RE: Farzetki ÖldÜn...!,
Mahşerin Hararet ve Sıkıntısı
Nihayet bütün yedi gök ve yedi yer ahalisi mahşerdeki yerlerini tam olarak alınca güneşe on yıllık hararet giydirilir ve yaratıkların tepelerine bir veya iki yay kadar yaklaştırılır. Rabbûl Alemînîn arşının gölgesinden başka hiç kimsenin gölgesi bulunmaz. Arşın gölgesinde serinlenenler ve güneşin hararetiyle kavrulanlar vardır. Güneş, altındakileri hararetiyle kızdırır. Hararetten onların keder ve endişeleri şiddetlenir. Sonra ümmetler dalgalanmaya ve itişip kakışmaya başlar. Birbirlerini sıkıştırır ve ayakları gider gelir.
Susuzluktan boyunları kopacak gibi olur. Güneşin sıcaklığı, mahlukatın nefesleri ve izdihamın verdiği hararet birbirine eklenir. Bunun üzerine onlardan öyle bir ter akar ki, yeryüzüne yayılır. Sonra da amellerinin derecesine ve Allah katındaki saadet ve şekavet durumlarına göre vücudlarını kaplar. Öyle ki ter, bazılarının topuklarına, bazılarının göbeğine, bazılarının kulak memelerine kadar yükselir. Bazıları da neredeyse teri içerisinde kaybolacak hâle gelir. Ter kimisinin göbeğine kadar çıkar.
Umeyr bin Said der ki Ben İbn Amr ve Ebû Said el-Hudrînin yanında oturuyordum. Cuma günüydü. Birisi ötekine dedi ki Ben Resûlullah (s.a.v.)i şöyle buyururken dinledim Kıyamet günü ter insanoğlunun neresine kadar varır? Orada bulunanlandan birisi Kulak memelerine kadar bir diğeri Ağzına kadar dedi. İbn Ömer (r.a.) (Kulak memesinden ağıza doğru eliyle bir hat çizerek) ikisinin de eşit olduğunu görüyorum dedi.
Hayseme, Abdullahın şöyle dediğini bildirdi Kıyamet günü yeryüzünün hepsi âdeta ateş kesilir. Ötesinde ise Cennet bulunur. İnsanlar, onun hurilerini ve kadehlerini görürler. Abdullahın canı, kudretinin elinde bulunan Allaha yemin ederim ki, kendisine hesap dokunmadığı hâlde bir kişi o kadar ter döker ki, döktüğü ter kendi boyunca yeryüzüne yayılır. Sonra bu ter burnuna kadar yükselir. Abdullaha sordular Bu neden ileri gelir ya Eba Abdurrahman? Abdullah İnsanların çektiği sıkıntıyı görmesinden cevabını verdi.
İbn Ömer (r.a.)den, Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğu nakledildi: Kişi (bir defa da kâfir dedi) Kıyamet günü, duruşmanın uzunluğundan dolayı kulaklarının ortasına kadar ter sızıntısının denizi içerisinde ayakta dikilir. Yine Hz. Peygamber (s.a.v.)den naklen Abdullahın şöyle dediği rivayet edilmiştir O günün uzunca bekleyişinden, Kıyamet günü ter, kâfiri ağzının hizasından gemleyecek derecede kaplar (Ali, beklemenin uzamasından’ dedi.) Öyle ki, Ya Rabbi! ateşe göndermek bile olsa beni rahatlat diye yalvarır.
Hiç şüphesiz sen de onlardan birisin. Kederinle başbaşa kalmış, ter kaplamış ve gam bürümüş, şiddetli ter, korku ve ürküntüden nefesin daralıp bunalmış bir hâlde kendini düşün! İnsanlar da seninle birlikte saadet veya mutsuzluk yurduna gönderecek hükmün verilmesini beklerler.
Herkes Canının Derdine Düşer
Nihayet, senin ve diğer yaratıkların meşakkati doruğa ulaşır. Konuşmadan ve işlerine bakılmadan uzun uzun beklerler. Üç yüz sene hiç konuşmadan, bir lokma yemek yemeden, bir yudum su içmeden, yüzlerine bir tek hoş esinti ve serin meltem değmeden, bu bekleyiş ve ayakta dikilişten doğan çekilmez ve katlanılmaz derecedeki yorgunluğu giderici bir an bile istirahat etmeden beklemelerini ne zannedersin?
Katade veya Kabden rivayet edilmiştir ki O gün insanlar, âlemlerin Rabbinin huzurunda duracaklar (elMutaffifîn Sûresi 6) âyetini okudu ve şu açıklamayı yaptı Üç yüz sene kadar duracaklar.” Yine o, Hasan-ı Basrî’den şöyle duyduğunu söyledi Uzunluğu elli bin sene olan bir zaman, ayaklarının üzerinde Azîz ve Celîl olan Allah’ın huzurunda ayakta dikilen insanların hâlini ne zannedersin?! Onlar orada ne bir şey yemişler ve ne de bir şey içmişlerdir. Öyle ki susuzluktan boyunları incelmiş. Açlıktan içleri yanmış. Bu onları ateşe sevk etmiş de sıcağı yaklaşmış ve esintisi şiddetlenmiş, yaklaşan kızgın bir pınardan sulanmışlardır.
Peygamberlere Müracaat
Onların meşakkat ve bitkinliği takat getiremeyecekleri bir dereceye varınca, onlar, Mevlânın yanında değerli olan ve kendilerine o hâl ve durumlarında rahat etmeleri için şefaat edecek kimseleri aramak üzere birbirleriyle konuşurlar. Bu durumdan kurtulup Cennete veya Cehenneme sevkedilmelerini isterler.
Önce Âdem ve Nuha, sonra İbrahime, İbrahimden sonra da Musa ve İsaya başvurup yardım isterler. Hepsi de onlara şöyle derler: Rabbimiz bugün öyle bir gazaba gelmiştir ki, böylesine ne bugünden önce gazaplanmış, ne de bundan sonra bu kadar gazaplanır. Hepsi de bu şekilde kudret ve celal sahibi Rablerinin gazabının şiddetini ifade eder ve kendi kendileriyle meşgul olduklarını şöyle dile getirirler: Nefsî, nefsî! (kendi canım, kendi canım!) Bizzat kendi canlarının derdiyle meşguliyet, kendi dertleri ve kurtuluş kaygıları onları şefaat için Rablerine başvurmaktan alıkoyar. Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyuruyor O gün herkes gelip kendi canını kurtarmak için uğraşır (Nahl Sûresi: 111) Yaratıklardan hiçbirini düşünmez.
Yaratıklar topluca çağrışırlarken, herbiri canının derdine düşüp Nefsî nefsî! diye bağırırken seslerini bir tahayyül et! Nefsî, nefsî sözünden başka bir şey duyamazsın. O gün ne korkunç bir gündür! Sen de onlarla birlikte sadece kendini düşündüğünü ve Rabbinin azab ve cezasından kurtulmaya çalıştığını haykırırsın.
Allah katındaki değerlerine ve yüksek makamlarına rağmen Âdem Safiyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, İsa Ruhullah ve Kelimetullahtan herbirinin Rabbinin şiddetli gazabından korkarak: Nefsî nefsî!diye seslendiği bir günü ne zannedersin?! O günkü korkun, telaşın, üzüntün ve endişenle kendini onlarla mukayese edebilirmisin?