir. Adâlet; dini istikamet üzere bulunmak, dini görevleri yerine getirmek, zina, şarap içmek, ana-babaya asi olmak ve benzeri durumlardan kaçınmak, küçük günahlarda ısrardan sakınmaktır. Şâfiîler, bir aile reisinin çocukları üzerinde velâyet hakkına sahip olması için onun adâlet sahibi olmasını şart koşmaktadırlar. Delilleri Hz. Peygamber'in şu hadisidir: "İki adâletli şahid ve rüşde ermiş veli bulunmadıkça nikâh olmaz" (Ebû Dâvûd, Nikâh, 19; Dârimî, Nikâh, II; es-Serahsı, el-Mebsût, V, 31). Çünkü nikâh velâyeti görüş ve takdir hakkını kullanmayı gerektirir. Fâsık ise, mal velâyetinde olduğu gibi, bu konuda da isabetli karar veremez.
Hanefi ve Mâlikilere göre velâyetin sabit olması için adâlet şart değildir. Veli, adil olsun, olmasın kendi kızını veya erkek kardeşinin kızını evlendirebilir. Çünkü onun fâsıklığı yanında bulunan kimselere karşı şefkat göstermesine ve hısımlarının maslahatını gözetmesine engel olmaz.
Velâyet hakkı geneldir. Ne Hz. Peygamber devrinde ve ne de ondan sonra hiçbir velinin fıskı sebebiyle çocuklarına velâyetten menedildiği nakledilmemiştir. Tercihe şayan olan görüş budur. Yukarıda zikredilen hadisi hanefiler zayıf görmüştür.
Hanefilere göre fâsık, velâyete ehil olduğu gibi şahitliğe de ehildir. Adâletli veya adâletsiz şahitliğe de ehildir. Adâletli veya adâletsiz şahitlerin önünde yapılacak akitler geçerli olur. Şia da aynı görüştedir. Onlara göre şâhitlik akdin sıhhati için gerekli bir şart olmayıp, mendûbtur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 75, 197).
Hamdi DÖNDÜREN
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt