Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

FÂİDELİ BİLGİLER kitabı(Mutlaka okuyun) (1 Kullanıcı)

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
36 - Dinde reformcu diyor ki, (İnsanlar âlim ve avâm olmak üzere iki sınıfdır. Birinciler, delîli bulur, ona tâbi olur. İkinciler ise, muayyen birini taklîd etmemek üzere müctehid ve fakîhlere tâbi olur. Avâmın muayyen mezhebi yokdur. Onların mezhebi, müftînin mezhebidir sözünün manâsı da budur. Önceki âlimler yine diyor ki, muayyen bir müftîye bağlanmak lâzım değildir. Dilediğine sorup anlar. Avâmın hadîs ile amel etmeleri câizdir. Bu husûsda imâmlar ihtilâf etmemişlerdir. (Hidâye)de, kan aldıranın orucu için diyor ki, kan aldırdıkdan sonra, orucu bozuldu sanarak yirse, hem kazâ, hem de keffâret yapar. Çünki bu zannı, dînî bir delîle dayanmamışdır. Müftî böyle fetvâ verirse, onun için delîl olur. Eğer bir hadîse uydu ise, yine böyledir. Keffâret yapmaz (Kâfî ve Hâmidî). Resûlullahın sözü, müftîninkinden aşağı olmaz. Dört imâmın hepsi, sözümüzü bırakın, hadîsi alın dedi. Kim, Kitâb ve Sünnet ile amel etmek isterse, zındıkdır diyorlar. Ebû Hanîfe, delîlimi bilmiyenin, benim ictihâdım ile fetvâ vermesi câiz değildir dedi. Böylece müslimânların Kitâbdan ve Sünnetden yüz çevirip, kendi sözlerini taklîd etmeleri için ictihâd etmediğini bildirmişdir. Onun ictihâd etmesi, Kitâbdan ve Sünnetden nasıl hükm çıkarılacağını müslimânlara göstermek içindir. İbni Âbidîn gibi, sonra gelenlerin sözlerine bakarak, Kitâbdan ve Sünnetden hükm çıkarmağa harâm demek, Ebû Hanîfeye uymamak olur. Bu taklîdciler, amel fıkh iledir, hadîs ile değildir sözünü, kendileri gibi taklîdcilerden nakl etdiler. Zahîriyye kitâbı, bu sözün avâm için olduğunu bildiriyor ise de, bu söz, fıkh var iken Kitâb ve Sünnet ile amel câiz değildir demekdir ki, yanlış olduğu meydândadır. Böyle söyliyenler, câhil ve inâdcıdırlar. Keydânî, harâm olan şeylerden onuncusu, nemâzda parmakla işâret etmekdir diyor. Aliyy-ül-kârî, onun bu sözünün günâh olduğunu bildirdi. Sözü tevîl edilmese, kâfir olur dedi. Çünki, Resûlullahın parmak kaldırdığı sâbitdir dedi).

Evet, müslimânlar iki kısmdır. Birincisi ictihâd derecesine kadar yükselmiş olan islâm âlimleridir. İkincisi, bu dereceye yükselmemiş olan âlimler ve avâmdır. Avâm, dilediğini müftîye sorar demek, kendi mezhebinde olan müftîye sorar, kendi mezhebinde olan müftî bulamazsa, başka mezhebdeki müftîye de sorabilir demekdir. (İbni Âbidîn), 1198 [m. 1784] de tevellüd, 1252 [m. 1836] da Şâmda vefât etmişdir. (Redd-ül-muhtâr)ın sonsözünde (Hazânetür-rivâyat)dan alarak diyor ki, (Âyetden ve hadîsden manâ çıkarabilen âlimler, (Ehl-i dirâye)dir. İctihâd derecesindedir. Mezheblerine muhâlif olsa da kendi mezheblerinin imâmlarından gelen mercûh haberler ve zaîf rivâyet ile de amel etmeleri câiz olur. Yapılmasında harac olduğu zemân, avâma da fetvâ verirler.) Görülüyor ki, kendi mezhebindeki kolay yolu gösteren ictihâda da uymak, müctehid-i fil mezheb için her zemân, avâm için ise, harac [meşakkat] olduğu zemân câiz olmakdadır. (Se'âdet-i ebediyye) kitâbında gusl abdesti maddesine bakınız! (İbni Âbidîn) yine önsözünde buyuruyor ki, (Avâmın mezhebi olmaz. Onun mezhebi, müftîsinin mezhebidir. İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbının şerhinde bu sözü açıklarken mezheb taklîd etmek, mezhebin ne olduğunu bilen, anlıyan yâhud bir mezhebin kitâbını okuyup bu mezheb imâmlarının fetvâlarını anlıyan kimse içindir. Böyle olmıyan kimsenin, hanefî veyâ şâfiî olduğunu söylemesi, bu mezhebde olduğunu göstermez denilmekdedir. Bundan anlaşılıyor ki, avâmın mezheb değişdirdim demesi birşey ifâde etmez. Başka mezhebdeki müftîye sorunca, mezhebi değişmiş olur. İbni Hümâm (Feth-ül-kadîr) kitâbında diyor ki, müftînin müctehid olması lâzımdır. Müctehid olmıyan âlime (Nâkıl), yanî haber iletici denir. Müctehid olmıyan müftîler de mukalliddir. Bunlar ve avâm, hadîs-i şerîflerden doğru manâ çıkaramaz. Bunun için, müctehidlerin anladıklarına uymaları, yanî onları taklîd etmeleri lâzımdır. Bu husûsda imâmlar ihtilâf etmemişlerdir.)

Oruclu iken hacâmat yapmağa gelince, hanefî mezhebinde, bunun orucu bozmadığı şübhesizdir. Bozuldu zan ederek, yirse, kazâ ve keffâret lâzım olur. Orucun bozulmadığını bilmiyecek kadar câhil olana âmî veyâ avâm denir. Hanbelî müftîsi bozuldu dedi ise veyâ bozulacağını bildiren bir hadîs işitip te'vîl edemezse, orucu bozmadığı şübheli olur. Sonra, birşey yiyince, keffâret lâzım olmaz. Çünki, avâmın mezhebi, sorduğu müftînin mezhebidir. Bu misâl, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin ictihâdıdır. Hanefî mezhebinde olan kimsenin İmâm-ı a'zamın ictihâdına uyması lâzım geldiğini bildirmekdedir. Dinde reformcunun yazdığı bu misâl, kendisinin haksız olduğunu göstermekdedir. İbni Hümâm, (Hidâye)deki (dînî delîle dayanarak) sözünü (Orucu bozan birşeye benzetmek) diyerek açıklamakdadır. Böylece açıklaması ve müftînin fetvâsının da delîl olduğunun bildirilmesi, yine dinde reformcunun haksız konuşduğunu gösteriyor. Dinde reformcu, müslimânları aldatmak için kazmış olduğu kuyuya kendisi düşmekdedir. Mezheb imâmlarının, benim sözümü bırakın, hadîse uyun buyurmaları, kendi talebeleri için idi. Talebeleri de müctehid idi. Müctehidin kendi ictihâdına uyması lâzım gelir.

Hiçbir fıkh âlimi, (Kim Kitâb ve Sünnet ile amel etmek isterse zındıkdır) dememişdir. Bu sözü, dinde reformcu uydurmakdadır. Bu sözünün doğrusu, kim Kitâb ve Sünnetden kendisinin anladığına göre, amel etmek isterse, zındıkdır buyurmuşlardır. Doğrusu da budur. Çünki, ictihâd derecesine varmıyan kimse, Kitâbdan ve Sünnetden doğru manâ çıkaramaz. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yanlış manâ çıkaranların kâfir olacağını bildirdi. Bu büyük tehlüke karşısında, mezheb imâmı bile, Kitâbın ve Sünnetin manâsını Eshâb-ı kirâmdan öğrenmiş ve bu doğru manâya göre ictihâd eylemişdir. Bu doğru manâyı ve doğru ictihâdı beğenmemek, Muhammed aleyhisselâma inanmamak olur. Bu da zındıklıkdır. İmâm-ı a'zamın, delîlimi bilmiyenin benim ictihâdım ile fetvâ vermesi câiz değildir buyurması, müftînin müctehid olması lâzım geldiğini gösteriyor. Bu da, İbni Âbidînin, sözünü, İmâm-ı a'zamdan almış olduğunu gösteriyor. İbni Âbidînin kitâbının, i'timâda şâyan, çok sağlam olduğunu isbât ediyor. Mezheb imâmlarını taklîd etmek, Kitâbdan ve Sünnetden yüzçevirmek demek değildir. Kitâbdan ve Sünnetden yanlış manâ çıkarmağa kalkışmayıp, mezheb imâmının kavuşduğu doğru manâya tâbi olmak demekdir. Mezheb imâmları, Kitâbdan ve Sünnetden nasıl hükm çıkarılacağını bildiren üsûl ve kâideler koymuşlar ve bunları mezheblerinde bulunan müctehidlere öğretmişlerdir. Mukallidler ve hele mukallidlerin avâm kısmı, bu üsûl ve kâideleri bilmekden ve anlamakdan ve ictihâd yapmakdan çok uzakdırlar. İbni Âbidîn (rahmetullahi aleyh) müctehidlerin Kitâbdan, Sünnetden hükm çıkarmalarına aslâ harâm dememişdir. İctihâd derecesine yükselmemiş olan câhillerin hükm çıkarmasına harâm demişdir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) (Kur'ân-ı kerîmden ve benim hadîslerimden kendi re'yi ile hükm çıkaran kâfir olur) buyurdu. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh)'de, ictihâd derecesinde olmıyan câhillerin fetvâ vermesinin câiz olmadığını bildirdi. Bunu, dinde reformcu da, yukarıda yazmakdadır. O hâlde, İbni Âbidîn hazretleri bu sözünde yerden göke kadar haklıdır. Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliyyi kâmil ve mükemmil Seyyid Abdülhakîm Efendi, (Hanefî mezhebindeki fıkh kitâblarının en kıymetlisi, en fâidelisi ibni Âbidîn hazretlerinin (Redd-ül-muhtâr) kitâbıdır. Her sözü delîl, her hükmü seneddir) buyurmuşdur. İslâmiyyetin böyle temel kitâbına dil uzatan, onu hafîf göstermek istiyen kimse, zındıkdan başka ne olabilir? İbni Âbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh), hanefî mezhebinde büyük fıkh âlimidir. Her sözünü, her hükmünü müctehidlerden, onlar da İmâm-ı a'zamdan, o büyük İmâm da, Kitâbdan ve Sünnetden almışdır. Görülüyor ki, ibni Âbidînin bildirdiği hükmlere tâbi olan her müslimân Kitâba ve Sünnete tâbi olmakdadır. İbni Âbidîne tâbi olmak istemiyen ise Kitâba ve Sünnete tâbi olmayıp, kendi hevâsına, nefsinin arzûlarına tâbi olan bir kimsedir. Böyle kimsenin Cehenneme gideceğini Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler haber vermekdedir. Tekrâr edelim ki, (Fıkh var iken, Kitâb ve Sünnet ile amel câiz değildir) sözünü dinde reformcular, zındıklar uydurmuşdur. Bu sözün doğrusu, kitâb ve sünnetden kendi anladığına göre amel etmek câiz değildir. Fıkh kitâblarında bildirildiği gibi amel etmek lâzımdır.

Nemâzda parmak kaldırmağa gelince, Pâkistânlı Yûsüf-i Benûrî (Me'ârif-üssünen) kitâbının üçüncü cildinde, bunu uzun anlatıyor. Birçok kitâblardan misâller vererek, işâret edilmesini tercîh ediyor. Fekat, imâm-ı Rabbânî, birinci cildin üçyüzonikinci mektûbunda, mezheblerin üsûl ve kavâidine derin nüfûzünü ve müctehidlerin yüksekliklerini bildiriyor. Parmak kaldırılacağını gösteren hadîs-i şerîfleri yazdıkdan sonra, bunun harâm ve mekrûh olduğunu bildiren kıymetli fetvâları da yazıyor. Kuvvetli delîllerle, parmak kaldırmamanın ihtiyâtlı olduğunu ortaya koyuyor. Bu hükmünde, yine beşerin efendisi olan Resûlullahın hadîs-i şerîfine istinâd ediyor. (Müjdeci mektûblar tercemesi) kitâbında, bu mektûbu okuyanlar, din imâmlarının hadîs-i şerîfe uymak için, kılı kırk yararcasına incelediklerini pek iyi anlar. Hindistândaki islâm âlimlerinden ve tesavvuf büyüklerinden Ahmed Saîd-i Fârûkî Dehlevî, parmak kaldırmakda, fıkh âlimlerinin sözlerini çok güzel anlatıyor. Altmışüçüncü mektûbunda buyuruyor ki, (Bazı âlimler, haberlerin çok olduğunu görerek, sünnet olduğunu bildirdi. Bazıları da, haberlerin birbirlerine uymadığını görerek, parmak kaldırılmaz dedi. Bir iş için, iki dürlü fetvâ olunca, her ikisi de yapılabilir. Birini yapanın, ötekini ayblamaması, ötekini yapanlara dil uzatmaması lâzımdır). Görülüyor ki, fıkh âlimleri, mezheblerin birbirlerine saygılı olmalarını emr etmişlerdir. Aliyy-ül-kârînin, (Keydânî)nin fıkh kitâbına dil uzatmasını çok görmemelidir. Onun, imâm-ı Şâfi'î ve imâm-ı Süyûtî ve imâm-ı Mâlik gibi dînin direklerine de sataşdığı ve hak etdiği cevâbı şeyh Muhammed Miskînden aldığı, (Fevâid-ül-behiyye)de uzun yazılıdır. (Ebeveyn-i Nebevî)yi tekfîr için müstakil bir risâle yazıp, (Şifâ)ya yapdığı şerhinde bu risâlesi ile övünen bu zâtın birçok kıymetli kitâblara yapdığı şerhlerin ve hâşiyelerin, kendisinin dinde söz sâhibi olduğunu gösterecek değerde olmadıkları meydândadır. Dinde söz sâhibi olmak için, müctehid olmak lâzımdır. Müctehid olmıyanların, din büyüklerini muhâkemeye kalkışmaları edeb sınırlarını aşmak olur.

(El-Müstened-ül-mu'temed) kitâbında diyor ki, Aliyy-ül-kârî, (Minah-ur-ravd) kitâbında, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) mubârek ana ve babasının mü'min olarak öldüklerini inkâr etmekde ve (Bunu red için ayrıca bir risâle yazdım. Bu risâlemde, imâm-ı Süyûtînin üç risâlesindeki yazılarını, Kitâbdan, Sünnetden, kıyâsdan ve icmâ'ı ümmetden topladığım vesîkalarla red eyledim) demekdedir. İmâm-ı Süyûtînin (rahmetullahi aleyh), Ebeveyn-i kerîmeynin mümin olarak öldüklerini bildiren altı risâlesi vardır. Bu konu, fıkh bilgilerinden değildir. Yanî (Ef'âl-i mükellefîn) dediğimiz halâl, harâm olmak, sahîh ve fâsid olmak gibi bilgilerden değildir. Bunun için, burada kıyâs yokdur. İcmâ ise, hiç yokdur. Bu konuda âlimlerin ihtilâfları meydândadır. Büyük islâm âlimi imâm-ı Süyûtînin sözleri tam yerindedir. Aliyy-ül-kârînin Kitâbdan delîl getirdim demesi de şaşılacak şeydir. Kur'ân-ı kerîm bunu açık ve kapalı bildirmedi. Böyle konuları, âyet-i kerîmelerin inmelerine sebeb olan şeylere bağlamak için de, hadîs-i şerîfle isbât etmek lâzımdır. İmâm-ı Süyûtî, Aliyy-ül-kârî gibilerle ölçülemiyecek kadar, çok yüksek bir islâm âlimidir. Hadîs-i şerîfleri tanımakda, illetlerini, ricâlini, ahvâlini bilmekde, Aliyy-ül-kârî gibilerinden katkat yüksekdir. Onların, bunun sözlerine teslîm olmakdan veyâ susmakdan başka çâreleri yokdur. Bu büyük imâm, sözlerini ezici, susdurucu delîllerle isbât etmekdedir. Bu delîllerin kuvvetlerini dağlar anlamış olsalardı, erirlerdi. (Müstened)den terceme temâm oldu. Müstenedin yazarı olan Ahmed Rızâ hân Berilevî (rahmetullahi teâlâ aleyh), 1340 [m. 1921] da, Hindistânda vefât etmişdir. Hanefî mezhebi âlimlerindendir. Kendi mezhebinde olan Aliyy-ül-kârînin haksız olduğunu, dinde söz sâhibi olmadığını bildirmekde, buna karşı, şâfiî mezhebindeki imâm-ı Süyûtîyi (rahmetullahi teâlâ aleyh), savunmakda ve övmekdedir. İslâm âlimleri mezheb farkı gözetmeksizin, her zemân haklıyı savunmuşlardır. Şimdiki dinde reformcular ise, Ehl-i sünnet düşmanlarının kitâblarındaki iftirâları ve bu mezhebsizlerin târîhlerindeki aslsız hikâyeleri ele alarak, Ehl-i sünnete saldırmakdadır. Fıkh âlimlerini ve mezheblerin en kıymetli kitâblarını lekeliyebilmek için, Aliyy-ül-kârî gibi, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin mubârek anasına, babasına kâfir diyecek kadar taşkınlık gösteren birini, kendine şâhid göstermekdedir. Aliyy-ül-kârî, Hirâtda tevellüd ve 1014 [m. 1606] da Mekke-i mükerremede vefât etmişdir.
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
37 - Dinde reformcu, onbirinci konuşmasına başlarken, vâiz efendi adına şöyle yazıyor: (Bize, kendi mezheblerimizin âlim ve kitâblarından başka kitâblara bakmak, onlarda gördüklerimiz ile amel etmek yasak edilmişdir. Hattâ, müctehid-i fil-mezheb olan Kemâl ibni Hümâmın, mezhebden nakl edilmiş hükmlere muhâlif yazıları, kuvvetli delîllere dayansa da, bunlarla amel edilmez denildi).
Bir din vâizi böyle saçma ve yalan şeyler söyler mi? Buna imkân var mı? Fekat dinde reformcu, Ehl-i sünnete saldırırken, o kadar sinirleniyor, o kadar intikâm besliyor ki, yalnız ilmin ve edebin değil, aklın da dışına taşıyor. Şuûrunu gayb ediyor. Burada (Üsûl-ı fıkh) ilminin ince meselelerinden birine dokunmakdadır. Kısacası şöyledir: Dört mezhebdeki fukahâ yedi derecedir. Birincisi (Müctehid-i fiş-şer) olan birinci tabakadır. Bunlar (Müctehid-i mutlak)dır. Dört mezhebin imâmları böyledir. Kendi mezheblerinin üsûl ve kâidelerini kurmuşlardır. İkinci tabaka, (Müctehid-i fil-mezheb) olanlar, mezheb imâmının kâidelerine uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. İmâm-ı azamın talebesi arasındaki müctehidler böyledir. Üçüncü tabaka, (Müctehid-i fil-mesâil) olan âlimlerdir. Bunlar mezheb imâmının ve talebelerinin bildirmedikleri meselelerin hükmlerini çıkarırlar. Onlara muhâlefet edemezler. Tahâvî, Ebül-Hasen Ubeydüllah Kerhî ve Şems-ül-eimmeler ve Kâdîhân böyledir. Dördüncü tabaka, (Eshâb-ı tahrîc)dir. Bunlar müctehid değildir. Bildirilmiş olan mücmel sözleri ve mübhem hükmleri açıklarlar. Râzî bunlardandır. Beşinci tabaka, (Eshâb-ı tercîh)dir. Gelmiş olan rivâyetlerin sıhhat derecelerini ayırırlar. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi böyledir. Altıncı derece, (Eshâb-ı temyiz)dir. Kavi, zaîf, zâhir ve nâdir haberleri birbirlerinden ayırırlar. (Kenz), (Muhtâr), (Vikâye) kitâblarının sâhibleri böyledir. Yedinci tabaka, bunların hiçbirini yapamazlar. Bunların hiçbiri, meşakkat olmadıkça, mezhebe muhâlif fetvâ veremezler. Dinde reformcu, bu sözü değişdirerek, kendi mezhebinden olmıyan kitâbı okumak ve hele amel etmek yasak edilmişdir diyor. Hâlbuki yukarıdaki âlimler ve her müslimân, dilediği mezhebin kitâbını okurlar, öğrenirler, isterlerse, başka mezhebe geçerler. Harac olunca, yanî sıkışık zemânda, herkes, kendi mezhebindeki ruhsatları yapar. Yapamazsa veyâ bir iş için ruhsat bulamazsa başka mezhebdeki kolaylığa uyarak sıkıntıdan kurtulur. Yalnız, bir işi başka mezhebe göre yaparken, o mezhebde bu iş için olan farzları ve vâcibleri de yapması, fesâdlarından, harâmlarından sakınması lâzımdır. Bunun için, başka mezhebdeki lâzım olan şeyleri öğrenmiş olması gerekir. İbni Hümâmın beşinci tabakada, (Ehl-i tercîh)den olduğu, (İbni Âbidîn)in (rahmetullahi teâlâ aleyh) üçüncü cildi başında yazılıdır. Yanî, dinde reformcunun dediği gibi, mutlak müctehid olmak şöyle dursun, hiç müctehid değildir. Her mukallid gibi, onun da, mezheb imâmını taklîd etmesi lâzımdır. Dinde reformcu, İbni Âbidîn gibi âlimler için, İbni Hümâm gibi mukallidleri taklîd ediyorlar diyerek, taklîdcilerin taklîdcisidirler diyordu. Şimdi de taklîd etmezler diyerek kötülemeğe kalkışıyor. Ehl-i sünneti gözden düşürmek için ne yapacağını bilemiyor! Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâbları meydândadır. Meselâ, bir mezhebe tâbi olan kimsenin başka bir mezhebi taklîd etmesi câiz olup olmadığını, büyük âlim Ahmed ibni Hacer-i Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh), (El-fetâvâ-i-hadîsiyye) kitâbında, şöyle yazmakdadır: (İmâm-ı Ebül-Hasen Alî Sübkî (rahmetullahi aleyh) başka bir mezhebi taklîd etmekde yedi hâl olduğunu bildirdi:

1) Bir işin yapılmasında, başka mezheb imâmının ictihâdının dahâ kuvvetli olduğuna inanan kimsenin, bu işi o mezhebi taklîd ederek yapması câizdir.

2) İki mezhebin imâmlarının, bir işdeki ictihâdlarından hangisinin dahâ isâbetli olduğunu bilmiyen kimsenin de, bu işi, iki mezhebden dilediğine uyarak yapması câizdir. Başka mezhebi taklîd etmesi, dinde ihtiyât etmek için ise yâhud kendi mezhebine göre harac var ise, meselâ fâizden kurtulmak için ise, kerâhetsiz câiz olur. Başka sebeble ise, mekrûh olur.

3) Kendi mezhebine göre yapmasında harac bulunan bir şeyi, yapması kolay olduğu için, başka mezhebi taklîd etmek câiz ise de, iki imâmdan birinin delîlinin dahâ kuvvetli olduğuna inanmış ise, bu imâma uyması vâcibdir.

4) Kendi mezhebine göre yapmakda harac olmadan, yalnız kolay olduğu için, dahâ kuvvetli olduğunu bilmediği başka mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Çünki, dînini değil, keyfini kayırmış olur.

5) Mezhebleri (Telfîk) ederek, yanî kolaylıklarını araşdırıp toplıyarak, işlerini yapmak câiz değildir. Çünki böyle yapmak, islâmiyyetin dışına çıkmak olur.

6) Bir işi, birkaç mezhebe göre yapmak, bu mezheblerden birine göre sahîh olmazsa, câiz olmadığı sözbirliği ile bildirilmişdir. Kemâl ibni Hümâmın câiz demesi zaîfdir.

7) Bir mezhebe göre yapdığı işin eserleri devâm etmekde iken, başka mezhebi taklîd etmek câiz değildir. Meselâ, hanefî mezhebine uyarak, komşusunun evini satılan müşteriden şüf'a hakkı ile satın alıp, bu evde, şâfiî mezhebine göre iş yapmak câiz olmaz).

38 - Dinde reformcu, (Taklîdciyi taklîd etmek harâmdır. Sahîh hadîsi işiten kimseye, bu hadîsi filânın ictihâdı ile karşılaşdır. Uygun ise amel et denemez. Hadîsin mensûh olup olmadığını araşdır denir. Fekat bu, ehliyyeti olanlar içindir. Ehliyyeti olmıyanlar ise, (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetine uyarak ehliyyetli kişilere sormalıdır. Bir kimse, müctehid imâmların hepsini sever de, sünnete uygun olduğuna kanâat getirdiği yerlerde, onların herbirine tâbi olursa, iyi olur) diyor.

Taklîdciyi taklîd elbet harâmdır. Fekat, taklîdci müslimânın verdiği habere inanıp, bu habere göre hareket etmek, onu taklîd etmek olmaz. Bu hadîsi, filânın ictihâdı ile karşılaşdır, uygun ise, amel et denemez. Fekat, bu hadîs-i şerîfden kendi anladığını, mezheb imâmının ictihâdı ile karşılaşdır! Birbirlerine benzemiyorlar ise, kendi anladığın ile amel etme! Mezheb imâmının anladığı ile amel et denir. Hindistândaki büyük islâm âlimlerinden Senâüllâh-i Pâni-pütî (rahmetullahi aleyh) 1225 [m. 1810] de vefât etmişdir. 1197 senesinde yazdığı (Tefsîr-i Mazherî)de, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor ki: Bir sahîh hadîs-i şerîf görülse ve bunun mensûh olmadığı bilinse ve meselâ imâm-ı a'zam Ebû Hanîfenin (rahmetullahi aleyh) bir fetvâsı, bu hadîs-i şerîfe uygun olmasa, eğer dört mezhebden birisi, bu hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmiş ise, hanefî mezhebinde olanın kendi imâmının fetvâsına uymayıp, bu sahîh hadîse uygun ictihâd eden başka mezhebi taklîd ederek bu hadîs-i şerîfe uyması lâzım olur. [Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh), bu hadîs-i şerîfin te'vîlli olduğunu anlıyarak, manâsı açık olan diğer bir hadîs-i şerîfe uymuşdur. Dört mezhebden biri böyle bir hadîs-i şerîfe uymuş ise, bizim de uymamız lâzım olur.] Çünki, İmâm-ı a'zam (rahmetullahi aleyh) (sahîh hadîs-i şerîf veyâ Eshâb-ı kirâmdan (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma'în) birinin sözünü görürseniz, benim fetvâmı bırakıp, onlara uyunuz!) buyurdu. Böylece, icmâ'ın hâricine çıkılmamış olur. Çünki, Ehl-i sünnet âlimlerinin, dördüncü asrdan sonra, yalnız dört mezhebi vardır. Sünnî olan müslimânların amelde, ibâdet yapmakda, bu dört mezhebden başka, uyacakları bir mezheb yokdur. Bu dört mezhebden birine uymayan sözlerin bâtıl olduğu icmâ ile, sözbirliği ile bildirildi. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin icmâ ile bildirdiği söz dalâlet, yanlış olmaz) buyuruldu. Nisâ sûresi yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü'minlerin yolundan ayrılan kimseyi Cehenneme atarız) buyurulmuşdur. Dört mezheb imâmının ve bunların yetişdirdiği büyük âlimlerin, bir hadîs-i şerîfi görmemelerine imkân ve ihtimâl yokdur. Onlardan hiçbirinin bir hadîs-i şerîfe uymaması, bu hadîsin mensûh veyâ te'vîlli olduğuna icmâ olur. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu. Görülüyor ki, bir mezheb imâmının bir ictihâdının bir hadîs-i şerîfe uymadığı görülünce, (mezheb imâmı bu hadîs-i şerîfi işitmemiş veyâ buna uymamış) dememeli, (Bu hadîs-i şerîfin mensûh veyâ te'vîlli olduğunu anlamışdır) demelidir.

Dinde reformcu, otuzuncu maddede bildirdiğimiz yazısında, (Üsûl âlimlerinin, taklîdin lâzım olduğunu (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) meâlindeki âyet-i kerîmeden çıkarmaları netîcesiz ve sakat bir muhâkeme ve istidlâldir) diyordu. Burada ise, (Ehliyyetli olmıyanlar (Bilmiyorsanız, bilenlerden sorunuz!) âyetine uyarak, ehliyyetli kişilere sormalıdır) diyor.
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
39 — Dinde reformcu, onikinci konuşmasında, kelime oyunu yaparak, müslimânları aldatmağa çalışıyor. Diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, süâl soran birisine, Resûlullah böyle buyurdu deyince, sen de bu hükmü kabûl ediyor musun demiş. İmâm-ı Şâfi’î, Resûlullahdan bana kadar gelen söze, başımın üstünde demezsem, hangi yer beni kabûl eder demiş. Bunun için imâmlar taklîdden men’ etmiş, ictihâd kapısını göstermişlerdir. Hadîse aykırı ictihâd terk edilir. İmâm-ı Şâfi’î, sahîh hadîs bulursanız bana bildirin! Ben de onu tatbîk edeyim derdi. Hadîse muhâlif bir sözü Şâfi’îye nisbet etmek câiz değildir. Sultân-ul-ulemâ denilen İzzüddîn bin Abdüsselâm, mezhebinin za’îf olduğunu anladığı hâlde, isâbeti anlaşılan diğer bir mezhebi bırakıp kendi imâmını taklîdde ısrâr eden fakîha şaşılır. Hak ve isâbetin yalnız kendi imâmında olduğunu sanır. Gözlerini taklîd nasıl kör etmiş ki, bu hâle gelmişlerdir. Bunlar nerede, delîllerle berâber olan selef nerede dedi). Vâiz efendi ağzından da, (Bu büyük âlimin sözleri ma’kûldür. Fekat fukahânın çoğu, taklîd etdikleri mezheblerin üzerinde donup kalmışlardı. Adam, Muhammedî olmayı bırakıyor da, Hanefî veyâ Şâfi’î oluyor) diyor.

Dinde reformcu, kendi söylediklerini, yine kendisi tasdîk ediyor. Elbet, mason siyâseti böyle olur. Masonlar, niçin bütün dünyâya yayılmışlar. Hep bu yalancı, aldatıcı siyâsetlerinden değil mi? Fekat, ilmihâl kitâblarını okumuş olan müslimânları aldatamazlar. Ehl-i sünnet âlimleri bunların hîleli yazılarına gerekli cevâbları vermiş, hepsini rezîl etmişlerdir. Bu kıymetli kitâblardan birisi, Yûsüf-i Nebhânînin (Huccetüllahi alel’ âlemîn) kitâbıdır. Bu kitâbın sonundan birkaç sahîfe terceme edilerek, (Herkese Lâzım Olan Îmân) kitâbına eklenmişdir. Fekat, bu kitâblardaki cevâbları bilmiyenlerin, okumıyanların aldanmalarından, uçuruma sürüklenmelerinden korkulur. Biz zâten bunun için kaleme sarıldık. Genç din adamlarının, bu yıkıcı fırtınaya kapılarak felâkete sürüklenmelerini önliyebilmek için, bu yalanlara cevâb vermek zorunda kaldık. Bunun için, (Şevâhid-ül-hak) ve (Es-sihâm-üs-sâibe li-eshâbid-de’âvî-yil-kâzibe) kitâblarından da terceme yapmayı uygun bulduk.

İmâm-ı Şâfi’înin “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurduğu gibi, her müslimân, sahîh olan hadîse elbet teslîm olur. Bunu bilmiyen hiçbir müslimân yokdur. Dinde reformcunun bunu delîl olarak ileri sürmesine şaşılır. Fekat o, bu sözü koz olarak kullanmakdadır. Hâlbuki, bu sözün taklîd ve ictihâd ile hiçbir alâkası yokdur. Îmânı olan herkesin söyliyeceği bir sözdür.

Dinde reformcunun yüzlerce def’a tekrâr etdiği bir iftirâsı da,(Hadîse muhâlif ictihâd terk edilir) sözüdür. İctihâdlar yapılırken, bilinmiyen hadîsler vardı. Bu hadîs-i şerîfler ortaya çıkınca, talebeleri olan müctehidler, hocalarının bunlara muhâlif olan ictihâdlarını terk etdiler. Çünki, dört mezhebin de imâmları, talebelerine böyle yapmalarını emr etmişdi. İmâm-ı Şâfi’înin bu emrlerinden birkaçını, dinde reformcu da, yukarıda yazıyor. Şimdi, yeni hadîsler ortaya çıkmıyor ki, ictihâdlara muhâlif hadîs bulunsun. Hadîs-i şerîflerin hepsi haber verilmişdir. Dînin temel kitâblarında, sahîh hadîslere muhâlif hiçbir hadîs-i şerîf yokdur. Şimdi yalnız, mensûh oldukları için veyâ sıhhatinin delîlleri olmadığı için, müctehidlerin hükm çıkarmamış oldukları hadîsler vardır. Bunlara uymıyan ictihâdlar da, elbet bulunacakdır. Fekat böyle ictihâdların hepsi, sahîh hadîs-i şerîflerden çıkarılmışlardır.

Hindistân âlimlerinin büyüklerinden Senâüllah-i Pâni-pütî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Pâni-püt şehrinde vefât etmişdir. On cild olan (Tefsîr-i Mazherî)sinde, Âl-i İmrân sûresinin altmışdördüncü âyet-i kerîmesinin tefsîrinde buyuruyor ki, Allahü teâlâ, [Nisâ sûresi, 58.ci âyetinde] (Ülül-emre itâ’at ediniz) buyurdu. Bunun için, Âlimlerin, Velîlerin, sultânların ve hükûmetin, islâmiyyete uygun olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir. İslâmiyyete uygun olmıyan şeylerde itâ’at etmek, onları Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmak olur. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” (Günâh olan şeyde hiç kimseye itâ’at olunmaz. İslâmiyyete uygun şeylerde itâ’at olunur) dediğini, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvüd ve Nesâî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiler. Hadîs-i şerîfde, (Hâlıka ısyân olan şeyde, mahlûka itâ’at olunmaz) buyuruldu. Hükûmetlerin, Hâlıka isyân olan emrlerine, kanûnlarına karşı gelmek, isyân etmek câiz değildir. Fitne çıkarmak büyük günâhdır. Müslimân Hâlıka da, devlete de ısyân etmez. Günâh ve suç işlemez. Bunu başarmak her zemân çok kolaydır. Bir kimse, sahîh olan ve nesh edilmiş olmıyan bir hadîs öğrenirse ve meselâ imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” ictihâdının, bu hadîse uygun olmadığını anlarsa ve dört mezhebden biri bu hadîse uygun ictihâd etmiş ise, bu kimsenin bu hadîse uyması vâcib olur. Bu hadîse uymazsa, mezheb imâmını Allahü teâlâya şerîk yapmış olur. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe buyurdu ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” her hadîsi, başımın üstündedir. Eshâb-ı kirâmın sözlerini de tercîh ederim. Tâbi’înin sözleri, bizim sözlerimiz gibidir). İmâm-ı a’zamın bu sözünü, Beyhekî (Medhal) kitâbında haber verdi. İmâm-ı a’zamın, (Hadîs-i şerîf varsa ve Eshâb-ı kirâmın sözü varsa, benim sözümü bırakınız) dediğini, (Ravdat-ül’-ulemâ) bildiriyor. Yukarıda, (Dört mezheb imâmlarından birisi, bu hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmiş ise) dedik. Çünki, bu hadîs-i şerîfe uygun ictihâd yok ise, icmâ-i ümmetden ayrılmış olur. Üçüncü veyâ dördüncü asrdan sonra, (Ehl-i sünnet-vel-cemâ’at) mezheblerinden yalnız dördü kaldı. Öteki mezhebler unutuldu. Bu dört mezhebden hiçbirine uymıyan bir fetvânın sahîh olmadığını, islâm âlimleri icmâ’ ile bildirdiler. Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin icmâ’ ile bildirdiği söz dalâlet olmaz!) buyuruldu. Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Mü’minlerin yolundan ayrılanı, döndüğü tarafa sürükler ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Dört mezheb imâmının ve bunların talebesi arasında bulunan âlimlerin sahîh olan hadîslerden birini işitmemiş olmaları imkânsızdır. Bu imâmlardan birinin, bir hadîs-i şerîfe uygun ictihâd etmemiş olması, bu hadîsin mensûh veyâ te’vîlli olduğunu gösterir. Tesavvuf büyüklerinin hiçbiri, dört mezhebden ayrılmamışdır. Dört mezhebden ayrılmak, islâmiyyetden ayrılmak olur. Câhillerin, Evliyâ ve şühedâ mezârlarına giderek, kabre secde etmeleri, kabr etrâfında dönmeleri, üzerinde ışık yakmaları, nemâz kılmaları, her sene bayram yapar gibi kabr başında toplanmaları câiz değildir. Bunlar, hadîs-i şerîflerle yasak edilmişdir. (Tefsîr-i Mazherî)den terceme temâm oldu. Her müslimânın, dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır.

[Müctehid olmıyan her müslimânın dört mezhebden birine uymasının vâcib olduğu, dört mezhebden birine uymıyanın (Ehl-i sünnet) olmadığı, Ehl-i sünnet olmıyanın da, sapık veyâ kâfir olduğu, (Bahr-ür-râık), (Hindiyye) ve (El-Besâir) kitâblarında yazılıdır. Bu kitâbların, bu yazıları, İstanbulda basdırılmışdır].

Mezheb imâmının bildirdiği bir mes’eleye muhâlif bir hadîs-i şerîf görülürse, bunu mezheb imâmı veyâ talebesi olan müctehidler görmüş olup mensûh olduğu veyâ delîli noksan olup sıhhati sâbit olmadığı bilinmeli. Bu mes’elenin başka sahîh hadîsden alınmış olduğu düşünülmelidir. O hâlde, bugün Ehl-i sünnet kitâblarına yazılmamış sahîh hadîs yokdur. Hatâlı olan ictihâdlara ve bunları taklîd edenlere de bir sevâb verileceği unutulmamalıdır. Bu zemânda, dört mezhebin hiçbirinde, sahîh hadîse muhâlif bir ictihâd yokdur. İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” abdest almağı anlatmağa başlarken buyuruyor ki, (Mukallidin müctehidlerden gelen haberlerin delîllerini araması lâzım değildir). Müctehidin delîlini aramak ve öğrenmek bize emr olunmadı. Yalnız ona uymamız emr olundu. Bunun için, hiçbir ictihâdı beğenmemek câiz değildir. Bir ictihâdı beğenmemek, onun çıkarılmış olduğu âyeti veyâ hadîs-i şerîfi beğenmemek olur. Herkes kendi mezhebinin isâbetli olduğuna inanmalıdır. Kendi mezhebinin za’îf, başka mezhebin isâbetli olduğunu anlıyan âlimin, o mezhebe geçmesi lâzımdır. Zâten böyle yapmıyan bir âlim yokdur. Görülüyor ki, kendi mezhebi üzerinde donup kalan fıkh âlimi yokdur. Böylece mezheb değişdirmiş olan birçok âlimin ismleri, (Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde yazılıdır.

Bir doktorun asabiyyeci, dâhiliyyeci ismini alması, doktorluğu bırakmak demek olmıyacağı gibi, Şâfi’î olmak, Hanefî olmak da, Muhammedî olmağı bırakmak değildir. Çünki, Şâfi’î de, Hanefî de Muhammedîdir. Muhammedî olmak için, imâm-ı Şâfi’î, Hanefî, Mâlikî veyâ Hanbelîden “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” birine tâbi’ olmak lâzımdır. Hattâ, sapık olan yetmişiki fırkadan olanlar da, Muhammedîdir. Muhammedî olmıyan kâfirdir. Dinde reformcu, bu sözü ile de, milyonlarca müslimâna kâfir demekdedir. Müslimâna karşı böyle söyliyen kimsenin kara câhil veyâ islâm düşmanı bir zındık olduğu anlaşılır.

40 — Dinde reformcu, ne diyeceğini şaşırmış bir sinirlilikle, (Gerçeği söylemekde kimseden pervâsı olmıyan zatlar, taklîdciliğin, münâkaşa etmek, meşhûr olmak, menfe’at sağlamak ve alışkanlıkdan ileri geldiğini söylemişlerdir.

İmâm-ı Süyûtî, her asrda ictihâd farz-ı kifâyedir dedi. Her asrda müctehid bulunması farzdır. Bunların mutlak müctehid olması lâzımdır. (Mutlak müctehid dördüncü asrdan sonra kalmamışdır. Sonra birkaç mutlak müctehid geldi ise de, bunların ictihâdları, tahsîl gördüğü mezhebin imâmının ictihâdına uygun düşdüğü için, ona intisâb etmiş sayılır) sözü doğru değildir. Bunun için bir kimse dört mezhebden birini taklîd etmeksizin müstakil bir ictihâd yolu tutsa, kimsenin ona i’tirâz etmeğe hakkı yokdur. Böyle yetişen mutlak müctehidlerden biri 1250 [m. 1834] senesinde ölmüş olan imâm-ı Muhammed Şevkânî hazretleridir. Bunun mezhebi, bilinen mezheblerin en kuvvetlisi, sözü de en sağlamıdır) diyor.
Dinde reformcu, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, gerçeği söylemekden korkduklarını ileri sürüyor. Bu sözü de, iftirâdır. Hakîkati her asrda söylemişlerdir. Dâimâ, Emr-i ma’rûf yapmışlardır. Bu sebebden şehîd edilenleri çokdur. İslâmiyyetde mezhebcilik yokdur ki, buna sebebler aransın. Bugün dört mezheb vardır. Bunların hiçbiri kimseye mahsûs değildir. Her müslimân, dilediği mezhebe uyar. Çünki, dördü de hakdır. Dördü de doğrudur. Dördü de, Ehl-i sünnetdir. Dördü de, Muhammedîdir. Dört mezhebe uyanların hepsi birbirlerini kardeş bilirler. Hepsinin îmânları, i’tikâdları aynıdır. Yapdıklarının çoğu da aynıdır. İhtilâflı bir kaç işi yapmakda ayrılmışlardır. Bu ayrılıkları da, Allahü teâlânın mü’minlere olan rahmetidir, ni’metidir.

Büyük âlim, zâhirî ve bâtınî ilmlerin mütehassısı Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” dindeki yüksek derecesini bilmiyen din adamı yokdur. Bunu yalnız mezhebsiz müslimânlar ve dinde reformcular inkâr ederler. Bu yüce âlim, (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünde buyuruyor ki, (Dört mezhebin imâmları ve onları taklîd eden âlimlerin hepsi, her müslimânın dört mezhebden dilediğini taklîd etmekde serbest olduğunu ve bir mezhebden başka mezhebe intikâl etmenin câiz olduğunu ve harac olduğu zemânlarda, başka mezhebin taklîd edileceğini bildirdiler. Allahü teâlâ, mü’minlerin dört mezhebe ayrılmalarını ve bunun, kulları için fâideli olacağını ezelde takdîr ve irâde buyurdu. Amelde mezheblere ayrılmakdan râzı olduğunu, Habîbi vâsıtası ile bildirdi. Böyle irâde etmeseydi, böyle olmazdı ve râzı olmasaydı Resûlü, bu ayrılığın rahmet-i ilâhiyye olduğunu bildirmezdi. İ’tikâdda ayrılmayı yasak etdiği gibi, amelde mezheblere ayrılmayı da yasak ederdi. Her işin bir (Azîmet) ya’nî güç tarafı ve (Ruhsat), ya’nî, kolay tarafı vardır. Bir işin, bir mezhebde azîmeti vardır. Başka mezhebde ruhsatı bildirilmişdir. Azîmeti yapabilecek kimsenin, mezheblerin kolaylıklarını toplaması câiz değildir. Böyle yapmak, dîni oyuncak yapmak olur. Ruhsatlar, azîmeti yapmakdan âciz olanlar içindir. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatı da yapmaması iyi olur. Elinden geldiği kadar azîmetle amel etmelidir. Müctehid olmıyanların, bir mezhebi seçip, her işlerinde bu mezhebi taklîd etmeleri lâzımdır. Nazar ve istidlâl yolu ile Nassdan hükm çıkaracak dereceye yükselince, kendi ictihâdına tâbi’ olması lâzımdır. İmâm-ı Ahmed bin Hanbelin, ilminizi imâmlarınızın aldıkları kaynakdan alınız. Taklîdcilikde kalmayınız sözü, böyle olduğunu göstermekdedir. Abdülmelik bin Ebû Muhammed-ül-Cüveynî, (vefâtı 478 [m. 1085]), (Muhît) kitâbında, (Gücü yetenlerin, dört mezhebde azîmet olan yolda bulunmaları (Vera’) ve (Takvâ) olur. Çok iyi olur. Âciz olanların dört mezhebin ruhsatlarını yapması câiz olur. Fekat ruhsat için, o mezhebdeki şartlarına ri’âyet etmesi lâzımdır) buyurdu.
İmâm-ı Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Müctehid iki dürlü olur: Müctehid-i mutlak ve müctehid-i fil mezheb. Müctehid-i fil mezheb olan âlim, kendi mezheb imâmına uymaz. Kendi re’yi ile fetvâ verir. Fekat delîlleri mezheb imâmının kâidelerine göre arar. Bu kâidelerin dışına çıkamaz. Dört mezheb imâmından sonra, mutlak müctehid hiç yetişmedi. Ya’nî, hiçbir âlim mutlak müctehid olduğunu iddi’â etmedi. Yalnız, Muhammed Cerîr-i Taberî bu iddi’âda bulundu ise de, hiçbir âlim bu sözünü kabûl etmedi.)

Şeyh İzzeddîn bin Cemâ’a, başka bir mezhebe göre fetvâ verdiği zemân, o mezheb imâmının bu iş için koyduğu şartların hepsini bildirir ve bunları da yapmasını söyler, bu şartlardan birini yapmazsan ibâdetin sahîh olmaz derdi. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını yapmak, meşakkat bulunduğu zemân ve ancak bütün şartlarını yerine getirmekle câiz olur.

Kadına eli dokununca, Şâfi’î mezhebinde abdest bozulur. Hanefîde bozulmaz. Kadına eli değen bir Şâfi’înin, abdest alması mümkin iken, bunun Hanefî mezhebini taklîd ederek, bozulmuş abdesti ile nemâz kılması sahîh olmaz. Bunun Hanefî mezhebini taklîd edebilmesi için abdest almasında harac, meşakkat, güçlük bulunması, ya’nî abdest almasının mümkin olmaması ve abdestde ve nemâzda, Hanefî mezhebine göre farz ve vâcib olan şeylerin hepsini yapması lâzımdır. (Mîzân)dan terceme burada temâm oldu.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Dinde reformcu, âlimlerin, her asrda müctehid-i fil-mezheb bulunabilir sözünü ele alarak, dört mezhebi taklîd etmiyen mutlak müctehid yetişeceğini yazıyor. Şevkânî (hazretleri!), böylece yeni mezheb getirmişdir diyerek, kendi gibi bir dinde reformcuyu övmekdedir. Büyük âlim seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri, (Şevkânî gibi kimseler, dinde söz sâhibi olmakdan çok uzakdır. Şevkânînin sözü, din işlerinde sened olamaz. Şevkânînin, (İbni Abbâs tefsîri, aslâ tefsîr değildir) dediğini yazıyorsunuz. İbni Abbâs tefsîri diye bir kitâb yokdur. Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” kitâb yazmadı. Kendisi Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” kıymetli sohbetlerine devâm etmiş ve Cebrâîl aleyhisselâmı görmüş ve Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında en âlimlerden biri olarak tanınmış olduğundan, hadîs-i şerîfler için olduğu gibi, ba’zı âyet-i kerîmeler için de, beyânâtda bulunmuşdur. Tefsîr âlimlerimiz, bu yüksek beyânları alarak, tefsîrlerini süslemişlerdir. Beydâvî tefsîri bunlardandır. Bu, tefsîrlerin pek yüksek derecede olduklarını, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Şevkânînin sözünü düzeltmek lâzımdır. Bunu düzeltmek için de, yüksek olan (Üsûl-i hadîs) ilminin ince kâidelerini bilmek lâzımdır. Şevkânînin bu derecelere erişmiş olması ise, belli değildir. Çünki, o makâmlarda bulunsaydı, büyük âlimlerin kâidelerine uymayan sözde bulunmazdı) demekdedir. Kuveyt müftîsi Muhammed bin Ahmed Halef’in (Cevâb-üs-sâil) kitâbının altmışdokuzuncu sahîfesinde, Şevkânînin, Zeydî fırkasından olduğu yazılıdır. Şevkânînin birkaç kitâbı, meselâ (İrşâd-ül-fuhûl) kitâbı uzun incelenirse, onun (Takıyye) yapdığı görülür. Ya’nî, Zeydî fırkasından olduğunu saklamakda, kendisini Ehl-i sünnet olarak tanıtmakdadır. Çünki, Ehl-i sünnet arasında bulununca, takıyye yapmaları farz imiş. Şevkânî, kitâbında, her konuda, ismleri ve kitâbları unutulmuş, fitneleri söndürülmüş olan eski sapık fırkalardaki âlimlerin ismlerini ve sözlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözleri arasına yazıp, aralarında tartışma yapmakda, reformcu ve mezhebsiz olanları haklı göstermekdedir. Mutlak ictihâdın kıyâmete kadar devâm edeceğini savunmakda, İbni Abdüsselâmın ve talebesi İbni Dakîk-ul-ıydin (vefâtı 702 [m. 1302]) ve bunun talebesi İbni Seyyidin-nâsın ve talebesi Zeyn-uddîn-i Irâkînin (vefâtı 806 [m. 1404]) ve talebesi İbni Hacer-i Askalânînin ve başkalarının “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mutlak müctehid olduklarını yazmakdadır. Böylece, Ehl-i sünnet mezhebini sinsice içerden yıkmağa ve kendini âlimler arasında hakem olarak, hepsinden üstün bir müctehid olarak tanıtmağa çalışmakdadır. Ana dili olan arabî yüzlerce kitâb okumuş olduğunu ve âlimler arasında hakemlik yapdığını gören genç din adamları, Şevkânîyi müctehid zan etmekde ve gösterdiği zararlı yola saparak, Ehl-i sünnetden ayrılmakdadırlar.

Muhammed Şevkânî, 1173 [m. 1760] da tevellüd, 1250 [m. 1834] de vefât etmişdir. (İrşâd-ül-fuhûl) kitâbında diyor ki: (Taklîd) bir kimsenin re’yini ya’nî ictihâdını, delîlini bilmeden kabûl etmekdir. Bir kimsenin rivâyetini, verdiği haberi kabûl etmek, rivâyet olunan kimsenin sözünü kabûl etmekdir. Âlimlerin çoğuna göre, mesâil-i şer’ıyyede, ya’nî amelde, taklîd aslâ câiz değildir. İbni Hazm, bunda icmâ’ olduğunu bildirdi. Mâlikî mezhebinin böyle olduğunu Kurâfî bildirdi. Şâfi’î ve Ebû Hanîfe de, bizi taklîd etmeyin dediler. Ölüleri taklîd etmek câiz olmadığında icmâ’ vardır. Üsûl âlimlerinin çoğunun bunu bildirmediklerine şaşılır. Dört imâma tâbi’ olanların çoğu, âmî olanın taklîd etmesi vâcibdir dediler. Böyle söyliyenler mukallid oldukları için, sözleri huccet olamaz. Eshâb ve tâbi’în zemânında taklîd yokdu. Birbirlerinden Kitâbı ve sünneti sorup öğrenirlerdi. (Bilenlerden sorunuz!) âyeti de, hükm-i ilâhîyi sorunuz demekdir. Bilenlerin re’yini sorunuz demek değildir. (İhtilâf etdiğiniz şeyleri Allaha ve Resûlüne havâle ediniz!) âyeti, taklîdi men’ etmekdedir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir yere gönderdiği Eshâbına, (Sünnetde bulunmıyan şeyleri re’yiniz ile bulup hükm ediniz!) buyururdu. Müctehidi taklîd eden kimse, onu islâmiyyetin sâhibi yapmış olur. Bu ise, Resûlullaha mahsûsdur.)

Âlimlerin çoğuna göre amelde taklîd câiz değildir demesi, Şevkânînin kendi görüşüdür. Müctehidlerin birbirlerini taklîd etmeleri câiz olmadığını ileri sürerek, böyle söylemekdedir. İbni Hazm (vefâtı 456 [m. 1064]) gibi bir sapığı kendine şâhid gösteriyor. Dört mezheb imâmları, avâmın başkasını taklîd etmiyeceklerini bildirmemişdir. Bunu, dahâ önce uzun yazdık. Ölüler taklîd edilmez sözü ise Şevkânînin bağlı bulunduğu şî’î fırkasının inançlarından biridir. Ehl-i sünnet âlimlerinin böyle söylemediklerine şaşması da, bu şî’î inancına çok bağlı bir sapık olduğunu göstermekdedir. (Dört mezhebdeki fıkh âlimleri taklîdci oldukları için sözleri huccet olmaz) demesi de, Şevkânînin kendi sapık ve şiddetli te’assubu ile bocaladığını gösteriyor. Mukallid olan fıkh âlimleri, mezheb imâmını taklîd eder, kendiliğinden söylemez dediğine göre, mukallid olan âlimlerin sözü, mezheb imâmının sözü olur. Bunun ise, huccet olduğu, kendi sözünden de anlaşılmakdadır. Eshâb-ı kirâm zemânında, elbette taklîde lüzûm yokdu. Çünki, hepsi müctehid idi. Tâbi’înden mukallidlerin, müctehidlerden katkat fazla olduğunu gösteren binlerce misâl, kitâbları doldurmakdadır. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâkim olarak gönderdiği Eshâbına re’yleri ile hükm etmelerini emr buyurduğunu kendi de yazmakdadır. Böylece, kendi iddi’âlarını kendisi çürütmekdedir. Allahü teâlâ, Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, ona da söyletmişdir. Görülüyor ki, mezhebsizler ile dinde reformcular, Şevkânînin ağzından konuşmakdadırlar. Reşîd Rızâ, Ehl-i sünneti şaşırtmak için, Ehl-i sünnet olmayan bu sapığı mutlak müctehid olarak göstermekdedir. Şevkânînin mezhebsiz olduğu ve bir mezhebi taklîd edenlere müşrik ve kâfir dediği ve mezhebsizlerin bunu müctehid olarak gösterdikleri, Hindistânda yazılmış olan (Usûl-ül-Erbe’a) kitâbında da yazılıdır.

41 — Reşîd Rızâ, onüçüncü konuşmasında, (İmâm-ı Ahmed, Ebû Dâvüde, dinde kimseyi taklîd etme! Eshâbdan nakl edilenleri al! Eshâbdan sonra gelenlere tâbi’ olup olmamakda serbestsin, dedi. Tâbi’ olmak, taklîd etmek değildir. Taklîd nereden aldığını bilmeden, delîline bakmadan, sözüne, re’yine uymakdır. Hanbelî mezhebi, hadîs mezhebidir. Bu mezhebe tâbi’ âlimlerden hiçbiri, imâmlarının re’ylerine karşılık hadîsi terk etmemişdir. Taklîdcilik, aklı fâidesiz hâle getirir. Âlimlerin re’y ve ictihâdlarını nasslarla karşılaşdırıp, nasslara muhâlif olanlarını terk eden, âlimlerin sözlerini terk etmiş olmaz. İctihâdlara uymak farz olmadığı gibi, uymayan fâsık ve kâfir olmaz. Müctehid imâmlar ve talebeleri, onların re’y ve ictihâdlarını kabûl etmenin lâzım olduğunu söylemedi. İmâm-ı Ebû Hanîfe, bu benim ictihâdımdır. Dahâ iyisini söyliyen olursa, ona uyarım dedi. Hârûn-ür-reşîd, imâm-ı Mâlikin ictihâdlarına uymağı emr etmek isteyince, imâm-ı Mâlik, böyle yapma! Bir yerde bilinmeyen hadîs, başka yerde bilinmekdedir dedi. Tek kişinin bildirdiği hadîs, zan ifâde eder. Böyle olan hadîs, sahîh olsa bile, âmme (ya’nî millet) menfe’atine muhalif olursa terk edilir. Böyle yapmakla sünnet terk edilmiş olmaz. Kuvvetli delîl karşısında terk edilmiş olur. Hazret-i Ömerin talâk ve mut’a için olan ictihâdı böyledir. Hazret-i Ömer, hadîse muhâlefet etdi denilemez) diyor ve vâiz efendi ağzından da: (Ey fazîletli genç! Artık, senin derin ve geniş bilgini kabûl ediyorum) diye yazarak, kendisini övüyor. Yine vâiz efendi ağzından şöyle yazıyor:

(Taklîdciliğin tek zararı, mezhebinin kitâblarına saplanıp, hadîs kitâblarını ihmâl etmek bile olsa, kötülüğünü isbât eder) diyor.

Dört mezheb imâmlarının hepsi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kimseyi, hattâ beni taklîd etme! Eshâb-ı kirâmdan nakl edilenleri al dediler. Çünki talebelerinin içinde de, müctehidler vardı. Müctehidin böyle yapması lâzımdır. Fekat, (Eshâb-ı kirâmdan sonra gelenlere tâbi’ olup olmamakda serbestsin) demesi doğru değildir. Çünki müctehidin başka müctehide tâbi’ olması câiz değildir. (Mîzân)da diyor ki, (İctihâd derecesinde olan bir âlimin, ya’nî (Edille)yi bulup, bundan hüküm çıkaran âlimin başkasını taklîd etmesi câiz değildir. Fekat avâmın müctehidi taklîd etmesi vâcib olduğunu âlimler bildirmişlerdir. Müctehid olmıyan kimse, müctehidi taklîd etmezse, dalâlete düşer demişlerdir. Müctehidlerin hepsi, islâmiyyetden buldukları delîllerden hükm çıkarmışlardır. Hiçbir müctehid, Allahın dîninde kendi re’yi ile konuşmamışdır. Mezhebler, Kitâb ve Sünnet iplikleri ile dokunmuş birer kumaş gibidir. İctihâd derecesine yükselmiyen herkesin, ibâdet yaparken dört mezhebden, dilediğini seçip, bunu taklîd etmesi lâzımdır. Çünki, mezheblerin hepsi, Cennete giden yolu göstermekdedir. Mezheb imâmlarından birine dil uzatan kimse, kendi câhilliğini göstermiş olur. Meselâ, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit “rahmetullahi aleyh” hazretlerinin, ilminin, vera’ının ve ibâdetinin çokluğunu ve ahkâm çıkarmakdaki titizliğini ve ihtiyâtlı davranışlarını, selef ve halef âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Böyle bir yüce İmâm için, Allahın dînine, kendi re’yi ve görüşü ile, Kitâba ve Sünnete muhâlif bir söz karışdırdı demekden Allaha sığınmalıdır. Her müslimânın, mezheb imâmlarına karşı edebli davranması lâzımdır. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin derecesinin yüksekliğini ancak keşf sâhibi olan Evliyânın büyükleri anlıyabilmişlerdir).

Hanbelî mezhebindeki âlimlerin, hadîsi terk etmediklerini söylemek, diğer üç mezheb imâmlarına çamur atmakdır. Her mezheb imâmı, sahîh hadîs görünce, benim ictihâdımı bırak dediklerini, dinde reformcu da yukarıda bildirmişdi. Şimdi bunu inkâr etmekdedir. Taklîdcilik, aklı fâidesiz hâle getirir sözü de, söyliyenin kara câhilliğini gösteriyor. Allahın dîni, aklın, fehmin, idrâkin üstündedir. Akl oraya çıkmağa zorlanırsa kanatları kırılır, fâidesiz olur. Din işlerinde aklı koruyan en büyük ilâc, müctehidleri taklîd etmekdir. Âlimlerin re’y ve ictihâdlarını nasslarla karşılaşdırmak müctehidlerin yapabileceği işdir. İctihâddan ve tefsîrden ve hadîsden haberi olmıyan bizim gibi câhiller için, mezheb imâmımızın büyüklüğünü kabûl edip, inanıp, onu taklîd etmekden başka çâre yokdur. Bizim gibi avâmın mezheb imâmına uymasının vâcib olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Mîzân-ül-kübrâ)nın önsözünde, altmışsekizinci sahîfede vesîkaları ile birlikde yazılıdır. Mezheb imâmının ictihâdına uymıyan fâsık olur. Dört mezhebin icmâ’ ve ittifâk ile bildirdiği ve her memlekete yayılmış olan bir hükmü kabûl etmiyenin kâfir olacağını, fıkh kitâbları [meselâ (İbni Âbidîn) vitr nemâzı başında] bildiriyor. Dinde reformcular, bunun için, bu kıymetli kitâba, Hanefî mezhebinin temel direklerinden biri olan ibni Âbidîn hazretlerine “rahmetullahi aleyh” ateş püskürüyorlar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ictihâd etdiği zemân, bu benim ictihâdımdır. Gücümün yetdiği kadar yapabildim. Bundan dahâ iyi ictihâd eden olursa, onun doğru olması dahâ kuvvetlidir, buyurdu. Ona uyarım demedi. Âyetde ve hadîsde açıkca bildirilmediği hâlde mezheb imâmlarının halâl, harâm, vâcib dedikleri şeyler vardır. Âyetden ve hadîsden işâretler bulmadıkça, bunları söylememişlerdir. Dört mezheb imâmları, gökdeki yıldızlar gibidir. Başkaları, yerde dolaşan insanlar gibidir. Bunlar, yıldızın sudaki hayâlini görüp de, onları tanıdıklarını zan ederler. Halîfe Hârûn-ür-Reşîd, imâm-ı Mâlikin yanına geldi. (Kitâblarını her tarafa yaymağı ve ümmetin yalnız bunlara uymasını istiyorum) dedi. İmâm hazretleri, yâ Emîr-el mü’minîn! Amelde âlimlerin ihtilâf etmesi, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Her müctehid, sahîh bildiği delîle tâbi’ olur. Hepsinin çıkardığı hükm hidâyetdir. Hepsi Allah yolundadır dedi. Böylece bütün mezheblerin, ya’nî müctehidlerin doğru yolda olduğunu bildirdi. Hadîsleri bırakmamalı, ictihâdları bırakmalı diye direnen dinde reformcunun, mu’âmelâtda za’îf hadîsin terk edileceğini bildirmesi de, pek garîbdir. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, ictihâd yaparken, za’îf hadîsleri, hattâ Eshâb-ı kirâmdan birisinin sözünü kendi re’yine tercîh ederdi. Za’îf hadîsler ancak (Fedâil) olan ibâdetlerde delîl olur. Ya’nî fedâil, za’îf hadîslere uyarak da yapılır. Farz, vâcib ve müekked sünnet olan ibâdetlerde ancak meşhûr ve sahîh hadîsler delîl olurlar. Bir işin böyle bir delîlini ararken veyâ böyle hadîs-i şerîflerle veyâ âyet-i kerîmelerle bildirilmemiş olan bir işin nasıl yapılacağını ictihâd ederken, ya’nî bu işe benziyen başka bir işin delîlini ararken, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, za’îf hadîs-i şerîfi kendi re’yine tercîh ederdi. Ya’nî, kendi re’yini değil, za’îf hadîsin gösterdiği delîli tercîh ederdi. Çünki imâm-ı Beyhekînin (El medhal) kitâbında bildirdiği hadîs-i şerîfde, (Kur’ân-ı kerîme tâbi’ olmak, hepinize farzdır. Onu terk etmeniz için hiçbir özr olamaz. Kur’ân-ı kerîmde bulamadığınız işlerde, sünnetime uyunuz. Sünnetimde de bulamazsanız, Eshâbımın sözüne uyunuz! Çünki, Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyeti bulursunuz. Eshâbımın ihtilâfı, sizin için rahmetdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, amelde, ibâdetlerde, mezheb imâmlarından herhangi birini taklîd edenin hidâyete kavuşacağını göstermekdedir. Bu da, mezheblerin hepsinin hidâyet olduğuna şâhiddir. Dinde reformcunun, talâk ve müt’a için hazret-i Ömerin “radıyallahü teâlâ anh” ictihâdı demesi de, hakîkate uygun değildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmdan hiçbiri buna muhâlefet etmedi ve icmâ’-ı Sahâbe hâsıl oldu. Müt’a, câiz olmıyan bir nikâhdır. Bu nikâhın nasıl olduğu, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında açıklanmışdır.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Bir mezhebi taklîd etmek, hadîs kitâblarını okumağı terk etmek olduğunu söylemesi de, şaşılacak şeydir. Bugün dünyâ kütübhânelerini dolduran, binlerce hadîs kitâblarını yazanlar, şerh edenler, neşr edenler, hep Ehl-i sünnet âlimleridir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Ehl-i sünnet âlimlerinin herbiri, amelde birer mezhebi taklîd etmekdedir. İmâm-ı Hamdân bin Sehl “rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Kâdî, ya’nî hâkim olsaydım, hadîs kitâbları okuyup da, fıkh kitâbları okumıyan ve fıkh kitâbları okuyup da, hadîs kitâbları okumıyan âlimlerin ikisini de habs ederdim. Mezheb imâmlarımızın, hadîs ilmine nasıl sarıldıklarını ve fıkh üzerinde nasıl çalışdıklarını, yalnız birisi ile iktifâ etmediklerini görmüyormusunuz?). Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi, Allahın dîninde kendi re’yi ile, kendi kıyâsı ile konuşmağı zem ve men’ etmişlerdir. Men’ etmekde en ileri giden, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” olmuşdur. Bunun ve diğer mezheb imâmlarının bu sözleri, (Mîzân-ül-kübrâ)da yazılıdır. Böyle söyliyen âlimler için, (İctihâd yaparken nassdan ayrıldılar. Re’y ve kıyâs ile, hadîs-i şerîflere muhâlif ictîhad yapdılar) demek bir müslimâna yakışır mı? Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” vârisleri olan mezheb imâmlarımız için böyle düşünmek bile câiz değildir. Böyle söyliyenler, vâris olduklarını bildiren hadîs-i şerîfi inkâr etmiş oluyorlar. Kendileri hadîs-i şerîfden ayrılmış oluyorlar. Bundan başka, sâlih müslimânlara sû’i zan ve iftirâ etmiş oluyorlar. Bunun ikisi de büyük günâhdır. Harâm irtikâb etdikleri için, tevbe etmeleri lâzımdır.

42 — Dinde reformcu, kitâbının sonunda, (Birini taklîd etmek, ilmin ve idrâkin karşısında büyük bir mâni’dir. Müctehidlerin, ictihâd ederek çıkardıkları hükmler, hep aynı yerden değildir. Ba’zıları Kitâbdan, ba’zıları Sünnetden çıkarılmışdır. Bunun için de, ba’zıları üzerinde görüş farkları meydâna gelmişdir) diyor.

Dinde reformcu, içinden çıkamıyacağı büyük bir da’vâya atıldığı için bocalamakdadır. Müslimânların, bundan evvelki maddede yazılı hadîs-i şerîfe ve dahâ önce bildirilmiş olan âyet-i kerîmeye uyarak mezheb imâmlarını taklîd etmelerini bir dürlü hazm edemiyen bu zevallı adam, taklîdi kötülemek için, akla ve ilme dayanan sebebler bulamayınca, taklîdin ilme ve düşünmeğe mâni’ olacağını ileri sürüyor. Bunun cevâbını bundan önceki maddede bildirmişdik. Âyet-i kerîmenin ve hadîs-i şerîfin emrine uymanın, böyle zararlara yol açacağını söylemek müslimânlık mıdır, değil midir? Bunun cevâbını, sayın okuyucularımızın anlayışlarına ve insâflarına arz ediyoruz.

ÇOK LÜZÛMLU BİLGİLER

(Mîzân-ül-kübrâ)da kırkbirinci sahîfesinden başlıyarak diyor ki:

Din kardeşim iyi düşün! Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmde icmâlen bildirilenleri, ya’nî kısa ve kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı, Kur’ân-ı kerîm kapalı kalırdı. Resûlullahın vârisleri olan mezheb imâmlarımız “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hadîs-i şerîflerde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasalardı, sünnet-i nebeviyye kapalı kalırdı. Böylece, her asrda gelen âlimler, Resûlullaha tâbi’ olarak, mücmel olanı açıklamışlardır. Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen, (İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin) buyuruldu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demekdir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklıyabilselerdi ve Kur’ân-ı kerîmden ahkâm çıkarabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları teblîg et derdi. Beyân etmesini emr etmezdi. Şeyh-ül-islâm Zekeriyyâ “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imâmları “rahimehümullah” kapalı olarak bildirilenleri açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Şâri’ “sallallahü aleyhi ve sellem”, abdest nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur’ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Nemâzların kaç rek’at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükmleri ve keyfiyyetleri ve nisâb mikdârları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur’ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur’ân-ı kerîmde mücmel olarak bildirilen hükmlerin hepsi böyledir. Ya’nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Din âlimleri ile mücâdele etmek, nifâk alâmetidir. Çünki âlimlerin delîllerini ibtâl etmek, red etmek için uğraşmakdır. Nisâ sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Onların îmân etmiş olmaları için, aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakem yapmaları ve vereceğin hükme râzı olmaları, teslîm olmaları lâzımdır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, Resûlullahın hükmünden, islâmiyyetin emrinden sıkıntı duyanlarda îmân olmadığına alâmetdir. Hadîs-i şerîfde, (Resûlün yanında nizâ’, cidâl yapmayınız!) buyurdu. Onun dîninin âlimleri ile nizâ’, cidâl yapmak, onların doğru olan ictihâdlarının çürük olduklarını göstermeğe kalkışmak, Onunla “sallallahü aleyhi ve sellem” cidâl etmek demekdir. Çünki, âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Resûlullahın getirdiklerinin hepsine, hikmetlerini, delîllerini anlamasak bile, îmân ve tasdîk etmemiz lâzım olduğu gibi, mezheb imâmlarımızdan gelen bilgilere de, kelâmlarına da, delîllerini anlamasak bile, islâmiyyete muhâlif olmadıkları için îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Peygamberlerin hepsinin “aleyhimüssalâtü vesselâm” dinleri amelde ihtilâflı, hattâ birbirlerine zıd hükmleri bulunduğu hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmemiz lâzımdır. Böyle olduğunu âlimlerimiz sözbirliği ile bildirmişlerdir. Mezhebler de, bunun gibidir. Müctehid olmıyanların, mezhebler arasında ayrılıklar bulunduğunu gördükleri hâlde, hepsine îmân ve tasdîk etmeleri lâzımdır. Müctehid olmıyan birinin, bir mezhebi hatâlı görmesi, o mezhebin hatâlı olduğunu göstermez. O kimsenin hatâlı olduğunu, anlayışının kıt olduğunu gösterir. İmâm-ı Şâfi’î, teslim olmak, îmânın yarısıdır buyurdu. Rebî’ hazretleri bunu işitince, hayır, îmânın hepsidir dedi. İmâm-ı Şâfi’î, bu sözü kabûl eyledi. Yine imâm-ı Şâfi’î (Îmânı kâmil olan, üsûl bilgilerinde söz yapmaz. Ya’nî, niye böyledir, öyle değildir demez) buyurdu. (Üsûl bilgileri nedir?) dediklerinde, Kitâb ve Sünnet ve İcmâ-i ümmetdir, buyurdu. İmâm-ı Şâfi’î hazretlerinin bu sözü gösteriyor ki, Rabbimizden ve Peygamberimizden “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen haberlerin hepsine inandık demeliyiz. İslâm âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdikleri de bunun gibidir. Ya’nî imâmlarımızın sözlerine, söz etmeden ve cidâl etmeden inanırız demelidir. İmâm-ı ibni Abd-il Berr “rahimehullah”, (vefât târîhi 463 [m. 1071]) bunun için (İmâmlarımızdan hiçbirinin, talebesine belli bir mezhebi iltizâm etmelerini, ya’nî taklîd etmelerini emr etdikleri işitilmemişdir. Diledikleri mezhebin fetvâlarına uymalarını söylemişlerdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, ümmetinden birinin belli bir mezhebi iltizâm etmesini emr buyurduğu, sahîh veyâ da’îf hiçbir hadîs-i şerîfde bildirilmemişdir) dedi.

İmâm-ı Kurâfî buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirdiler ki, hazret-i Ebû Bekrden ve hazret-i Ömerden fetvâ alıp da, bunları taklîd eden bir kimse, başka işlerini başka Sahâbîlere de sorar ve öğrendiği ile amel ederdi. Huccet, delîl soran olmazdı. [Ya’nî, Tâbi’înden yeni îmân etmiş olanların, Eshâb-ı kirâmdan yalnız birinin mezhebini taklîd etmesi mümkin değildi. Çünki, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri tedvîn edilmiş, büyük mezheb olarak kitâblara geçmiş değildi. Her zemân aynı Sahâbînin yanında bulunup da, herşeyi ona sorup, işitdiklerini yapmak da, pek az kimseye nasîb oldu. Rast geldikleri sahâbîye sorup, öğrenip, yapmak mecbûriyyeti vardı. Zarûret olunca, her mezhebe uyulur. Tâbi’în, delîllerini hiç aramazlardı.] Şimdi ise yeni îmân edenlerin, aynı mezhebdeki âlimlerden huccet, delîl aramadan sorup öğrenerek amel etmeleri, aynı mezhebde olan âlimleri bulamazlarsa, her âlimden sormaları, sonra bir mezhebi öğrenip, bu mezhebi taklîd etmeleri lâzım olduğunu âlimler sözbirliği ile bildirmişlerdir. Bu icmâ’ı kabûl etmiyen inâdcının, kendine delîl bulması lâzımdır). (Mîzân-ül-kübrâ)dan terceme temâm oldu.

Mısrdaki büyük hanefî fıkh âlimi allâme seyyid Ahmed Tahtâvî, (Dürr-ül-muhtâr) hâşiyesinde (Zebâyıh) kısmında diyor ki, (Tefsîr âlimlerinin çoğuna göre, (Dinde fırkalara ayrıldılar) âyet-i kerîmesi, bu ümmetde meydâna gelecek olan [i’tikâd, îmân bilgilerinde], bid’at sâhiblerini haber vermekdedir. Hazret-i Ömerin haber verdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Âişeye, (Dinde fırkalara ayrıldılar âyet-i kerîmesi, bu ümmetde meydâna gelecek olan [i’tikâd, îmân bilgilerinde] bid’at sâhiblerini ve nefslerine uyanları haber veriyor) buyurdu. En’âm sûresinin 153. cü âyetinde meâlen, (Doğru yol budur. Bu yolda olunuz! Fırkalara bölünmeyiniz!) buyuruldu. Ya’nî, yehûdîler ve hıristiyanlar ve başka sapıklar doğru yoldan ayrıldılar. Siz de, bunlar gibi bölünmeyiniz! Âl-i İmrân sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Hepiniz, Allahü teâlânın ipine sarılınız! Fırkalara bölünmeyiniz!) buyuruldu. Tefsîr âlimlerinden ba’zıları, Allahü teâlânın ipi, cemâ’at, birlik demekdir dediler. Fırkalara ayrılmayınız emri, böyle olduğunu göstermekdedir. Cemâ’at de, fıkh ve ilm sâhibleridir. Fıkh âlimlerinden [îmân, i’tikâd bilgilerinde] bir karış ayrılan, dalâlete düşer. Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır, Cehenneme gider. Çünki, fıkh âlimleri doğru yoldadırlar. Muhammed aleyhisselâmın sünnetine yapışan ve Hulefâ-i râşidînin ya’nî dört halîfenin yoluna sarılan bunlardır. Sivâd-ı a’zam, ya’nî müslimânların çoğu, fıkh âlimlerinin yolundadır. Bunların yolundan ayrılanlar Cehennem ateşinde yanacaklardır. Ey mü’minler, Cehennemden kurtulmuş olan tek fırkaya tâbi’ olunuz! Bu da, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) denilen fırkadır. Çünki, Allahü teâlânın yardımı ve koruması ve tevfîkı bu fırkada olanlaradır. Allahü teâlânın gadabı ve azâbı bu fırkadan ayrılanlaradır. Bu fırka-i nâciye, bugün [amelde, ibâdetlerde] dört mezhebde toplanmışdır. Bu dört hak mezheb (Hanefî), (Mâlikî), (Şâfi’î) ve (Hanbelî) mezhebleridir. Bu zemânda, bu dört mezhebden birine tâbi’ olmayan kimse, bid’at sâhibidir ve Cehenneme gidecekdir. Bid’at sâhibi olanların hepsi de, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddi’a ediyorlar. Bu iş, kuru iddi’a ile hayâle dayanarak isbât edilmez. Bu yolun mütehassıslarının ve hadîs âlimlerinin bildirmeleri ile anlaşılır. Bunların bildirdikleri ve bulundukları yol hak yoldur). Tahtâvînin yukarıdaki yazısı vehhâbîlerin ve şî’îlerin ve diğer mezhebsizlerin bid’at, dalâlet ve Cehennem ehli olduklarını açık ve kesin olarak bildiriyor. Bu tercemenin aslı olan bir sahîfe arabî yazı, (Redd-i vehhâbî) kitâbının 1399 [m. 1979] İstanbul baskısına eklenmişdir. Bu kitâbın birinci baskısı, 1264 [m. 1848] senesinde Hindistânda yapılmış olup, dört mezhebin hak olduğu, Cehennemden kurtulmak için bu dört mezhebden birini taklîd etmek lâzım olduğu kuvvetli delîllerle isbât edilmişdir.
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
43 — Dört mezheb imâmları, islâm dîninin temel direkleridir. Her birinin hâl tercemelerini ve üstünlüklerini bildirmek için, islâm âlimleri çeşidli kitâblar yazdılar. İstanbulda da neşr edilmiş olan arabî (El-minhat-ül-vehbiyye fî redd-il-vehhâbiyye) kitâbının (Eşedd-ül cihâd fî-ibtâl-i da’vel-ictihâd) kısmında ve (Hidâyet-ül-muvaffıkîn) ve (Sebîl-ün-necât) kitâblarında da yazılıdır. Gençlere yâdigâr olmak için (Eşedd-ül-cihâd) kitâbından bir mikdârı terceme ediyoruz:

1 — Ehl-i sünnetin dört mezheb imâmından birincisi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir “rahmetullahi aleyh”. 80 [m. 699] senesinde tevellüd ve 150 [m. 767] de Bağdâdda vefât etmişdir. Hanefî mezhebinin reîsidir. Osmânlılar, Hindistân müslimânları, Siberya ve Türkistân müslimânları, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedirler. Hadîs-i şerîfde, (Ebû Hanîfe, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. İbâdetlerinin çokluğu, vera’ı, zühdü, cömerdliği, keskin görüşü, ince düşünüşü meşhûr olduğundan, ayrıca bildirmeğe lüzûm yokdur. Fıkh bilgilerinin dörtde üçü onundur. Dörtde birinde de, diğer mezheblerle ortakdır. İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Müslimânların fıkh bilgilerinin kaynağı, Ebû Hanîfe ve talebeleridir. Fıkh öğrenmek istiyen, Ebû Hanîfeye ve Onun talebelerine gitsin! İmâm-ı Mâlike, Ebû Hanîfeyi gördün mü dediğimde: Evet Ebû Hanîfeyi öyle gördüm ki, şu direk altındandır dese, sözünü isbât eder. Kimse karşılık veremez dedi). İnsanlar, fıkh bilgisine karşı uykuda idi. Hepsini Ebû Hanîfe uyandırdı. Zemânın âbidlerinden, zâhidlerinden olan Îsâ bin Mûsâ, Emîr-ül-mü’minîn Ebû Ca’fer Mensûrun yanında idi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe içeri geldi. Îsâ, Mensûra, bu zât, dünyâ çapında büyük âlimdir dedi. Mensûr, İmâma, ilmi nereden edindin dedi. Hazret-i Ömerin talebelerinden buyurdu. Mensûr da, doğrusu çok sağlam senedin var dedi.

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh”, her gece nemâz kılardı. Kâ’bede uyurken, (Yâ Ebâ Hanîfe! Bana hizmetin hâlisdir. Beni iyi tanıdın. Bu ihlâsından ve ma’rifetinden dolayı seni ve kıyâmete kadar sana tâbi’ olanları mağfiret eyledim) sesini işiterek uyandı. Ebû Hanîfe için ve Onun mezhebinde olanlar için, bu ne büyük bir müjdedir! Onun güzel ahlâkı ve temiz sıfatları, ancak ârif olanda ve müctehid imâmlarda bulunabilir. Yetişdirdiği müctehid imâmlardan ve râsih âlimlerden Abdüllah ibni Mubârek ve imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Mis’ar ve Ebû Yûsüf ve Muhammed Şeybânî ve imâm-ı Züfer, onun yüksek mertebesinin vesîkalarıdır. Tevâdu’ ve hayâsının çokluğundan, halkdan uzaklaşmak, bir köşeye çekilmek istediği hâlde, mezhebini yaymasını, rü’yâda Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” emr edince, fetvâ vermeğe başladı. Mezhebi her yere yayıldı. Tâbi’leri çoğaldı. Çekemiyenleri türedi ise de, hepsi rezîl ve perişân oldular. Âlimler, mezhebinin usûlünü, fürû’unu öğrenip, kitâblar meydâna getirdiler. Naklî ve aklî delîllerini inceleyenler ve anlıyabilenler, onun üstünlüğünü yazdılar. Ebülferec ibni Cevzî, kitâbında, İmâm-ı a’zamı küçültücü haberler nakl ediyor ise de, bunları İmâm-ı a’zamı küçültmek için değil, hasedcilerinin bulunduğunu bildirmek için yazmışdır. Aynı kitâbında, İmâm-ı a’zamı herkesden dahâ çok övmekdedir. Babası Sâbit, hazret-i Alînin yanına gelmişdi. İmâm hazretleri, ona ve çocuklarına hayr ve bereket ile düâ eylemişdi. Bu düâ, İmâm-ı a’zamda zâhir oldu. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik hazretlerinin ve başka Sahâbîlerin sohbetlerine kavuşarak, Tâbi’înden olmakla da şereflendi.

[İstanbulda neşr edilen arabî (Ulemâ-ül-müslimîn ve vehhâbiyyûn) kitâbının altmışikinci sahîfesinde, (Mîzân-ül kübrâ) kitâbının müellifi Abdülvehhâb-i Şa’rânî buyuruyor ki, (Edillet-il-mezâhib) ismindeki kitâbımı yazacağım zemân, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve talebelerinin ictihâdlarını çok inceledim. Herbirinin bir âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe veyâ Eshâb-ı kirâmdan gelen habere dayandığını gördüm. İmâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed ve imâm-ı Şâfi’î gibi büyük müctehidler, İmâm-ı a’zamı çok övdüler. Başkalarının lehde ve aleyhde konuşmalarının hiç kıymeti yokdur. Çünki, Mâlikî ve Hanbelî ve Şâfi’î mezhebinde olanların, mezheblerinin İmâmının medh etdiklerini sevmeleri ve övmeleri lâzımdır. Sevmezlerse, kendi mezheblerine uymamış olurlar. Mezheb taklîd edenin, mezhebinin imâmına uyarak, İmâm-ı a’zamı medh etmesi vâcibdir. Birgün, İmâm-ı a’zamın hayâtını yazıyordum. Yanıma bir adam geldi. Bir yazı gösterdi. İmâm-ı a’zama dil uzatmakda idi. Bunu, İmâmın ictihâdlarını anlıyamıyan biri yazmış dedim. Bunları Fahreddîn-i Râzînin kitâbından aldığını söyledi. Fahreddîn-i Râzî, (vefâtı 606 [m. 1209]), imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanında bir talebe gibidir. Yâhud, bir sultân yanındaki köylü gibidir. Yâhud, güneşli havadaki, görünmiyen yıldız gibidir. Köylünün, delîlsiz olarak sultânı kötülemesi harâm olduğu gibi, bizim gibi mukallidlerin, te’vîl istemiyen açık bir nass olmaksızın, mezheb imâmının ictihâdına karşı çıkması, imâm için, derme çatma şeyler söylemesi de harâmdır dedim. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ictihâd ederek söylediği ahkâmdan birini anlıyamıyan bir mukallidin, bunun hilâfı zâhir olmadıkça bununla amel etmesi vâcibdir.

Ebû Mutî’ diyor ki, Küfe câmi’inde İmâm-ı a’zamın yanında idim. Süfyân-ı Sevrî ve imâm-ı Mükâtil ve Hammâd bin Seleme ve imâm-ı Ca’fer Sâdık ve başka âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în“ geldiler. Din işlerinde çok kıyâs yapdığını işitdik. Bu, senin için pek zararlı olur. Çünki, ilk kıyâs yapan İblîs idi dediler. İmâm-ı Ebû Hanîfe, sabâhdan Cum’a nemâzına kadar bunlara cevâb verdi. Mezhebini açıkladı. Önce Kur’ân-ı kerîmde arıyorum. Bulamazsam, hadîs-i şerîflerde arıyorum. Yine bulamazsam, Eshâb-ı kirâmın icmâ’larına bakıyorum. Burada da bulamazsam, ihtilâf etdiklerinden birini tercîh ediyorum. Bunu da bulamazsam, kıyâs yapıyorum dedi. Misâller gösterdi. Hepsi kalkıp, İmâmın elini öpdü. Sen âlimlerin efendisisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük dediler. Allahü teâlâ, beni de, sizi de afv buyursun dedi.

Ey kardeşim! İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye ve Onun mezhebini taklîd eden fıkh âlimlerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” dil uzatmakdan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın ahvâlini, zühdünü, vera’ını ve ibâdetlerdeki ihtiyâtını, titizliğini bilmiyen dinde reformculara uyarak, onun delîlleri za’îfdir dersen, kıyâmetde onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Sen de, benim gibi, Hanefî mezhebinin delîllerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tesavvuf yolunda ilerliyerek, ilminin ve amelinin ihlâslı olmasına çalış! O zemân, islâmiyyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, fıkh bilgilerini bu kaynakdan alıp yaydıklarını, bu mezheblerin hiçbirinde, islâmiyyet dışında hiçbir hükm bulunmadığını anlarsın. Mezheb imâmlarına ve onları taklîd eden âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına se’âdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennete giden yolun öncüleridirler. Abdülvehhâb-ı Şa’rânînin (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbının önsözünden terceme temâm oldu.

TENBÎH: Abdülvehhâb-i Şa’rânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” Şâfi’îdir. Fahreddîn-i Râzî de Şâfi’î mezhebindedir. İmâm-ı a’zama dil uzatdığı için kendi mezhebindeki Râzîyi nasıl aybladığı yukarıda görülmekdedir. Hanefîlerle Şâfi’îler döğüşerek islâmiyyetin gerilemesine sebeb oldular sözü ile müslimânları aldatmağa çalışan dinde reformcuların, yukarıdaki satırları iyi okuyarak, gafletden uyanmalarını dileriz.]

494 [m. 1101] de vefât etmiş olan Ebû Sa’d Muhammed Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin kabri üzerine bir türbe ile yanında bir medrese yapdırdı. Kendisi, Sultân Melikşâh-i Selçûkînin vezîrlerinden olup, Merv şehrinde de büyük bir medrese yapdırmışdır.

2 — İmâm-ı Mâlik bin Enes bin Mâlik bin Ebî Âmir Esbahî 90 [m. 708] senesinde, Medînede tevellüd ve 179 [m. 795] da, orada vefât etdi. Yetmiş imâm şehâdet etmedikçe fetvâ vermeğe başlamadım buyurdu. Hocalarımdan pek az kimse vardır ki, benden fetvâ almamış olsun derdi. İmâm-ı Yâfi’î buyuruyor ki, imâmın bu sözü öğünmek için değildir. Allahü teâlânın ni’metini bildirmek içindir. Zerkânî (Muvattâ) kitâbını şerh ederken diyor ki, (İmâm-ı Mâlik, meşhûr mezheb imâmıdır. Yükseklerin yükseğidir. Aklı kâmil, fadlı âşikârdır. Resûlullahın hadîs-i şerîflerinin vârisidir. Allahın kullarına, Onun dînini yaydı. Dokuzyüz âlimle sohbet ve istifâde etdi. Kendisi yüzbin hadîs yazdı. Onyedi yaşında ders vermeğe başladı. Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan çok idi. Hadîs ve fıkh öğrenmek için, kapısına toplanırlardı. Kapıcı tutmak zorunda kaldı. Önce talebesine, sonra halkdan herkese izn verilir, içeri girerlerdi. Halâya üç günde bir giderdi. Halâda çok bulunmakdan hayâ ediyorum derdi. (Muvattâ) kitâbını yazınca, kendi ihlâsından şübhe etdi. Kitâbı suya koydu. Eğer ıslanırsa, bu kitâb bana lâzım değildir dedi. Hiçbir yeri ıslanmadı). Abdürrahmân bin Enes, hadîs ilminde, şimdi yeryüzünde Mâlikden dahâ emîn kimse yokdur. Ondan dahâ akllı bir şahs görmedim. Süfyân-ı Sevrî, hadîsde imâmdır. Fekat, sünnetde imâm değildir. Evzâ’î, sünnetde imâmdır. Fekat, hadîsde imâm değildir. İmâm-ı Mâlik, hadîsde de, sünnetde de imâmdır derdi. Yahyâ bin Sa’îd, imâm-ı Mâlik, Allahü teâlânın kullarına yeryüzünde huccetidir, derdi “rahime-hümallahü teâlâ”. İmâm-ı Şâfi’î, (hadîs okunan yerde, Mâlik, gökdeki yıldız gibidir. İlmi ezberlemekde, anlamakda ve korumakda, hiç kimse, Mâlik gibi olamadı. Allah ilminde bana Mâlik kadar kimse emîn değildir. Allahü teâlâ ile aramda huccet, imâm-ı Mâlikdir. Mâlik ile Süfyân bin Uyeyne olmasalardı, Hicâzda ilm kalmazdı) derdi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbele sordu: Zehrînin talebeleri arasında en kuvvetli hangisidir? Mâlik, her ilmde dahâ kuvvetlidir buyurdu. İbni Veheb diyor ki, Mâlik ve Leys olmasalardı, hepimiz sapıtırdık. Evzâ’î, imâm-ı Mâlikin ismini işitince, o, âlimlerin âlimi, Medînenin en büyük âlimi ve Haremeynin müftîsidir derdi. Süfyân bin Uyeyne imâm-ı Mâlikin vefâtını işitince, yeryüzünde bir benzeri kalmadı. Dünyânın imâmı idi. Hicâzın âlimi idi. Zemânının hucceti idi. Ümmet-i Muhammedin güneşi idi. Onun yolunda bulunalım dedi. Ahmed ibni Hanbel, imâm-ı Mâlikin, Süfyân-ı Sevrîden, Leysden, Hammâddan ve Evzâ’îden üstün olduğunu söylerdi. Süfyân bin Uyeyne diyor ki, (İnsanlar sıkışacak, Medînedeki âlimden üstün birini bulamıyacaklar) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Mâliki haber veriyor. İmâm-ı Mâlik diyor ki, her gece Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görüyorum. Mus’ab diyor ki, babamdan işitdim: Mâlik ile Mescid-i Nebevîde idik. Biri gelip, Ebû Abdüllah Mâlik hanginizdir dedi. Gösterdik. Yanına gidip selâm verdi. Boynuna sarılıp, alnından öpdü. Rü’yâda Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” gördüm. Mâliki çağır buyurdu. Sen geldin. Titriyordun. Râhat ol yâ Ebâ Abdüllah! Otur, göğsünü aç buyurdu. Açınca her yere güzel kokular yayıldı dedi. İmâm-ı Mâlik ağladı ve rü’yânın ta’bîri ilmdir dedi.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
3 — İmâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi aleyh”, ismi Muhammed bin İdrîs bin Abbâs bin Osmân bin Şâfi’ olup, sekizinci babası Hâşim bin Muttalib bin Abd-i Menâfdır. Resûlullahın dedelerinden olan Hâşim, bu Hâşimin amcasıdır. Beşinci babası Sâib, Bedr gazâsında düşman ordusunda idi. Sonra oğlu Şâfi’ ile Sahâbî oldular. Bunun için Şâfi’î denildi. Annesi, Hazret-i Hasen soyundan olup şerîfedir. İmâm-ı Şâfi’î, 150 [m. 767] senesinde Gazzede tevellüd ve 204 [m. 820] de Mısrda vefât etdi. İki yaşında iken Mekke-i mükerremeye götürülerek orada küçük iken Kur’ân-ı kerîmi ve on yaşında iken, imâm-ı Mâlikin (Muvattâ) hadîs kitâbını ezberledi. Onbeş yaşında, fetvâ vermeğe başladı. O sene, Medîne-i münevvereye giderek, imâm-ı Mâlikden ilm ve feyz aldı. 185 senesinde Bağdâda geldi. İki sene sonra, hac için Mekkeye ve 198 de Bağdâda, 199 da Mısra gelip yerleşdi. Vefâtından uzun zemân sonra Bağdâda götürülmek istendi. Kabri kazılırken misk kokusu yayıldı. Bulunanlar serhoş oldular. Kazmakdan vaz geçdiler. İlm, amel, zühd, ma’rifet, zekâ, hâfıza ve neseb bakımlarından zemânındaki imâmların en üstünü idi. Önce olanların çoğunun da üstünde idi. Mezhebi her yere yayıldı. Haremeyn ve Erd-ı Mukaddes [ya’nî Filistin] temâmen Şâfi’î oldu. (Kureyş âlimi yeryüzünü ilm ile doldurur) hadîs-i şerîfi, imâm-ı Şâfi’îde zuhûr eyledi. Abdüllah, babası Ahmed bin Hanbelin imâm-ı Şafi’îye çok düâ etdiğini görüp sebebini sordukda: Oğlum! İmâm-ı Şâfi’înin insanlar arasındaki yeri, gökdeki güneş gibidir. O rûhların şifâsıdır dedi. O zemânki (Muvattâ) kitâbında önce dokuzbinbeşyüz hadîs vardı. Sonra kısaltıp şimdi elde bulunan yapıldı. Bunda binyediyüz kadar hadîs vardır. (Nâsır-üs-sünne) [dînin yardımcısı] lakabını aldı. Dört sene gibi kısa bir zemânda yeni bir mezheb getirmesi, bir hârika oldu. Hâl tercemesini ve üstünlüğünü bildiren kırkdan fazla kitâb yazılmışdır.

4 — İmâm-ı Ahmed bin Hanbel Şeybânî Merûzî, 164 [m. 780] senesinde Bağdâdda tevellüd ve 241 [m. 855] de orada vefât etdi. Hadîs ve fıkh ilmlerinde imâm idi. Sünnetin inceliklerinde ve hakîkatinde de mâhir idi. Zühd ve vera’ ile meşhûr idi. Hadîs-i şerîf toplamak için, Kûfeye, Basraya, Mekke-i mükerremeye, Medîne-i münevvereye, Yemene, Şâma ve Elcezîreye gitdi. İmâm-ı Şâfi’îden fıkh öğrendi. O da, bundan hadîs aldı. İbrâhîm-i Harbî diyor ki, Ahmed ibni Hanbeli gördüm. Allahü teâlâ her ilmi ona vermişdi. Kuteybe bin Sa’îd diyor ki, imâm-ı Ahmed; Sevrî ve Evzâ’î ve Mâlik ve Leys bin Sa’d zemânlarında bulunsaydı, hepsinden ileride olurdu. Bir milyon hadîs-i şerîf ezberledi. İmâm-ı Şâfi’î Mısrdan mektûb gönderdi. Okuyunca ağladı. Sebebi sorulunca rü’yâda Resûlullahı görmüş. Ebû Abdüllah Ahmed bin Hanbele mektûb ile benden selâm yaz ve de ki, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olduğu kendisinden sorulacak. Cevâb vermesin buyurmuş, dedi. Cenâzesinde sekizyüzbin erkek ve altmışbin kadın bulundu. Vefât etdiği gün, yirmibin yehûdî ve nasrânî ve mecûsî müslimân oldu.

Ehl-i sünnetin bu dört imâmı, hadîs-i şerîf ile medh olunan, ikinci asrın en iyileridir. Dördü de, (İhsânda onlara (ya’nî Eshâb-ı kirâma) tâbi’ olanlardan Allahü teâlâ râzıdır) âyet-i kerîmesine dâhildir. Bir kimse, bu büyüklere tâbi’ olmayıp, zemânların en kötüsünde, câhil ve alçak insanlar arasında bulunan birisine uyarsa, bunun aklı olmadığı anlaşılır. Allahü teâlâ, (Ülül-emre itâ’at ediniz!) buyurdu. Ülül-emr, âlimlerdir. Yâhud âlimlerin fetvâlarını icrâ eden hükûmetlerdir. Her iki tefsîre göre, mezheb imâmlarına uymak vâcib olmakdadır. Fahreddîn-i Râzî kıyâsın delîl olduğunu ve mukallidin, âlimleri taklîd etmesinin vâcib olduğunu, bu âyet-i kerîmeden çıkarmışdır. Mutlak müctehid olmıyan âlimlerin de, âmî ve mukallid olduklarını, üsûl âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Müctehidlerin sözbirliği ile bildirdiklerinden ayrılmanın harâm olduğu, Nisâ sûresinin yüzondördüncü âyetinden anlaşılmakdadır. (Eşedd-ül-cihâd)dan terceme temâm oldu.

(İcmâ’) ve (Kıyâs) hakkında (Hüsâmî)de geniş bilgi vardır. Hüsâmînin (El-müntehab fi-üsûl-il-mezheb) ismindeki bu kitâbı, (Hâmî) denilen ta’lîki ile birlikde, Pâkistânda yeniden basılmışdır. Üsûl âlimlerinden Muhammed bin Muhammed Hüsâmüddîn 644 [m. 1246] senesinde Fergânede vefât etmişdir. Otuzüçüncü maddenin sonuna bakınız!

44 — (Hadîkat-ün-nediyye)nin birinci bâbının üçüncü faslında, Abdülganî Nablüsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki, âyet-i kerîmede meâlen, (Allahü teâlâ kullarına kolaylık gösterilmesini istiyor. Güçlük çekmelerini istemiyor) buyuruldu. Hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ azîmetlerin yapılmasını sevdiği gibi, ruhsatların yapılmasını da sever) buyuruldu. Ya’nî, izn verdiği kolaylıkları yapmağı da sever. Bunu yanlış anlamamalıdır. İmâm-ı Münâvî, (el-Câmi’us sagîr) şerhinde (Mezheblerin kolaylıklarını toplayıp, bir kolaylıklar mezhebi yapmak câiz değildir. Böyle yapmak, islâmiyyetden ayrılmak olur) dedi. İbni Abdisselâm (İslâmiyyetden ayrılmıyacak şeklde toplamak câiz olur) dedi. İmâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İhtiyâç ve zarûret olduğu zemân, kolayına gelen mezhebe geçmek câizdir. Fekat, zarûret olmadan geçmek câiz olmaz. Çünki, dînini kayırmak için değil, kendini kayırmak için olur. Sıksık mezheb değişdirmek de câiz değildir) dedi. (Hülâsat-üt-tahkîk fi-beyân-i hükm-it-taklîd vet-telfîk) ismindeki kitâbda, mezheb taklîdi üzerinde geniş bilgi verdik. [Bu kitâb, 1974 de İstanbulda, arabî olarak ofset yolu ile neşr edilmişdir.]

Halâli harâm etmek ve harâmı halâl etmek için (Hîle-i şer’ıyye) yapmak, câiz değildir. Ya’nî, Allahü teâlânın sevdiği ruhsatlardan değildir. Böyle yapılan hîleye (Hîle-i bâtıla) denir. İbn-ül-izz, başka mezhebi taklîd etmeği anlatırken, (Mezheb imâmlarının sözlerini anlamayıp ve edille-i şer’ıyyeyi bilmeyip, hîle-i şer’ıyyeleri kendi arzûsuna vâsıta kılmakdan sakınmalıdır!) buyurmakdadır. Mukallidlerin, edille-i şer’ıyyeyi bilmedikleri meydândadır. Mezheb imâmlarından işitdikleri hîle sözünü de, keyflerine göre kullanmakdadırlar. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hîle-i şer’ıyye öğreten müftîlerin cezâlandırılmasını söylemişdir. [(Hîle-i şer’ıyye)nin ne demek olduğu (Fetâvel-Hindiyye)nin altıncı cüz’ünde ve (El-Besâir limünkiri-t-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) kitâbında uzun yazılıdır.]

Allahü teâlânın sevdiği ruhsat, kendi emrlerini yaparken zarûret hâline düşenler için, bildirmiş olduğu kolaylıkları yapmakdır. Yoksa, emrleri yapmakdan kurtulmak ve aklına, görüşüne göre kolaylık aramak câiz değildir. Necmüddîn-i Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hüsn-üt-tenebbüh) kitâbında, (Şeytân insana, Allahü teâlânın bildirdiği kolaylıkları yapdırmaz. Meselâ mest üzerine mesh etdirmez. Ayaklarını yıkatdırır. Ruhsat ile amel etmeli. Fekat, hiçbir zemân mezheblerin kolaylıklarını aramamalıdır. Çünki, mezheblerin kolaylıklarını toplamak harâmdır. Şeytân yoludur) diyor.

Selef-i sâlihînden çoğu, sıkıntılar çekdi. Ağır ibâdetler yapdı. Sen onlar gibi yapma! Sen, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan kolaylık yolunu tut! O büyüklere de dil uzatma! Onlar senden dahâ çok bilgili ve anlayışlı idi. Sen, onların bildiklerini bilmiyorsun. Bilmediğin, anlamadığın şeylere karışma ve bunlara uyma! Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anladığına güvenip de, o büyüklere karşı gelmekden de kendini koru! Onlar, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri senden dahâ iyi anlamışlardı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânına, senden dahâ yakın oldukları için ve ma’rifet-ullah ile aklları aydınlanmış olduğu için ve sünnete çok sarılmış oldukları için ve ihlâsları, yakînleri, tevhîdleri ve zühdleri çok olduğu için senden ve senin gibilerden dahâ iyi biliyorlardı. Ey zevallı din adamı! Gece gündüz, mi’denin ve nefsinin isteklerini düşünüyor, onların arkasında koşuyorsun. Bunlara kavuşabilmek için, biraz din bilgisi edinmişsin. Küçücük sermâyen ile kendini din adamı sanıyorsun. Selef-i sâlihîn ile “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” boy ölçüşmeğe kalkışıyorsun. Ömrlerini ilm öğrenmekle ve öğretmekle geçiren, sâlih amellerle kalblerini temizliyen, halâl lokma yimek ve harâmlardan kurtulmak için, şübhelilerden titizlikle sakınan, o din büyüklerine dil uzatma! Onlar senden çok yüksek idi. Senin bu hâlin, serçenin, yimekde, içmekde, doğan kuşu ile yarış etmesine benzemekdedir. O büyüklerin riyâzetleri, ibâdetleri, bütün sözleri ve ictihâdları, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun idi. Selef-i sâlihîn azîmet ile amel ederler. Müslimânlara da, ruhsat ile hareket etmeleri için fetvâ verirlerdi.

Mukallidin îmânı sahîhdir. Fekat, istidlâli terk etdiği için, âsî, fâsıkdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin çoğu “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle söyledi. Ya’nî, düşünmeden, anlamadan, yalnız başkasından işiterek, öğrenerek îmân eden kimse, mü’mindir ve müslimândır. Evliyânın kerâmeti hakdır. Diri iken de, ölü iken de, kerâmetleri olabilir. Hazret-i Meryemin ve Eshâb-ı Kehfin ve Süleymân aleyhisselâmın vezîri olan Âsaf bin Berhiyânın kerâmetleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Kerâmet, Ehl-i sünnet âlimlerinde hâsıl olan, aklın ve fennin yapamıyacağı şeylerdir. Ehl-i sünnet olmıyanlarda kerâmet hâsıl olmadığı için, yetmişiki bid’at fırkasının hiçbiri, kerâmete inanmadı.

Müctehid, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden birini delîl olarak arayıp, seçerken yanılmaz. Bulduğu delîlden hükm çıkarırken yanılabilir. Bunun için, yanılmıyan müctehide on sevâb verilir. Yanılan müctehide bir sevâb verilir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ anh”a Nass bulamadığı işler için, (Kendin hükm çıkar! Yanılmazsan on sevâb, yanılırsan bir sevâb kazanırsın) buyurdu. Bir sevâb, ictihâd için uğraşmasına karşılık değil, delîli bulmakda isâbet etdiği içindir. Delîli bulmakda da yanılırsa sevâb verilmez. Bundan çıkardığı hükme uyanlara azâb da yapılmaz. Allahü teâlâ katında hak birdir. Ya’nî, çeşidli olan ictihâdlardan yalnız biri doğrudur. Diğerleri yanlışdır. (Mu’tezile) fırkasındaki âlimlere göre müctehid hiç yanılmaz. Onlara göre, hak birden fazla olur. (Mirkât-ül-vüsûl) şerhi olan (Mir’ât-ül-usûl) kitâbında, ictihâd hakkında geniş bilgi vardır. Bu kitâbı ve şerhini de Molla Hüsrev yazmışdır.

Hadîs-i şerîfde, üçüncü asrdan sonra, yalan ve iftirânın çoğalacağı bildirildi. Bid’atler, dalâletler artacakdır. İ’tikâdda ve amelde, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılanlar, sapanlar çoğalacakdır. Kitâba, Sünnete ve Selef-i sâlihînin icmâ’ına sarılan fıkh âlimleri ve tesavvuf yollarının sâlikleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kurtulacak, bunlardan ayrılanlar felâkete sürükleneceklerdir. Fıkh âlimleri ve tesavvuf yolunun mütehassısları kıyâmete kadar bulunacak. Fekat kimler olduğu kesin olarak bilinmiyecekdir. Ancak, müslimânların sözbirliği ile şehâdet etdikleri kimseler belli olacakdır.
Her müslimânın (İlmihâl) öğrenmesi farz-ı ayndır. Allahü teâlâ, (Bilenlerden sorup öğreniniz!) buyurdu. Bilmiyenlerin, âlimlerden ve bunların kitâblarından öğrenmeleri lâzım oldu. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (İlm öğrenmek, erkeklere de kadınlara da farzdır) buyuruldu. Bu emrler, beden ile ve kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan bilgileri, (İlmihâl) kitâblarından öğrenmek lâzım olduğunu ve câhil din adamlarının, mezhebsizlerin [ve hele dinde reformcuların] sözlerine, kitâblarına aldanmamağı göstermekdedir.

Doğru yolun âlimleri sözbirliği ile bildirdiler ki, her müslimânın Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa olarak ve günlük işlerindeki ve ibâdetlerdeki farzları ve harâmları iyice öğrenmeleri farz-ı ayndır. Bunları ilmihâl kitâblarından öğrenmezse, (Bid’at sâhibi), ya’nî mezhebsiz, sapık veyâ (Mülhid), ya’nî kâfir [Allahın düşmanı] olur. Bunların fazlasını ve arabî lisânının oniki âlet ilmini öğrenmek ve tefsîr ve hadîs-i şerîf ve fen ve tıb bilgilerini, hesâb, ya’nî matematik öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Bu farz-ı kifâyeyi, bir şehrde, bir kişi öğrenirse, bu şehrde bulunanların öğrenmeleri farz olmaz. Müstehab olur. Şehrde fıkh kitâblarının bulunması da, islâm âlimlerinin bulunması gibidir. Böyle şehrde, fıkh bilgilerinin fazlasını ve tefsîr ve hadîs öğrenmek hiç kimseye farz olmaz. Müstehab olur. Ahkâmın delîllerini bulup incelemek, hiçbir zemân, hiçbir kimseye farz değildir. Yalnız âlimlere her zemân, müstehabdır. Müstehab ilmleri öğrenmek, nâfile ibâdet yapmakdan dahâ sevâbdır. Hükûmet bulunmadığı zemânlarda, bunun vazîfesini âlimler yapar. İlmi ile amel eden âlimlerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” emrlerine tâbi’ olmak vâcib olur. (Hadîka)dan terceme temâm oldu.

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!

45 — Din düşmanlarının, müslimânları aldatarak, islâmiyyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, dahâ Eshâb-ı kirâm zemânında başladı. Din adamı kılığında çalışan bu islâm düşmanlarına (Zındık) veyâ (Dinde reformcu) ve (Fen Yobazı) denir. Yetmişiki bid’at fırkasının hepsi Ehl-i sünnet değildir. Bunların en kötüsü, şî’îler ile vehhâbîlerdir. Bunlar, her asrda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, islâmiyyete zarar yapamadılar. Çünki, her asrda çok sayıda fıkh âlimleri ve tesavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslimânları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydânı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp islâmiyyete saldırıyorlar. Müslimânların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını bulup okumaları, bilmeleri lâzımdır. Dört mezhebin âlimleri, ehl-i sünnet âlimidir. Dördünün îmân bilgileri aynıdır. İbâdet bilgilerinde de farkları pek azdır. Bu farklar, Allahü teâlânın merhametinin netîcesidir. İslâm âlimlerini tanıtmak için, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî Serhendînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Mektûbât)ından 2-110 [ikinci cild yüzonuncu] mektûbunu terceme ediyoruz:
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
İKİNCİ CİLD, 110.cu MEKTÛB

İslamiyyete uymıyan ve sapık yola kaymış olan [bid’at sâhibi ile ve fâsık] ile arkadaşlık etmeyiniz! Bid’at sâhibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî “kuddise sirruh” (Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız) buyurdu. Bu üç kimse, gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakcılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatcılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uymazsa, (ya’nî islâmiyyete yapışmazsa) ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitâblarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak yakınlık, insanın dînini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini,îmânını bozar. Şeytândan dahâ çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek te’sîrli olsa da ve dünyâyı sevmiyor görünse de, nemâz kılsa da, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” buyurdu ki, (İnsanı se’âdet-i ebediyyeye kavuşduracak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmakdır). Yine O buyurdu ki, (Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în “yazdığı tefsîr kitâblarını okumıyan ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünki, islâm âlimi, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olur). Yine o buyurdu ki, (Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı).

[Bundan anlaşılıyor ki, Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın müslimânlarıdır. Ya’nî, selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezheb imâmı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkh, akâid ve tesavvuf kitâblarında bildirilmiş olan (Ahkâm-ı islâmiyye bilgileri)dir. Bu yola (Ehl-i Sünnet Yolu) denir. Dört mezhebin kitâblarından ayrılan kimse, ahkâm-ı islâmiyyeden ayrılmış olur. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmişdir. Tahtâvî, (Dürr-ül-muhtâr)ın zebâyıh kısmı hâşiyesinde, bu sözbirliğini açık olarak yazmakdadır.]

Her asrda bulunan tesavvuf büyükleri ve fıkh âlimleri, Selef-i sâlihînin, ya’nî Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda idi. Hepsi islâmiyyete bağlı idi. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlâklarında, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmamışlardı.

Tekrâr tekrâr yazıyorum ki, Resûlullaha uymakda gevşek olanları, ahkâm-ı islâmiyyeden, ya’nî Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yehûdîler, hıristiyanlar ve budist, berehmen denilen Hind kâfirleri ve mezhebsizler, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, se’âdete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd buyurdu ki, (Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sâhibine zararı, fâidesinden dahâ çokdur). Bütün se’âdetlerin yolu islâmiyyete uymakdır. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmakdır. Hak ile bâtılı ayıran alâmet, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymakdır. Onun dînine ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeye uymıyan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Hârika, açlıkla ve riyâzet çekmekle hâsıl olur. Yalnız müslimânlara mahsûs değildir. Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi aleyh” 181 [m. 797] de vefât etmişdir. Buyurdu ki, (Müstehabları yapmakda gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakda gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaşdırır. Farzlarda gevşek davranan da, ma’rifete, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz). Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Günâh işlemek, insanı küfre sürükler) buyuruldu. Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa’îd Ebülhayr 440 [m. 1049] da vefât etmişdir. Kendisine sordular. Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? Bunun kıymeti yokdur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer dedi. Filan adam havada uçuyor dediler. Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var dedi. Filan kimse, bir anda şehrden şehre gidiyor dediler. Şeytân da, bir solukda şarkdan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yokdur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fekat, bir an Rabbini unutmaz buyurdu. Evliyânın büyüklerinden Ebû Alî Rodbârî Cüneyd-i Bağdâdînin talebesindendir. 321 [m. 933] de, Mısrda vefât etmişdir. Kendisine sordular: Bir din adamı, çalgı dinliyor. [Yabancı kadınlarla, kızlarla arkadaşlık yapıyor. Karısını, kızlarını çıplak gezdiriyor.] Kalbim temizdir. Sen kalbe bak diyor. Buna ne dersin dediklerinde, onun gideceği yer Cehennemdir buyurdu. Ebû Süleymân-ı Dârânî, Şâmın Darya köyünde yerleşmiş ve 205 [m. 820] de orada vefât etmişdir. Buyurdu ki, (Düşüncelerimi, niyyetlerimi önce Kitâb ile ve Sünnet ile karşılaşdırıyorum. Bu iki âdil şâhide uygun olanları söyliyor ve yapıyorum). Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibleri Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bid’at ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytân çok ibâdet yapdırır. Onu çok ağlatır) buyuruldu. Yine hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, bid’at işliyenin oruclarını, nemâzlarını, haclarını, ömrelerini, cihâdlarını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kıl çıkar gibi islâmdan çıkarlar) buyuruldu. [Bu hadîs-i şerîf, dinde reform, değişiklik yapan, meselâ nemâzı, ezânı radyo ile, hoparlörle okuyan, nemâz vaktini minârede ışık yakarak bildiren din adamlarının zuhûr edeceklerini haber vermekdedir.] Şeyh ibni Ebî Bekr Muhammed bin Muhammed Endülüsî, Mısrda yaşamış, 734 [m. 1334] de vefât etmişdir. (Me’âric-ül-hidâye) kitâbında diyor ki, (Doğruyu tanı, doğru ol! Kâmil insanın her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” tam uygun olur. Çünki, bütün se’âdetlere, Ona uymakla kavuşulur. Ona uymak, islâmiyyete yapışmak demekdir).

Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” uymak nasıl olur? Bunlardan mühim olanlarını bildiriyorum:

Günâh işleyince, hemen tevbe etmelidir. Gizli işlenen günâhın tevbesi gizli olur. Açık işlenmiş günâhın tevbesi açık olur. Tevbeyi gecikdirmemelidir. (Kirâmen kâtibîn) melekleri, günâhı hemen yazmaz. Tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse yazarlar. Ca’fer bin Sinân “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Günâha tevbe etmemek, bu günâhı yapmakdan dahâ fenâdır). Hemen tevbe etmiyen de, ölmeden önce tevbe etmelidir. Vera’ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. (Takvâ) açıkca yasak edilmiş olan şeyleri, (Vera’) şübheli şeyleri yapmamakdır. Yasak edilenlerden sakınmak, emr olunanları yapmakdan dahâ fâidelidir. Büyüklerimiz buyurdu ki, (İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fekat, yalnız sıddîklar, iyiler, günâhdan sakınır). Ma’rûf-i Kerhî hazretleri [Fîrûz isminde bir hıristiyanın oğlu idi. İmâm-ı Alî Rızânın âzâdlısıdır. Sırrî Sekâtînin, Sırrî de Cüneyd-i Bağdâdînin hocasıdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. 200 [m. 815] de Bağdâdda vefât etdi.] Buyurdu ki, (Yabancı kadına bakmakdan pek sakınınız! Hattâ dişi koyuna bile bakmayınız!). Hadîs-i şerîfde, (Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûruna kavuşanlar, vera’ ve zühd sâhibleridir) buyuruldu. Yine hadîs-i şerîfde, (Vera’ sâhibinin nemâzı makbûl olur). (Vera’ sâhibi ile birlikde bulunmak ibâdetdir. Onunla konuşmak sadaka vermek kadar sevâbdır) buyuruldu. Kalbinin ürperdiği işi yapma! Nefsine uyma! Şübhe etdiğin işlerde kalbine danış! Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi işdir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günâhdır). Yine hadîs-i şerîfde, (Halâl olan şeyler bellidir. Harâmlar da bildirilmişdir. Şübheli olanlardan kaçınız. Şübhesiz bildiklerinizi yapınız!) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, şübhe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şübhe edilmiyeni yapmak câiz olur. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde halâl etdiği şeyler halâldir. Kur’ân-ı kerîmde bildirmediği şeyleri afv eder) buyuruldu. Şübheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Elini göğsüne koy! Halâl şeyde kalb sâkin olur. Harâm şeyde çarpıntı olur. Şübheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!). Îmânı olan, büyük günâha düşmemek için, küçük günâhdan kaçar.

Bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu bilmelidir. Allahü teâlânın emrlerini tam yapamadığını düşünmelidir. Ebû Muhammed Abdüllah bin Menâzil “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ çeşidli ibâdetleri bildirdi. Sabrı, sıdkı, nemâzı, orucu ve seher vaktleri istiğfâr etmeği buyurdu. İstiğfârı en sonra söyledi. Böylece kula, bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusûrlu görüp, hepsine afv ve magfiret dilemesi lâzım oldu). Abdüllah Menâzilin mürşidi Hamdûn Kassâr, 271 [m. 884] de Nişâpûrda vefât etmişdir. Ca’fer bin Sinân “kuddise sirruh” buyurdu ki, (İbâdet ve iyilik yapanların, kendilerini, günâh işliyenlerden üstün görmeleri, onların günâhlarından dahâ fenâdır). Alî Mürte’iş “kuddise sirruh” hazretleri, Ramezân-ı şerîfin yirmisinden sonra i’tikâfı bırakıp câmi’den dışarı çıkdı. Niçin çıkdın dediklerinde, hâfızların tegannî ile okuduklarını ve bununla öğündüklerini görünce, içerde duramadım buyurdu.

Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını halâldan kazanmak için çalışmalıdır. Bunun için, ticâret, san’at yapmak lâzımdır. Selef-i sâlihîn “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hep böyle çalışıp kazanırlardı. Halâl kazanmanın sevâblarını bildiren pekçok hadîs-i şerîf vardır. Muhammed bin Sâlim hazretlerine: Çalışıp kazanalım mı, yoksa yalnız ibâdet yapıp tevekkül mü edelim dediklerinde, (Tevekkül etmek, Resûlullahın hâlidir. Çalışıp kazanmak da, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetidir. Çalışıp da tevekkül ediniz) buyurdu. Ebû Muhammed bin Menâzil, (Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmakdan hayrlıdır) buyurdu.

Yimekde, içmekde adâleti, ya’nî orta hâlde olmağı gözetmelidir. Gevşeklik verecek kadar çok yimemeli. İbâdet yapamıyacak kadar da, perhîz etmemelidir. Evliyânın büyüklerinden Şâh-i Nakşibend “kuddise sirruh” hazretleri buyurdu ki, (İyi yi, iyi çalış!). Sözün kısası, ibâdet ve iyilik yapmağa yardımcı olan herşey, iyi ve mubârekdir. Bunları azaltanlar da, yasakdır. Her iyi işde, niyyete dikkat etmelidir. İyi niyyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır.

İslâmiyyete uymıyanlardan, bid’at ve günâh işleyenlerden uzlet etmeli, ya’nî bunlarla görüşmemelidir. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Hikmet, on kısmdır. Dokuzu uzletdedir. Biri de, az konuşmakdadır.) Böyle insanlarla zarûret kadar görüşmelidir. Vaktleri, çalışmakla, zikr, fikr ve ibâdetle geçirmelidir. Eğlenecek zemân, öldükden sonradır. Sâlih, temiz ve ehl-i sünnet olan müslimânlarla “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” görüşmeli, onlara fâideli olmalı ve onlardan fâidelenmelidir. Ehl-i sünnet olmak, dört mezhebden birinde olmak demekdir. Lüzûmsuz, fâidesiz sözlerle, zemânları zâyi’ etmemelidir. [Zararlı kitâbları, gazeteleri okumamalı, böyle radyoları, televizyonları dinlememeli, seyr etmemelidir. İslâm düşmanlarının kitâbları, gazeteleri, radyoları, televizyonları, dîni, islâmiyyeti yok etmek için sinsice çalışıyor. Gençleri, dinsiz, ahlâksız yapmak için, plânlar kuruyorlar. Bunların tuzaklarına düşmemelidir.]

İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli. [Fitne çıkarmamalı. Düşman kazanmamalıdır. Hâfız-ı Şîrâzînin, dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idâre etmelidir sözüne uymalıdır.] Afv dileyenleri afv etmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli. Münâkaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir. Şeyh Abdüllah Bayal “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Tesavvuf, nemâz ve oruc ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazîfesidir. Tesavvuf, insanları incitmemekdir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuşdur). Evliyânın başka insanlardan nasıl ayırd edilebileceğini, Muhammed bin Sâlim “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden sordular. (Sözlerinin yumuşak olması ve huylarının güzel olması ve yüzünün güler olması ve ihsânının bol olması ve konuşurken i’tirâz etmemesi ve özr dileyenleri afv etmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır) buyurdu. Ebû Abdüllah Ahmed Makkarî buyurdu ki, (Fütüvvet demek, gücendiğin kimseye iyilik etmek, sevmediğine ihsânda bulunmak ve sıkıldığın kimseye güler yüzlü olmakdır).

Az konuşmalı, az uyumalı ve az gülmelidir. Kahkaha ile gülmek, kalbi karartır. Çalışmalı, fekat karşılığını Allahü teâlâdan beklemelidir. Onun emrlerini yapmakdan zevk duymalıdır. Yalnız Ona güvenince, O, her dileği ihsân eder. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ yalnız Ona güvenenin her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.) Yahyâ bin Mu’âz-ı Râzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 258 [m. 872] de Nişâpûrda vefât etdi. Buyurdu ki, (Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korkduğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk etdiğin mikdârda, herkes sana yardımcı olur). Kendi çıkarlarının arkasında koşma! Ebû Muhammed Abdüllah Râşî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 367 [m. 978] de Bağdâdda vefât etmişdir. Buyurdu ki, (Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmağı düşünmelidir). Âileye ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüzçevirecek kadar olmamalıdır.

Din işlerinde, câhil ve fâsık olan din adamlarına danışmamalıdır. Mezhebsizlerle ve dünyâya düşkün olanlarla birlikde bulunmamalıdır. Her işde, sünnete uymalı, bid’atden sakınmalıdır. Neş’eli zemânlarda, islâmiyyetin dışına taşmamalı. Sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan ümmîdi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neş’ede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkda ve yoklukda aynı hâlde olmalıdır. Hattâ, yoklukdan râhatlık duymalı, varlıkda sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Kimsenin aybına bakmamalı, kendi ayblarını görmelidir. Kendini hiçbir müslimândan üstün bilmemelidir. Ehl-i sünnet olan yanî dört mezhebden birinde olan her müslimânı kendinden üstün tutmalıdır. Her müslimânı görünce, kendi se'âdetinin, onun düâsını almakda olabileceğine inanmalıdır. Kendinde hakkı bulunanların kölesi gibi olmalıdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Üç şeyi yapan müslimânın îmânı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakîrler arasında oturmak [dilenciler arasında değil!] ve hizmetçisi ile birlikde yimek). Bu üç şeyin, mü'minlerin alâmeti olduğu Kur'ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Selef-i sâlihînin hâllerini öğrenmeli, onlar gibi olmağa çalışmalıdır. Kimseyi gıybet etmemelidir. Gıybet yapana mâni olmalıdır. [İşitince incineceği şeyi, arkasından söylediği zemân, sözü doğru ise, gıybet olur. Yalan ise iftirâ olur. Her ikisi de, büyük günâhdır.] Emr-i ma'rûf ve nehy-i anil-münker yapmağı âdet edinmelidir. Muhammed bin Alyân'a (rahmetullahi teâlâ aleyh), Allahü teâlânın râzı olduğu nasıl anlaşılır dediklerinde, (Tâ'at etmek tatlı ve günâh işlemek acı gelmesinden anlaşılır) buyurdu. Fakîr olmakdan korkarak, cimrilik yapmamalıdır. Şeytân, insanları fakîr olursun diyerek ve fuhşa sürükliyerek aldatır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Âilesi çok, rızkı az olup, nemâzlarını iyi kılan ve müslimânları gıybet etmiyen, Kıyâmet günü benim yanımda olur). Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî Serhendî (kuddise sirruh) hazretlerinin fârisî mektûbundan terceme temâm oldu. [Köyde, yolda nemâz kılacak kimseye, kıble cihetini bulmağı bildirelim: Güneş gören toprağa çubuk dikilir, yâhud bir ip ucuna anahtar, taş bağlanır, sarkıtılır. Takvîm yaprağında (Kıble sâati) yazılı vaktde, çubuğun ve ipin gölgeleri kıble istikâmetini gösterir. Gölgenin güneş bulunduğu tarafı kıble ciheti olur.]

Yukarıda yazılı iyiliklere mâlik olan müslimâna ehl-i sünnet denir. Böyle olmıyan, hattâ böyle olanları beğenmiyen, küçülten kimsenin din adamı değil, din düşmanı olduğunu anlamalı, onun sözlerine, yazılarına aldanmamalıdır.

46 - (Bid'at) ne demekdir? İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkînin (Mektûbât) kitâbının birinci cildinin ellidördüncü ve yüzaltmışbeşinci ve yüzseksenaltıncı ve ikiyüzellibeşinci ve ikiyüzaltmışıncı ve üçyüzonüçüncü mektûblarında bid'atin ne olduğu ve bid'at işlemenin zararları çok iyi anlatılmakdadır. Birinci cildde bulunan üçyüzonüç mektûbun hepsi fârisîden türkçeye terceme edilmişdir. 1387 [m. 1968] senesinde (Müjdeci Mektûblar) ismi verilerek İstanbulda basdırılmışdır. Abdülganî Nablüsînin (rahmetullahi teâlâ aleyh) (Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının birinci kısmının baş tarafında da, bid'at hakkında geniş bilgi vardır. Bu birinci kısm da, 1399 [m. 1979] senesinde İstanbulda ofset yolu ile basdırılmışdır. Bid'at hakkındaki yazılarının bir kısmını arabîden terceme ederek aşağıda takdîm ediyoruz. [434.cü sahîfeye bakınız!]

(Bid'at), sünnete [yanî, Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği din bilgilerine] muhâlif olan, ters düşen, din câhillerinin, boş kafalarından çıkan itikâd ve amel ve sözler demekdir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibâdet etmek için yaratdı. İbâdet, züll ve zillet demekdir. Yanî, insanın Rabbine, mabûdüne, hakîr olduğunu, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Rabbin güzel ve çirkin dediklerine teslîm olmak ve Rabbin gönderdiği Kitâba ve Peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demekdir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izn verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Rabbine kulluk yapmamış, müslimânlığın îcâbını yerine getirmemiş olur. Bu iş, itikâdda, inanmakda ise ve inanılması lâzım olduğu sözbirliği ile bildirilmiş olan şeylerden ise, bu inanışı (Küfre sebeb olan Bid'at) olur. Bu iş, itikâdda olmayıp da, yalnız dinden olan sözde ve işde kalırsa, fısk, büyük günâh olur. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, dinde birşey meydâna çıkarırsa, bu şey red olunur.) Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dinden olmıyan bir itikâd, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya çıkarılır ve bunun din ve ibâdet olduğuna inanılırsa, yâhud islâmiyyetin bildirmiş olduklarında bir ziyâdelik veyâ noksanlık yapılırsa ve bunu yapmakda sevâb beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, (Bid'at) olur. İslâmiyyete uyulmamış, ona îmân edilmemiş olur. Dinde, ibâdetde olmayıp, âdetde olan yenilikler, yanî yapılırken sevâb beklenilmiyen değişiklikler bid'at olmaz. Meselâ, yimekde, içmekde, binme ve taşıma vâsıtalarında, binâlarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dînimiz red etmez. [Bunun için, masada, ayrı tabaklarda, çatal kaşık ile yimek, otomobile, tayyâreye binmek, her çeşid binâ, ev ve mutfak eşyâsı kullanmak ve bütün fen bilgileri ve fen âletleri, fen işleri dinde bid'at değildir. Bunları yapmak ve fâideli yerlerde kullanmak câizdir. Hattâ, farz-ı kifâyedir. Meselâ radyo, ho-parlör, elektronik makinalar yapmak ve bunları ibâdetlerin dışında kullanmak câizdir. Ho-parlörü dünyâ işlerinde kullanmak câizdir. Fekat, ho-parlör ile ezân, Kur'ân-ı kerîm, mevlid okumak, ibâdeti değişdirmek olur, bid'at olur. Ezânın uzaklardan işitilmesi için ho-parlör kullanmamalı, her mahalleye câmi'ler yapmalı, her mahalle câmi'indeki müezzin efendiler ayrı ayrı ezân okumalıdır.]

Enes bin Mâlik (radıyallahü anh), birgün ağlıyordu. Sebebi soruldukda, (Resûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) öğrendiğim ibâdetlerden, değişdirilmemiş bir nemâz kalmışdı. Şimdi, bunun da elden gitdiğini görüyor, bunun için ağlıyorum) dedi. Yanî, şimdiki insanların çoğu, nemâzın şartlarını, vâciblerini, sünnetlerini, müstehablarını yerine getirmiyor, mekrûhlarından, müfsidlerinden, bid'atlerinden sakınmıyorlar. Onun için ağlıyorum dedi. Bunlar, Peygamberlerin, Evliyânın, sâlih, sâdık mü'minlerin büyüklüklerini anlıyamayanlardır. Onların yollarını bırakıp, kendi kısa görüşlerine, nefslerine, beğendiklerine göre ibâdetleri değişdiriyorlar. Se'âdet yolunu bırakıp, şakâvete, felâkete atılıyorlar. Enes bin Mâlikin (radıyallahü anh) ağlamasının sebebi, nemâza ilâveler yaparak ve bazı yerlerini azaltarak değişdirenleri görmesidir. Böylece, sünneti [yanî islâmiyyeti] değişdiriyorlar. Sünneti değişdirmek, bid'atdir.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir ümmet, Peygamberi öldükden sonra, dinde bid'at yaparsa, buna benzer bir sünneti gayb eder). Yanî, küfre sebeb olmıyan bir bid'at yapılırsa, bunun cinsinden bir sünneti terk ederler.
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bid'at sâhibi, bid'atini terk etmedikce, tevbe etmesini, Allahü teâlâ nasîb etmez). Yanî, bir kimse, bir bid'at ortaya çıkarırsa veyâ başkasının çıkarmış olduğu bir bid'ati yaparsa, bu bid'ati iyi bildiği ve karşılığında sevâb beklediği için, bundan tevbe edemez. Bu bid'atin kötülüğünden veyâ küfre sebeb olmasından dolayı hiçbir günâhına da tevbe etmesi nasîb olmaz. Müslimân, günâhdan kurtulmak için, tevbe eder. Hıristiyanlar günâhdan kurtulmak için, kiliseye gidip papaza (Vaftiz) yapdırıyorlar. (Vaftiz), bir kimsenin hıristiyan olması için veyâ bir hıristiyanın doğuşda getirdiği veyâ sonradan hâsıl olan günâhından kurtulması için yapılır. (Vaftiz) yapılacak kimseye, papaz tenhâ bir yerde İncîl okuyup üfler ve düâ eder. Erkeklere ve yaşlı kadınlara ömründe bir kerre vaftiz yapmıyorlar. Genç, güzel kızlar, sokaklarda erkeklere görünmek günâhına girdikleri için, her ay kiliseye gidip, vaftiz yapdırıyorlar ve [İşâi Rabbânî] dedikleri, şerâba batırılmış ekmekden yiyorlar.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, dinde bid'at olan birşeyi yapan, bu bid'ati Allah rızâsı için terk etmedikçe, onun hiçbir amelini kabûl etmez). Yanî, itikâdda veyâ amelde veyâ sözde yâhud ahlâkda bid'at olan birşeyi yapmağa devâm edenin bu cinslerden ibâdetleri sahîh olsa da, hiçbirini kabûl etmez. İbâdetlerinin kabûl olması için, bu bid'ati, Allahü teâlâdan korkarak, ondan sevâb bekliyerek yâhud rızâsına kavuşması için terk etmesi lâzımdır.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Allahü teâlâ, bid'at sâhibinin nemâzını, orucunu, haccını, ömresini, cihâdını, günâhdan vazgeçmesini, adâletini kabûl etmez. Hamurdan kılın çıkması gibi, islâmdan çıkar). Yanî, ibâdeti sahîh olsa da, kabûl olunmaz. Sevâb verilmez. Çünki, küfre sebeb olmıyan bid'at işlemeğe devâm etmekdedir. Küfre sebeb olan bid'at sâhibinin ibâdeti zâten sahîh olmaz. Farz, nâfile ibâdetlerinin hiçbiri kabûl olmaz. Bid'at, nefse, şeytâna uyarak yapıldığı için, sâhibi islâmdan, Allahü teâlânın emrlerine teslîm olmakdan çıkar. Îmân kalb ile olur. İslâm kalb ve lisân ile birlikde olur. Îmân kalbe mahsûsdur. İslâm ise, kalbin, lisânın ve bedenin umûmuna şâmildir. Kalbdeki îmân ile kalbdeki islâm birbirlerinin aynıdır. Bid'at sâhibinden ayrılan, lisândaki ve uzvlardaki islâmdır. Bid'at işlemeğe devâm eden kimse, nefse ve şeytâna itâat eden kimse olmuşdur. Günâh işliyen kimse, âsî, fâsık olur. Buna bid'at sâhibi denmez. Fekat, bid'at sâhibi, âsî ve fâsıkdır. Bid'at sâhibi, bu bid'atini ibâdet sanmakda, buna karşılık sevâb beklemekdedir. İbâdet hâricinde işlenen günâh, ibâdetlerin kabûl olmasına mâni olmaz.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Benden sonra, ümmetim arasında ayrılıklar olacakdır. O zemânda olanlar, benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin sünnetine yapışsın! Dinde meydâna çıkan şeylerden uzaklaşsın! Dinde yapılan her yenilik bid'atdir. Bid'atlerin hepsi dalâletdir. Dalâlet sâhiblerinin gidecekleri yer, Cehennem ateşidir). Bu hadîs-i şerîf, bu ümmetde çeşidli ayrılıklar olacağını haber veriyor. Bunlar arasında, Resûlullahın ve Onun dört halîfesinin yolunda olana sarılınız diyor. Sünnet, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem), sözleri, bütün ibâdetleri, işleri, itikâdları, ahlâkı ve birşey yapılırken görünce, mâni olmayıp susması demekdir.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zemân, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır!) Yanî nefse ve bidatlere ve kendi aklına uyarak islâmiyyetin hududu dışına çıkıldığı zemân, benim sünnetime uyana, kıyâmet günü yüz şehîd sevâbı verilecekdir. Çünki, fitne fesâd zemânında islâmiyyete uymak, kâfirlerle harb etmek gibi güç olacakdır.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zemânlarda da garîb olacakdır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler). Yanî, islâmiyyetin başlangıcında, insanların çoğu, müslimânlığı bilmedikleri, onu yadırgadıkları gibi, âhır zemânda da, dîni bilenler azalır. Bunlar, benden sonra bozulmuş olan sünnetimi islâh ederler. Bunun için, emr-i marûf ve nehyi anilmünker yaparlar. Sünnete, yanî islâmiyyete uymakda başkalarına örnek olurlar. İslâm bilgilerini doğru olarak yazıp, kitâblarını yaymağa çalışırlar. Bunları dinliyenler az, karşı gelenler çok olur. O zemânda, sevenleri çok olan din adamı, doğru arasına iğrileri, hoşa giden sözleri karışdıran kimsedir. Çünki, yalnız doğruyu söyliyenin düşmanları çok olur.

Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Benî İsrâil yetmişiki millete ayrıldı. Benim ümmetim de yetmişüç millete ayrılacakdır. Bunlardan yetmişikisi ateşde yanacak, yalnız biri kurtulacakdır. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır). Yanî, İsrâil oğulları, dinde yetmişiki fırkaya ayrıldı. Müslimânlar da, dinde yetmişüç fırkaya ayrılacakdır. Yanî, çok fırkalara ayrılacakdır. Bunların hiçbiri kâfir değil ise de, Cehennemde uzun zemân yanacaklardır. Yalnız benim ve Eshâbımın itikâdında olan ve bizim gibi ibâdet eden fırkası Cehenneme girmiyecekdir. İtikâd bilgilerinde ictihâd ederken, Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın itikâdlarından ayrılan din âlimleri, dinde zarûrî ve sözbirliği ile bilinen itikâddan ayrılırlarsa, kâfir olurlar. Bunlara (Mülhid) denir. [Bunların müşrik oldukları, (Bahr)de ve (Hindiyye)de yazılıdır.] Zarûrî ve sözbirliği ile bildirilmemiş olan itikâddan ayrılırlarsa, kâfir olmazlar, itikâdda bid'at sâhibi olurlar. Bunlara (Ehl-i kıble) de denir. Amel ve ibâdet bilgilerinde ictihâd ederken de, zarûrî ve sözbirliği ile bilinen ibâdetlere inanmıyan kâfir olur. Mülhid olur. Fekat, zarûrî ve sözbirliği ile bildirilmemiş olan ibâdetlerden ayrılan âlimler, eğer müctehid iseler, sevâb kazanırlar. Müctehid değilseler, amelde bid'at sâhibi, (Mezhebsiz) olurlar. Çünki müctehid olmıyanın ictihâd etmesi câiz değildir. Bunun, bir müctehidin mezhebini taklîd etmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîfde, (Lâ ilâhe illallah diyen kimseye, günâh işlediği için kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruldu. İtikâdı bozuk olmadığı için, Cehenneme girmiyecek olan kimse, yapdığı günâhlar sebebi ile Cehenneme girebilir. Eğer sâlih ise, yanî günâhına tevbe etmiş ise yâhud afva veyâ şefâate kavuşursa, Cehenneme hiç girmez. Zarûrî olarak yanî câhillerin de bildiği ve sözbirliği ile bildirilmiş olan bir inanışı veyâ bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted olacağı için, lâ-ilâhe illallah dese ve her ibâdeti yapsa ve her günâhdan da sakınsa bile, buna lâ-ilâhe-illallah ehli ve ehl-i kıble denmez.
İnşallah devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Süâl — Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bid’atlerin hepsi dalâletdir) buyurdu. Fıkh âlimleri ise, bid’atlerin bir kısmına dalâlet, ya’nî günâh, bir kısmına mubah, bir kısmına müstehab, bir kısmına da vâcib dediler. Bu iki sözü birleşdirmek nasıl olur?

Cevâb — Bid’at sözünün iki ma’nâsı vardır. Birincisi, lugat ma’nâsı olup umûmîdir. Lugat ma’nâsı ile, âdetde olsun, ibâdetde olsun, her zemân yapılan, her dürlü yeniliğe bid’at denir. Âdet, karşılığında sevâb beklenilmiyen işler demekdir. Bunlar dünyâ menfe’ati için yapılır. İbâdet ise âhıretde sevâb kazanmak için yapılır. Sadr-ül-evvel (Selef-i sâlihîn)in, ya’nî Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în zemânlarıdır. Bunların zemânında veyâ sonra âdet olarak veyâ ibâdet olarak ortaya çıkan şeyler bid’atdir. 436. cı sahîfeye bakınız!

Bid’at kelimesinin ikinci ma’nâsı, Sadr-ul-evvelden, ya’nî Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin zemânlarından sonra dinde meydâna çıkan yeniliklerdir. Bu değişdirmeler i’tikâdda veyâ ibâdetde olur. Yeni bir ibâdet meydâna çıkarmak veyâ mevcûd bir ibâdetde ziyâdelik veyâ noksanlık yapmak (İbâdetde bid’at) olur. Bunlardan dînin sâhibinin, ya’nî Muhammed aleyhisselâmın, sözle veyâ iş ile, sarîh veyâ işâret ederek, izni olmadan ortaya çıkarılanlara (Bid’at-i seyyie) denir. Âdetde bid’atlerin hiçbirine bid’at-i seyyie denilmez. Çünki bunlar ibâdet için değil, dünyâ menfe’ati için yapılırlar. Yimekde, içmekde, giyinmekde, binâlarda yapılan yenilikler âdetde bid’atdir. İ’tikâdda olan bid’atlerin hepsi (Bid’at-i seyyie)dir. Yetmişiki dalâlet fırkasının i’tikâdları, bid’at-i seyyiedir. Dört mezhebin ibâdetlerde olan yenilikleri bid’at değildir. Çünki bunlar, kendi aklları ile çıkarılmış olmayıp, (Edille-i şer’ıyye)den çıkarılmışlardır. Bunlar Nasslarda ziyâdelik olmayıp, Nassların açıklamalarıdır. Nemâza dururken iftitâh tekbîrini birkaç def’a söylemek, sevâbı çok olmak için ise, bid’at olur. Vesvese ile, istemiyerek söylerse, günâh olur. İbâdetde olan bid’atde, dînin sâhibinin, sarîh veyâ işâret ile, izni varsa, bunlara (Bid’at-i hasene) denir. Bid’at-i haseneler, müstehab veyâ vâcib olur. Câmi’lere minâre yapmak, müstehabdır. Bunları yapmak sevâb olup, terk etmesi günâh olmaz. Minâreye (Me’zene) de denir. Zeyd bin Sâbitin annesi diyor ki, (Medînede, Mescid-i Nebînin etrâfındaki evlerin en yükseği benim evim idi. Bilâl-i Habeşî “radıyallahü teâlâ anh”, önceleri, evimin damına çıkıp ezân okurdu. Resûlullahın mescidi yapılınca, mescid üzerinde müezzin için yapılan yüksek yere çıkarak okudu). Müezzinlerin minâreye çıkıp ezân okumalarının sünnet olduğu buradan anlaşılmakdadır. [Ho-parlörle ezân okumak bid’atinin bu sünneti yok etdiğini acı acı görmekdeyiz.] Din mektebleri yapmak, din kitâbları yazmak vâcib olan bid’atlerdendir. Bunları yapmak sevâb, terk etmek günâhdır. Bid’at ehlinin ve mülhidlerin, ya’nî i’tikâdları küfre sebeb olan bid’at sâhiblerinin şübhelerine karşı uyarıcı delîller ortaya koymak da böyledir.

Yukarıda yazılı hadîs-i şerîflerde bildirilen bid’atler, hep dinde olan bid’at-i seyyielerdir. Bunlar, ibâdetlere yardımcı değildirler. İbâdetlere yardımcı olan ve dînin sâhibinin izni ile yapılan bid’at-i haseneler, dalâlet değildirler. (Benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin sünnetlerine yapışınız!). Ya’nî akllarınıza, nefslerinize uyarak dinde yapdığınız değişiklikleri bırakarak, benim yoluma sarılınız, hadîs-i şerîfi, âdetde bid’atlerin dalâlet olmadıklarını göstermekdedir. Çünki Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” yolu, din bilgileridir. Âdetleri gösteren birşey bildirmemişdir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, insanlara, dinlerini bildirmek için gelmişdir. Dünyâlarını bildirmek için gönderilmemişdir. Çünki insanlar, dünyâ işlerini iyi bilirler. Fekat, Allahü teâlânın irâdesinin, emrlerinin ne olacağını bilmezler.

Şimdi bid’at denince, i’tikâdda olan bid’atler anlaşılmakdadır. Bu sapık i’tikâd sâhiblerine (Mübtedi’) ve (Ehl-i hevâ) denilmekdedir. Çünki bunlar, islâmiyyete değil, nefslerine uymakdadırlar. Yetmişiki sapık fırka böyledir. Bunlardan ba’zısının i’tikâdı küfre sebeb olmakdadır. Öldükden sonra tekrâr dirilmeğe ve Allahü teâlânın sıfatlarına inanmıyanları ve âleme kadîm diyenleri böyledir. Böyle küfre sebeb olan inanışa (İlhâd) denir. Böyle inananlara (Mülhid) denir. Açık olarak bildirilmiş olmayıp, şübheli olduğu için, te’vîli lâzım gelen, ya’nî çeşidli ma’nâlar arasından, uygun olan ma’nâsını arayıp bulmak lâzım olan âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ma’nâ çıkaranların bu yanlış i’tikâdı küfre sebeb olmaz. Kabr azâbına ve mi’râca inanmıyanları böyledir. Fekat, küfre sebeb olmıyan böyle i’tikâddaki bid’atler, en büyük günâhlardan, meselâ mü’mini haksız yere öldürmekden ve zinâdan dahâ büyük günâhdırlar. Bu bozuk i’tikâdlarını, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden zan ile çıkardıkları için, kâfir olmıyorlar. Şimdi çok kimse, bunlara yanlış te’vîl etmek sebebi ile değil de akla, fenne uymuyor diyerek inanmıyor. İ’tikâdlarına, îmânlarına, islâmiyyeti değil de, aklı, fenni esâs tutan böyle inanmıyanlar kâfir olur, mürted olur. İ’tikâdı küfre sebeb olan mülhidler kendilerini müslimân sanmakda, ibâdetleri yapmakda ve günâhlardan sakınmakda iseler de, bunların hiçbiri sahîh olmaz.

İbâdetde bid’atin seyyie olanları, i’tikâdda bid’at kadar kötü değil ise de, bunlar da, münker ve dalâletdir. Bütün günâhlardan sakınmakdan dahâ çok, bunlardan sakınılması lâzımdır. Hele ibâdetde bid’at yapmak, bir müekked sünneti terk etmeğe sebeb oluyorsa, bu bid’atin günâhı dahâ büyük olur.

İ’tikâdda bid’atin zıddı, aksi olan doğru i’tikâda (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdı denir. İbâdetde bid’atin zıddına, aksine (Sünnet-ül-hüdâ) denir. Birincisi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” i’tikâdı, ikincisi, devâm üzere yapdığı ve ba’zan terk etdiği ve terk edenlere mâni’ olmadığı ibâdetlerdir. Terk edilmesine mâni’olduklarına (Vâcib) denir. (Sünnet-i hüdâ)yı özrsüz terk etmek günâh olmaz. Devâmlı terk eden kıyâmet günü azarlanır. Ezân, ikâmet ve cemâ’at ile nemâz kılmak ve beş vakt nemâzın sünnetleri böyledir. Fekat, bir mahallenin hepsi devâmlı terk ederse, bunlarla harb edilir.

Âdetde bid’at işlemek, dalâlet değildir. Yapmamak vera’ ve evlâ olur. İhtiyâcdan fazla yüksek binâ yapmak, doyuncaya kadar yimek, kahve, çay, sigara içmek âdetde bid’atdir. Bunlara harâm veyâ mekrûh diyemeyiz. Sultânın, Allahü teâlânın emr ve yasaklarına uygun olan emrleri ve yasakları mu’teber olur. Nefsine ve aklına uyarak verdikleri emrlere, itâ’at etmek vâcib olmaz. Fekat isyân etmek de câiz değildir. Hattâ, zâlim olan sultânın cevrinden, eziyyetinden kurtulmak için itâ’at etmek câiz olur. Çünki, insanın kendini tehlükeye atması câiz değildir. 379. cu sahîfeye bakınız! Âyet-i kerîmede itâ’at edilmesi emr olunan (Ülül-emr), müslimân olan sultân, âmir, hâkim demekdir. Bunların hak ve adl olan emrlerine itâ’at etmek vâcibdir. Âdetde bid’atin zıddı (Sünnet-üz-zâide)dir. Ya’nî, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” devâm üzere olan âdetleridir. Elbisesinin şeklleri ve giyinirken, süslenirken sağdan başlamak, sağ el ile yimek içmek, birşey alıp vermek ve sol el ile tahâretlenmek, sol ayakla halâya girmek böyle olup müstehabdırlar. [Görülüyor ki, erkeklerin ve kadınların elbiselerinin, zemânla değişmesi, fâsıkların elbiselerine benzemesi; âdetde bid’atdir. Kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka yerlerini tam örten geniş örtüler dinde bid’at olmaz. Günâh olmaz. Böyle örtüleri kullanırken, o memleketin âdetine uymalıdır. Âdet olmıyan örtüyü, elbiseyi kullanmak, şöhrete ve fitneye sebeb olur. Bu ikisi de harâmdır.]

Buraya kadar bildirilenlerden anlaşılıyor ki, lugat ma’nâsındaki umûmî bid’at, âdetde ve dinde bid’at olmak üzere ikiye ayrılır. Bid’at deyince, dinde bid’at anlaşılır. Dinde bid’at de, i’tikâdda veyâ ibâdetde olur. İ’tikâddaki bid’atlerin hepsi seyyiedir. İbâdetde bid’at ise, Seyyie ve Hasene olarak ikiye ayrılır. Bid’at-i seyyie, i’tikâdda olan fekat küfre sebeb olmıyan ve ibâdetde olup islâmiyyete yardımcı olmıyan bid’atlerdir. İ’tikâdda bid’at, küfre sebeb olursa, ilhâd olur. Bid’at-i hasene, islâmiyyete yardımcı olan yeniliklerdir. Bid’at-i hasene de, müstehab veyâ vâcib kısmlarına ayrılır. Minâre, müstehab olan bid’at-i hasenedir. Çünki, müezzinin, ezânı, yükseğe çıkıp okuması sünnetdir. Minâre, bu sünnete yardım etmekdedir. [Ezânı, insanın tabî’î sesinin üstünde fazla sesle okumak sünnet değildir. Mekrûhdur. Bunun için ezânı ho-parlör denilen elektrik âleti ile okumak, sünnete değil, mekrûha yardımcı olmakdadır. Bunun için, ho-parlör kullanmak, bid’at-i seyyie olmakda ve minâreye çıkıp okumak sünnetine mâni’ olmakdadır. Ezân sesinin her tarafa ulaşdırılması emr olunmadı. Yalnız kendi mahallesine duyuracak kadar bağırması emr olundu. Müslimânların her mahallede mescid yapması, her mescidde müezzinlerin yüksek yere çıkarak ayrı ayrı ezân okumaları emr olundu. Bir yerde okunan ezânın her mahalleden işitilmesi için, müezzinlerin ho-parlörle okumaları veyâ bir yerde okunan ezânın her mesciddeki ho-parlörlerle her mahallede işitilmesi, bid’at-i seyyie olur. Çirkin bid’at olur. Allahü teâlâ, (Din kemâle geldi. İbâdetlerin nasıl yapılacağı bildirildi. Noksan birşey bırakılmadı) buyurdu. Selef-i sâlihîn de, bin seneden beri, emr olunduğu gibi ezân okudular ve nemâz kıldılar. Bunların yapdıklarını beğenmeyip veyâ noksan, kifâyetsiz görüp, ho-parlörle ezân okumağa ve ho-parlörle nemâz kılmağa kalkışmak çirkin bid’at olur. Yukarıdaki hadîs-i şerîfler, çirkin bid’at işliyenlerin hiçbir ibâdetlerinin kabûl olmıyacağını, bunların Cehenneme gideceklerini bildirmekdedir. İslâmiyyetin emrini dinlemeyip, her mahallede mescid yapılmadığı için, her yerden ezân sesi işitilmiyor diyerek, ezânı hoparlörle okumak bid’atini savunmağa kalkışmak, katı necâseti bevl ile yıkayıp temizlemeğe kalkışmak gibidir. Evet, bevl ile yıkayınca, katı necâset görünmez olup câhillerin hoşuna gider. Hâlbuki, necâset her yere yayılmış, bevlin değdiği her yer necs olmuşdur.] Bid’at-i hasene olan yeniliklere Şâri’ tarafından izn verilmiş, hattâ emr olunmuşdur.

devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Süâl — Eshâb-ı kirâm, Tâbi’în ve Tebe’i tâbi’în, müstehab ve vâcib olan bid’at-i haseneleri niçin yapmadılar?

Cevâb — Bunların bir kısmına onların ihtiyâcları yokdu. Meselâ, mekteb yapmadılar, kitâb yazmağa ihtiyâcları yokdu. Çünki, âlimler, müctehidler çokdu. Herkes sorup, kolayca öğrenirdi. Paraları, malları da, büyük binâlar, minâreler yapacak kadar çok değildi. En mühim sebeb de, onlar dahâ mühim işleri yapdılar. Bunları yapmağa vaktleri olmadı. Gece gündüz kâfirlerle, islâm dîninin yayılmasına mâni’ olan devletlerle, diktatörlerle harb etdiler. Paralarının, mallarının hepsini bu cihâdlara sarf etdiler. Memleketler, şehrler feth ederek, milyonlarca insanı zâlim devletlerin pençesinden kurtarıp, müslimân yapmakla dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşdurdular. İslâm nizâmını, islâm ahlâkını, Allahın kullarına ulaşdırdılar. Başka şeyler yapmağa vaktleri olmadı.

Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kimse, islâmda sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevâbına ve bunu yapanların sevâblarına kavuşur. Bir kimse islâmda bir bid’at-i seyyie çığrı açarsa, bunun günâhı ve bunu yapanların günâhları kendisine verilir) buyurdu. Bid’at-i hasenelerin hepsi, bu hadîs-i şerîfdeki bid’at-i haseneye dâhildirler. Bir sünnet yapana, ya’nî bir çığır açana, bunu kıyâmete kadar yapanların sevâblarının verilmesi, bunu başkalarının da yapmaları için niyyet etmesine bağlıdır. Bunun gibi, imâm başkalarına imâm olmağa niyyet etmezse, yalnız kılmanın [veyâ bunun yirmiyedi katının] sevâbına kavuşur. Cemâ’atin sevâbları toplamına da kavuşması için, imâm olmağa niyyet etmesi lâzımdır.

Bid’at-i seyyie işlemenin zararı, sünneti, hattâ vâcibi terk etmenin zararından dahâ çokdur. Ya’nî birşeyi yapmak sünnet mi, bid’at mi şübheli olsa, bu şeyi yapmamak lâzımdır.

Süâl — Din, Kitâb ile, sünnet ile kemâle gelmişdir. Bu ikisinin izn vermediği ibâdetler bid’atdir. Buna göre (Edille-i şer’iyye) dörtdür demek doğru olur mu?

Cevâb — Ehl-i sünnet âlimleri, Edille-i şer’iyyenin dört olduğunu bildirdiler: Kitâb, Sünnet, İcmâ’ı ümmet ve Kıyâs-ı fükahâ. Fekat, bunların son ikisi, ilk ikisinden çıkmakdadır. Bunun için Edille, hakîkatda, Kitâb ve sünnet olmak üzere ikidir. İcmâ’ ya’nî sözbirliği olan bir hükmün Kitâbdan veyâ sünnetden bir delîle, bir senede oturtulması lâzımdır. Kıyâs da, icmâ’ için sened olabilir. Ebû Bekr-i Sıddîkin halîfe seçilmesindeki icmâ’ böyle olmuşdur. Bir kişinin haber verdiği hadîs de, icmâ’ için sened olur. Çünki, icmâ’ın huccet olması, delîlinin kat’i olmasına bağlı değildir. İcmâ’ olduğu için huccetdir. Delîlinin kat’î olması şart olursa, icmâ’a lüzûm kalmaz. Bu delîl huccet olur. Kıyâs için de, Kitâbdan veyâ sünnetden bir asl, esâs lâzımdır. Çünki, kıyâs, Kitâbda ve sünnetde mevcûd bulunan kapalı, gizli hükmü izhâr eder. Bunlara bir hükm ilâve etmez. Ya’nî, ahkâmı izhâr eder, isbât [îcâd] etmez. Kıyâs, umûmî olan bir hükmü, fürû’ için beyân eder. İcmâ’da, kıyâs için asl ve kaynak olur. Sünnet, Kitâbın şerh ve beyânıdır. Şu hâlde, islâmiyyetin aslı, yalnız Allahü teâlânın kitâbıdır.

Zemânımızdaki ba’zı câhil tekke şeyhleri, yalancı, sahte tesavvufcular, islâmiyyete uymıyan hareketlerinden dolayı, kendilerine i’tirâz edilince, (Bunlar, ilm-i zâhirde harâmdır. Biz, ilm-i bâtın sâhibleriyiz. Bizim için halâldırlar) diyor. Böyle söylemek küfrdür. Böyle söyliyen ve işitip kabûl eden kâfir olur. Te’vîl etmesi veyâ bilmeden söylemesi özr olmaz. İnce şeyleri bilmemek ancak özr olur. Bu zındıklar, (Siz ilmi kitâblardan öğreniyorsunuz. Biz ise, sâhibinden, ya’nî doğruca Muhammed aleyhisselâmdan alıyoruz. Buna kanâ’at etmez, râzı olmaz isek, Allahdan sorup öğreniyoruz. Kitâb okumağa, üstâddan öğrenmeğe ihtiyâcımız yok. Allaha kavuşmak için, ilm-i zâhiri terk etmek ve islâmiyyeti öğrenmemek lâzımdır. Bizim yolumuz bâtıl olsaydı, böyle yüksek hâllere, kerâmetlere kavuşabilir mi idik? Nûrları ve Peygamberlerin rûhlarını görebilir mi idik? Bir günâh yaparsak, rü’yâda bize bildiriliyor. Ahkâm-ı islâmiyyenin harâm dediği şeyi yapmamız için Allah bize rü’yâda izn veriyor. Bunun bize halâl olduğunu anlıyoruz) diyorlar. İslâmiyyeti yıkıcı, yok edici böyle sözler ilhâddır. Ya’nî, Kitâbın ve sünnetin açık ma’nâlarını değişdirmekdir. Dalâletdir. Ya’nî, mü’minlerin yolundan ayrılmakdır. İslâmiyyet ile alay etmekdir. Böyle bozuk sözlere inanmamalıdır. Bunların bozukluğunda şübhe etmek bile küfr olur. Bunları söyliyene ve inanana (Zındık) denir. Birinin böyle söylediğini başkasından haber alınca o söyliyene hemen zındık dememelidir. Böyle söylediği iki âdil şâhidin haber vermesi ile şer’an anlaşılmadıkça, hükm verilmez. Zındık, maddeye, tabî’ate tapınan Dehrî demekdir. Allaha ve âhıret gününe inanmıyan sahte müslimân demekdir.

İslâmiyyetin ahkâmı ilhâm ile anlaşılmaz. Evliyânın ilhâmı başkalarına huccet, sened olamaz. (İlhâm), Allahü teâlâ tarafından kalbe gelen bilgi demekdir. Evet, Ehlullahın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” ilhâmları doğru olur. Bunların doğruluğu, islâmiyyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Fekat, Ehlullah, ya’nî Velî olmak için, islâmiyyet bilgilerini öğrenmek ve bunlara uymak şartdır. (Takvâ sâhiblerine Allahü teâlâ ilm ihsân eder) meâlindeki âyet-i kerîme bunu isbât etmekdedir. Sünnete, ya’nî islâmiyyete sarılmıyan, bid’atden sakınmıyan kimsenin kalbine ilhâm gelmez. Bunun söyledikleri, nefsden ve şeytândan gelen bozuk şeylerdir. Mûsâ aleyhisselâm ile Hızırın konuşmaları, bu bildirdiklerimize uymuyor denilemez. Çünki Hızır aleyhisselâm, ba’zı âlimlere göre, Mûsâ aleyhisselâmın ümmeti değildi. Ona uyması emr olunmamışdı. Muhammed aleyhisselâm ise, dünyânın her yerinde kıyâmete kadar gelecek olan bütün insanların ve cinnin Peygamberidir. (İlm-i ledünnî) ve (İlhâm), Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olanlara ihsân olunur. Bu ihsâna kavuşanlar, Kitâbı ve Sünneti ya’nî hadîs-i şerîfleri iyi anlar. İslâmiyyet bilgileri, rü’yâ ile de anlaşılamaz. İslâmiyyete uymıyan rü’yânın şeytânî olduğu anlaşılır.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” 298 [m. 910] de Bağdâdda vefât etdi. (İnsanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşduran tek yol, Muhammed aleyhisselâma uymakdır) dedi. Bir kerre de (Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uymıyan kimse, mürşid olamaz) buyurdu. [Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri müctehid olmıyanlar anlıyamaz. Yetmişiki sapık fırkanın kurucusu olan âlimler, müctehid olmadıkları için, yanlış anladılar. Milyonlarca müslimânın sapıtmalarına sebeb oldular. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyabilmek için, dört mezhebden birine uymak lâzımdır.] Evet, ümmî olan, ya’nî okumamış, öğrenmemiş bir kimse, ârif olabilir. Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilir. Fekat, başkalarına rehber olamaz. Rehber olmak için, Kitâbın ve sünnetin ahkâmını [dört mezhebden birinin fıkh kitâblarından] üstâddan öğrenmek lâzımdır. Çünki, Selef-i sâlihînin ve Halef-i müttekînin yolu, Kitâb ve sünnetin yoludur.

Evliyânın büyüklerinden olan Sırrî Sekatî, Ma’rûf-i Kerhînin talebesinden idi. 251 [m. 865] de Bağdâdda vefât etdi. Cüneyd-i Bağdâdînin dayısı ve rehberi idi. (Tesavvuf, üç şey demekdir: Vera’ sâhibi olmak ve Kitâba ve Sünnete uymıyan birşey söylememek ve kerâmet olarak harâm işlememekdir) dedi. Harâm işlemeğe sebeb olan kerâmete (Mekr) ve (İstidrac) denir. (Vera’), şübheli olanlardan da sakınmak demekdir. İmâm-ı Gazâlî, 505 [m. 1111] de Îranda Tûs, ya’nî Meşhedde vefât etdi. (Mişkât-ül-envâr) kitâbında diyor ki, (Kalb meleklere mahsûs bir evdir. Gadab, şehvet, hased, kibr gibi kötü sıfatlar, uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadîs-i şerîfde, (Köpek ve resm bulunan eve melekler girmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfdeki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu söylemiyorum. Açık ma’nâlarına inanmakla berâber, yukarıdaki ma’nâları da ilâve ediyorum. Bu sözüm, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati, Bâtınî denilen bid’at fırkasından ayırmakdadır. Bâtınîler açık ma’nâları terk edip, sapık ma’nâlar uydurmakdadırlar. Bir âyetin açık ma’nâsı, başka âyetlerin açık ma’nâlarına uymazsa, o zemân bu açık ma’nâsı bırakılıp te’vîl edilmesi, ya’nî çeşidli ma’nâlarından uygun olanın verilmesi lâzım olur. Böyle zarûret olduğu zemân, açık ma’nâ vermekde isrâr edenlere (Hışvî) denir. Bunun için, Kur’ânın zâhir ve bâtın ma’nâları vardır denilmişdir. Hep zâhir ma’nâsını veren Hışvî olur. Hep bâtın ma’nâsını veren (Bâtınî) olur. Yerine göre, ikisini cem’ eden, kâmil müslimân olur). Tesavvuf adamının sözünün ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olmadığını ancak zâhir ve bâtın ilmlerinde mütehassıs olan anlar. Tesavvuf âlimlerinin kullandıkları kelimelerin ma’nâlarını bilmiyen anlıyamaz. Böyle zül-cenâhayn olmıyan [İbni Teymiyye ve Abdülvehhâb oğlu gibi] kimseler, Bâyezîd-i Bistâmînin (Sübhânî mâ a’zama şânî) sözünü islâmiyyete uymuyor sanır. Muhyiddîn-i Arabî, bu sözün ma’nâsının kemâl-i tenzîh olduğunu uzun anlatmakdadır. İslâmiyyete uymıyan kimse, hârik-ul-âde şeyler yapabilir. Bunlara kerâmet denmez. (İstidrâc) denir. Evliyâ olarak bilinen birisini görmek için, Bâyezîd-i Bistâmî giderken, onun karşıdan geldiğini ve Kıbleye karşı tükürdüğünü gördü. Geriye dönüp, bu adam, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” edeblerinden birine uymadı. Velî olamaz dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî buyuruyor ki, (Kerâmetler gösteren biri, meselâ su üstünde yürüse, bir anda uzaklara gitse, havâda uçsa, islâmiyyete uymadıkca, bunu Velî sanmayınız!). İslâmiyyete uymak için, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzımdır. Müctehid olmıyanların, Eshâb-ı kirâmı taklîd etmelerinin câiz olmadığı sözbirliği ile bildirildi. [Çünki, Eshâb-ı kirâmın mezhebleri bilinmiyor.] İctihâd kıyâmete kadar bâkîdir. [Fekat, ictihâd edebilmek şartlarını hâiz olan âlim azdır. Bunların yeni ictihâdlar yapmalarına da lüzûm yokdur. Kıyâmete kadar, hâsıl olacak herşeyin hükmü dört mezhebden birinde mevcûddur.] Allahü teâlânın ençok sevdiği ibâdet, farzları yapmakdır. Nâfile ibâdetlerin kıymetlisi, farzlarla birlikde yapılıp, farzların içinde bulunan ve onları temâmlıyan nâfilelerdir.

Muhammed bin Fadl Belhî, 319 [m. 931] senesinde vefât etdi. Buyuruyor ki, (İslâmiyyet nûrlarının kalblerden ayrılıp, kalblerin kararmasına dört şey sebeb oldu. Bildikleri ile amel etmemek. Bilmiyerek yapmak. Bilmediklerini öğrenmemek. Başkalarının öğrenmelerine mâni’ olmak). İlm adamı tanınmak için ve mâla, makama kavuşmak için öğreniyorlar. [Din adamı olmağı, geçime ve siyâsete vâsıta yapıyorlar.] Amel etmek için öğrenmiyorlar. İsmleri din adamıdır. Gitdikleri yol, câhillerin yoludur. Allah rahîmdir, afvı sever diyerek, büyük günâh işliyorlar. Akllarına, keyflerine göre hareket ediyorlar. Başkalarının da böyle yapmalarını istiyorlar. Kendilerine uymıyan hakîkî müslimânları kötülüyorlar. Kendilerinin, doğru yolda olduklarını, huzûra kavuşacaklarını zan ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından derlenmiş olan doğru kitâbları okumuyorlar, çocuklarına da okutmuyorlar. İçleri kötü, sözleri yaldızlı ve yalandır. Her gün başka şekle girerler. İnsanların yüzlerine gülerler. Arkalarından kötülerler. Bid’at karışmamış olan doğru kitâbların okunmasına mâni’ olurlar. [Bu kitâbları okumayın! Bozukdur derler.] Bunları neşr edenleri ve okuyanları tehdîd ederler. Mezhebsizlerin zararlı kitâblarını, yaldızlı reklâmlarla överler. İslâmiyyet bilgilerine hakâret ederler. Kısa aklları ile yazdıkları şeyleri ilm ve fen diyerek gençlerin önüne sürerler. Buraya kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki, islâm âlimleri ve tesavvuf büyükleri hep islâmiyyete yapışmışlardır. Bunun netîcesi olarak, yüksek derecelere kavuşmuşlardır. Bunlara dil uzatanların din câhili oldukları anlaşılır. Bu câhillerin yaldızlı sözlerine aldanmamalıdır. Bunlar, din hırsızlarıdır. Se’âdet yolunu kesici zındıklar veyâ mezhebsizlerdir.

Kabr azâbına inanmıyorum diyen kâfir olur. Çünki, bu sözde islâmiyyetden haber vermek, te’vîl etmek değil, islâmiyyete ehemmiyyet vermemek vardır.

Kaderiyye ya’nî Mu’tezile fırkasından olanlar, (Allah şerleri, günâhları yaratmaz. İnsan, kendi işini yaratır) dedikleri için, kâfir oluyorlar.

Bâtınî fırkasında olanlar rûhların tenâsuhuna inanıp, insan öldükden sonra, tekrâr dünyâya gelir dedikleri için ve Allahın rûhu oniki imâma hulûl etmişdir dedikleri için ve onikinci imâm gelinceye kadar, islâmiyyete uymak lâzım değildir dedikleri için ve Cebrâîl vahyi Alîye getirmek için emr olunmuşdu. Yanılarak Muhammed aleyhisselâma getirdi dedikleri için, kâfir oluyorlar. Böyle söylemiyenleri kâfir olmaz.

Hâricîlerden, bütün müslimânlara te’vîlsiz olarak kâfir diyenler ve Alîyi, Osmânı, Talhayı, Zübeyri ve Âişeyi “radıyallahü anhüm” tekfîr edenler, kâfir oluyorlar. Şimdi bunlara yezîdi denilmekdedir.

Yezîdiyye fırkasından olanlar, acemden bir Peygamber gelecek, Muhammed aleyhisselâmın dînini yok edecek dedikleri için, kâfir oluyorlar.

Neccâriyye ve Mu’tezile fırkasından olanlar, Allahü teâlânın sıfatlarına inanmadıkları için, kâfir oluyorlar.

Cebriyye fırkası, insan hiçbirşey yapamaz. İnsan istese de, istemese de herşeyi Allah yaratır. Günâh işleyenler ve kâfirler ma’zûrdurlar dedikleri için, kâfir oluyorlar.

Mu’tezilenin bir kısmı, Allah hiçbirşeyi görmez. Allah Cennetde görülmiyecekdir dedikleri için, kâfir oluyorlar.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Kaderiyye fırkası, ilm sıfatını red ederek, Allah hiç birşeyi bilmez dedikleri için, kâfir oluyorlar.

Mürcieden, Allah dilediği kâfirleri afv edecekdir ve dilediği mü’minlere ebedî azâb yapacakdır diyenler ve ibâdetlerimiz elbet kabûl olacak, günâhlarımız da, elbet afv olacak diyenler ve bütün farzlar nâfile ibâdetdir, bunları yapmamak günâh olmaz diyenler kâfir oluyorlar.

Hâricîler, ameller, ibâdetler îmânın parçalarıdır. Herhangi bir farzı yapmıyan kâfir olur dedikleri ve büyük günâh işlerken insanın îmânı gider, günâh bitince tekrâr gelir dedikleri için, bid’at fırkalarından olurlar.

Mest üzerine mesh etmemek, çıplak ayağa mesh etmek küfr değildir, bid’atdir. Çıplak ayağına mesh etmiş olan imâmın arkasında kılınan nemâz sahîh olmaz. Bid’at sâhibleri ile arkadaşlık etmek câiz değildir. Hadîs-i şerîfde, (Bid’at sâhibinden sakınan kimsenin kalbini, Allahü teâlâ emân ve îmân ile doldurur. Bid’at sâhibine ihânet edeni, kıymetsiz tutanı, Allahü teâlâ kıyâmet gününün korkusundan korur) buyuruldu.

Her müslimânın Ehl-i sünnet i’tikâdını iyi öğrenmesi ve çoluk çocuğunun ve bütün sevdiklerinin öğrenmeleri için çalışması birinci vazîfesidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda yaşamaları için, Allahü teâlâya düâ etmelidir. İnsan ve cin şeytânlarına ve kötü arkadaşlara ve bozuk yazılara aldanmamak için uyanık olmalıdır.

Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsanların en iyileri, benim asrımda yaşıyan müslimânlardır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Bunlardan sonra iyileri, ondan sonra gelenlerdir. Dahâ sonra, yalanlar yayılır). Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, üçüncü asr sonlarında, sözlerde, hâllerde ve amellerde yalan başladı. Bunlara güvenilmez oldu. Çünki, aralarında bid’atler çoğaldı. İ’tikâdda ve amelde Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolundan ayrıldılar. Müslimânların sözbirliği ile şehâdet etdikleri tesavvuf büyükleri ve fıkh imâmları, Selef-i sâlihînin yolunu yaydılar.

(Tâtârhâniyye) fetvâ kitâbında diyor ki, (Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü anhüm” Eshâbdan değildirler diyen bid’at ehli olur. Bir kişinin bildirdiği haberlere inanmıyan kâfir olmaz. Bid’at sâhibi olur. Ebû Bekr-i Sıddîk Eshâbdan değildir diyen kâfir olur. Âyet-i kerîmeye inanmamış olur). (Zahîriyye) fetvâ kitâbında diyor ki, (Ebû Bekr-i Sıddîkın ve Ömer Fârûkun halîfe olduklarına inanmıyana kâfir diyenlerin sözü doğrudur. Çünki, halîfe seçildikleri, icmâ’ ile bildirilmişdir.) [Ehl-i sünnete göre, icmâ’ delîldir. Bu delîle inanmıyan kâfir olur. Hâricîlere, şî’îlere ve vehhâbîlere göre, icmâ’ delîl olmadığı için, icmâ’ ile bildirilmiş olana inanmıyan kâfir olmaz dediler.]

İbni Âbidîn, üçüncü cüzde, mürtedleri anlatırken buyuruyor ki: Dâr-ül-islâmda yaşıyan gayr-i müslim vatandaşlara (Zimmî) denir. Bu zimmîlerin ve ticâret için veyâ turist olarak gelen kâfirlerin malına, cânına ve ırzlarına dokunmak câiz değildir. Müslimânlara tanınan hürriyyetlere bunlar da sâhibdirler. Mülhidler böyle değildir. Mülhidlerden müslimânları aldatanlara tevbe etmeleri teklîf edilir. Kabûl etmezlerse, hükûmet reîsinin emri ile hepsi öldürülür. Tevbe ederlerse, tevbeleri kabûl olur. İ’tikâdları küfre sebeb olmıyan bid’at sâhiblerine nasîhat olunur. Kabûl etmez, tevbe etmezlerse, hükûmet tarafından ta’zîr cezâları verilir. Lüzûm görülürse, habs ve darb edilerek tevbe etdirilir. Müslimânları aldatmak için çalışan reîsleri, habs ve dayak ile tevbe etmezse, hükûmet tarafından öldürülmesi câiz olur. Müslimânları Ehl-i sünnet mezhebinden ayırmağa, mezhebsiz, sapık yapmağa sebeb olan, böylece bid’atin yayılmasına çalışan kâfir olmaz ise de, milletin huzûrunun, berâberliğinin bozulmasına, bölücülüğe mâni’ olmak için, sultânın bunları öldürmesi câiz olur.

Kâfirin topu çok, hîlesi çok, azâbı çokdur.
Mü’minin ilmi çok, hayâsı çok, râhatı çokdur.

SON SÖZ

Kitâbın başından buraya kadar yazılanlardan anlaşılıyor ki, dinde reformcu, sâbit bir görüşe ve ilmî bir kanâ’ate sâhib değildir. Ehl-i sünneti lekelemek için çeşidli behâneler aramakda, binbir dereden su getirmekdedir. Mason olan hocasının kurnaz siyâsetini kullanarak ve ana dili olan arabî kitâblardan gelişigüzel misâller toplıyarak ve uzun tercemeler yaparak, kendisini din âlimi olarak tanıtmakdadır. Genç din adamlarımızın ve sâf, temiz müslimânların bu kurnaz, Ehl-i sünnet düşmanının yalan ve iftirâlarına aldanmamaları için bu nâçiz reddiyemizi yazdık. (Din adamı bölücü olmaz) adını verdiğimiz bu kitâbın hulâsası ve gâyesi, Ehl-i sünnetin dört mezhebinin âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkarılmış olduğunu bildirmekdir.

Şimdi elde bulunan fıkh kitâblarında, hadîs-i şerîflere muhâlif hiçbir bilgi yokdur. Birbirlerine muhâlif görünen ictihâdlarından yalnız birisi doğru ise de, yanlış olanlarını taklîd edenlere de sevâb verileceği hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Bunun için, dört mezhebin ittifâk ile bildirdikleri yapılınca, sahîh ve makbûl olacağı gibi, ihtilâflı yerleri yapılınca da, sahîh ve makbûl olacakdır. O hâlde, müctehid olmıyan her müslimânın, her işinde dört mezhebden birini seçip taklîd etmesi ve mezheb imâmının delîlini aramaması lâzımdır. Çünki, Tâbi’înden yeni îmâna gelenler, Eshâb-ı kirâmı taklîd ederler, delîllerini hiç sormazlardı. Her müslimân, beğendiği, seçdiği mezhebin her mes’elesini yaparken, Kur’ân-ı kerîme veyâ hadîs-i şerîfe uymakda olduğuna inanmalıdır. Bugün müctehide de lüzûm kalmamışdır. Çünki, din bilgilerinde, açıklanmamış birşey kalmamışdır. Kemâle gelmiş olan bu dîne ilâve edilecek birşey de yokdur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kıyâmete kadar olacak herşeyin hükmünü bildirmişdir. Mezheb imâmları da bunları açıklamışdır. Bunların günlük olaylara tatbîklerini, müctehid olmıyan âlimler yapar. Her asrda gelecek olan müceddidler, bu işi yapacaklardır. Fekat, ictihâd ile yeni hükmler çıkarmıyacaklardır. Çünki, buna lüzûm kalmamışdır. Halâl ve harâm ve her delîl açıklanmışdır.

Şimdi, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak istiyenin, (Ehl-i sünnet) i’tikâdını kısaca öğrenip, bunlara îmân etmesi, sonra dört mezhebden öğrenmesi mümkin ve kolay olan birini seçip, günlük işlerini ve ibâdetlerini, sırası geldikçe, o mezhebin kitâbından öğrenerek yapması lâzımdır. Her memleketde, bir mezhebin bilgilerini bildiren doğru ilmihâl kitâbları vardır. Ele geçirilmeleri kolaydır. Bu kolaylık, Allahü teâlânın, bu ümmet-i Muhammede olan büyük ihsânıdır. Sapıkların, mezhebsizlerin, dinde reformcuların ve para kazanmak için konuşan ve yazan câhillerin ve ingiliz kâfirlerine aldanmış olan câhillerin yaldızlı sözlerine ve yazılarına aldanmamak için, çok uyanık olmalıyız! Esselâmü alâ men ittebe’al-hüdâ.
Bir müddet uzak kalmak zorunda olduğumuzdan Kitabın devamını okumak için aşağıdaki linkten devam etmenizi istirham ederiz.Selametle kalın İnşallahü teala..
02-Fideli Bilgiler
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
esselamün aleyküm ve rahmetüllahi ve berekatüh

Allah celle celalüh razı olsun kardeşim..
ne güzel bir hizmet ve zahmette bulunuyorsunuz..
gerçi daha bitirmedim ama okudukçaçok güzel faydalandığımı bildirmek istedim..
nasip almak çok güzel hamd olsun...

Rabbimiz ecrini kat kat versin devamını nasip etsin inşallah..
selam ve dua ile
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
essealmün aleyküm ve rahmetüllahi ve berekatüh...
allah celle celalüh ecrini katlsasın inşallah.
çok güzel bilgiler öğreniyoruz sayenizde..
Rabbimiz bu zincirin ilk halkasından başlayıp bu güne kadar getirenden razı olsun
selam ve dua ile
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
essealmün aleyküm ve rahmetüllahi ve berekatüh...
allah celle celalüh ecrini katlsasın inşallah.
çok güzel bilgiler öğreniyoruz sayenizde..
Rabbimiz bu zincirin ilk halkasından başlayıp bu güne kadar getirenden razı olsun
selam ve dua ile

Aleyküm-üs Selam ve rahmetullahi ve berekatuhu mir_erhan kardeşim
Allahü teala cümlemizden razı olsun inşallah.Nasibiniz varmış kıymetli kardeşim.Mübarek olsun inşallahü teala.Amin ne güzel dua etmişsiniz saolun kardeşim.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt