Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

FÂİDELİ BİLGİLER kitabı(Mutlaka okuyun) (2 Kullanıcı)

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Allahü teala'nın yardımı ve izniyle ömrümüz yeterse bu kitabı sizlerle paylaşmaya çalışacağız.İnşallahü teala bu kitabı okuyan kardeşlerimizin hususi dualarınızı bekliyorum.
FÂİDELİ BİLGİLER

ÖNSÖZ

Besmeleyle başlıyalım kitâba,
Allah adı, en iyi bir sığnakdır.
Ni’metleri sığmaz ölçü, hisâba,
Çok acıyan, afvı seven bir rabdır!

Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara acıyarak, fâideli şeyleri yaratıp göndermekdedir. Dünyâda iken, günâhlarına tevbe etmiş olan mü'minlerin günâhları ne kadar büyük olsa da, âhiretde, bunları muhakkak afv edecekdir. Tevbe etmeden ölen, Cehenneme gitmesi gereken mü’minlerden dilediğini afv edecek, Cennete kavuşduracakdır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlıkda durduran, hepsini korku ve dehşetden koruyan yalnız Odur. Böyle bir Allahın şerefli ismine sığınarak, bu kitâbı yazmağa başlıyoruz.

Allahü teâlâya hamd olsun! Resûlullaha salât ve selâm olsun! Onun temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsine hayr düâlar olsun!

(Dünyâ mücâdeledir) sözünü lüzûmsuz sanmamalıdır. Yazın şiddetli sıcak ile, kışın karlı havada dondurucu soğuklar gibi, tabî'at kuvvetlerine ve kötü kimselerin, kâfirlerin hîle ve iftirâlarına karşı ma'nevî silâhlarla ve maddî saldırılarına karşı mücâdele hâlindeyiz. Düşmanla mücâdele için, önce düşmanı iyi tanımak lâzımdır. Yoksa, kendimizi koruyacağız derken, komşumuza, dostumuza zarar verebiliriz. İnsanın râhat yaşaması için, lâzım olan şeylere (Mal) ve (Mülk) denir. İğneden, iplikden, eve, apartmana kadar, herşey maldır. Allahü teâlâ, ba'zı kimselere ve topluluklara, ba'zı malları kullanmak için, izn vermişdir. Bu mallar ve bir adamın zevcesi, çocukları, komşuları, akrabâları, onun mülkü olur. Herkes mülkünü, Allahü teâlânın izn verdiği kadar kullanır. Fazlasını kullanmak ve başkasının mülkünü kullanmak hiç câiz değildir. (Mala, mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi. Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi!) sözü meşhûrdur. Harâm yoldan gelen mala, mülke (Dünyâ) denilmekdedir. Dünyâ, ya'nî harâm ve mekrûhlar zararlıdır. Bir şeyin fâideli, zararlı olduğu, kitâblarda başka dürlü bildirilmekdedir. Bunlardan en doğrusu, Allahü teâlânın ayırdığıdır.

Allahü teâlânın emrlerine (Farz), yasak etdiği şeylere (Harâm) denir. Peygamberin emrlerine (Sünnet), yasaklarına (Mekrûh) denir. Bunların dördüne (İslâmiyyet) denir. Kalbde îmân bulunmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeyi beğenmek, kabûl etmekdir. Bir sünneti bile beğenmiyenin îmânı gider, kâfir olur. Îmânı var iken, islâmiyyetin bir hükmüne uymıyan kimseye (Fâsık) denir. İslâmiyyete uymamak (Günâh) olur. Kâfir, Cehennemde sonsuz yanacak, fâsık, günâhı kadar yanacak, sonra Cennete götürülecekdir. Îmânı olup, islâmiyyete uyan kimseye (Sâlih kul) denir. Dağda, çölde yaşayıp da, dinden, islâmiyyetden haberi olmıyan kimse, kâfir ve fâsık olmaz. Kıyâmetde hesâblaşdıkdan sonra, Cennete ve Cehenneme girmez. Hayvanlar gibi yok edilirler. İlâhî dinlerden islâmiyyet, büyük se'âdete sebeb olan çok büyük ni'metdir. Bu ni'metin kıymetini anlamıyanlar, cezâlarını çekeceklerdir.

Her müslimânın, hergün beş vakt (nemâz kılması) lâzımdır. Bu nemâzlar, kalbde îmân bulunduğuna alâmetdir. Bu nemâzlara inanmıyan (Kâfir) olur. Bozulmuş olan bir semâvî dîne inanan kâfire (Ehl-i kitâb) ya'nî (Kitâblı kâfir) denir. Buna inanmıyan kâfire (Müşrik) denir. Kâfirlerden yehûdîlerle hıristiyanlar, müşrikdir. Şimdi yer yüzünde müşrik olmıyan bir kâfir yokdur. Muhammed aleyhisselâmın ba'zı sözlerini yanlış anlıyan ve anlatan müslimâna (Bid'at sâhibi) müslimân denir. Şî'îler ve vehhâbîler, bid'at sâhibi müslimândırlar. Bunlardan, Muhammed aleyhisselâmın bir sözüne bile inanmıyanlar kâfir olur. Muhammed aleyhisselâmın sözlerini hiç değişdirmeden inanan müslimânlara (Ehl-i sünnet) olan hakîkî müslimân denir. Bu hakîkî müslimânların reîsi İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbitdir. Ehl-i sünnet i'tikâdında olan hakîkî müslimânlar, ibâdet yapmakda, dört mezhebe ayrılmışlardır: (Hanefî, Şâfi'î, Mâlikî ve Hanbelî) mezhebi. Bu dört mezheb birbirlerini kardeş bilirler. Birbirlerinin arkasında nemâz kılarlar. Bu hakîkî müslimânları bozuk olan bid'at ehli ile karışdırmamalıdır. Bid'at ehli olanlar islâmiyyeti içerden yıkmakdadırlar. Elhamdülillah! Bugün yer yüzünde bulunan müslimânların çoğu, doğru yol olan, (Ehl-i sünnet) mezhebindedir. Bozuk yolda olan vehhâbîlerle şî'îler azalmakdadır.

Kendilerine müslimân diyen kimseler, üç fırkaya ayrılmışdır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan, hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i nâciyye), ya’nî Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman olanlardır. Bunlara, (Râfizî) ve (Şî’î) ve (Fırka-i dâlle), ya’nî sapık fırka denir. Üçüncüsü, sünnîlere ve şî’îlere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünki bunlar, ilk olarak, Arabistânın Necd şehrinde meydâna çıkmışdır. Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denir. Çünki, bunların müslimânlara müşrik dedikleri, (Kıyâmet ve Âhıret) ve (Se’âdet-i Ebediyye) kitâblarımızda yazılıdır. Müslimâna kâfir diyene, Peygamberimiz la’net etmişdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan, yehûdîlerle ingilizlerdir.

İslâm dîninin inançlarını, emrlerini ve yasaklarını doğru olarak bildiren binlerle kıymetli kitâb yazılmış, bunların çoğu yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmışdır. Bu doğru kitâbları yazan islâm âlimlerine (Ehl-i sünnet âlimi) denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Buna karşılık, yalnız kendi zevklerini düşünen, kısa görüşlü kimseler ve mevki’ ile, para ile, ingilizlere satılmış olan ahmaklar, her zemân, islâmın fâideli, feyzli ve ışıklı yoluna saldırmış, Ehl-i sünnet âlimlerini lekelemeğe, islâm dînini değişdirmeğe, müslimânları aldatmağa uğraşmışlardır. Müslimânlar ile dinsizler arasındaki bu mücâdele her asrda olmuş ve kıyâmete kadar olacakdır. Cenâb-ı Hak, böyle olmasını ezelde irâde buyurmuşdur.

Ehl-i sünnet âlimleri, bütün bilgilerini Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Eshâb-ı kirâm da, Resûlullahdan aldılar. Eshâb-ı kirâm, islâmiyyeti bildirmek için, uzak memleketlere dağıldılar. Bunun için, kitâb yazmağa vakt bulamadılar. İkiyüz seneden sonra gelen âlimler arasında, din bilgilerine kendi görüşlerini, zemânlarındaki fen bilgilerini ve eski felesofların sözlerini karışdıranlar oldu. Böylece, yetmişiki bozuk (Bid’at) fırkası meydâna geldi. Bunlara (Zındık) denir. Zındık denilen din adamlarının zuhûr etmesinde yehûdîlerin ve ingilizlerin çok te’sîri oldu.

Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozuk olan Cehenneme gidecekdir. Her mü’min, nefsini tezkiye için, ya’nî nefsine yaratılışındaki küfrü ve günâhları temizlemek için, her zemân çok (Lâ ilâhe illallah) ve kalbini tasfiye, ya’nî nefsden ve şeytândan ve kötü arkadaşlardan ve zararlı bozuk kitâblardan gelmiş olan küfrden ve günâhlardan kurtulmak için (Estagfirullah) okumalıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın düâları muhakkak kabûl olur. Nemâz kılmıyanın ve açık kadınlara, avret yeri açık olanlara bakanın ve harâm yiyip içenin ahkâm-ı islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunların düâsı kabûl olmaz.

Müslimânlar iki kısmdır: Havâs [âlimler] ve avâm [câhiller]. Türkçe (Dürr-i Yektâ) kitâbında diyor ki, (Avâm, sarf, nahv ve edebiyyât ilmlerinin üsûllerini, kâ’idelerini bilmeyen kimselerdir. Bunlar, fıkh ve fetvâ kitâblarını anlıyamaz. Bunların, îmân ve ibâdet bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinden sorup, öğrenmeleri farzdır. Âlimlerin de, sözleri, va’zları ve yazıları ile, önce îmân, sonra dînin temeli olan beş ibâdeti öğretmeleri farzdır. (Zahîre) ve (Tâtârhâniyye) kitâblarında, îmânın şartlarını ve Ehl-i sünnet i’tikâdını öğretmenin her şeyden evvel lâzım olduğu bildirilmekdedir.) Bunun içindir ki, büyük âlim, zâhir ve bâtın ilmlerinin mütehassısı seyyid Abdülhakîm Efendi “rahmetullahi aleyh”[1], vefâtına yakın, (İstanbul câmi’lerinde, otuz seneye yakın, yalnız îmânı ve Ehl-i sünnet i’tikâdını ve islâmın güzel ahlâkını anlatmağa çalışdım) demişdir. Bunun için, biz de, bütün kitâblarımızda, Ehl-i sünnet i’tikâdını, islâmın güzel ahlâkını, herkese iyilik ve devlete hizmet ve yardım etmek lâzım olduğunu bildiriyoruz. Din câhillerinin ve mezhebsizlerin [zındıkların] devlete karşı kışkırtıcı, kardeşi, kardeşe düşman yapıcı, bölücü yazılarını tasvîb etmiyoruz. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” (Din, kılınçların gölgeleri altındadır) buyurarak, müslimânların devlet ve kanûn himâyesinde râhat yaşayabileceklerini bildirdi. Devlet kuvvetli oldukça, râhat, huzûr artar. Avrupa, Amerika gibi kâfir memleketlerde râhat yaşayan, dînî vazîfelerini serbestçe yapan müslimânlar da, kendilerine hürriyyet veren hükûmete, kanûnlara karşı gelmemeli, fitneye, anarşiye âlet olmamalıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, böyle olmamızı emr etmekdedirler. Dört mezhebden birinin âlimlerine, (Ehl-i sünnet âlimi) denir.

Dikkat: Dünyânın her yerinde ayrı ayrı manzaralar var. İnsan bakmağa doyamıyor. Bunlar kendi kendisine mi var olmuş? Her varlık, hep hesâblı ve düzenli, sanki herşey aynı bir makinadan çıkmış. Her şey fizik, kimyâ, biyoloji, astronomi kanûnlarına bağlı. Hele, insanın yaratılışındaki âhenk ve nizâm! İçimizdeki organların, bir makinanın parçaları gibi, birlikde çalışması, anlıyanları hayrân bırakmakdadır. Meşhûr ingiliz kâfiri Darwin bile, (Gözün yapısındaki intizâmı, incelikleri düşündükce, hayretden tepem atacak gibi oluyor) demiş. Bütün varlıklar, birbirlerine değişmez kanûnlarla bağlı. Din sâhibleri, bunları yaratan, bilen, bir hâlık var diyor. Hiçbir dîne inanmıyan kâfirler ise, herşey rastgele, tesâdüfle var olmuş diyor. Yaratıcı, Peygamberleri ile haber de gönderiyor. (Herşeyi ben yaratdım. Hepinizin sâhibi benim. Bana inanırsanız, sizi Cennetime koyacağım. Sayısız ni’metler vereceğim. Sonsuz zevk ve se’âdet içinde yaşayacaksınız. Peygamberlerime inanmıyanları Cehennemde sonsuz yakacağım) diyor. Cennet ve Cehennem yok ise, Peygamberlere inanmış olanlar, aldanmış ise, bunlar hiç zarar görmiyecek. Fekat Peygamberlerin sözleri doğru olduğundan, bunlara inanmıyanlar ve bunların sözlerini değişdirenler, sonsuz yanacak.

Allahü teâlânın emrlerine (Farz), yasak etdiği şeylere (Harâm) denir. Peygamberin emrlerine (Sünnet), yasaklarına (Mekrûh) denir. Bunların dördüne (İslâmiyyet) denir. Kalbde îmân bulunmasına alâmet, ahkâm-ı islâmiyyeyi beğenmek, kabûl etmekdir. Bir sünneti bile beğenmiyenin îmânı gider, kâfir olur. Îmânı var iken, islâmiyyetin bir hükmüne uymıyan kimseye (Fâsık) denir. İslâmiyyete uymamak (Günâh) olur. Kâfir, Cehennemde sonsuz yanacak, fâsık, günâhı kadar yanacak, sonra Cennete götürülecekdir. Îmânı olup, islâmiyyete uyan kimseye (Sâlih kul) denir. Dağda, çölde yaşayıp da, dinden, islâmiyyetden haberi olmıyan kimse, kâfir ve fâsık olmaz. Kıyâmetde hesâblaşdıkdan sonra, Cennete ve Cehenneme girmez. Hayvanlar gibi yok edilirler. İlâhî dinler, büyük se’âdete sebeb olan çok büyük ni’metdirler. Bu ni’metin kıymetini anlamıyanlar, cezâlarını çekeceklerdir.

Azîz vatanımızın her yerinde, din adamlarının, hep bu doğru Ehl-i sünnet yolunu yaymağa, savunmağa çalışdıkları şükrânla görülmekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumamış veyâ anlıyamamış tek-tük câhilin şaşkınca konuşduğu ve yazdığı işitiliyor ise de, bunlar, milletin sağlam îmânı ve birbirlerini kardeşçe sevmeleri karşısında, eriyip gitmekde, sâhibinin cehâletini ve zevallılığını göstermekden başka te’sîri olmamakdadır.

Müslimânları parçalayıcı, bozguncu yolda olanlar, Ehl-i sünnet âlimlerine, tesavvuf büyüklerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” leke sürmeğe çalışıyorlar. Bütün Ehl-i sünnet âlimleri gibi, Ahmed Cevdet Pâşa ve ilm hey’etimiz de, bunlara gerekli cevâbları vermişler, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı kerîmden çıkardığı doğru ma’nâları değişdirilmekden korumuşlardır. Biz, bu kitâbımızda hak yol ile bâtıl yolu, ayrı ayrı bildiriyoruz. Kıymetli okuyucularımızın, akl-ı selîmleri ve temiz vicdânları ile, bu kitâbı inceliyerek, âdil bir hükm vermeleri ve hak üzere, doğru yolu gösteren kitâbımıza sarılıp birleşmeleri, yalancı, iftirâcı ve sapık olanlardan sakınmaları, böylece, sonsuz felâkete düşmekden korunmaları için, yüce Allahımıza düâ ederiz.
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Kitâbımızın ba’zı yerlerine sonradan yapılan açıklamalar, köşeli parantez [ ] içine yazılmışdır. Bu açıklamaların hepsi, mu’teber kitâblardan alınmışdır.

Mîlâdî sene Hicrî şemsî Hicrî kamerî
2003 1381 1424



Birinci Kısm

MA’LÛMÂT-İ NÂFİ’A (FÂİDELİ BİLGİLER)

Kitâbımızın birinci kısmı, AhmedCevdet Pâşa tarafından yazılmışdır. Hepsi yirmibir sahîfedir. Ahkâm-ı Kur’âniyyeyi, kanûn şekline sokarak (Mecelle) ismindeki çok kıymetli kitâbı hâzırlamakla, islâma büyük hizmet eden ve en doğru, oniki cild Osmânlı târîhini yazmış olan, meşhûr (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbının sâhibi Ahmed Cevdet Pâşa“rahmetullahi teâlâ aleyh”, hicretin 1238 [m. 1823] senesinde Lofcada tevellüd etmiş, 1312 [m. 1894] de vefât etmişdir. Fâtih Câmi’i bağçesindedir. Kitâbımızın ikinci kısmı, şirketimizin ilm hey’eti tarafından hâzırlanmışdır.

Cevdet Pâşa diyor ki, bu âlem, ya’nî herşey yok idi. Allahü teâlâ, bunları yokdan var etdi. Bu âlemin, kıyâmete kadar insanlarla ma’mûr olmasını istedi. Âdem aleyhisselâmı toprakdan yaratıp, Onun çocukları ile âlemi süsledi. İnsanlara dünyâda ve âhıretde râhat yaşamak, se’âdete kavuşmak için lâzım olan şeyleri bildirmek için, içlerinden ba’zılarını Peygamber yaparak şereflendirdi. Bunlara yüksek mertebe vererek, başka insanlardan ayırdı. Bu Peygamberlere “aleyhimüsselâm”, Cebrâîl aleyhisselâm ismindeki bir melek ile emrlerini ve yasaklarını bildirdi. Bunlar da, bu emrleri, Cebrâîl aleyhisselâmın getirdiği gibi ümmetlerine bildirdi. Peygamberlerin birincisi, Âdem aleyhisselâm, son geleni, Muhammed Mustafâ “aleyhissalâtü vesselâm” efendimizdir. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelip geçmişdir. Bunların adedini, ancak Allahü teâlâ bilir. İsmleri ma’lûm olan yirmiyedisi şunlardır:

Âdem, Şis [Şît], İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, İsmâ’îl, İshak, Ya’kûb, Yûsüf, Eyyûb, Lût, Şu’ayb, Mûsâ, Yûşa’, Hârûn, Dâvüd, Süleymân, Yûnüs, İlyâs, Elyesa’, Zülkifl, Zekeriyyâ, Yahyâ, Îsâ ve MuhammedMustafâ “aleyhimüssalâtü vesselâm”dır. Bunlardan Şît ve Yûşa’dan başka, yirmibeşi Kur’ân-ı kerîmde bildirilmişdir. Kur’ân-ı kerîmde, Uzeyr ve Lokman ve Zülkarneyn de yazılıdır. Fekat, âlimlerimiz arasında, bu üçü için ve Tübba’ ile Hıdır için, Peygamber diyen olduğu gibi, Velî diyen de vardır.

Muhammed aleyhisselâm Habîbullahdır. İbrâhîm aleyhisselâm Halîlullahdır. Mûsâ aleyhisselâm Kelîmullahdır. Îsâ aleyhisselâm Rûhullahdır. Âdem aleyhisselâm Safiyyullahdır. Nûh aleyhisselâm Neciyullahdır. Bu altısı, diğer Peygamberlerden dahâ üstündür. Bunlara (Ülül’azm) denir. Hepsinin üstünü, Muhammed aleyhisselâmdır.

Allahü teâlâ, yeryüzüne, yüz sahîfe ve dört büyük kitâb indirmişdir. Bunların hepsini, Cebrâîl aleyhisselâm getirmişdir. On sahîfe, Âdem aleyhisselâma; elli sahîfe, Şît aleyhisselâma; otuz sahîfe, İdrîs aleyhisselâma; on sahîfe, İbrâhîm aleyhisselâma gönderildiği hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. [Sahîfe, küçük kitâb, risâle demekdir. Bizim bildiğimiz bir yaprak kâğıdın bir yüzü demek değildir.] Dört kitâbdan, Tevrât-ı şerîf, Mûsâ aleyhisselâma; Zebûr-i şerîf, Dâvüd aleyhisselâma; İncîl-i şerîf, Îsâ aleyhisselâma; Kur’ân-ı kerîm, âhır zemân Peygamberi, [ya’nî son Peygamber] Muhammed aleyhisselâma inmişdir.

Nûh aleyhisselâm zemânında tûfan olup, bütün dünyâyı su kapladı. Yeryüzünde bulunan insanların ve hayvanların hepsi boğuldu. Fekat, Nûh aleyhisselâm ile gemide bulunan mü’minler kurtuldu. Nûh aleyhisselâm gemiye binerken, her hayvandan birer çift almış olduğundan, hayvanlar da, bunlardan üredi.

Nûh aleyhisselâmın gemide üç oğlu vardı: Sâm, Yâfes ve Hâm. Şimdi yer yüzünde bulunan insanlar, bu üçünün soyundandır. Bunun için, Nûh aleyhisselâma ikinci baba denir.

İsmâ’îl ve İshak “aleyhimesselâm”, İbrâhîm aleyhisselâmın oğullarıdır. İshak aleyhisselâmın oğlu, Ya’kûbdur. Ya’kûb aleyhisselâmın oğlu, Yûsüf aleyhisselâmdır. Ya’kûb aleyhisselâma İsrâîl denir. Bunun için çocuklarına ve torunlarına (Benî İsrâîl), ya’nî İsrâîl oğulları denmişdir. Benî İsrâîl çoğalarak, içlerinden çok Peygamber gelmişdir. Hattâ Mûsâ, Hârûn, Dâvüd, Süleymân, Zekeriyyâ, Yahyâ ve Îsâ “aleyhimüsselâm” ve Îsâ aleyhisselâmın annesi hazret-i Meryem onlardandır. Süleymân aleyhisselâm, Dâvüd aleyhisselâmın oğludur. Yahyâ aleyhisselâm da, Zekeriyyâ aleyhisselâmın oğludur. Hazret-i Meryem, İmrânın ve Zekeriyyâ aleyhisselâmın baldızının kızıdır. Hârûn aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın kardeşidir. Yûşa’ aleyhisselâm da, Mûsâ aleyhisselâmın hemşiresinin oğludur. İsmâ’îl aleyhisselâmın soyu, arab olup, arabdan, Muhammed aleyhisselâm meydâna gelmişdir.

Hûd aleyhisselâm, Âd kavmine; Sâlih aleyhisselâm, Semûd kavmine gönderildiği gibi, Mûsâ aleyhisselâm Benî İsrâîle gönderilmişdir. Yûşa’, Hârûn, Dâvüd, Süleymân, Zekeriyyâ ve Yahyâ “aleyhimüsselâm” da, yine Benî İsrâîle gönderilmişdir. Fekat, bunların ayrı dinleri olmayıp, Benî İsrâîli, Mûsâ aleyhisselâmın dînine da’vet etmişlerdi. Dâvüd aleyhisselâma Zebûr kitâbı indi ise de, Zebûrda şerî’at [ya’nî ahkâm, emr, ibâdet] yokdu. Va’z ve nasîhatlarla dolu idi. Bunun için, Tevrâtı nesh etmedi. Ya’nî, yürürlükden kaldırmadı. Hattâ, onu kuvvetlendirdi. Bunun için, Mûsâ aleyhisselâmın dîni, Îsâ aleyhisselâm zemânına kadar devâm etdi. Îsâ aleyhisselâm gelince, bunun dîni, Mûsâ aleyhisselâmın dînini nesh etdi. Ya’nî Tevrâtın hükmü kalmadı ve bundan sonra, Mûsâ aleyhisselâmın dînine uymak câiz olmayıp, tâ Muhammed aleyhisselâmın dîni gelinceye kadar, Îsâ aleyhisselâmın dînine uymak lâzım oldu. Fekat, Benî İsrâîlin çoğu, Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip, Tevrâta uymak için inâd etdi. İşteYehûdîlik [Mûsevîlik] ileNasârâlık ya’nî [Îsevîlik] böylece ayrıldı. Îsâ aleyhisselâma îmân edenlere (Nasârâ) denildi. Bugün, hıristiyan deniliyor. Îsâ aleyhisselâma îmân etmeyip de, küfrde, dalâletde kalanlara (Yehûdî) denildi. Yehûdîler, hâlâ Mûsâ aleyhisselâmın dînine uyup, Tevrât ve Zebûr okuyoruz diyor. Nasârâ da, Îsâ aleyhisselâmın dînine uyup, İncîl okuyoruz diyor. Hâlbuki, iki cihânın seyyidi, insanların ve cinnin hepsinin Peygamberi Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” efendimiz, bütün âlemlere Peygamber olarak gönderildi ve dîni ki, (Dîn-i islâm)dır, bütün dinleri nesh etdi. Bu dînin hükmü kıyâmete kadar süreceğinden, dünyânın hiçbir yerinde, Onun dîninden başka bir dinde bulunmak câiz olmadı. Ondan sonra, hiç Peygamber gelmiyecekdir. Biz çok şükr, Onun ümmetiyiz. Dînimiz, dîn-i İslâmdır.

Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, mîlâdın 571. ci senesi, Nisan ayının yirmisine rastlıyan, Rebî’ul-evvel ayının onikinci pazartesi sabâhı, Mekke şehrinde tevellüd etdi. Hicretin 11. ci ve mîlâdın 632.ci senesinde Medînede vefât etdi. Kırk yaşında iken, (Cebrâîl) ismindeki melek gelerek, Peygamber olduğunu kendisine bildirdi. Mîlâdın 622 senesinde Mekkeden Medîne şehrine hicret eyledi. Eylül ayının yirminci pazartesi günü, Medînenin Kubâ köyüne geldi. Bugün, müslimânların (Şemsî) senebaşı oldu. Acemlerin şemsî senelerinin başlangıcı, bundan altı ay evveldir. Ya’nî, ateşe tapan mecûsîlerin bayramı olan martın yirminci (Nevruz) günüdür. O senenin Muharrem ayının birinci günü de, (Kamerî) sene başı oldu.

Peygamberlerin hepsine inanırız. Hepsi Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş Peygamberlerdir. Fekat, Kur’ân-ı kerîm nâzil olunca, başka dinler nesh edildi. Onun için, şimdi hiçbirine uymak câiz değildir. Nasârâ da, geçmiş Peygamberlerin hepsine inanıyor. Fekat, Muhammed aleyhisselâmın, bütün insanların Peygamberi olduğuna inanmadıkları için kâfir oluyor, doğru yoldan çıkıyor. Yehûdîler ise, Îsâ aleyhisselâma da inanmadıkları için, dîn-i islâmdan, dahâ uzakdır.

Yehûdîlerle Nasârâ, ellerindeki bozuk kitâblarının gökden böyle gelmiş olduğuna inandıkları için, bunlara (Ehl-i kitâb) [ya’nî kitâblı kâfir] denir. Nikâh ile bunların kızlarını almak ve [Allahü teâlânın ismini söyliyerek] kesdiklerini yimek câizdir. [Fekat, mekrûhdur. Müslimân kızlarının, bunların erkekleri ile evlenmesi câiz değildir. Bir kız, bunlarla veyâ bir mürted ile, evlenmeğe niyyet edince, Muhammed aleyhisselâmın dînine ehemmiyyet vermemiş olur. İslâmiyyete kıymet vermiyen bir müslimân, dinden çıkar (mürted) olur ve iki kâfir birbiri ile evlenmiş olur.]

Hiçbir Peygambere inanmıyan, inansa da, Peygamberde veyâ ba’zı mahlûklarda (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduğuna inanarak, bunlara tapınanlara ve mürtedlere (Müşrik) ya’nî kitâbsız kâfir denir. (Mülhid)lerin de, kitâbsız kâfir olduğu bildirildi. Bunların kızlarını almak ve kesdiklerini yimek, câiz değildir.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Îsâ aleyhisselâm, kendinden sonra dînini yaymak için, eshâbı arasından oniki kişi seçdi. Bunlara Havârî [Apostel, le Apôtre, apostle] denir. Bunlar:

Şem’ûn [Petrus], Yuhannâ [Johannes], büyük Ya’kûb, Petrosun kardeşi olan Andreas, Filip [Philippus], Toma [Thomas], Bartolomi [Bartolomaus], Metiyyâ [Matthaus], küçük Ya’kûb, Barnabas, Yehûda [Jüdas] ve Tadyus [Yakobi]dur. Ba’zı kitâblarda Barnabas yerine Simon yazılıdır. Yehûdâ [Judas] mürted oldu. Yerine Matyes [Matthias] seçildi. Havârîlerin reîsleri Petrus idi. Bu oniki mü’min, Îsâ “aleyhisselâm” otuzüç yaşında göke çıkarıldıkdan sonra, onun dînini etrâfa yaydılar. Fekat, Allahü teâlânın gönderdiği dînin doğru olarak yayılması, seksen sene sürebildi. Sonra, yehûdî dönmesi olan Bolüsün devrimleri, ilkeleri her tarafa yayıldı. Bolüs, Îsâ aleyhisselâma îmân etmiş göründü. Kendini din âlimi tanıtıp, (Îsâ, Allahın oğludur. Bunun için, kendisinde ülûhiyyet sıfatları vardır) dedi. Başka şeyler de uydurup söyledi. Şerâbı ve domuzu halâl etdi. Kıblelerini, Kâ’beden şarka, güneşin doğduğu tarafa döndürdü. Allahü teâlânın zâtı birdir, sıfatları üç dürlüdür dedi. Bu sıfatlara (Uknûm) denildi. Münâfık yehûdînin bu ilkeleri, ilk yazılan İncîl denilen dört kitâba, bilhâssa Lukanın kitâbına karışarak, Nasârâ, fırka fırka ayrıldı. Îsâ aleyhisselâmda ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inandıkları için, hepsi müşrik oldu. Birbirine uymaz yetmişiki mezheb ve kitâblar meydâna çıkdı. Şimdi üç büyük mezhebleri kalmışdır. Hepsi müşrikdir.

[İspanyanın Balear adalarındaki Miyorka (Majorque) adasında papas iken, Tunusda müslimân olup, Abdüllah ibni Abdüllah-it-tercümân ismini alan bir zât, (Tuhfet-ül-erîb firredd-i alâ ehlis-salîb) ismindeki arabî kitâbını, sekizyüzyirmiüç 823 [m. 1420] senesinde yazmış, 1290 [m. 1872] da Londrada ve 1401 [m. 1981] de İstanbulda, Hakîkat Kitâbevi tarafından, arabî olarak, (El-münkız-ı aniddalâl) kitâbının sonunda basılmış, türkçeye de terceme edilmişdir. Bu kitâbında buyuruyor ki:

(Adı geçen dört kitâbı yazanlar: Metâ [St. Mathieu] ve Luka [St. Luc] ve Marko [St. Marc] ve Yuhannâ [St. Jean]dır. İncîli ilk değişdiren, Nasarâyı müşrik yapan bunlardır. Filistinli olan Metâ, Îsâ aleyhisselâmı yalnız göke çıkarıldığı sene görmüş ve bundan sekiz sene sonra, birinci İncîli yazmışdır. Burada, Îsâ aleyhisselâmın, Filistinde vilâdetinde görülen şaşılacak şeyleri ve yehûdî pâdişâh [Herod]un, onu, çocuk iken öldürmek isteyince, annesi hazret-i Meryemin, oğlunu alıp, Mısra götürdüğünü yazmakdadır. Hazret-i Meryem, oğlu göke çıkdıkdan altı sene sonra vefât etdi. Kudüsde medfûndur. Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan sonra, münâfık olan Bolüs tarafından Îsevî dînine alınmış, Bolüsün [Pavlosun] zehrli fikrleri ile aşılanarak, Allahü teâlânın kitâbını büsbütün değişdiren bir İncîl yazmışdır. Marko da, Îsâ “aleyhisselâm” göke çıkarıldıkdan sonra, Îsevî olmuş, İncîl ismi ile, Petrusdan işitdiklerini Romada yazmışdır. Yuhannâ, Îsâ aleyhisselâmın teyzesi oğlu olup, Îsâ aleyhisselâmı birkaç kerre görmüşdür. Bu dört kitâbda, birbirine uymıyan yazılar çokdur.) Binüçyüzdokuz 1309 [m. 1892] senesinde vefât eden, Harputlu İshak efendinin yazdığı (Diyâ-ül-kulûb) ve (Şems-ül-hakîka) adındaki iki kitâbında ve 1299 da vefât eden Hayderîzâde İbrâhîm Fasîh efendinin arabî (Essırât-ül-müstekîm) kitâbında ve Necef Alî Tebrîzînin 1288 de İstanbulda basılmış olan fârisî (Mîzân-ül-mevâzîn) kitâbında ve 1959 da Beyrutda basılmış olan, İmâm-ı Gazâlînin arabî (Erreddül-Cemîl) kitâbında, bugünkü İncîl denilen kitâbların bozuk oldukları, bunlara inananların müşrik olacağı isbât edilmekdedir. Bu üç kitâb, 1986 senesinde (Hakîkat Kitâbevi) tarafından, ofset yolu ile tekrâr basdırılmışdır.

Îsâ aleyhisselâmdan gördüklerini ve işitdiklerini doğru olarak yazan Barnabasın İncîli bulunmuş ve 1973 de İngilizce olarak Pâkistânda basılmışdır. (Kâmûs-ul-a’lâm)da diyor ki: (Barnabe, Havârîlerin eskilerindendir. Markosun amcası oğludur. Kıbrıslıdır. Bolüs [Pavlos] ortaya çıkdıkdan sonra, buna yanaşdı. Berâber Anadoluyu ve Yunanistânı dolaşdılar. Mîlâdın altmışüçüncü senesinde Kıbrısda şehîd edildi. Bir İncîl ve diğer ba’zı şeyler yazmışdır. Hazîranın onbirinci günü yortusu yapılmakdadır.)

Hıristiyânların din adamlarına (Prétre), ya’nî papas ve keşiş denir. Ortodoksların en büyüğüne (Patrîk) denir. Orta derecelerdeki papaslara (Pasteur) denir. İncîl okuyucularına (Kıssîs), Kıssîsin üst derecesine (Üskuf) denir. Bunlar, müftîleridir. Üskufların yüksek derecesindekilere (Evéque) veyâ (Piskopos), dahâ yükseklerine (Arşövek) veyâ (Metropolit) veyâ (Matrân) denir. Bunlar kâdîları, ya’nî hâkimleridir. Kilisede nemâz kıldıranlara (Câsilîk), aşağı derecedekilere (Curé veyâ Şemmâs) ve (Diyakoz), kilise hizmetçilerine (Ermite) veyâ (Şemâmise) denir. Bunlar, müezzinlik de yaparlar. Yalnız ibâdetle meşgûl olanlara (Râhib) denir. Katoliklerin baş papasları (Papa), ya’nî (atalar atası)dır. Papa Romadadır. Bunun müşâvirlerine (Kardinal) denir.

Bütün bu din adamları, Allahü teâlânın bir olduğunu unutdu. (Trinite) denilen (Teslîs)e başlayıp, Îsâ Allahın oğludur diyerek müşrik oldular. Bir zemân sonra, Roma imperatorlarından ikinci Klavdius [215-271 mîlâdî yılda] zemânında, Antakya patrîki Yûnüs Şemmâs, Allahü teâlânın bir olduğunu i’lân etdi. Çok kimseleri doğru yola getirdi. Ehl-i kitâb oldular. Fekat sonra gelen papaslar, yine üç şeye tapınmağa başladı. Büyük Kostantin [274-337] Îsevîliğe, putperestliği de karışdırdı. Mîlâdın 325. ci senesinde İznikdeki rûhânî meclisinde, 318 papası toplıyarak, şirk ile karışdırılmış yeni bir hıristiyanlık dîni meydâna getirdi. Bu meclisde bulunan Aryus ismindeki üskuf, Allahın bir olduğunu, Îsâ aleyhisselâmın, Onun kulu olduğunu söyledi ise de, meclis reîsi, İskenderiyye patrîki Aleksandrus, Aryusu kiliseden koğdu. Büyük Kostantin, Aryusun kâfir olduğunu i’lân etdi ve (Milel ve Nihal) kitâbında ve Rum târîhçilerinden Circis İbnül’amîdin [601-671 (1205-1273) Şâmda] kitâbında yazılı olan (Melekâiyye) mezhebinin esâslarını kurdurdu. 381 de İstanbulda ikinci meclis kurularak, Rûhul-kuds ismi verilen Îsâ aleyhisselâm mahlûkdur diyen Makdonyus tel’în edildi. Mîlâdın üçyüzdoksanbeş [395]. ci yılında, Roma devleti ikiye ayrıldı. 421 de Kostantinîyye [ya’nî İstanbul] patrîki Nestoriusun kitâbını tedkîk için, İstanbulda, üçüncü toplantı yapıldı. Nestorius (Îsâ “aleyhisselâm” insandır. Ona tapılmaz. İki uknûm vardır. Allah birdir. Bunun, vücûd, hayât, ilm sıfatlarından, hayât sıfatı, Rûhul-kudsdür. İlm uknûmu [kelime], Îsâya hulûl etmiş, ilâh olmuşdur. Meryem, ilâh anası değil, insan anasıdır. Îsâ, Allahın oğludur) diyordu. Bu fikrleri kabûl edildi. Nestorius mezhebi, şark memleketlerinde yayıldı. Bu mezhebde olanlara (Nestûrî) denir. 431 de Efesus (Efes) de dördüncü meclis kurulup, Dioskorüsün fikrleri kabûl edildi. Nestorius tekfîr edildi. Nestorius (439) senesinde Mısrda öldü. Bundan yirmi sene sonra Kadıköyde, 451 de beşinci meclisde, 734 papas toplanıp, İskenderiyye patrîki Dioskorusun yazıları red edildi. Dioskorusun fikrlerine (Monofisiye) denir ki, Îsâ “aleyhisselâm” bir ilâhdır diyorlar. Buna (Ya’kûbiyye) mezhebi de denir. Çünki, Dioskorusun asl adı Ya’kûbdur. O târîhde, şarkî Roma (Bizans) imperatoru olan Merkyânus, red karârını her tarafa bildirdi. Dioskorus kaçıp, Kudüs ve Mısrda mezhebini yaydı. Bunlar da müşrikdir. Îsâ aleyhisselâma tapınır. Şimdi Irakda ve Surîyede, Lübnanda bulunan (Süryânî)ler ve (Maronî)ler, Ya’kûbiyye mezhebindedirler.

Kadıköy meclisinde kabûl edilip, kral Merkyânusun tasdîk etdiği fırkaya (Melekâiyye) denir. Birinci İznik meclisinde kabûl edilen mezheb de Melekâiyyeye yakındır. Reîsleri, Antakya patrîkidir. İlm sıfatına (Kelime), hayât sıfatına (Rûhul-kuds) derler. Bu sıfatlar, insan ile birleşince (Uknûm) derler. İlâh üçdür. Biri, vücûd uknûmu olup babadır. Îsâ onun oğludur. Meryem de ilâhdır dediler. Îsâ aleyhisselâma (Jesus christus) diyorlar.

Hıristiyanların yetmişiki fırkası, Hindli Rahmetullah efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî (İzhâr-ül-hak) kitâbında ve Harputlu İshak efendinin türkçe (Dıyâ-ül-kulûb) kitâbında uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1987 senesinde (Cevâb Veremedi) ismi altında İstanbulda basılmış, ingilizce tercemesi 1990 da neşr edilmişdir. (İzhâr-ül-hak) kitâbı 1280 [m. 1864] senesinde arabî olarak İstanbulda basdırılmışdır. Rahmetullah efendi bu kitâbında 1270 senesinde, Hindistânda ve sonra İstanbulda hıristiyan papasları ile yapdığı münâzaraları ve onları nasıl mağlûb etdiğini uzun yazmakdadır. Fârisî (Seyf-ül-ebrâr) kitâbının İstanbul baskısına, bu münâzaralar hakkında bilgi eklenmişdir. (İzhâr-ül-hak) kitâbı iki kısmdır. Me’ârif nezâreti mektûbcusu Nüzhet efendi, kitâbın birinci kısmını türkçeye çevirmiş, (İzâh-ul-hak) ismi ile İstanbulda basılmışdır. İkinci kısmını, 1292 de Seyyid Ömer Fehmi bin Hasen türkçeye terceme etmiş, (İbrâz-ül-hak) ismi ile, 1293 [m. 1876] senesinde Bosnada basılmışdır.

Bütün bu mezhebler, 446 [m. 1054] senesine kadar Romadaki papaya bağlı idi. Hepsi müşrikdir. Hepsine katolik denir. 1054 de, İstanbul patrîki Mihael Kirolarius, papadan ayrılıp, şark kiliselerini kendi idâre etdi. Bu kiliselere (Ortodoks) denildi. Bunlar (Ya’kûbiyye) mezhebindedirler.

Lüther ismindeki Alman papası da, hicretin dokuzyüzyirmiüç [923] senesine rastlıyan mîlâdın binbeşyüzonyedi [1517] senesinde, Romadaki papaya isyân edip, kiliselerin bir kısmı buna uydu. Bunlara, (Protestan) kiliseleri denildi.]

Görülüyor ki, hıristiyanların hepsi müşrikdir ve yehûdîlerden dahâ aşağıdır. Âhıretde azâbları dahâ çokdur. Çünki bunlar, hem Muhammed aleyhisselâma inanmıyor, hem de, ulûhiyyetde taşkınlık ediyor, teslîse inanıyorlar. Îsâ aleyhisselâma ve anası hazret-i Meryeme tanrı diyerek tapındıkları için, hepsi müşrikdir. Leş de yiyorlar. Yehûdîler ise, yalnız iki Peygambere “aleyhimessalevâtü vetteslîmât” inanmıyor. Allahü teâlâyı bir biliyor ve leş yimiyor. Bununla berâber, yehûdîlerin islâma düşmanlığı dahâ çokdur. Yehûdîlerden birkaçı, (Uzeyr Allahın oğludur) diyerek hıristiyanlar gibi müşrik oluyor ise de, çoğu müşrik değildir. Ortodoks, katolik ve protestanların her biri başka başka İncîller okuyup, Îsâ aleyhisselâma bağlı olduklarını söyler. Hâlbuki, i’tikâdda ve amelde, birbirlerine uymıyan çok şeyleri vardır. Hepsine nasârâ ve hıristiyan deniyor. Îsâ, Peygamberdir diyenlere, Ehl-i kitâb denir. Şimdi, Ehl-i kitâb olan hıristiyan yokdur. Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, hepsi kâfirdir. Yehûdîler de, kendilerine mûsevî diyor. [1997 senesinde Fransada yayınlanan iki cildlik Dinler ansiklopedisinde diyor ki: 1995 senesinde yeryüzünde 4 milyar 550 milyon nüfûs vardı. Bunun 1 milyar 60 milyonu müslimân, 1 milyar 870 milyonu hıristiyan [bunun 1 milyar 42 milyonu katolik, 505 milyonu protestan, 174 milyonu ortodoks], 14 milyonu yehûdî, 1 milyar 606 milyonu hiçbir peygambere inanmayan kâfirler, ya’nî müşriklerdir.]

Peygamber efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm” hicretin, onbirinci senesinde, âhıreti teşrîf buyurdukdan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halîfe oldu. Hicretin onüçüncü senesinde, altmışüç yaşında vefât etdi. Bundan sonra Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” halîfe oldu. Yirmiüçüncü senede, altmışüç yaşında şehîd edildi. Bundan sonra, Osmân Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” halîfe oldu. Otuzbeş senesinde, sekseniki yaşında şehîd edildi. Sonra Alî “radıyallahü anh” halîfe oldu. Hicretin kırkıncı senesinde altmışüç yaşında şehîd edildi. Bu dört halîfeye, (Hulefâ-i râşidîn) denir. Zemân-ı se’âdetde, (Ahkâm-ı İslâmiyye) temâm icrâ edilip, her taraf, hak, adâlet ve hürriyyet ile nûrlandığı gibi, bunların zemânında da öyle idi. Ahkâm-ı islâmiyye kusûrsuz olarak yapılıyordu. Bu dört halîfe, Eshâb-ı kirâmın hepsinden üstündür. Kendi aralarındaki üstünlükleri, hilâfetleri sırasına göredir.

Ebû Bekr “radıyallahü anh” zemânında, müslimânlar, Arabistân yarımadasından dışarı çıkdı. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz âhıreti teşrîf buyurunca, yarımadada karışıklıklar çıkdı. Ebû Bekr “radıyallahü anh” yarımadada hâsıl olan bu karışıklıkları düzeltdi. Mürtedlerin terbiyesi ile uğraşdı. Vakt-i se’âdetde olduğu gibi, birlik te’mîn etdi. Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca, bir hutbe okuyup:

(Ey Resûlün Eshâbı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”! Arabistân, ancak sizin atlarınıza arpa yetişdirebilir. Hâlbuki Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, yeryüzünün her tarafında, yer, memleket vereceğini, Habîbine va’d etmişdir. Hani, bu va’d edilen memleketleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhıretde gazâ ve şehîdlik rütbesine nâil olmak istiyen erler nerede? Din uğruna can ve baş fedâ ederek, vatanlarını bırakıp, Allahü teâlânın kullarını zâlimlerin pençelerinden kurtaracak gâzîler nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı cihâda ve gazâya teşvîk buyurdu. İşte İslâm memleketlerinin, üç kıt’a boyunca, hızla genişlemesine, milyonlarca insanın küfrden kurtulmalarına sebeb, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” bu nutkudur. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ölünceye kadar cihâd ve gazâ etmeğe ahd ve ittifâk etdi. Halîfenin gösterdiği şeklde ordular kurulup, Ehl-i islâm, yerlerini, yurdlarını terk ile Arabistândan çıkıp, her tarafa yayıldı. Gidenlerin çoğu, geri dönmeyip, gitdikleri yerlerde, ölünciye kadar cihâd etdi. Böylece, az vaktde çok memleket alındı. O vakt, iki büyük devlet vardı. Biri Rum İmperatorluğu, diğeri Îrân devleti idi. Ehl-i islâm, ikisine de gâlib geldi. Hele Acem devleti, büsbütün ortadan kalkdı. Memleketlerinin hepsi, müslimânların eline geçdi. Ehâlîsi müslimân olmakla şereflendi. Dünyâda râhata, âhiretde ebedî se’âdete kavuşdular. Osmân ve Alî “radıyallahü anhümâ” zemânlarında da böyle gazâ ile uğraşıldı. Fekat, Osmân “radıyallahü anh” zemânında, halîfeye karşı gelenler türedi ve şehîd etdiler. Alî “radıyallahü anh“ zemânında, hâricî kavgaları baş gösterdi. Ehl-i islâm arasında ayrılık başladı. Feth ve zaferin en büyük sebebi ise, ittifâk ve birlik olduğundan, bunların zemânında, Ömer “radıyallahü anh” zemânı kadar, memleket alınamadı.
devam edecek...
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Hulefâ-i râşidîn zemânı, otuz sene idi. Bu otuz sene, Peygamberimiz “aleyhisselâm” zemânı gibi güzel geçdi. Bu dört halîfeden sonra, Ehl-i islâm arasında, bid’atler ve yanlış yollar meydâna çıkarak, nice kimseler doğru yoldan ayrıldı. Yalnız, Eshâb-ı kirâm gibi îmân edenler ve ahkâm-ı islâmiyyeye onlar gibi tâbi’ olanlar kurtuldu ki, bunların yoluna (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkası denir. Ehl-i sünnet âlimi demek, dört mezhebden birinin âlimi demekdir. Doğru yol, yalnız budur. Peygamber “aleyhisselâm” efendimizin ve Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” gitdiği doğru yol, Ehl-i sünnet âlimlerinin gösterdiği yoldur “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Zemânla, yanlış fırkalar, yollar unutuldu. Şimdi, İslâm memleketlerinin çoğu, bu doğru fırkadadır. Bu Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate uymayan, yalnız yehûdî olan (Abdüllah bin Sebe’)in kurduğu, şî’î fırkası kalmışdır. Şî’îler, (Hilâfet, Alînin “radıyallahü anh” hakkı iken, Ebû Bekr ve Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”, zor ile onun hakkını aldı) diyorlar. Eshâb-ı kirâmın çoğunu kötülüyorlar.

[Bugün, müslimân denilen ve ümmet-i Muhammediyye olarak tanınanlar, ehl-i sünnet ile şî’î ve vehhâbîlerden ibâret gibidir. İngilizlerin Hindistânda kurdukları (Ahmediyye veyâ Kâdiyânî) denilen zındıklar ile Behâîlerin ve (Teblîg-ı cemâ’at) denilen mezhebsizlerin, zındıkların müslimânlığa bağlılıkları yokdur. Bunların üçü de (Ehl-i Sünnet)den ayrılmışlardır.]

Ehl-i sünnet fırkası, iş ve ibâdet bakımından dört (Mezheb)e ayrılmışdır: Birincisi, (Hanefî mezhebi) olup, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. Hanîf, doğru inanan, islâmiyyete sarılan kimse demekdir. Ebû Hanîfe, hakîkî müslimânların babası demekdir. İmâm-ı a’zamın, Hanîfe adında bir kızı yokdu. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden ikincisi, (Mâlikî mezhebi) olup, imâm-ı Mâlik bin Enes “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. Üçüncüsü, (Şâfi’î mezhebi) olup, imâm-ı Muhammed bin İdrîs Şâfi’î “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. İmâmın dedesinin dedesi olan (Şâfi’) hazretleri, Eshâb-ı kirâmdan olduğu için, kendisine ve mezhebine Şâfi’î denildi. Dördüncüsü (Hanbelî mezhebi) olup, Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi aleyh” mezhebidir. İmâm-ı a’zam 80, Mâlik 90, Şâfi’î 150, Ahmed 164 hicrî senelerinde tevellüd ve 150 [m. 767] ve 179 ve 204 ve 241 senelerinde vefât etdikleri ibni Âbidîn mukaddemesinde yazılıdır “rahmetullahi aleyhim”.

Ehl-i sünnet yolunu öğrenmek istiyen, dört mezhebden birinin kitâblarını okumalıdır.

Bu dört mezheb, i’tikâdca, birbirinden ayrı değildir. Hepsi Ehl-i sünnet fırkasında olup, îmânları, inanışları, dinlerinin temeli birdir. İslâm milletinde bu dört imâm; büyük, herkesce kabûl edilmiş, inanılır müctehidlerdir. Yalnız ahkâm-ı islâmiyyede, ya’nî iş bakımından, ba’zı ufak şeylerde ayrılmışlardır. Şöyle ki:

Allahü teâlâ ve Peygamberi “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, mü’minlere merhamet etdikleri için, ba’zı işlerin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmedi. [Açıkca bildirilse idi, öylece yapmak farz ve sünnet olurdu. Farzı yapmıyanlar günâha girer, farza ve sünnete kıymet vermiyenler de kâfir olurdu. Mü’minlerin hâli güç olurdu.] Böyle işleri, açık bildirilmiş bulunanlara benzeterek işlemek lâzım olur. Din âlimleri arasında, işlerin nasıl yapılabileceğini, böyle benzeterek anlıyabilenlere, (Müctehid) denir. Müctehidin, bir işin nasıl yapılacağını anlamak için, son gayreti ile uğraşarak görüşüne, doğruya en yakın zannına göre amel etmesi, kendine ve ona uyanlara vâcib olur. Ya’nî, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, böyle yapmağı emr etmekdedir. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını anlamağa çalışırken yanılırsa, günâh olmaz. Sevâb olur. Uğraşmasının sevâbını kazanır. Çünki, insana gücü, kuvveti yetdiği kadar çalışması emr olundu. Müctehid yanılırsa, çalışması için bir sevâb verilir. Doğruyu bulursa, on sevâb verilir. Eshâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyük âlim, ya’nî müctehid idiler. Bunlardan sonra gelenler arasında, ilk zemânlar ictihâd yapabilecek büyük âlim çok idi. Bunların her birine nice kimseler uyardı. Zemânla, bunların çoğu unutularak, Ehl-i sünnet içinde, yalnız bu dört mezheb kaldı. Sonraları, olur olmaz kimseler çıkıp da, müctehidim diyerek, bozuk fırkalar çıkarmamaları için, Ehl-i sünnet, bu dört mezhebden başka mezhebe uymadı. Bu dört mezhebden herbirine, Ehl-i sünnetden milyonlarla kimse uydu. Dört mezhebin i’tikâdı bir olduğundan, birbirine yanlış demez, bid’at sâhibi, sapık bilmezler. Doğru yol, bu dört mezhebdedir deyip, her biri kendi mezhebinin doğru olmak ihtimâli dahâ çokdur bilir. İctihâd ile anlaşılan işlerde, islâmiyyetin açık emri bulunmadığı için, bir adamın mezhebi yanlış olup da, diğer üç mezhebden birisinin doğru olmak ihtimâli var ise de, herkes (Benim mezhebim doğrudur, yanlış olmak ihtimâli de vardır ve diğer üç mezheb yanlışdır, doğru olmak ihtimâli de vardır) demelidir. Böylece, harac, sıkıntı olmadıkca, bir işi bir mezhebe göre, başka bir işi de başka mezhebe göre yaparak, dört mezhebi karışdırmak câiz olmaz. Bir kimse, dört mezhebden hangisini taklîd ediyor ise, ya’nî hangi mezhebi seçmiş ise, o mezhebdeki bilgileri öğrenmesi, harac, sıkıntı olmadıkca, her işinde o mezhebe uyması lâzımdır.

[Ancak, bir işin yapılmasında harac (güçlük) bulunursa, ya’nî kendi mezhebine göre yapmasına imkân olmıyan bir işi, başka mezhebe uyarak yapmak câiz olur. Fekat, ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını, ya’nî farzlarını ve müfsidlerini gözetmesi de lâzımdır. Hanefî mezhebi âlimlerinin, böyle işlerde, mâlikî mezhebini taklîd etmeğe fetvâ verdikleri, ibni Âbidînin (Nikâh-ı ric’î) kısmında yazılıdır.]

Âlimlerin çoğu, Hanefî mezhebinin dahâ doğru olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, İslâm memleketlerinin çoğunda, Hanefî mezhebi yerleşmişdir. Türkistân ile Hindistânın ve Anadolunun hemen hepsi hanefîdir. Afrikanın garb [batı] tarafı, hep Mâlikîdir. Hindistânın ba’zı sâhillerinde de bulunur. Şâfi’îler; Mısrda, kürdlerde ve Arabistânda ve Dağıstanda çokdur. Hanbelîler azdır. Vaktiyle Şâm ve Bağdâdda çok idi.

(Edille-i şer’ıyye) [ya’nî, din bilgilerinde, müctehid imâmlara sened, kaynak] dörtdür: (Kur’ân-ı kerîm), (Hadîs-i şerîfler), (İcmâ’ı ümmet) ve (Kıyâs-ı fükahâ).

Müctehidler, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bulamazlarsa, hadîs-i şerîflere bakarlar. Hadîs-i şerîflerde de açıkca bulamazlarsa, bu iş için, (İcmâ’) var ise, öyle yapılmasını bildirirler. [İcmâ’ sözbirliği demekdir. Ya’nî, bu işi, Eshâb-ı kirâmın hepsinin aynı sûretle yapması veyâ söylemesi demekdir. Eshâb-ı kirâmdan sonra gelen tâbi’înin de icmâ’ı delîldir, seneddir. Dahâ sonra gelenlerin, hele bu zemândaki insanların, dinde reformcuların, din câhillerinin yapdıkları, söyledikleri şeye, icmâ’ denmez.]
Bir işin nasıl yapılması lâzım olduğu, icmâ’ ile de bilinemezse, müctehidlerin kıyâsına göre yapmak lâzım olur. İmâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”, bu dört delîlden başka, Medîne-i münevverenin o zemânki ehâlîsinin sözbirliğine de sened dedi. Bu âdetleri, babalarından, dedelerinden ve nihâyet, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” görenek olarak gelmişdir, dedi. Bu sened, kıyâsdan dahâ sağlamdır dedi. Fekat diğer üç mezhebin imâmları, Medîne ehâlîsinin sözbirliğini sened olarak almadı.

İctihâd yolu ikidir: Biri, Irak âlimlerinin yolu olup, buna (Re’y yolu) denir. Ya’nî kıyâs yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş ise, buna benziyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur. Bu iş de, onun gibi yapılır. Eshâb-ı kirâmdan sonra “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu yolda olan müctehidlerin reîsi, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi aleyh”.

İkinci yol, Hicâz âlimlerinin yolu olup, buna (Rivâyet yolu) denir. Bunlar, Medîne-i münevverenin o zemânki ehâlîsinin âdetlerini, kıyâsdan üstün tutar. Bu yolda olan müctehidlerin büyüğü, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi aleyh”dir ki, Medîne-i münevverede oturuyordu. İmâm-ı Şâfi’î ile Ahmed ibni Hanbel de “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, imâm-ı Mâlikin sohbetlerinde bulunmuşlardır. İmâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Mâlikin yolunu öğrendikden sonra, Bağdâd tarafına gelerek, İmâm-ı a’zamın talebesinden okuyup, bu iki yolu birleşdirdi. Ayrı bir ictihâd yolu kurdu. Kendisi çok belîg, edîb olduğundan, âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin ifâde tarzına bakıp, kuvvetli bulduğu tarafa göre iş görürdü. İki tarafda da kuvvet bulamazsa, o zemân, kıyâs yolu ile ictihâd ederdi. Ahmed ibni Hanbel de, imâm-ı Mâlikin yolunu öğrendikden sonra Bağdâd taraflarına gidip, İmâm-ı a’zamın talebesinden kıyâs yolunu almış ise de, pek çok hadîs-i şerîf ezberlemiş olduğundan, önce, hadîs-i şerîflerin birbirini kuvvetlendirmesine bakarak, ictihâd etmişdir. Böylece, ahkâm-ı islâmiyyenin çoğunda, diğer üç mezhebden ayrılmışdır.

Bu dört mezhebin hâli, bir şehr ehâlîsinin hâline benzer ki, önlerine çıkan bir işin nasıl yapılacağı kanûnda bulunmazsa, o şehrin eşrâfı, ileri gelenleri toplanıp, o işi kanûnun uygun bir maddesine benzeterek yaparlar. Ba’zan uyuşamayıp, ba’zısı devletin maksadı, beldeleri ta’mîr ve insanların râhatlığıdır der. O işi, re’y ve fikrleri ile, kanûnun bir maddesine benzetir. Bunlar, hanefî mezhebine benzer. Ba’zıları da, devlet merkezinden gelen me’mûrların hareketlerine bakarak, o işi, onların hareketine uydurur ve devletin maksadı, böyle yapmakdır derler. Bunlar da, Mâlikî mezhebine benzer. Ba’zıları ise kanûnun ifâdesine, yazının gidişine bakarak, o işi yapma yolunu bulur. Bunlar da, Şâfi’î mezhebi gibidir. Bir kısmı ise, kanûnun başka maddelerini de toplayıp, birbiri ile karşılaşdırarak, bu işi doğru yapabilmek yolunu arar. Bunlar da, Hanbelî mezhebine benzer. İşte şehrin ileri gelenlerinden her biri, bir yol bulur ve hepsi, yolunun doğru ve kanûna uygun olduğunu söyler. Kanûnun istediği ise, bu dört yoldan biri olup, diğer üçü yanlışdır. Fekat, kanûndan ayrılmaları, kanûnu tanımadıkları için, devlete karşı gelmek için olmayıp, hepsi kanûna uymak, devletin emrini yerine getirmek için çalışdıklarından, hiçbiri suçlu görülmez. Belki, böyle uğraşdıkları için, beğenilir. Fekat, doğrusunu bulan dahâ çok beğenilip, mükâfât alır. Dört mezhebin hâli de böyledir. Allahü teâlânın istediği yol, elbette birdir. Dört mezhebin ayrıldığı bir işde, birinin doğru olup, diğer üçünün yanlış olması lâzımdır. Fekat, her mezheb imâmı, doğru yolu bulmak için uğraşdığından, yanılanlar afv olur. Hattâ sevâb kazanır. Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetime, yanıldığı ve unutduğu için cezâ yokdur) buyurdu. Bu ayrılıkları ba’zı işlerde olup, ibâdetlerin çoğunda, ya’nî Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin açık olarak bildirdikleri ahkâmda ve inanılacak şeylerde, aralarında tam birlik bulunduğundan, birbirini kötülemezler.
devamı gelecek..
 

_ZÜMRA_

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
15 Eki 2007
Mesajlar
9,962
Tepki puanı
9
Puanları
0
Yaş
46
Selamün aleyküm. ALLAH razı olsun kardeşim.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
[Süâl: İngilizlerin Arabistânda kurmuş oldukları bozuk fırkadaki vehhâbîler ve onların kitâblarını okuyanlar diyor ki, (mezhebler ikinci asrda meydâna çıkdı. Eshâb ve Tâbi’in, hangi mezhebde idi?)

Cevâb: Mezheb imâmı demek, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan işiterek toplıyan, kitâba geçiren büyük âlim demekdir. Açıkca bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydâna çıkarmışdır. (Hadîka) kitâbı üçyüzonsekiz (318). ci sahîfesinde diyor ki; (Bilinen dört imâm zemânında, başka mezheb imâmları da vardı. Bunların da mezhebleri vardı. Fekat, bunların mezheblerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı). Eshâb-ı kirâmın herbiri müctehid idi. Hepsi de, derin âlim, mezheb imâmı idi. Herbiri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezheb imâmlarımızdan dahâ üstün, dahâ çok bilgili idi. Mezhebleri dahâ doğru, dahâ kıymetli idi. Fekat, bunların kitâbları olmadığı için, mezhebleri unutuldu. Dört mezhebden başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kirâm hangi mezhebde idi demek, alay kumandanı, hangi bölükdendir? Yâhud, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeğe benzemekdedir.]

Hicretden dörtyüz [400] sene geçdikden sonra, mutlak ictihâd yapabilecek kadar derin âlim kalmadığı, kitâblarda yazılıdır. (Hadîka) kitâbının yine üçyüzonsekiz [318]. ci sahîfesindeki hadîs-i şerîfde, yalancı, sapık din adamlarının çoğalacakları bildirilmekdedir. Bunun için, Ehl-i sünnet olan her müslimânın, bilinen dört mezhebden birini seçerek (Taklîd) etmesi lâzımdır. Ya’nî, bu mezhebin (İlmihâl) kitâbını okuyup öğrenmesi, îmânını ve bütün işlerini buna uydurması lâzımdır. Böylece, bu mezhebe girmiş olur. Dört mezhebden birini taklîd etmiyen kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna (Mezhebsiz ve Zındık) denir. Mezhebsiz kimse, yâ yetmişiki bozuk fırkadan birindedir. Yâhud kâfir olmuşdur. Böyle olduğu, (Bahr)de, (Hindiyye)de ve (Tahtâvî)nin Zebâyıh kısmında ve (İbn-i Âbidîn)in Bâgîler kısmında yazılıdır. (El-besâir) kitâbının elliikinci sahîfesinde ve Ahmed Sâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” tefsîrinde, Kehf sûresinde de böyle yazılıdır.

(Mîzân-ül kübrâ) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözünde diyor ki, (Unutulmuş olan mezheblerin ve bugün mevcûd bulunan dört mezhebin hepsi hakdır, sahîhdir. Birinin, başkası üzerine üstünlüğü yokdur. Çünki, hepsi aynı din kaynağından alınmışlardır. Bütün mezheblerde, yapılması kolay işler [Ruhsat] bulunduğu gibi, yapılması güç [Azîmet] olan işler de vardır. Azîmet olan işi yapabilecek kimsenin, kolay işi yapmağa kalkışması, din ile oynamak olur. Azîmeti yapmakdan âciz olan, özrlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması câiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması, azîmet yapmış gibi çok sevâb olur. Âciz olmıyanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azîmetleri yapması vâcibdir. Hattâ, kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhebde azîmeti varsa, o azîmeti yapması vâcib olur. Mezheb imâmlarından birinin sözünü beğenmemekden veyâ kendi düşüncesini onun sözünden dahâ üstün sanmakdan, çok sakınmalıdır. Çünki, başkalarının ilmleri, anlayışları, müctehidlerin, ilmleri ve anlayışları yanında, hiç gibi kalır). Özrü olmıyan kimseye kendi mezhebinde ruhsat ile amel câiz olmayınca, başka mezheblerdeki kolaylıkları araşdırmanın, ya’nî mezhebleri (Telfîk) etmenin hiç câiz olmadığı anlaşılmakdadır.

(Dürr-ül-muhtâr)ın sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” önsözünde ve bunun (Redd-ül-muhtâr) hâşiyesinde [ya’nî İbni Âbidînde] diyor ki, (Bir işi, ibâdeti yaparken mezheblerin kolaylıklarını araşdırıp, bunlara göre yapmak bâtıldır. Meselâ abdestli kimsenin derisinden kan aksa, Şâfi’î mezhebinde abdesti bozulmaz. Hanefîde bozulur. Yabancı kadının derisine, derisi değse, Şâfi’îde bozulur. Hanefî mezhebine göre bozulmaz. Abdest aldıkdan sonra derisinden kan akan ve derisi yabancı kadının derisine değen bir kimsenin bu abdestle kıldığı nemâz sahîh olmaz. Bunun gibi, bir işi bir mezhebe göre yaparken, ikinci bir mezhebe de uymak sözbirliği ile bâtıldır. Şöyle ki, Şâfi’î mezhebine uyarak, başının az bir yerini mesh eden kimseye köpek sürtünse, bu kimsenin Mâlikîyi de taklîd ederek, burasını yıkamadan kıldığı nemâz sahîh olmaz. Çünki Şâfi’îde köpek sürtünenin nemâzı sahîh olmaz. Mâlikîde, köpek necs değil ise de, başının hepsini mesh etmesi lâzımdır. Yine bunun gibi, ikrâh ile, ya’nî korkutularak yapdırılan talâk, Hanefîde sahîh olur. Diğer üç mezhebde sahîh olmaz. Bu adamın, Şâfi’î mezhebine uyarak, boşadığı kadın ile ve Hanefîyi taklîd ederek, bu kadının kız kardeşi ile, aynı zemânda evli olması câiz değildir. Çünki, bir iş yaparken mezhebleri (Telfîk) etmek ya’nî kolaylıklarını arayıp bunlara göre yapmak, sözbirliği ile sahîh değildir. Dört mezhebden, hiçbirine uymadan bir şey yapmak da câiz değildir). Nemâz vaktlerini anlatırken diyor ki, (Sefer ve matar gibi özr olunca, öğle ve ikindiyi ve akşam ile yatsıyı birlikde kılmak Şâfi’îde câizdir. [Matar, yağmur demekdir.] Hanefîde câiz değildir. Bir hanefî, seferî iken, meşakkat olmadığı hâlde, öğleyi ikindi vaktinde kılsa harâm olur. İkindiyi öğle vaktinde kılsa hiç sahîh olmaz. Şâfi’î mezhebinde ise, ikisi de sahîh olur. Kendi mezhebine göre harac, ya’nî meşakkat olduğu zemân, kendi mezhebindeki ruhsatla amel etmesi câiz olur. Ruhsat ile de yapmakda meşakkat olursa, başka mezhebi taklîd etmek câiz ise de, o mezhebde, o ibâdet için farz ve vâcib olan şeyleri de yapması lâzımdır.) Bir işi, bir ibâdeti yaparken başka bir mezhebi taklîd eden kimse, kendi mezhebinden çıkmış olmaz. Mezheb değişdirmiş olmaz. Yalnız o işi yaparken diğer mezhebin şartlarına ri’âyet etmesi lâzımdır.

İbni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Redd-ül-muhtâr)ın ikinci cildi, beşyüzkırkikinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Bir Hanefî, abdest alırken niyyet etmese, bu abdest ile öğleyi kılsa, câiz olur. İkindiden sonra Şâfi’î olup ikindiyi kılsa, sahîh olmaz. Niyyet ederek tekrâr abdest alması lâzım olur). (Ta’zîr)i anlatırken diyor ki, (Bir kimse, dînî, ilmî lüzûm olmadan dünyâ işleri için mezhebini değişdirse, dînini oyuncak yapmış olur. Cezâlandırılması lâzım olur. Îmânsız ölmesinden korkulur. Bir âyet-i kerîmede meâlen, (Bilenlerden sorunuz!) buyuruldu. Bunun için, müctehide sormak, bir mezhebe uymak vâcib oldu. Bir mezhebi taklîd etmek, ya’nî bu mezhebe uymak, o mezhebde olduğunu söylemekle olur. Söylemeksizin, kalb ile niyyet ederek de olur. Mezhebe uymak, mezheb imâmının sözlerini okuyup, öğrenip yapmak demekdir. Öğrenmeden, bilmeden, ben Hanefîyim, ben Şâfi’îyim demekle, o mezhebe girmiş olmaz. Böyle olanlar, hocalara sorarak, ilmihâl kitâblarından öğrenerek ibâdet yapmalıdır). Şâhidliği anlatırken diyor ki, (Mezhebe ehemmiyyet vermiyerek veyâ kolayına geleni yapmak için mezheb değişdirenin [ve mezhebleri birleşdirenin, kolaylıklarını seçip toplıyanların] şâhidliği kabûl olmaz).

İbni Âbidîn önsözünde diyor ki, (Halîfe Hârûn-ür-reşîd, imâm-ı Mâlike dedi ki, islâm memleketlerinin her tarafına senin kitâblarını yaymak ve herkesin yalnız bu kitâblara uymalarını emr etmek istiyorum. İmâm-ı Mâlik buyurdu ki, yâ Halîfe, böyle yapma! Âlimlerin mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın bu ümmete olan rahmetlerinden biridir. Herkes, dilediği mezhebe uyar. Mezheblerin hepsi, doğrudur).

(Mü’min) ve (Müslim) ve (Müslimân) demek, Allahü teâlâ tarafından, Muhammed aleyhisselâm vâsıtası ile, insanlara bildirilmiş ve islâm memleketlerine yayılmış din bilgilerine inanan, kabûl eden kimse demekdir. Bu bilgiler Kur’ân-ı kerîmde ve binlerce hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Bu bilgileri, Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” işitmiş, (Selef-i sâlihîn) de, ya’nî Eshâb-ı kirâmdan sonra, ikinci ve üçüncü asrlarda [yüzyıllarda] gelen islâm âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan işiterek veyâ bu işitenlerden işiterek kitâblarına yazmışlardır. Sonra gelen islâm âlimleri, Selef-i sâlihînin kitâblarındaki bilgileri başka başka açıklamışlar, birbirlerinden ayrılmışlar, ma’nâları açık bildirilmemiş, inanılması lâzım bilgilerde, yetmişüç ayrı fırka meydâna gelmişdir. Bunlardan yalnız bir fırkası, bu açıklamaları yaparken, kendi düşüncelerini, görüşlerini karışdırmamış, bir değişiklik ve ekleme yapmamışlardır. Bu doğru îmânlı fırkaya (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) denir. Şübheli âyetleri ve hadîsleri yanlış te’vîl ederek i’tikâdı bozulan yetmişiki fırkaya (Bid’at) veyâ (Dalâlet) fırkaları yâhud mezhebsiz denir. Bunlar da müslimândır. Fekat (Sapık) yoldadırlar.

Ma’nâları açık bildirilmiş olan, inanılacak şeylerde, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere yalnız kendi akl ve görüşleri ile ma’nâ vererek, îmânı bozulan, kâfir olan kimseye (Mülhid) denir. (Mülhid) kendini samîmî müslimân ve Muhammed aleyhisselâmın ümmeti bilir. (Münâfık) ise müslimân görünür. Fekat başka dindendir. (Zındık), dinsizdir. Hiçbir dîne inanmaz. Müslimânları dinsiz, ateist yapmak için, müslimân görünür. (Dinde reform) yapmak, islâmiyyeti değişdirerek, bozarak yok etmek çabasındadır, islâm düşmanıdır. Çok zararlıdır. Masonlar ve ingiliz câsûsları böyledir.

(Müslimân) olmak için, inanılması lâzım gelen bilgiler, yalnız inanılacak altı şey değildir. Meşhûr olan (Farz)ların yapılmasının lâzım olduğuna ve (Harâm)ları yapmamak, bunlardan sakınmak lâzım olduğuna inanmak da, müslimân olmak için lâzımdır. Farzları yapmanın ve harâmlardan sakınmanın birinci vazîfe olduğunu kabûl etmiyen kimsenin îmânı gider. (Mürted) olur. Kabûl edip de, nefsine ve fenâ arkadaşlara uyarak farzlardan bir veyâ birkaçını yapmıyan yâhud bir veyâ birkaç harâm işleyen kimse, müslimândır. Fekat, kusûrlu, kabâhatli müslimândır. Böyle müslimâna (Fâsık) denir. Farzları yapmağa ve harâmlardan sakınmağa (İbâdet) yapmak denir. İbâdet yapmağa çalışan ve ibâdetde kusûru olunca, hemen tevbe eden müslimâna (Sâlih) denir.

Şimdi, hür memleketlerde oturup da, îmân edilecek altı şeyi ve meşhûr olan farzları ve harâmları bilmemek özr değildir. Öğrenmemek büyük günâhdır. Kısa olarak öğrenmek ve çocuklarına öğretmek lâzımdır. Ehemmiyyet vermediği için öğrenmezse, kâfir olur. Yalnız (Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh) diyen ve ma’nâsını bilip inanan bir kâfir, o anda müslimân olur ise de, sonra yavaş yavaş, îmân edilecek altı şeyi ve her müslimân için farz ve harâm olan meşhûr bilgileri öğrenmesi ve bilenlerin, ya’nî müslimânların buna öğretmeleri lâzımdır. Öğrenmezse müslimânlıkdan çıkar. (Mürted) olur. Bunları, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı doğru (İlmihâl) kitâblarından öğrenmesi lâzımdır. [Ehl-i sünnet bilgilerinden haberi olmayan profesörlerin konferanslarına ve kitâblarına aldanmamalıdır.]
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
İkinci Kısm

MUHTELİF BİLGİLER

BÖLÜCÜLER, BOZUK MEZHEBLER

Müslimânlar iki kısmdır. Birincisi, Ehl-i sünnet fırkasıdır. Hak olan, doğru olan bu Eh-i sünnet fırkasındaki müslimânlar dört mezhebe ayrılmışlardır. Bunların i'tikâdları, îmânları birdir. Aralarında hiç ayrılık yokdur. İkincisi, Ehl-i sünnet i'tikâdında olmıyanlardır. Bunlara, bid'at ehli, ya'nî mezhebsiz denir. Şî'îler ve vehhâbîler bunlardandır. Zemânımızda, İbni Teymiyyeciler, Cemâleddîn-i Efgânî, Muhammed Abduh, Seyyid Kutb, Mevdûdîciler ve Teblîg-i Cemâ'atcılar ve Vehhâbîler, bid'at ehlidirler. Vehhâbîler, kendilerine beşinci mezheb diyorlar. Bu sözleri doğru değildir. (Beşinci mezheb) diye birşey yokdur. Bugün, din bilgilerini bu dört mezhebden birinin ilmihâl kitâblarından öğrenmekden başka çâre yokdur. Herkes, kendine kolay gelen mezhebi seçer. Onun kitâblarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. O mezhebi (Taklîd) etmiş olur. O mezhebden olur. Herkese, anasından babasından işitdiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için, müslimânlar, anasının, babasının mezhebinde olmakdadır. Mezheblerin bir olmayıp, dört olması, insanlar için kolaylıkdır. Bir mezhebden çıkıp, başkasına girmek câiz ise de, yenisini öğrenmek için, senelerce çalışmak lâzım olur ve eski mezhebini öğrenmek için yapdığı çalışmaları boşuna gitmiş olur. Hem de, eski bilgileri ile yenisini karışdırarak, birçok işleri yapmakda şaşırabilir. Bir mezhebi beğenmiyerek ondan çıkmak hiç câiz olmaz. Çünki Selef-i sâlihîni techîl etmek, beğenmemek küfr olur demişlerdir.

Şimdi, Pâkistânda Mevdûdî ve Hamîdullah ve Teblîg-ı cemâatcılar ve Mısrda Cemâleddîn-i Efgânî ve Kâhire müftîsi Muhammed Abduh ve bunun talebeleri Seyyid Kutb ve Reşîd Rızâ gibi mezhebsiz kimseler ve bunların kitâblarını okuyarak aldananlar, mezhebleri birleşdirmeli diyorlar. Dört mezhebin kolay taraflarını seçip toplamalı, islâmiyyeti kolaylaşdırmalı diyorlar. Kısa aklları ile, noksan bilgileri ile, bu fikri savunuyorlar. Kitâblarına göz atılınca, tefsîr, hadîs, üsûl ve fıkh bilgilerinden haberleri olmadığı, çürük mantıkları ve yaldızlı yazıları ile, cehllerini ortaya koydukları hemen görülmekdedir. Çünki:

1 - Dört mezheb âlimleri (Hükm-i müleffık bâtıldır) buyuruyor. Yanî, birkaç mezhebe birlikde uyarak yapılan bir ibâdet, bu mezheblerin hiç birinde sahîh olmadığı zemân, mezhebleri karışdırması bâtıl olur, sahîh olmaz. Dört mezheb âlimlerinin (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) bu sözbirliğine uymıyan kimse, bu mezheblerin hiçbirinden olmaz. Mezhebsiz olur. Mezhebsiz olanın işleri, islâmiyyete uygun olmaz. Uydurma olur. Dîni oyuncak hâline getirmiş olur.

2 - Müslimânları, ibâdetleri tek bir yolda sıkışdırmak, islâm dînini güçleşdirmek olur. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem), isteselerdi, herşeyi açık bildirirler, işler tek bir yola uyarak yapılırdı. Fekat, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) insanlara acıdıkları için, herşeyi açık bildirmediler. Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) anlayışlarına göre, çeşidli mezhebler ortaya çıkdı. Bir kimse sıkışınca, kendi mezhebinin kolay tarafına kayar. Dahâ da sıkışınca, başka mezhebi taklîd ederek, o işi kolayca yapar. Tek mezheb yapılırsa, böyle kolaylık olmaz. Mezhebsizler, kolaylıkları topladık sananlar, farkına varmadan, müslimânların işlerini güçleşdirmiş olurlar.

3 - Bir ibâdetin bir kısmını bir mezhebe göre yaparken, diğer kısmını, bu mezhebe göre yapmayıp, başka mezhebe göre yapmağa kalkışmak, birinci mezheb imâmının bilgisini beğenmemek olur. Selef-i sâlihîni (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) techîl etmenin küfr olduğu yukarıda bildirilmişdi.

İbâdetleri değişdirmek istiyenler, Ehl-i sünnet âlimlerini rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în tahkîr edenler, târîhde çok görüldü. Mezheblerin kolaylıklarını seçip, dört mezhebi kaldırmalı diyenlerin, mezheb imâmlarının kitâblarından bir sahîfeyi bile doğru okuyup anlıyamadıkları meydândadır. Çünki, mezhebleri ve mezheb imâmlarının yüksekliklerini anlıyabilmek için, âlim olmak lâzımdır. Âlim olan, câhilce, ahmakca bir çığır açıp, insanları, felâkete sürüklemez. Târîh boyunca, ortaya çıkmış olan câhillere, sapıklara aldananlar, felâkete sürüklenmişlerdir. Bindörtyüz seneden beri her asrda gelmiş olan ve hadîs-i şerîflerle övülmüş bulunan (Ehl-i sünnet) âlimlerine uyanlar, se'âdete kavuşmuşlardır. Bizler de ecdâdımızın, o sâlih, temiz müslimânların, Allah için, islâmiyyetin yayılması için, canlarını veren şehîdlerin doğru yoluna sarılmalı, türedi dinde reformcuların zehrli, zararlı yazılarına aldanmamalıyız!

Fekat ne yazık ki, Kâhire mason locası başkanı olan Abduhun zehrli fikrleri, bir yandan Mısrda (Câmi'ul-ezher) medresesine yayıldı. Böylece Mısrda, Reşîd Rızâ ve Ezher medresesi Rektörü Mustafâ Merâgî ve Kâhire müftîsi Abdülmecid Selîm ve Mahmûd Şeltüt ve Tentâvî Cevherî ve Abdürrâzık pâşa ve Zekî Mubârek ve Ferîd Vecdî ve Abbâs Akkâd ve Ahmed Emîn ve Doktor Tâhâ Hüseyn pâşa ve Kâsım Emîn ve Hasen Bennâ gibi (Dinde reformcular) türedi. Bir yandan da, üstâdları Abduha yapıldığı gibi, bunlara da ilerici islâm âlimi denilerek, kitâbları türkçeye terceme edildi. Câhil din adamlarının ve gençlerin doğru yoldan kaymalarına sebeb oldular.

Büyük islâm âlimi, ondördüncü asrın müceddidi olan seyyid Abdülhakîm Efendi (rahmetullahi aleyh), (Kâhire müftîsi Abduh, islâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamamış, islâm düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak islâmiyyeti içerden yıkan azılı kâfirlerden olmuşdur) buyurdu.

Abduh gibi küfre veyâ bid'ate, dalâlete sürüklenenler, kendilerinden sonra gelen genç din adamlarını da doğru yoldan çıkarmak için, âdetâ birbirleri ile yarış etmişler, (Ümmetimin felâketi, fâcir [sapık] olan din adamlarından olacakdır) hadîs-i şerîfinin haber verdiği felâketlere ön-ayak olmuşlardır.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Abduh 1323 [m. 1905] de Mısrda ölünce, yetişdirmiş olduğu çömezleri de, boş durmamış, kahr ve gadab-ı ilâhînin tecellîsine sebeb olan çok sayıda zararlı kitâblar neşr etmişlerdir. Bunlardan biri, Reşîd Rızânın (Muhâverât) kitâbıdır. Bu kitâbında, üstâdı gibi, Ehl-i sünnetin dört mezhebine saldırmış, mezhebleri fikr ayrılığı sanarak ve ictihâd üsûl ve şartlarını, teassub ve münâkaşa şeklinde göstererek, (islâm birliğini bozmuşlardır) diyecek kadar dalâlete düşmüşdür. Dört mezhebden birini taklîd eden, bin seneden beri gelmiş milyonlarca hâlis müslimân ile âdetâ alay etmişdir. Asrın ihtiyâclarını karşılamayı, dîni, îmânı değişdirmekde arayacak kadar islâmiyyetden uzaklaşmışdır. Dinde reformcuların birleşdikleri tek nokta, kendilerini gerçek müslimân ve asrın ihtiyâclarını kavramış, geniş kültür sâhibi bir islâm âlimi olarak tanıtmaları, islâm kitâblarını okuyup, anlayıp, Resûlullahın vârisi oldukları müjdelenmiş ve (Zemânların en hayrlısı, onların zemânıdır) hadîs-i şerîfi ile övülmüş Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden hakîkî, sâlih müslimânlara da, avâm gibi düşünen taklîdciler demeleridir. İslâmiyyet ahkâmından, fıkh bilgilerinden haberleri olmadığını, yanî din bilgilerinden mahrûm, kara câhil olduklarını, konuşmaları ve yazıları açıkca gösteriyor. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), (İnsanların en üstünü îmânı doğru olan âlimlerdir) ve (Din âlimleri, Peygamberlerin vârisleridir) ve (Kalb bilgileri, Allahın esrârından bir sırdır) ve (Âlimlerin uykusu ibâdetdir) ve (Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Onlar, yer yüzünün yıldızlarıdır) ve (Âlimler kıyâmet günü şefâat edeceklerdir) ve (Fıkh âlimleri kıymetlidir. Onlarla berâber bulunmak ibâdetdir) ve (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında olan Peygamber gibidir) hadîs-i şerîfleri ile, binüçyüz seneden beri gelmiş olan Ehl-i sünnet âlimlerini mi medh buyuruyor? Yoksa, bunlardan sonra türemiş olan Abduhu ve çömezlerini mi övüyor? Bu süâle yine Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz cevâb vermekde, (Her asr, önceki asrdan dahâ kötü olacakdır. Böylece, kıyâmete kadar bozulacakdır!) ve (Kıyâmet yaklaşdıkça, din adamları eşek leşinden dahâ bozuk, dahâ kokmuş olacaklardır) buyurmakdadır. Bu hadîs-i şerîfler, (Tezkire-i Kurtubî muhtasarı)nda yazılıdır. Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) medh ve senâ buyurduğu islâm âlimlerinin hepsi ve binlerle Evliyânın hepsi, sözbirliği ile bildiriyor ki, Cehennemden kurtulacağı müjdelenen bir fırka, (Ehl-i sünnet vel-cemâat) denilen âlimlerin mezhebidir. Ehl-i sünnet olmıyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Yine bildiriliyor ki, (Mezheblerin telfîkı) bâtıldır. Yanî, dört mezhebin kolaylıklarını toplayıp uydurma tek bir mezheb yapmanın bâtıl, saçma birşey olacağını da sözbirliği ile bildirmişlerdir.

Aklı olan kimse, bin seneden beri gelmiş olan islâm âlimlerinin (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) sözbirliği ile övdükleri Ehl-i sünnet mezhebine mi uyar? Yoksa, yüz seneden beri türemiş olan kültürlü (!), ilerici din câhillerine mi inanır?

Cehenneme gidecekleri, hadîs-i şerîflerle bildirilmiş olan yetmişiki fırkanın ileri gelenleri, çenesi kuvvetli olanları, her zemân, Ehl-i sünnet âlimlerine (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) saldırmışlar, bu mubârek müslimânları lekelemeğe yeltenmişler ise de, kendilerine âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle cevâb verilerek rezîl edilmişlerdir. Ehl-i sünnete karşı, ilm ile başarı sağlıyamıyacaklarını görünce, eşkiyâlığa, zorbalığa başlamışlar, her asrda binlerce müslimân kanı dökülmesine sebeb olmuşlardır. Ehl-i sünnetin dört mezhebinde bulunan hakîkî müslimânlar ise, hep birbirlerini sevmişler, kardeş olarak yaşamışlardır.

Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), (İş hayâtında, müslimânların mezheblere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir) buyuruyor. 1282 [m. 1865] senesinde doğmuş ve 1354 [m. 1935] de Kâhirede füc'eten ölmüş olan Reşîd Rızâ gibi dinde reformcular ise, mezhebleri birleşdirerek, islâm birliği kuracaklarını söylüyorlar. Hâlbuki Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yeryüzündeki bütün müslimânların tek bir îmân yolunda, dört halîfesinin doğru yolunda, birleşmelerini emr buyurdu. İslâm âlimleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmain), elele vererek, çalışıp, dört Halîfenin i'tikâd yolunu kitâblara geçirdiler. Peygamberimizin emr etdiği bu tek yola, (Ehl-i sünnet vel-cemâat) ismini verdiler. Yeryüzündeki bütün müslimânların bu tek (Ehl-i sünnet) yolunda birleşmeleri lâzımdır. İslâmda birlik istiyenler, sözlerinde samîmî iseler, mevcûd olan bu birliğe katılmalıdırlar. Fekat, ne yazıkdır ki, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışan masonlar, ingilizler, hep böyle yaldızlı sözlerle müslimânları aldatmışlar, (işbirliği sağlıyacağız) maskesi altında (îmân birliği)ni parçalamışlardır.

İslâm düşmanları, tâ ilk asrdan beri, islâmiyyeti yoketmek için çalışıyorlar. Şimdi de, masonlar, komünistler, yehûdîler, hıristiyanlar, çeşidli plânlarla saldırıyorlar. Cehenneme gidecekleri bildirilmiş olan sapık müslimânlar da, doğru yolda olan Ehl-i sünneti lekelemek, müslimânları doğru yoldan ayırmak için, hîle ve iftirâ yapıyorlar. Böylece, islâm düşmanları ile işbirliği yaparak, Ehl-i sünneti yıkmağa uğraşıyorlar. Bu saldırıların öncülüğünü (İngilizler) yapdı. Bütün imperatorluk kaynaklarını, hazînelerini, silahlı kuvvetlerini, donanmasını, tekniğini, politikacılarını ve yazarlarını bu alçak savaşlarında ileri sürdü. Böylece, dünyânın en büyük iki islâm devleti olan ve Ehl-i sünnetin bekçisi bulunan Hindistândaki Gürgâniyye ve üç kıt'a üzerine yayılmış bulunan Osmânlı islâm devletlerini yıkdı. Bütün memleketlerde islâmın değerli kitâblarını yok etdi. İslâm bilgilerini birçok yerlerden sildi, süpürdü. İkinci cihân harbinde, komünistler yok olmak üzere iken, bunların kuvvetlenmelerine, yayılmalarına sebeb oldu. Müslimânların mukaddes yerleri olan Filistinde yehûdî devletinin kurulması için çalışan Siyonizm (Sihyûniyye) teşkilâtını, İngiliz başvekîllerinden James Balfour, 1917 de meydâna getirdi. İngiliz hükûmeti, bu işi senelerce destekleyip, 1366 [m. 1947] da İsrâil devletinin kurulmasını sağladı. Yine İngiliz hükûmeti, Arabistân yarımadasını Osmânlılardan alıp, Süûd oğullarına teslîm ederek, 1351 [m. 1932] de, sapık i'tikâdlı, vehhâbî devleti kurulmasını sağladı. Böylece islâmiyyete en büyük darbeyi vurdu. Vehhâbîlerin, ingilizlerden aldıkları emrler ile, Hicâzdaki müslimânlara yapdıkları zulm ve işkenceler, (Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının sonunda uzun yazılıdır.

Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki, (Hilâfet-i islâmiyyenin bir ân evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşüncesidir. Kırım muharebesine sebeb olmaları ve burada türklere yardım etmeleri, hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunde yapdıkları teklîflerde ingilizler, bu düşmanlıklarını açıkca göstermişlerdir.] Her zemân müslimânların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Bu siyâsetin sebebi, islâmiyyetden korkmalarıdır. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı ingilizlerdir.) Abdürreşîd efendi, 1363 [m. 1944]de Japonyada vefât etdi.

İngilizler, yüzyıllardır islâm memleketlerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce müslimânı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, (insanlığa yardım, kardeşlik) gibi lâflarla, seve seve dinden çıkmalarına, mürted olmalarına sebeb olmuşdur. İslâmiyyeti büsbütün yok etmek için, bu mürted masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Mustafâ Reşîd pâşa, Âlî pâşa, Fuâd pâşa, Midhad pâşa, Talat pâşa, Cemâl pâşa ve Enver pâşa gibi masonları, islâm devletlerinin yıkılmalarında kullanıldıkları gibi, Cemâleddîn-i Efgânî ve Muhammed Abduh gibi masonlar ve yetişdirdikleri çömezler de, islâm bilgilerini bozmağa, yok etmeğe âlet olmuşlardır. Bu mason din adamlarının yazdıkları yüzlerce yıkıcı, bozucu din kitâbları arasında Mısrlı Reşîd Rızânın (Muhâverât) kitâbı, arabîden çeşidli dillere terceme edilerek, islâm memleketlerine dağıtılmakda, müslimânların dinlerini ve îmânlarını bozmağa çalışmakdadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) kitâblarını okumamış, anlıyamamış birkaç genç din adamının da bu akıntıya kapılarak felâkete sürüklendikleri ve başkalarının da felâketlerine sebeb oldukları görülmekdedir.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
(Muhâverât) kitâbı, 88.ci sahîfede bildirilmişdir. Bu kitâbda, Ehl-i sünnetin dört mezhebine çatılmakda, islâm bilgilerinin dört kaynağından biri olan (İcmâ’-ı ümmet) inkâr edilmekde, herkes; Kitâbdan, Sünnetden kendi anladığına göre amel etmeli denilmekdedir. Böylece, islâm bilgilerini kökünden yıkmağa çalışmakdadır. Müslimân kardeşlerimize, bu kitâbın bozukluğunu ve zararlarını anlatmak için (Din adamı bölücü olmaz) kitâbını hâzırlıyarak, türkçe, ingilizce ve arabî dillerinde neşr eyledik. Ayrıca, büyük islâm âlimi Abdülganî Nablüsînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hulâsat-üt-tahkîk fî-beyân-ı hükm-ittaklîd vettelfîk) ve Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Huccetullahi alel’âlemîn) ve Muhammed Hayât Sindînin (Gâyet-üt-tahkîk) risâlesi ve Hind âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Seyf-ül-ebrâr) kitâblarının, o zararlı kitâba tam bir cevâb olduklarını görüp, bu dört kitâbı da ofset yolu ile teksîr ve neşr eyledik.

(Hulâsat-üt-tahkîk) sonunda buyuruyor ki, (müslimânlar, yâ müctehid olur, yâhud, ictihâd derecesine yükselmemişdir. Müctehid de, yâ (Mutlak müctehid) olur. Yâhud, (Mukayyed müctehid) olur. Mutlak müctehidin, başka bir müctehidi taklîd etmesi câiz değildir. Kendi ictihâdına uyması lâzımdır. Mukayyed müctehidin ise, bir mutlak müctehidin mezhebinin usûllerine uyması vâcibdir. Bu usûllere uyarak yapacağı kendi ictihâdına uyar.

Müctehid olmıyanlar, dört mezhebden dilediğine uyar. Fekat, bir işi bir mezhebe göre yaparken, bu mezhebin, bu işin sahîh olması için şart etdiği şeylerin hepsini yapması lâzımdır. Bu şartlardan birini yapmazsa, bu işi sahîh olmaz. Bu işin bâtıl olacağı sözbirliği ile bildirilmişdir. Bir mezhebin dahâ üstün olduğuna inanması şart değil ise de, herkesin, kendi mezhebinin üstün olduğuna inanması iyi olur. Bir ibâdeti veyâ bir işi yaparken, birkaç mezhebi (Telfîk etmek), ya’nî bu işi bu mezheblerin birbirlerine uymıyan sözlerine göre yapmak, dört mezhebden çıkmak ve beşinci bir mezheb meydâna getirmek olur. Bu iş, karışdırmış olduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh olmaz, bâtıl olur. Dîni oyuncak yapmış olur. Bunun için, (Havz-ı kebîr)den az olan ve kulleteyn denilen mikdârdan az olmıyan bir suyun içine necâset düşmüş, suyun rengi, kokusu veyâ tadı değişmemiş olup, bu su ile abdest alırken niyyet etmez ise ve abdest uzvlarını sıra ile yıkamaz ve uğmaz ve birbirleri ardı sıra çabuk yıkamazsa ve Besmele ile başlamazsa, bunun abdesti, dört mezheb imâmlarının hiçbirine göre sahîh olmaz. Buna sahîh diyen, beşinci bir mezheb uydurmuş olur. Bir müctehidin dahî, dört mezhebin sözbirliğine uymıyan beşinci bir söz söylemesi câiz değildir. [Yukarıda ismi geçen (Kulleteyn) mikdârı suyun ne demek olduğu (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbında uzun bildirilmişdir.] Sadr-üş-şerî’a, (Tavdîh) kitâbında diyor ki, (Bir işin yapılması için, Eshâb-ı kirâmdan iki dürlü haber gelmiş ise, sonradan gelenlerin, bir üçüncüsünü söylemeleri, söz birliği ile câiz değildir. Her asrın âlimleri de, Eshâb-ı kirâm gibidir diyenler oldu). Molla Husrev “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mir’ât-ül-üsûl)de diyor ki, (Bir işin yapılmasında, birinci asrın âlimlerinden, birbirlerine benzemiyen iki haber gelmiş ise, bu iş için üçüncü bir söz söylemenin câiz olmadığı icmâ’ ile bildirilmişdir. Her asrın alimlerinin de, Eshâb-ı kirâm gibi olduğunu söylemek sahîhdir). Celâleyn tefsîrinin ilk yazarı Celâleddîn-i Mihallî, Süyûtînin (Cem’ul Cevâmi’)i şerhinde diyor ki, (İcmâ’a muhâlefet harâmdır. Âyet-i kerîme ile men’ edilmişdir. Bunun için, Selefin ihtilâf etdiği bir iş için, üçüncü bir söz söylemek harâm olur).

Bir ameli iki veyâ üç veyâ dört mezhebin birbirlerine uymıyan sözlerine göre yapmak, bu mezheblerin icmâ’ını bozar. Bu ameli bu mezheblerden hiç birine göre sahîh olmaz. Ya’nî, (Telfîk) câiz değildir. Kâsım bin Katlûbega, (Tashîh)de diyor ki, (Bir işi iki muhtelif ictihâda uyarak yapmanın sahîh olmıyacağı sözbirliği ile bildirildi. Bunun için, abdest alırken başının hepsini mesh etmiyen kimse, köpeğe değdikden sonra nemâz kılarsa, bu nemâzı sahîh olmaz. Böyle nemâzın, sözbirliği ile bâtıl olduğu Şâfi’î âlimlerinden Şihâbüddîn Ahmed bin İmâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Tevkîfül-hükkâm) kitâbında da yazılıdır). Yukarıda yazılı kimse, başının hepsini mesh etmediği için, imâm-ı Mâlik “rahmetullahi teâlâ aleyh”, köpeğe süründüğü için de imâm-ı Şâfi’î “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunun abdesti ve nemâzı sahîh olmaz dediler.

Hanefî âlimlerinden Muhammed Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Taklîd) risâlesinde diyor ki, (Başka bir mezhebi taklîd edebilmek için üç şart vardır: Birinci şart, İbni Hümâm (Tahrîr)de yazıyor ki, kendi mezhebine göre başladığı bir işi, başka mezhebe uyarak temâmlıyamaz. Meselâ, Hanefîye göre aldığı abdest ile Şâfi’îye göre nemâz kılamaz. İkinci şart, İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında, Ahmed bin İdrîs Karâfîden alarak diyor ki, taklîd etdiği iki mezheb de, bu (Müleffak) işe bâtıl dememelidir. Abdest alırken, Şâfi’îye uyarak a’zâlarını uğmaz ve Mâlikîye uyarak nikâh ile alması câiz olan kadına dokunursa, bu abdest ile kıldığı nemâz, bu iki mezhebe göre de sahîh olmaz. Üçüncü şart, mezheblerin kolaylıklarını toplamamalıdır. İmâm-ı Nevevî ve birçok âlimler, bu şarta çok ehemmiyyet vermekdedir. İbni Hümâm, bu şartı bildirmemişdir. Hasen Şernblâlî, (İkd-ül-ferîd)de diyor ki, (Hanefîye uyarak velîsiz veyâ Mâlikîye uyarak şâhidsiz yapılan iki nikâhdan her biri sahîh olur. Fekat hem velîsiz, hem de şâhidsiz olan bir nikâh sahîh olmaz). Avâmın bu şartı gözetmesi çok güç olduğundan, câhillerin başka mezhebi, zarûret olmadan taklîd etmeleri men’ edilmişdir. Bir âlime sorup öğrenmeden taklîd etmeleri sahîh olmaz denilmişdir.) Muhammed Bağdâdînin yazısı burada temâm oldu.

İsmâ’îl Nablüsî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Dürer) şerhini şerh ederken (İkd-ül-ferîd)den alarak diyor ki, (İnsanın bir mezhebe bağlı kalması şart değildir. Başka mezhebi taklîd ederek de işini yapabilir. Fekat, bu iş için, o mezhebde olan şartların hepsini yerine getirmesi lâzımdır. Birbirine bağlı olmıyan iki işi, başka iki mezhebe uyarak başka dürlü yapabilir). Başka mezhebi taklîd ederken, şartların hepsini yapmak lâzım demek, telfîkin sahîh olmadığını bildirmekdedir.

Hanefî âlimlerinden Abdürrahmân İmâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mukaddime) kitâbında diyor ki, (Bir kimse, zarûret olunca, başka üç mezhebden birini taklîd edebilir. Fekat, o mezhebin bu iş için bildirdiği şartların hepsini de yapması lâzımdır. Meselâ, hanefî mezhebinde olan bir kimsenin, şâfi’îyi taklîd ederek necâset bulaşmış kulleteyn mikdârı sudan abdest alırken, niyyet etmesi ve tertîbi gözetmesi ve imâm arkasında Fâtiha okuması ve ta’dîl-i erkânı muhakkak yapması lâzımdır. Bunları yapmazsa, nemâzının bâtıl olacağı sözbirliği ile bildirilmişdir). Başka mezhebi taklîd için, zarûret hâlinde olmasını yazması lâzım değildi. Burada zarûret demekle, ihtiyâcı bildirmiş olmakdadır. Çünki, âlimlerin çoğuna göre, insanın dâimâ aynı bir mezhebe uyması lâzım değildir. Kendi mezhebine uyarken, harac, meşakkat hâsıl olursa, başka mezhebi taklîd edebilir. Bu yazılarımız telfîkin sahîh olmadığını göstermekdedirler.

İbni Hümâmın (Tahrîr) kitâbında, telfîkın sahîh olduğunu gösteren bir yazı yokdur. Muhammed Bağdâdî ve İmâm-ı Münâvî, İbni Hümâmın (Feth-ul-kadîr) kitâbında, (İctihâd ve burhân ile, başka mezhebe nakl etmek günâhdır. Böyle kimse ta’zîr olunur. İctihâd ve burhân olmadan nakl ise dahâ fenâdır. Nakl, işlerini, ibâdetlerini başka mezhebe göre yapmakdır. Nakl etdim demekle olmaz. Buna va’d denir. Nakl denmez. Böyle söz vermekle, o mezhebe tâbi’ olması vâcib olmaz. (Bilmediğinizi bilenlerden sorunuz!) âyet-i kerîmesi, âlim olduğu bilinen [çok zan olunan] kimseden hükm istemeği emr etmekdedir. Âlimlerin, mezheb değişdirmeği yasak etmeleri, mezheblerin kolaylıklarını toplamağı önlemek içindir. Âlimlerin çoğuna göre, her müslimân, başka başka işlerinde, kendine kolay gelen ictihâda uyabilir) dediğini bildirdiler. Bir câhil, İbni Hümâmın (Her müslimân, her işinde, kendine kolay gelen ictihâda uyabilir) sözü, telfîkın sahîh olduğunu gösteriyor derse, bu anlayışı yanlışdır. Çünki o söz, bir işin hepsini bir mezhebe göre yapmağı gösteriyor. Bir işi çeşidli mezheblere uyarak yapmağı göstermiyor. Bunu anlıyamıyan mezhebsizler ve dinde reformcular, İbni Hümâmı kendilerine yalancı şâhidi gösteriyorlar. Hâlbuki İbni Hümâm, (Tahrîr) kitâbında, telfîkın câiz olmadığını açıkca yazmakdadır.

Dinde reformcular, İbni Nüceymin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Kâdihân fetvâsında, vakf toprak, gaben-i fâhiş ile satılırsa, Ebû Yûsüfe göre, gaben-i fâhiş olduğu için câiz olmaz. İmâm-ı a’zama göre ise, vakf görevlisinin satış için yapdığı vekîlinin gaben-i fâhiş ile satması câiz olur diyor. Ebû Yûsüfe göre vakfın istibdâl yolu ile satılması, Ebû Hanîfeye göre de, vekîlin gaben-i fâhiş ile satması câiz olup, iki ictihâd birleşdirilerek, bu satış sahîh olur) yazısını telfîkın sahîh olacağına misâl gösteriyorlar. Hâlbuki, buradaki telfîk, bir mezheb içinde olmakdadır. İkisinin de sözleri, aynı üsûlden çıkmışdır. İki mezhebin telfîkı böyle değildir. İbni Nüceymin telfîka câiz demediği, (Kenz) kitâbına yapdığı (Bahr-ür-râık) şerhindeki, (Başka mezhebdeki cemâ’ate imâm olanın, o mezhebin şartlarına da uyması lâzımdır) sözünden de anlaşılmakdadır.) (Hulâsat-üt-tahkîk) sonundan terceme temâm oldu.
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Hindistân âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Seyf-ül-ebrâr-il-meslûl alel-füccâr) kitâbında, fârisî olarak buyuruyor ki, allâme hâfız Hasen bin Muhammed Tayyıbî, (Mişkat) şerhinde (Kolaylaşdırınız! Güçleşdirmeyiniz!) hadîs-i şerîfini açıklarken, (Mezheblerin kolaylıklarını toplayan zındık olur) demişdir. Tayyıbî 743 [m. 1343] de Şâmda vefât etmişdir. (Seyf-ül-ebrâr) kitâbının birinci baskısı, 1300 [m. 1882] senesinde Hindistânda yapılmışdır. Hakîkat kitâbevi tarafından 1415 [m. 1994] de yeniden tab’ edilmişdir. Demek oluyor ki:

1 — Her müslimânın, bir ibâdet, bir iş yaparken, dört mezhebden birine uyması lâzımdır. Dört mezhebin âlimlerinden başka bir âlime uymak câiz değildir.

2 — Her müslimân, kendine kolay gelen, dilediği bir mezhebe uyabilir. Bir işini bir mezhebe, başka işini başka mezhebe göre yapabilir.

3 — Bir işi çeşidli mezheblere uyarak yapmağa gelince, o mezheblerden birinde, bu işin sıhhati için şart olan şeylerin hepsini yapmak lâzımdır. Bu iş, bu mezhebe göre sahîh olur. Buna (Takvâ) denir, çok iyi olur. Bu mezhebi (Taklîd) etmiş, diğer mezhebleri de gözetmiş olur. Bir mezhebi taklîd etmek, bunun bütün şartlarını yerine getirmekle câiz olur. Bir ibâdeti, bir işi uyduğu mezheblerin hiçbirine göre sahîh olmaz ise, buna (Telfîk) denir. Telfîk, hiçbir sûretle câiz değildir.

4 — İnsan, seçdiği mezhebe her zemân bağlı kalmağa mecbûr değildir. Dilediği zemân başka mezhebe nakl edebilir. Bir mezhebe tâbi’ olmak için, bu mezhebin fıkh bilgilerini iyi öğrenmek lâzımdır. Bu da ilmihâl kitâblarından öğrenilir. Bunun için, hep bir mezhebe bağlı kalmak kolay olur. Bir mezhebden ayrılıp, başka mezhebe intikâl etmek veyâ her hangi bir işde başka mezhebi taklîd etmek güçdür. Başka mezheb, ancak ihtiyâc hâlinde, ya’nî harac bulununca ve bütün şartlarına uyarak taklîd edilebilir.

Başka mezhebin de fıkh bilgilerini öğrenmek güç olduğu için, câhillerin, ya’nî fıkh bilgisi olmıyanların başka mezhebi taklîd etmelerini fıkh âlimleri men’ etmişlerdir. Meselâ (Bahr-ül-fetâvâ)da, (Hanefî mezhebinde olanın yarası durmadan aksa, her nemâz vaktinde abdest alması güç olsa, Şâfi’î mezhebine uyarak nemâz kılması câiz olmaz) denilmekdedir. Çünki, Şâfi’î mezhebinin şartlarına da uymayınca, nemâzı sahîh olmaz. İbni Âbidîn ta’zîr bahsinde bunu geniş anlatmakdadır. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, câhillerin ibâdetlerini fesâddan korumak için, harac, ya’nî meşakkat olmadıkça, mezheb taklîd etmelerine izn vermemişlerdir.

Tahtâvî, (Dürr-ül-muhtâr hâşiyesinde), Zebâyıh kısmında diyor ki, (Tefsîr âlimlerinden ba’zısı buyurdu ki, (Âl-i İmrân) sûresinin yüzüçüncü (Allahın ipine sarılınız!) âyet-i kerîmesi, fıkh âlimlerinin bildirdiklerine sarılınız demekdir. Fıkh kitâblarına uymıyanlar, dalâlete düşer ve Allahü teâlânın yardımından mahrûm kalır ve Cehennem ateşinde yanar. Ey îmân sâhibleri! Bu âyet-i kerîmeyi düşünerek, Cehennemden kurtulacağı müjdelenmiş olan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasına sarılınız! Çünki, Allahü teâlânın rızâsı, yardımı, bu fırkadan olanlaradır. Bu fırkadan olmayanlara, Allahü teâlâ gadab edecek. Cehennemde azâb yapacakdır. Ehl-i sünnet olmak için, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzımdır. Bu dört mezhebden birine uymıyan kimse, Ehl-i sünnet değildir. Yetmişüç fırkadan yalnız biri Ehl-i sünnetdir. Diğer yetmişiki fırka bid’at sâhibidir. Cehenneme gidecekdir. Bunlara (Dinde reformcu) denir. Zındık olmakdan kurtulmak için, bir mezhebe girmek, ya’nî Ehl-i sünnet olmak lâzımdır). Dört mezhebin kolaylıklarını toplıyan kimse, dört mezhebden hiçbirine uymamış, Ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Mezhebsiz olur. Görülüyor ki, dört mezhebden hiçbirine uymıyan kimse, mezhebsizdir. Dört mezhebi telfîk eden, ya’nî dört mezhebi karışdıran, mezhebsizdir. Dört mezhebden yalnız birini taklîd ediyor ise de, bir inanışı, Ehl-i sünnet i’tikâdına uymıyor ise, bu kimse de mezhebsizdir. Bu üç kimse, Ehl-i sünnet değildir. Bid’at sâhibidirler. Dalâlet yolunu taklîd etmekdedirler. Hakîkî müslimânlar ise, dört mezhebden birini, ya’nî hak yolu taklîd ederek, Ehl-i sünnet olmakdadır. Dört mezhebin îmân bilgileri aynıdır. İbâdetlerinde ufak ayrılıklar var ise de, bu farklar, Allahü teâlânın rahmetidir. Herkes dört mezhebden, kendine kolay geleni seçer.

İlm olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,
öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,

kurtulmaya çalışmalı, başdan başa millet,
kâfi değil mi yoksa, bu son ders-i felâket?

Bu felâket dersi, neye mal oldu, düşünsen,
beynin eriyip, yaş gibi, damlardı gözünden.

Son olaylar, ne demekdir, bilsen ne demekdir:
Gelmezse eğer, kendine millet, gidecekdir.

Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,
zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.

Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalışmak lâzım,
dîne bağlı, atomla silâhlı er olmak lâzım!

Din bilgisi, harb gücü, ileri olmak gerek,
ikisidir ancak, millete huzûr verecek.

Başka sözlere, artık aldanma aç gözünü,
bu ikisi edecekdir, mahşerde ak yüzünü!
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Ehl-i sünnet i’tikâdı

Ehl-i sünnet i’tikâdı

Aşağıdaki satırları, Allahü teâlâya hamd ederek yazıyorum. Hamd, bütün ni’metleri Allahü teâlânın yaratdığına ve gönderdiğine inanmak ve söylemek demekdir. Ni’met, fâideli şeyler demekdir. Şükr, bütün ni’metleri ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak kullanmak demekdir. Ni’metler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, meşhûr olan dört mezhebin âlimleridir.

İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi aleyh” (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, müslimân olan bir kimseye, ilk önce (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) kelimesinin ma’nâsını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye (Kelime-i tevhîd) denir. Her müslimânın, kelime-i tevhîdin ma’nâsına hiç şübhe etmeden, yalnız inanması yetişir. Bunları, delîl ile isbât etmesi ve akla uydurması farz değildir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, arablara, delîl ile bilmelerini ve bu delîlleri de söylemelerini, şübhelerini araşdırıp, bunların çözülmesini emr buyurmadı. Yalnız inanmalarını, şübhe etmemelerini emr eyledi. Herkesin böyle kısaca îmân etmesi yetişir. Fekat, her şehrde birkaç din âliminin bulunması farz-ı kifâyedir. Bunların, delîlleri bilmesi, şübheleri gidermesi, süâlleri çözmeleri vâcibdir. Bunlar, mü’minlerin çobanı gibidir. Bir tarafdan, onlara i’tikâd, ya’nî îmân bilgisi öğretir. İ’tikâdlarını korur. Bir tarafdan da din düşmanlarının iftirâlarına cevâb verirler.

Kelime-i tevhîdin ma’nâsını, Kur’ân-ı kerîm bildirmekde, Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem” bu bildirilenleri açıklamakdadır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu açıklamaları öğrendi ve kendilerinden sonra gelenlere bildirdiler. Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini hiç değişdirmeden, olduğu gibi, kitâblara geçirerek bizlere ulaşdıran yüksek din âlimlerine (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Herkesin, Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenmesi, bu inançda birleşmeleri, sevişmeleri lâzımdır. Se’âdetin tohumu, bu i’tikâddır ve bu i’tikâdda birleşmekdir.

Kelime-i tevhîdin ma’nâsını, Ehl-i sünnet âlimleri şöyle bildiriyor: İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı, O yaratmışdır. Bu yaratan birdir. Ortağı, benzeri yokdur. Bir ikincisi yokdur. O, hep var idi. Varlığının başlangıcı yokdur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. Onun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir. Hiçbir sebebe ihtiyâcı yokdur. Ona muhtâç olmıyan hiçbirşey yokdur. Herşeyi var eden, her vârı her an varlıkda durduran Odur. O, madde değildir. Cism değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yokdur. Ölçülmez. Nasıldır diye sorulmaz. O deyince, akla hayâle gelen herşey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep Onun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen herşeyi, O yaratmakdadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yokdur. Her varlık, Arşın altındadır. Arş ise, Onun kudreti, kuvveti altındadır. O, Arşın üstündedir. Fekat bu, Arş Onu taşıyor demek değildir. Arş, Onun lutfu ve kudreti ile vardır. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de, hep öyledir. Onda değişiklik olmaz. Onun sıfatları vardır. (Sıfât-ı sübûtiyye)si sekizdir: Hayât, ilm, sem’, basar, kudret, irâde, kelâm, tekvîn. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olmak, kusûrdur. Onda kusûr, noksanlık yokdur. Hiçbir mahlûkuna benzemez ise de, bu dünyâda, Onu kendisinin bildirdiği kadar bilmek ve âhıretde görmek vardır. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da, anlaşılamadan görülecekdir. [1.ci cild, 46.cı mektûbu okuyunuz!]

Küllümâ hatara bî-bâlike, Allahü gayrü zâlike.

Allahü teâlâ, kullarına, Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtası ile kullarına, se’âdete ve felâkete sebeb olan işleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, son Peygamberi olan (Muhammed) “aleyhisselâm”dır. Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak gönderilmişdir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyânın her yerinde, herkesin, o yüce Peygambere tâbi’ olması, uyması lâzımdır. İmâm-ı Gazâlînin yazısı burada temâm oldu. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, islâmın en büyük âlimlerindendir. Yüzlerce kitâb yazmışdır. Kitâblarının hepsi çok kıymetlidir. Hicretin dörtyüzelli (450) senesinde Tûs, ya’nî Meşhed şehrinde tevellüd, 505 [m. 1111] senesinde orada vefât etdi.

Büyük âlim ve mürşid-i kâmil seyyid Abdülhakîm Arvâsî “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” üç dürlü vazîfesi vardı: Birincisi, ahkâm-ı Kur’âniyyeyi, ya’nî îmân edilecek bilgileri ve ahkâm-ı fıkhıyyeyi bütün insanlara (teblîg) etmek, bildirmek idi. Ahkâm-ı fıkhıyye, yapılması emr veyâ yasak edilen işlerdir. Bu bilgilere (Ahkâm-ı islâmiyye) denir. İkinci vazîfesi, Kur’ân-ı azîmüşşânın ahkâm-ı ma’neviyyesini, ya’nî Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âid ma’rifetleri, yalnız ümmetinin yüksek olanlarının kalblerine akıtmakdır. Bu vazîfeyi, birinci teblîg vazîfesi ile karışdırmamalıdır. Mezhebsiz olan kimseler, bu ikinci vazîfeye inanmıyorlar. Hâlbuki, Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” iki dürlü ilm öğrendim. Bunlardan birini sizlere bildirdim. İkincisini söylersem, beni öldürürsünüz). Ebû Hüreyrenin bu sözü, (Buhârî) ve (Mişkât)da ve (Hadîka)da ve (Müjdeci Mektûblar)ın 267. ci mektûbunda yazılıdır. Üçüncü vazîfesi, ahkâm-ı fıkhıyyeyi, va’z ile, nasîhat ile yapmıyan müslimânlara, kuvvet kullanarak, zor ile yapdırmakdır.

Resûlullahdan sonra “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfeden herbiri “radıyallahü anhüm”, bu üç vazîfeyi tam olarak başardı. Hazret-i Hasenin “radıyallahü anh” imâmeti zemânında, fitneler, bid’atler çoğaldı. İslâmiyyet üç kıt’aya yayıldı. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûru, yer yüzünden uzaklaşdı. Sahâbe-i kirâm “radıyallahü anhüm” azaldı. Bu üç vazîfeyi, bir kişi yapamaz oldu. Bu üç vazîfe, başka başka üç sınıfa ayrıldı. Üsûl ve fürû’ ahkâmını teblîg vazîfesi, ya’nî îmânı ve ahkâm-ı fıkhiyyeyi [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi] bildirmek vazîfesi, din imâmlarına, ya’nî müctehidlere verildi. Bu müctehidlerden îmânı bildirenlere (Mütekellimîn), fıkhı [ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi] bildirenlere (Fukahâ) denildi. İkinci vazîfe, ya’nî dileyen müslimânları, Kur’ân-ı azîmüşşânın manevî ahkâmına kavuşdurmak, Ehl-i beytin oniki imâmına ve tesavvuf büyüklerine verildi. Cüneyd-i Bağdâdî ve Sırrî-yi Sekatî bunlardandır. Cüneyd-i Bağdâdî, hicretin 207. ci senesinde tevellüd, 298 [m. 911] de Bağdâdda vefât etdi. Sırrî-yi Sekatî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 251 de Bağdâdda vefât etdi.

[Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizin bu ikinci vazîfesini oniki imâmdan öğrenerek, tesavvuf ilmini meydâna getirdiler. Ba’zıları Evliyâya, kerâmetlere ve tesavvufa inanmıyorlar. Onların bu inanmamaları, oniki imâmla ilgileri olmadığını göstermekdedir. Ehl-i beytin yolunda olsalardı, Peygamberimizin bu ikinci vazîfesini oniki imâmdan öğrenirler, içlerinden tesavvuf âlimleri, Velîler yetişirdi. Bunlar yetişmediği gibi, bunların bulunduğuna da inanmıyorlar. Görülüyor ki, oniki imâm Ehl-i sünnetin imâmlarıdır. Ehl-i beyti seven ve oniki imâmın yolunda olanlar Ehl-i sünnetdir. İslâm âlimi olabilmek için, Resûlullahın bu iki vazîfesinde, kendisinin vârisi olmak lâzımdır. Ya’nî, bu ilmlerin ikisinde de mütehassıs olmak lâzımdır. İşte böyle büyük âlimlerden biri olan Abdülganî Nablüsî, (Hadîkat-ün-nediyye) kitâbının 233 ve sonraki sahîfelerinde ve 649. cu sahîfesinde Kur’ân-ı kerîmin ma’nevî ahkâmını gösteren hadîs-i şerîfleri bildirmekde, buna inanmamanın, câhillik ve nasîbsizlik alâmeti olduğunu, yazmakdadır.]

Üçüncü vazîfe, ya’nî ahkâm-ı dîniyyeyi kuvvet ile, satvet ve saltanat ile yapdırmak işi, meliklere ve sultânlara, ya’nî hükûmetlere verildi. Birinci sınıfın kısmlarına (Mezheb), ikincisinin kısmlarına (Tarîkat), üçüncüsüne de (Kanûn) denildi. Îmânı bildiren mezheblere (İ’tikâdda mezheb) denir. İ’tikâd mezheblerinin yetmişüçe ayrılacağını, bunlardan yalnız birinin doğru, ötekilerinin bozuk olacağını, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” haber vermişdi. Öyle de oldu. Doğru yolda olduğu müjdelenen fırkaya, (Ehl-i sünnet velcemâ’at) mezhebi denir. Yanlış oldukları bildirilen yetmişiki fırkaya (Bid’at fırkaları), ya’nî sapık denir. Bunların hiçbiri kâfir değildir. Hepsine müslimân denir. Fekat yetmişiki fırkadan herhangi birinde bulunduğunu söyliyen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmde veyâ hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş ve müslimânlar arasına yayılmış bilgilerden birine inanmazsa, kâfir olur. Şimdi, (Ehl-i sünnet) mezhebinden çıkarak sapık veyâ kâfir olmuş, müslimân adını taşıyan kimseler çokdur.) Abdülhakîm Efendi hazretlerinin yazısı burada temâm oldu. Kendisi hicretin binikiyüzseksenbir (1281) senesinde Van vilâyetinin Başkal’a kazâsında tevellüd ve 1362 [m. 1943] senesinde Ankarada vefât etdi. Bağlum kazâsında medfûndur.

Müslimânların, beşikden mezâra kadar, ilm öğrenmesi lâzımdır. Müslimânların öğrenmesi lâzım olan ilmlere (Ulûm-i İslâmiyye) denir. Ulûm-i islâmiyye, ya’nî islâm bilgileri ikiye ayrılır:

1 — Ulûm-i Nakliyye, 2 — Ulûm-i akliyye.

1 — Ulûm-i nakliyye: Bunlara din bilgileri de denir. Bu bilgiler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından okuyarak öğrenilir. Din âlimleri, bu bilgileri, (Edille-i şer’ıyye) denilen dört kaynakdan almışlardır. Bu dört kaynak, Kur’ân-ı kerîm ve Hadîs-i şerîfler ve İcmâ’-ı ümmet ve Kıyâs-i fükahâdır.

Din bilgileri de iki kısma ayrılır: (Ulûm-i âliyye), ya’nî yüksek din bilgileri ve (Ulûm-i ibtidâiyye), ya’nî âlet ilmleri. Yüksek din bilgileri sekiz kısma ayrılır:
I: İlm-i tefsîrdir. Bu ilmin mütehassıslarına (Müfessir) denir. Müfessir demek, kelâm-ı ilâhîden, murâd-ı ilâhîyi anlıyan derin âlim demekdir.

II: İlm-i üsûl-i hadîsdir. Bu ilm, hadîslerin cinslerini ayırır. Hadîs-i şerîflerin çeşidleri, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbı, ikinci kısm, altıncı maddede yazılıdır.

III: İlm-i hadîsdir. Bu ilm, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözlerini, hareketlerini ve hâllerini inceler.

IV: İlmi üsûl-i kelâmdır. Bu ilm, kelâm ilminin, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarılacağını anlatır.

V: İlm-i kelâmdır. Kelâm ilmi, kelime-i şehâdeti ve kelime-i tevhîdi ve bunlara bağlı olan îmânın altı şartını anlatır. Bunlar, kalb ile îmân edilmesi lâzım olan bilgilerdir. Kelâm âlimleri, Üsûl-i kelâm ve kelâm bilgilerini birlikde yazmağı âdet etmişlerdir. Câhiller bunun için, bu iki ilmi tek bir kelâm ilmi sanmakdadır.

VI: İlm-i üsûl-i fıkhdır. Bu ilm, fıkh bilgilerinin, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden nasıl çıkarılacağını bildirir.

VII: İlm-i fıkhdır. Bu ilm, (ef’âl-i mükellefîn)i, ya’nî âkıl, bâlig olanların, beden ile nasıl hareket [ibâdet] edeceğini bildirir. Beden için lâzım olan bilgilerdir. (Ef’âl-i mükellefîn), farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsid olmak üzere sekiz kısm ise de, kısaca üçe ayrılabilir: Emr edilen işler, yasak edilen işler, mubâh olanlardır.

VIII: İlm-i tesavvufdur. Bu ilme, (İlm-i ahlâk) da denir. Kalb ile yapılması emr ve yasak edilen şeyleri bildirdiği gibi, îmânın vicdânîleşmesini ve fıkh işlerinin, seve seve ve kolaylıkla yapılmasını ve ma’rifete kavuşmağı sağlar.

Erkek ve kadın her müslimânın bu sekiz bilgiden, kelâm, fıkh ve tesavvuf bilgilerini, ya’nî (İslâmiyyet)i lüzûmu kadar öğrenmesinin farz-ı ayn olduğunu, öğrenmemek, suç, günâh olduğunu, (Hadîka) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” üçyüzyirmiüçüncü sahîfesinde ve İbni Âbidîn önsözünde bildirmişlerdir.
devam edecek.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
2 - Ulûm-i akliyye: Bunlara tecribî ilmler de denir. Bunlar, fen bilgisi, edebiyyat bilgisi olarak ikiye ayrılır. Müslimânların, bu ilmleri öğrenmeleri farz-ı kifâyedir. Dînî bilgileri ise, lâzım olanları ve harbde kullanılan silâhları öğrenmek farz-ı ayndır. Lüzûmundan fazla olanları ve harbde kullanılan silâhlarda, mütehassıs olmak farz-ı kifâyedir. Bir şehrde bu bilgileri bilen bir âlim, yapan sanat merkezleri bulunmazsa, şehrde bulunanların hepsi ve hükûmet adamları günâhlı olurlar.

Din bilgileri zemânla değişmez. Kelâm bilgilerinde fikr yürüterek yanılmak, yanlış düşünmek, özr olmaz, suç olur. Fıkhdaki işlerde, islâmiyyetin gösterdiği özrlerle, islâmiyyetin bildirdiği değişikliklerden, kolaylıklardan istifâde olunur. Kendi düşüncesi, görüşü ile değişiklik yapmak, din işlerinde reform yapmak hiç câiz değildir. Dinden çıkmağa sebeb olur. Ulûm-i akliyyede değişiklik, yenilik, ilerlemek câizdir. Bunları kâfirlerden de arayıp, bulup öğrenmek, yapmak lâzımdır.

Me'ârif nâzırı esseyyid Ahmed Zühdü pâşanın (rahmetullahi teâlâ aleyh) toplamış olduğu (Mecmû'a-i Zühdiyye) kitâbının başındaki yazıyı aşağıya yazıyoruz:

Fıkh kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, yanî dördüncü bâbdan olunca bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, islâmiyyeti bilmek, anlamak demekdir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi bilen âlimlere (Fakîh) denir. Fıkh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Bu ilme (Ahkâm-ı islâmiyye) de denir. Fıkh bilgileri, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ-ı ümmetden ve kıyâsdan meydâna gelmekdedir. Eshâb-ı kirâmın veyâ bunlardan sonra gelen müctehidlerin söz birliğine (İcmâ-ı ümmet) denir. Kur'ân-ı kerîmden veyâ hadîs-i şerîflerden veyâ icmâ-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye (Kıyâs-ı fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğu, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlaşılmazsa, bu iş, bilinen başka bir işe benzetilir. Böyle benzetmeğe (Kıyâs) denir. Kıyâs yapmak için, o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır. Bunu da, ictihâd derecesine yükselmiş âlimler (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în) anlıyabilir.

Fıkh ilmi çok genişdir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır.

1 - İbâdât olup, beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları çokdur. Görülüyor ki, cihâda hâzırlanmak ibâdetdir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) din düşmanları ile cihâdın iki dürlü olduğunu bildiriyor. İş ile, söz ve yazı ile. İş ile cihâda hâzırlanmak, yeni silâhları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farzdır. Bu cihâdı devlet yapar. Milletin, devlet kanûnlarına, emrlerine uyarak cihâda iştirâk etmesi farzdır. Zemânımızda ikinci savaş, yanî dinsizlerin yazı ile, film ile, radyo ile, her çeşid propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihâddır.

2 - Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka ve dahâ nice dalları vardır.

3 - Mu'âmelât olup, alış-veriş, kirâ, şirketler, fâiz, mirâs... gibi birçok bölümleri vardır.

4 - Ukûbât, yanî cezâlar olup, başlıca beşe ayrılmakdadır. Kısâs, sirkat, zinâ, kazf, riddet, yanî mürted olmak cezâlarıdır. [Bu dört kısm, (Se'âdet-i Ebediyye) kitâbında geniş bildirildi.]

Fıkhın ibâdât kısmını kısaca öğrenmek, her müslimâna farzdır. Münâkehât ve mu'âmelât kısmlarını öğrenmek, farz-ı kifâyedir. Yanî, başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Tefsîr, hadîs ve kelâm ilmlerinden sonra, en şerefli ilm, fıkh ilmidir. Aşağıdaki altı hadîs-i şerîf, fıkhın ve fıkh âlimlerinin (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'în) şerefini göstermeğe kâfidir:

(Allahü teâlâ, bir kuluna iyilik etmek isterse, onu fakîh yapar).
(Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir).

(Allahü teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakîh olandır).

(Şeytâna karşı bir fakîh, bin âbidden (İbâdet çok yapandan) dahâ kuvvetlidir).

(Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkh bilgisidir).

(İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkh öğrenmek ve öğretmekdir).

İmâm-ı azam Ebû Hanîfenin üstünlüğü (rahmetullahi teâlâ aleyh), bu hadîs-i şerîflerden de anlaşılmakdadır.

Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı dîniyye, Eshâb-ı kirâmdan olan Abdüllah ibni Mes'ûddan (radıyallahü anh) başlıyan yol ile meydâna çıkarılmışdır. Yanî mezhebin reîsi olan imâm-ı azam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh), fıkh ilmini, Hammâddan, Hammâd da, İbrâhîm-i Nehaîden, bu da, Alkamadan, Alkama da, Abdüllah bin Mes'ûddan, bu da Resûl-i ekremden (sallallahü aleyhi ve sellem) almışdır.

Ebû Yûsüf, İmâm-ı Muhammed Şeybânî, Züfer bin Hüzeyl ve Hasen bin Ziyâd, hep İmâm-ı azamın talebeleridir (rahimehümullah). Bunlardan imâm-ı Muhammed, din bilgilerinde, bin kadar kitâb yazmışdır. Hicretin 135 senesinde tevellüd, 189 [m. 805] da Rey şehrinde vefât etmişdir. Talebesinden olan imâm-ı Şâfiî'nin annesini nikâh etdiği için, ölünce, bu kitâbları, imâm-ı Şâfiî'ye mirâs kalarak, imâm-ı Şâfiî'nin bilgisinin artmasına hizmet etmişdir. Bunun için, imâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh), (Yemîn ederim ki, fıkh bilgim imâm-ı Muhammedin kitâblarını okumakla artdı. Fıkh bilgisini derinleşdirmek isteyen, Ebû Hanîfenin talebesi ile berâber bulunsun) dedi. Bir kerre de, (Bütün müslimânlar, İmâm-ı azamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir) buyurdu. Yanî bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi, İmâm-ı azam da, insanların, işlerinde muhtâc oldukları din bilgilerini meydâna çıkarmağı kendi üzerine almış, herkesi güç bir şeyden kurtarmışdır.

İmâm-ı azam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) fıkh bilgilerini toplıyarak, kısmlara, kollara ayırdığı ve üsûller, metodlar koyduğu gibi, Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Eshâb-ı kirâmın (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, (ilm-i kelâm) yanî îmân bilgileri mütehassısları yetişdi. Bunlardan imâm-ı Muhammed Şeybânînin yetişdirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî meşhûr oldu. Bunun talebesinden de, Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdîyi yetişdirdi. Ebû Mensûr, İmâm-ı a'zamdan gelen kelâm bilgilerini kitâblara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet i'tikâdını kuvvetlendirdi. Her tarafa yaydı. Üçyüzotuzüç 333 [m. 944] senesinde, Semerkandda vefât etdi. Kabrini, bir yehûdî ruslardan satın alarak, eğlence yeri yapdı. İstanbuldan gelen İhlâs şirketi, bu çirkin hâli görünce, 1416 [m.1996]da, yehûdîden 30.000 dolara satın alarak kıymetli hâle getirdi. Bu büyük âlim ile Ebül-Hasen-i Eş'arî adındaki âlime, Ehl-i sünnetin (i'tikâdda mezheb imâmları) denir.
devamı var..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Fıkh âlimleri yedi tabakadır.

Kemâl pâşa zâde Ahmed bin Süleymân efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Vakfunniyyât) kitâbında bu yedi dereceyi şöyle anlatıyor:

1— İslâmiyyetde (mutlak müctehid) olan âlimlerdir. Bunlar (Edille-i erbe’a)dan hükm çıkarmak için, üsûl ve kâideler kurmuşlar ve koydukları esâslara göre, ahkâm çıkarmışlardır. Dört mezheb imâmı bunlardandır.

2— (Mezhebde müctehid)lerdir. Bunlar, mezheb reîsinin koyduğu kâidelere uyarak, dört delîlden ahkâm çıkaran imâm-ı Ebû Yûsüf ve Muhammed ve benzerleridir “rahmetullahi aleyhim ecma’în”.

3— Mes’elelerde müctehid olanlardır. Bunlar, mezheb reîsinin bildirmediği mes’eleler için, mezhebin üsûl ve kâidelerine göre ahkâm çıkarırlarsa da, imâma uygun çıkarmaları şartdır. Tahâvî (238-321 Mısrdadır), Hassâf Ahmed bin Ömer (261 Bağdâdda), Abdüllah bin Hüseyn Kerhî (340), Şems-ül-eimme Halvânî (456 Buhârâda), Şemsül-eimme Serahsî (483), Fahrül islâm Alî bin Muhammed Pezdevî (400-482 Semerkandda), Kâdîhân Hasen bin Mensûr Fergânî (592) ve benzerleri gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

4— Eshâb-ı tahrîc, ictihâd derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı, kısa, kapalı bir hükmü açıklıyan âlimlerdir. Ahmed bin Alî bin Ebî Bekr Râzî bunlardandır. Cessâs ismi ile ma’rûfdur. 370 de vefât etmişdir.

5— Erbâb-ı tercîh, müctehidlerden gelen birkaç rivâyet arasından birini tercîh ederler. Ebülhasen Kudûrî (362-428 Bağdâddadır), (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Alî Mergınânî (593 [m. 1198] de, Buhârâ katl-i’âmında, Cengiz askeri şehîd eyledi) gibi.

6— Mukallidler olup, bir mes’ele hakkında gelen çeşidli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitâblarında red edilen rivâyetler yokdur. (Kenz-üd-dekâık) sâhibi Ebülberekât Abdüllah bin Ahmed Nesefî (710) ve (Muhtâr) sâhibi Abdüllah bin Mahmûd Mûsulî (683) ve (Vikâye) sâhibi Burhânüşşerî’a Mahmûd bin Sadrüşşerî’a Ubeydüllah (673) ve (Mecma’ul-bahreyn) sâhibi İbnüssâ’âtî Ahmed bin Alî Bağdâdî (694) bunlardandır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.

7— Za’îf haberleri, kuvvetlilerinden ayıramıyan mukallidlerdir. (Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlamıyan mukallidlere açıkladıkları için, fıkh âlimlerinden sayılmışlardır).

Mezhebsiz kimse kendi, doğru yolu bulamaz,
etse herkesi taklîd, bu da, doğru olamaz!
dinde âlim olmıyan, bir müctehid olamaz,

Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,
sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!

Rahmetin mücrîmedir, kusûrum pek çok benim,
edemem cürmüm inkâr, hâlim ma’lûmun Senin,
yüz karasıyle geldim, sürüyerek zincirim,

Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,
sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!

Yanılmış şimdi herkes, muhakkak ki hak Sensin,
gayrı yok, ibâdete yalnız müstehak Sensin!
abd-i âciz ne yapar, kâdir-i mutlak Sensin!

Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,
sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!
devam edecek..
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
İMÂM-I A’ZAM EBÛ HANÎFE “rahmetullahi teâlâ aleyh”

İMÂM-I A’ZAM EBÛ HANÎFE “rahmetullahi teâlâ aleyh”

(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki:

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin adı Nu’mândır. Babasının adı Sâbit, dedesinin adı da Nu’mândır. Ehl-i sünnetin dört büyük imâmının birincisidir. İmâm, derin âlim demekdir. Muhammed aleyhisselâmın parlak olan dîninin büyük bir direğidir. Acemistan ileri gelenlerinden birinin soyundandır. Dedesi, islâm dînini kabûl etmişdi. Seksen (80) senesinde Kûfe şehrinde doğdu. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” Enes bin Mâlik ve Abdüllah bin Ebî Evfâ ve Sehl bin Sa’d Sâidî ve Ebüttufeyl Âmir bin Vâsile zemânlarına yetişmişdir. Fıkh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymândan öğrendi. Tâbi’înden birçok büyük zâtlarla ve imâm-ı Ca’fer Sâdıkla sohbet etdi. Çok hadîs-i şerîf ezberledi. Mezheb imâmı olmasaydı, büyük bir hakîm olacak şeklde yetişdi. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan keskin zekâsı vardı. Fıkh ilminde, az zemânda, eşi, ortağı olmayan bir dereceye yükseldi. Adı, şöhreti dünyâya yayıldı.

Emevîlerin, ondördüncü ve son halîfesi olan Mervân bin Muhammed, Mervân bin Hakemin torunu olup, 132 [m. 750] de Mısrda katl olunmuşdur. Beş sene halîfelik yapmışdır. Bunun zemânında, Irak vâlîsi olan Yezîd bin Amr, kendisine, Kûfe mahkemesi hâkimliğini teklîf etdi ise de, zühd ve takvâsı ve vera’ı da, ilmi ve zekâsı gibi son derece çok olduğundan kabûl etmedi. İnsanlık dolayısı ile kulların hakkını gözetmede kusûr etmesinden korkdu. Yezîdin emri ile başına yüzon kamçı vuruldu. Mubârek başı, yüzü şişdi. Ertesi gün İmâmı çıkarıp, tekrâr teklîf edip sıkışdırdı. (Danışayım) buyurup izn aldı. Mekke-i mükerremeye gidip, beş altı sene orada kaldı.

Yüzelli 150 [m. 767] senesinde, Abbâsî halîfesi Ebû Ca’fer Mansûrun emr etdiği temyîz başkanlığını kabûl etmediği için, zindana atıldı. Kamçı ile döğüldü. Hergün on kamçı artdırılarak döğüldü. Kamçı sayısı yüz olduğu gün, şehîd oldu. Selçûkî pâdişâhlarından sultân Melikşâhın vezîrlerinden Ebû Sa’d Muhammed bin Mensûr Hârezmî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Ebû Hanîfe hazretlerinin mezârı üzerine mükemmel bir türbe yapdı. Sonra, Osmânlı pâdişâhları, bu türbeyi çok def’a ta’mîr ve tezyîn eyledi. Melikşâh “rahmetullahi teâlâ aleyh”, üçüncü Selçûkî sultânı olup, Alparslanın oğludur [447-485].

Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fıkh ilmini ilk olarak kollara ayırmış, her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış ve (Ferâiz) ve (Şürût) kitâblarını yazmışdır. Fıkhdaki çok geniş bilgisini ve hele kıyâsdaki hârikulâde kuvvetini ve zühd ve takvâdaki ve hilm ve salâhdaki, akllara hayret veren üstünlüğünü bildiren kitâbları, sayılamıyacak kadar çokdur. Talebesi pek çok olup, içlerinden büyük müctehidler yetişmişdir.

Hanefî mezhebi, Osmânlı devleti zemânında her yere yayıldı. Devletin resmî mezhebi gibi oldu. Bugün, dünyâ yüzünde bulunan Ehl-i islâmın yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pek çoğu, Hanefî mezhebine göre ibâdet etmekdedir. (Kâmûs-ül a’lâm)ın yazısı temâm oldu.

(Mir’ât-ül-kâinât) kitâbında diyor ki:

İmâm-ı a’zamın dedeleri, Îranın Fâris denilen şehrindendir. Babası Sâbit, Kûfede imâm-ı Alî ile “radıyallahü anh” buluşup, İmâm, buna ve evlâdına hayrlı düâ buyurmuşdu. İmâm-ı a’zam, Tâbi’înin büyüklerinden olup, Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâliki “radıyallahü teâlâ anh” ve dahâ üç veyâ yedisini gördü. Bunlardan hadîs-i şerîfler öğrendi.

İmâm-ı Hârizmînin Ebû Hüreyreden isnâd-ı muttasıl ile haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Ümmetimden Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. Bu, kıyâmet günü, ümmetimin ışığı olacakdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Nu’mân bin Sâbit adında ve Ebû Hanîfe denilen biri gelecek, Allahü teâlânın dînini ve benim sünnetimi canlandıracakdır) ve (Her asrda, ümmetimden yükselenler olacakdır. Ebû Hanîfe, zemânının en yükseğidir) buyuruldu. Bu üç hadîs-i şerîf, (Mevdû’ât-ül-ulûm) kitâbında ve (Dürr-ül-muhtâr)da da yazılıdır. (Ümmetimden, Ebû Hanîfe adında biri gelecekdir. İki küreği arasında ben vardır. Allahü teâlâ, dînini, onun eli ile canlandırır) hadîs-i şerîfleri meşhûrdur.

[(Dürr-ül-muhtâr)ın önsözünde diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, (Âdem aleyhisselâm benimle öğündüğü gibi, ben de ümmetimden, ismi Nu’mân ve künyesi Ebû Hanîfe olan biri ile öğünürüm. O, ümmetimin ışığıdır) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde, (Peygamberler benimle öğünürler. Ben de Ebû Hanîfe ile öğünüyorum. Onu seven, beni sevmiş olur. Ona düşmanlık eden, bana düşmanlık etmiş olur) buyurdu. Bu hadîs-i şerîfler büyük âlim Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin (Mukaddime) kitâbında ve bunun şerhi (Tekaddüme) kitâbında da yazılmışdır. Gaznevînin (Mukaddime) adındaki fıkh kitâbının önsözünde İmâm-ı a’zamı öven hadîs-i şerîfler yazılıdır. Bunun şerhi olan (Diyâ-i ma’nevî) kitâbında kâdî Ebülbekâ buyuruyor ki, Ebülferec Abdürrahmân İbnülcevzî, Hatîb-i Bağdâdîye uyarak, bu hadîslere mevdû’ demiş ise de, bu sözü te’assubdur. Çünki bu hadîsler çeşidli yollardan gelmişdir). İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr)ı şerh ederken, bunların mevdû’ olmadığını isbât ediyor. Bu arada, İbni Hacer-i Mekkî hazretlerinin (Hayrât-ül-hisân) kitâbındaki şu hadîs-i şerîfi de bildiriyor: (Dünyânın zîneti, yüzelli senesinde kaldırılır). Hicretin beşyüzaltmışikinci 562 [m .1166] senesinde vefât eden büyük fıkh âlimi Şems-ül-eimme Abdülgaffâr Kerderî, (Bu hadîs-i şerîfin, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfeyi bildirdiği açıkdır. Çünki, yüzelli senesinde vefât etmişdir) dedi. Buhârî ve Müslimin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Îmân Zühre yıldızına gitse, Fâris oğullarından biri, onu alıp getirir) buyuruldu. Şâfi’î mezhebi âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî buyuruyor ki, (Bu hadîsin, İmâm-ı a’zamı gösterdiği sözbirliği ile bildirilmişdir). Nu’mân Âlûsî (Gâliyye)de, bu hadîsin Ebû Hanîfeyi gösterdiğini, dedesinin Fâris cinsinden olduğunu yazmakdadır. Hanbelî âlimlerinden allâme Yûsüf, (Tenvîr-üs-sahîfe) kitâbında, Endülüsde Lizbon kâdîsı hâfız allâme Yûsüf ibni Abdülberrden alarak diyor ki, (Ebû Hanîfeye dil uzatmayınız ve ona dil uzatanlara inanmayınız! Allaha yemîn ederim ki, ondan dahâ üstün, ondan dahâ vera’ sâhibi ve ondan dahâ bilgili kimse bilmiyorum. Hatîb-i Bağdâdînin sözlerine aldanmayınız! Onun, âlimlere karşı te’assubu vardır. Ebû Hanîfeye, imâm-ı Ahmede ve talebelerine dil uzatmışdır. İslâm âlimleri Hatîbe cevâb yazmışlar, onu ayblamışlardır. İbnül Cevzînin torunu allâme Yûsüf Şemseddîn Bağdâdî (Mir’ât-üz-zemân) adındaki kırk cild kitâbında dedesinin Hatîbe uymasına çok şaşdığını yazmakdadır). İbni Abdülberr, 368 [m. 978] de tevellüd, 463 [m. 1071] de Şâtıba (Jativa)da vefât etmişdir. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (İhyâ) kitâbında, İmâm-ı a’zamı âbid, zâhid, ârif-i billah diye övmekdedir. Eshâb-ı kirâmın ve din âlimlerinin, birbirlerinden başka söylemelerini, birbirlerinin sözlerini beğenmemelerinden, geçimsizliklerinden sanmamalı, birbirlerini sevmediklerini anlamamalıdır. Müctehidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Allah için, dîne yardım için ictihâdlarında birbirlerinden ayrılırlar. Buraya kadar, İbni Âbidînden biraz terceme edildi. (Üsûl-i hadîs) ilminde (Mevdû’ hadîs), yalan, uydurma hadîs demek olmadığı, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbında uzun bildirilmişdir.]

Âlimlerden biri, rü’yâda, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” (Ebû Hanîfenin ilmi için ne buyurursunuz?) dedi. Cevâbında (Onun ilmi herkese lâzımdır!) buyurdu. Başka bir âlim rü’yâsında, (Yâ Resûlallah! Kûfe şehrindeki Nu’mân bin Sâbitin bilgileri için ne buyurursunuz?) dedi. (Ondan öğren ve onun öğretdiği ile amel et! O, çok iyi kimsedir) buyurdu. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Size, bu Kûfe şehrinde bulunan Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi, ilm ile, hikmet ile dolu olacakdır. Âhır zemânda, birçok kimse, onun kıymetini bilmiyerek helâk olacakdır. Nitekim şî’îler de, Ebû Bekr ve Ömer için helâk olacakdır. İmâm-ı Muhammed Bâkır bin Zeynel-âbidîn Alî bin Hüseyn “rahmetullahi aleyhim” Ebû Hanîfeye bakıp (Ceddimin dînini bozanlar çoğaldığı zemân, Sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teâlâ yardımcın olacak!) buyurdu. Muhammed Bâkır, hicretin 57. ci senesinde Medînede tevellüd, 113 de vefât etdi. Medînede, hazret-i Abbâs “radıyallahü teâlâ anh” türbesindedir.

Gençliğinde, kelâm ilmine ve ma’rifete çalışıp pek mâhir oldu. Sonra imâm-ı Hammâda yirmisekiz sene hizmet edip yetişdi. Hammâd vefât edince, onun yerine, müctehid ve müftî oldu. İlmi, üstünlüğü her yere yayıldı. Fazîleti, zekâsı, anlayışı, zühd ve takvâsı, emâneti, çabuk cevâblı olması, dîne bağlılığı, doğruluğu ve bütün insanlık olgunluklarında, herkesin üstünde idi. Zemânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, üstün kimseler, hattâ hıristiyanlar, kendisini hep medh etmiş, öğmüşdür. İmâm-ı Şâfi’î, (Fıkh bilgisinde, herkes, Ebû Hanîfenin çocuklarıdır) buyurdu. Bir kerre de (Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Hergün, mezârını ziyâret ediyorum. Zor bir durumda kalınca, onun kabrine gidip, iki rek’at nemâz kılarım. Allahü teâlâya yalvarırım. Dileğimi verir) buyurdu. İmâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Muhammedin talebesi idi. (Allahü teâlâ bana ilmi iki kimseden ihsân etdi: Hadîsi, Süfyân bin Uyeyneden; fıkhı, Muhammed Şeybânîden öğrendim) buyurdu. Bir kerre de, (Din bilgilerinde ve dünyâ işlerinde, kendisine minnetdâr olduğum bir kişi vardır. O da, imâm-ı Muhammeddir) buyurdu. Yine imâm-ı Şâfi’î buyurdu ki, (imâm-ı Muhammedden öğrendiklerimle bir hayvan yükü kitâb yazdım. O olmasaydı, ilmden birşey edinemiyecekdim. İlmde herkes, Irak âlimlerinin çocuklarıdır. Irak âlimleri de, Kûfe âlimlerinin talebesidir. Kûfe âlimleri ise, Ebû Hanîfenin talebesidir).

İmâm-ı a’zam dörtbin kimseden ilm aldı.

İmâm-ı a’zamın büyüklüğünü anlatmak için, her asrda gelen âlimler, çeşidli kitâblar yazmışdır.

Hanefî mezhebinde, beşyüzbin din mes’elesi çözülmüş, hepsi cevâblandırılmışdır.

Hâfız-ı kebîr Ebû Bekr Ahmed Hârizmî (Müsned) kitâbında diyor ki, (Seyf-ül-eimme dedi ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden bir mes’ele çıkardığı zemân, bunu üstâdlarına söylerdi. Hepsi tasdîk etmedikçe, süâl sâhibine bu cevâbını bildirmezdi). Kûfe şehri câmi’inde ders verirken, bin talebesi her dersinde bulunurdu. Bunlardan kırk adedi müctehid idi. Bir mes’eleye cevâb bulunca, bunu talebelerine bildirirdi. Birlikde incelerler. Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîfe ve Eshâb-ı kirâmın sözlerine uygun olduğunda sözbirliği olursa, sevincinden (El-hamdülillah vallahü ekber) derdi. Dersde bulunanların hepsi de, böyle söylerdi. Bundan sonra, bunu yazınız buyururdu.

devamı var..
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
esselamün aleyküm ve rahmetüllahi ve berekatüh
sevgil imektubat kardeşim Allah celle ceallüh senden razı olsun ..
böyle güzel faideli bilgileri bizlere ulaştırmaya vesile olduğun için...
elbette ki evvela Allah bu bilgileri bu güne kadar bizlere ulaştırmak için mücadele vermiş gözlerinin nurundan isterhatından hayatından alıp bu hakikat yoluna kendini adamışlardan Razı olsun..

bir önceki ingliz casusunun iftiraları paylaşımınıda sonuna kadar takip edip nasiplendim
inşallah bunda da Rabbim sonuna kadar nasip eder...
yeni başladım inşallah kısım kısım nasipleniriz.
Rabbim ecrini kat kat versin inşallah..
selam dua afiyet ve şifa ile.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
esselamün aleyküm ve rahmetüllahi ve berekatüh
sevgil imektubat kardeşim Allah celle ceallüh senden razı olsun ..
böyle güzel faideli bilgileri bizlere ulaştırmaya vesile olduğun için...
elbette ki evvela Allah bu bilgileri bu güne kadar bizlere ulaştırmak için mücadele vermiş gözlerinin nurundan isterhatından hayatından alıp bu hakikat yoluna kendini adamışlardan Razı olsun..

bir önceki ingliz casusunun iftiraları paylaşımınıda sonuna kadar takip edip nasiplendim
inşallah bunda da Rabbim sonuna kadar nasip eder...
yeni başladım inşallah kısım kısım nasipleniriz.
Rabbim ecrini kat kat versin inşallah..
selam dua afiyet ve şifa ile.

Ve Aleyküm Selam ve Rahmetullahi ve Berekatuhu erhan kardeşim.
Amin kardeşim amin.Cenab-ı Hak cümlemizden razı olsun.
Maşallahü teala mübarek olsun kardeşim.İng.cas.itirafları kitabı çok faydalı bir kitaptır.Dediğiniz gibi bunu okumak ta sonuna kadar nasib olur İnşallahü teala.
Allahü teala yardımcınız olsun.İşlerinizi kolaylaşdırsın.Hayırlı işin manisi çokdur.Ama ilmin manisi daha çoktur.Allahü teala ilmi isteyene verir.O yüzden herkese nasib olmaz.
Fârisî mısra’ tercemesi:

Bu büyük ni’meti acaba kime verirler?

Cenab-ı Hak doğru yolda bulundurup bir an bile bizi bize bırakmasın.Sende selametle kal.Vesselam evvelen ve ahiren.
 

mir_erhan

Moderator
Katılım
13 Ara 2008
Mesajlar
6,148
Tepki puanı
502
Puanları
83
Yaş
44
esselamün aleyküm ve rahmetüllahi ve berekatüh...
bir kısımını daha okudum..
gerçekten de çok çok faideli bilgiler herkesin okumasını tavsiye ederim.
ki hepside bilmemiz gerekne çok önemli bilgiler.
Allah celle celalüh senden razı olsun
ecrini katıyla versin inşallah
selam ve dua ile
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
[(Redd-i vehhâbî) kitâbında, fârisî olarak diyor ki, (Müctehid) olmak için, arab lügatinde ve bunun evdâ’ını, sahîhini, mervîsini, mütevâtirini, red yollarını, mevdû’ lügatları, fasîh ve redî ve mezmûm şekllerini bilmekde ve müfred, şâz, nâdir, müsta’mel, mühmel, mu’reb, ma’rife, iştikak, hakîkat, mecâz, müşterek, ızdâd, mutlak, mukayyed, ibdâl, kalb denilen lügat bilgilerinde üstâd olmak lâzımdır. Sonra sarf, nahv, me’ânî, beyân, bedî’, belâgat ilmlerinde ve üsûl-i fıkh, üsûl-i hadîs ve üsûl-i tefsîrde mâhir olması ve cerh ve ta’dîl imâmlarının sözlerini ezberlemiş olması lâzımdır. (Fakîh) olmak için, bunlardan başka, her mes’elenin delîlini bilmek ve her delîlin ma’nâsını, murâdını ve te’vîlini tahkîk etmek lâzımdır. (Muhaddis) ya’nî, hadîs âlimi olmak için, hadîs-i şerîfleri, işitdiği gibi ezberlemek lâzım olup, ma’nâ, murâd ve te’vîllerini bilmek ve ahkâm-ı islâmiyyenin delîllerini anlamak şart değildir. Bir hadîs-i şerîf için, fıkh âlimi sahîh der ve hadîs âlimi da’îf derse, fakîhin sözü kıymetli olur. Bunun içindir ki, müctehidlerin birincisi ve fakîhlerin en üstünü olan İmâm-ı a’zamın sözü ve re’yi, hepsinden dahâ kıymetlidir. Çünki, birçok hadîsi, Eshâb-ı kirâmdan vâsıtasız işitmişdir. Bu yüce İmâmın sahîh dediği hadîse, bütün islâm âlimleri sahîh demişlerdir. Hadîs âlimi, fıkh âlimi derecesinde olamaz. Mezheb imâmı derecesine ise, hiç erişemez.

Hadîs âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevî, (Sırât-ı müstekîm) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’înin delîl olarak aldığı ba’zı hadîs-i şerîfleri, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe delîl olarak almamışdır. Bunu gören mezhebsizler, İmâm-ı a’zamı lekelemek için fırsat olarak kullanmışlar, Ebû Hanîfe hadîslere uymamışdır yaygarasını basmışlardır. Hâlbuki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, o mes’eleye delîl olarak dahâ sahîh ve dahâ kuvvetli başka hadîsler bulmuş ve bu hadîsleri almışdır).

Hadîs-i şerîfde, (Ümmetimin en hayrlı olanları, benim asrımda bulunanlardır. Dahâ sonra hayrlı olanlar, bunlardan sonra gelenlerdir. Bunlardan sonra hayrlı olanlar da, bunlardan sonra gelenlerdir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Tâbi’înin Tebe’ı tâbi’înden dahâ hayrlı, dahâ üstün olduğunu gösteriyor. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin Eshâb-ı kirâmdan ba’zılarını gördüğünü ve bunlardan hadîs-i şerîfler işitdiğini, bu sebeble Tâbi’înden olduğunu, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. Meselâ, (Allah rızâsı için câmi’ yapan kimseye Cennetde bir köşk verilir) hadîs-i şerîfini imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Abdüllah bin Ebî Evfâ ismindeki sahâbîden işitmişdir. Şâfi’î âlimlerinden, Celâlüddîn-i Süyûtî, (Tebyîd-üs-sahîfe) kitâbında diyor ki, şâfi’î âlimlerinden imâm-ı Abdülkerîm, İmâm-ı a’zamın gördüğü sahâbîleri uzun bildiren müstekîl bir kitâb yazmışdır. (Dürr-ül-muhtâr)da, İmâm-ı a’zamın yedi sahâbîyi gördüğü yazılıdır. Dört mezheb imâmları arasında tâbi’înden olmak şerefi, yalnız İmâm-ı a’zama nasîb olmuşdur. Birşeyi kabûl edenlerin sözünü, bunu red edenlerin sözlerine tercih etmek, (İlm-i üsûl) kâidelerindendir. Görülüyor ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, tâbi’înden olduğu için de, mezheb imâmlarının en üstünüdür. Mezhebsizlerin İmâm-ı a’zamın üstünlüğünü inkâr etmeleri, (Onun hadîs bilgisi za’îf idi) diyerek, bu yüce İmâmı lekelemeğe kalkışmaları, hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömerin üstünlüklerini inkâr etmelerine benzemekdedir. Bunların inkârları ve inadları, va’z ve nasîhat ile şifâ bulacak hastalıklardan değildir. Cenâb-ı Hak, kendilerine şifâ ihsân eylesin! Müslimânların halîfesi olan Ömer “radıyallahü anh” hutbe okurken, (Ey müslimânlar! Şimdi benim size söylediğim gibi Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, bize hutbe okuyarak buyurdu ki, (İnsanların en hayrlısı benim Eshâbımdır. Bunlardan sonra hayrlısı, bunlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra hayrlıları da, onlardan sonra gelenlerdir. Dahâ sonra gelenler arasında yalan söyleyenler bulunacakdır.) Bugün müslimânların tâbi’ oldukları, taklîd etdikleri dört mezheb Resûlullahın hayrlı olduklarına şehâdet etdiği hayrlı insanların mezhebleridir. Şimdi, bu dört mezhebden başka mezheb edinmenin câiz olmadığını, islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler.

(Bahr-ür-râık) kitâbının sâhibi olan İbnü Nüceym-i Mısrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Eşbâh) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Şâfi’î, fıkh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfenin kitâblarını okusun buyurdu.) Abdüllah ibni Mübârek diyor ki, (Fıkh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs görmedim. Büyük âlim Mis’ar, Ebû Hanîfenin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. Bin âlimden ders aldım. Fekat, Ebû Hanîfeyi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacakdım). Ebû Yûsüf buyuruyor ki, (Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi olan kimseyi görmedim. Hadîs-i şerîfleri tefsîr etmekde onun gibi bir âlim yokdur). Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki, (Bizler, Ebû Hanîfenin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibi idik. Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir). Alî bin Âsım diyor ki, (Ebû Hanîfenin ilmi, zemânındaki âlimlerin ilmlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfenin ilmi fazla gelir). Yezîd bin Hârûn diyor ki, (Bin âlimden ders aldım. Bunların arasında Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” gibi vera’ sâhibi olanını ve aklı onun aklı kadar çok olanını görmedim.) Şâm âlimlerinden Muhammed bin Yûsüf Şâfi’î, (Ukûd-ül-cümân fî-menâkıb-in-Nu’mân) kitâbında, Ebû Hanîfeyi çok övmekde, Onun üstünlüğünü uzun anlatmakda ve Ebû Hanîfe, müctehidlerin reîsidir demekdedir. Ebû Hanîfe buyurdu ki, (Resûlullahın hadîs-i şerîfleri başımızın tâcı ve gözümüzün nûrudur. Eshâb-ı kirâmın sözlerini arar, seçer ve onlara uyarız. Tâbi’înin sözleri ise, bizim sözlerimiz gibidir). (Redd-i Vehhâbî)den terceme temâm oldu. Bu kitâb 1264 [m. 1848] de Hindistânda ve 1401 [m. 1981] de İstanbulda basılmışdır.

(Seyf-ül-mukallidîn alâ a’nâk-il-münkirîn) kitâbında mevlânâ Muhammed Abdülcelîl, fârisî olarak buyuruyor ki, mezhebsizler (Ebû Hanîfenin hadîs bilgisi za’îf idi) diyor. Bu sözleri, câhil olduklarını veyâ hased etdiklerini göstermekdedir. İmâm-ı Zehebî ve İbni Hacer-i Mekkî buyuruyorlar ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hadîs âlimi idi. Dört bin âlimden hadîs aldı. Bunlardan üç yüzü Tâbi’înin hadîs âlimi idi. İmâm-ı Şa’rânî, (Mîzân)ının birinci cildinde diyor ki, (İmâm-ı a’zamın müsnedlerinden üçünü inceledim. Hepsi, Tâbi’înin meşhûr âlimlerinden rivâyet edilmişdir). Mezhebsizlerin Selef-i sâlihîne olan düşmanlıkları ve müctehid imâmlara ve hele bunların en önde olanı, İmâm-ül-müslimîn Ebû Hanîfeye olan hasedleri, kalblerini kör ve vicdânlarını yok etmiş olacak ki, bu islâm âlimlerinin güzelliklerini, üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Kendilerinde bulunmayan şeylerin başka sâlih kimselerde bulunmasını istemiyorlar. Bunun için, din imâmlarımızın üstünlüklerini inkâr ediyorlar. Böylece, kendilerini hased şirkine kapdırıyorlar. (Hadâık) kitâbında diyor ki, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, ezberlediği hadîs-i şerîfleri yazardı. Yazdığı hadîs kitâblarını sandıklarda saklardı. Böylece hâzırladığı birkaç sandığı hep yanında taşırdı. Az hadîs rivâyet etmesi, ezberlediği hadîs adedinin az olduğunu göstermez. Bunu ancak din düşmanı olan müte’assıb kimseler söyliyebilir. Onların bu te’assubları ise, İmâm-ı a’zamın kemâline şâhid olmakdadır. Çünki, nâkısların kötülemeleri, âlimlerin kemâllerini gösterir. Büyük bir mezhebi kurmak ve yüzbinlerle süâli, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden delîl getirerek cevâblandırabilmek, tefsîr ve hadîs bilgilerinde derin ihtisâs sâhibi olmayanın yapacağı bir iş değildir. Hem de, bir benzeri, bir örneği olmadan nev’i şahsına münhasır, yeni bir mezheb ortaya koymak, İmâm-ı a’zamın tefsîr ve hadîs ilmlerindeki vukûfunu, ihtisâsını açıkca göstermekdedir. İnsan gücünün üstünde çalışarak, bu mezhebi ortaya koyduğu için, hadîs-i şerîfleri ayrıca bildirmeğe, râvîlerini saymağa vakt bulamaması, bu yüce imâmı, hadîs bilgisi za’îf idi gibi, hased taşları atarak lekelemeğe sebeb olamaz. Zâten dirâyet olmadan rivâyet etmenin makbûl olmadığı ma’lûmdur. Meselâ, İbnü Abdilberr (Dirâyetsiz rivâyet, kıymetli olsaydı, çöpçünün bir hadîs söylemesi, Lokmânın aklından üstün olurdu) demişdir. İbni Hacer-i Mekkî, şâfi’î mezhebi âlimlerinden olduğu hâlde, (Kalâid) kitâbında diyor ki, büyük hadîs âlimi A’meş, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeden birçok mes’ele sordu. İmâm-ı a’zam, süâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevâb verdi. A’meş, İmâm-ı a’zamın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, (Ey fıkh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb! Biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin ma’nâlarını siz anlarsınız!) dedi. (Ukûd-ül-cevâhir-il-münîfe) kitâbında diyor ki, Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A’meşin yanında idi. Birisi gelip, birşey sordu. A’meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe geldi. A’meş, bu süâli İmâma sorup cevâbını istedi. İmâm-ı a’zam, hemen geniş cevâb verdi. A’meş, bu cevâba hayrân olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı a’zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmişdim dedi. İmâm-ı Buhârî, üçyüz bin hadîs ezberlemişdi. Bunlardan yalnız oniki bin kadarını kitâblarına yazdı. Çünki, (Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennemde çok acı azâb görecekdir) hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin vera’ ve takvâsı dahâ çok olduğundan, hadîs nakl edebilmesi için çok ağır şartlar koymuşdu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi nakl ederdi. Ba’zı hadîs âlimlerinin meslekleri geniş, şartları hafîf olduğu için, çok sayıda hadîs rivâyet etmişlerdir. Hiçbir hadîs âlimi, bu şartların ayrılığı sebebiyle başkalarını, başka âlimleri küçültmemişdir. Böyle olmasaydı, İmâm-ı Müslim, İmâm-ı Buhârîyi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” incitecek birşey söylerdi. Ebû Hanîfenin takvâsı çok olduğu için, az hadîs rivâyet etmesi, ancak onu medh ve senâ etmeğe sebebdir. (Seyf-ül-mukallidîn)den terceme temâm oldu.]

İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hergün sabâh nemâzını câmi’de kılıp, öğleye kadar tâliblere cevâb verirdi. Öğle nemâzından sonra, yatsıya kadar, talebeye ilm öğretirdi. Yatsıdan sonra, evine gelip, biraz dinlenir, sonra câmi’e gider, sabâh nemâzına kadar ibâdet ederdi. Bu hâli, Selef-i sâlihînden Mis’ar bin Kedâm-ı Kûfî ve başka kıymetli kimseler haber vermişlerdir. Mis’ar 115 [m. 733] senesinde vefât etdi.

Ticâret ederek halâl kazanırdı. Başka yerlere mal gönderir, kazancı ile talebesinin ihtiyâclarını alırdı. Kendi evine bol harc eder, evine harc etdiği kadar da, fakîrlere sadaka verirdi. Her Cum’a günü, anasının babasının rûhu için, fakîrlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Hocası Hammâdın “rahmetullahi teâlâ aleyh” evi tarafına ayağını uzatmazdı. Hâlbuki, aralarında yedi sokak uzaklık vardı. Ortaklarından birinin, çok mikdârda bir malı, islâmiyyete uygun olmıyarak satdığını anlayınca, bu maldan kazanılan doksan bin akçanın hepsini fakîrlere dağıtıp, on parasını kabûl etmedi. Kûfe şehrinin köylerini haydûdlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar, şehrde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden beri yedi sene kesilmiş koyun eti alıp yimedi. Çünki, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişdi. Harâmdan bu derece korkar, her hareketinde islâmiyyeti gözetirdi.

İmâm-ı a’zam “rahmetullahi aleyh”, kırk sene yatsı nemâzının abdesti ile sabâh nemâzı kıldı. (Ya’nî yatsıdan sonra uyumadı). Ellibeş def’a hac yapdı. Son haccında, Kâ’be-i mu’azzama içine girip, burada iki rek’at nemâz kıldı. Nemâzda bütün Kur’ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlıyarak (Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fekat senin akl ile anlaşılamıyacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusûrumu, bu anlayışıma bağışla!) diyerek düâ etdi. O anda, bir ses işitildi ki, (Ey Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh”! Sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet etdin. Seni ve kıyâmete kadar, senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri afv ve mağfiret etdim) buyuruldu. Hergün bir ve her gece bir kerre Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi.

İmâm-ı a’zamın takvâsı o kadar çokdu ki, otuz yıl (harâm olan beş günden başka) hergün oruc tutdu. Çok kerre, bir rek’atde veyâ iki rek’atde bütün Kur’ân-ı kerîmi okurdu. Ba’zan da, yalnız bir azâb veyâ rahmet âyetini nemâzda veyâ nemâz dışında tekrâr tekrâr okuyup, hıçkıra hıçkıra ağlar, sızlardı. (Hanefî mezhebinde, Allah için ağlamak nemâzı bozmaz). İşitenler, hâline acırdı. Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde, bir rek’at nemâzda bütün Kur’ân-ı kerîmi hatm etmek, yalnız Osmân ibni Affân ve Temîm-i Dârî ve Sa’îd bin Cübeyr ve imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye nasîb olmuşdur. Kimseden hediyye kabûl etmezdi. Fakîrler gibi giyinirdi. Ba’zan da, Allahü teâlânın ni’metlerini göstermek için, çok kıymetli elbise giyerdi. Ellibeş kerre hac edip, birkaç yıl Mekke-i mükerremede kaldı. Yalnız rûhu kabz olunduğu yerde [zındanda], yedibin kerre hatm-i Kur’ân okumuşdu. (Ömrümde bir kerre güldüm. Ona da pişmânım) demişdir. Az söyler, çok düşünürdü. Ba’zı din konularında, talebesi ile münâzara, konuşma yapardı. Bir gece, yatsı nemâzını cemâ’at ile kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı dahâ mescidde iken, bir konu üzerinde, talebesi Züfer ile sabâh ezânına kadar konuşup, ikinci ayağını dışarı çıkarmadan, sabâh nemâzını kılmak için, yine mescide girmişdir. (İmâm-ı Alî “radıyallahü anh”, dörtbin dirheme kadar nafaka câizdir buyurdu) diyerek, kazancının dörtbin dirheminden fazlasını fakîrlere dağıtırdı.

Halîfe Mensûr, İmâma çok hürmet ederdi. Onbin akça ile bir câriye hediyye etmişdi. İmâm, kabûl etmedi. O zemân, bir akça, bir dirhem gümüş idi. Yüzkırkbeş senesinde, İbrâhîm bin Abdüllah bin hazret-i Hasen, Medîne-i münevverede halîfeliğini i’lân eden kardeşi Muhammede “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yardım için asker topluyordu. Kûfeye gelmişdi. (Ebû Hanîfe buna yardım ediyor) diye yayıldı. Mensûr işitip, İmâmı Kûfeden Bağdâda getirtdi. (Mensûr, haklı olarak halîfedir) diye herkese bildir dedi. Buna karşılık temyîz reîsliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı a’zam kabûl buyurmadı. Mensûr, İmâmı habs etdi. Otuz değnek vurdurup, mubârek ayağından kan akdı. Mensûr pişmân olup, otuzbin akçe gönderdi ise de, kabûl buyurmadı. Tekrâr habs edip, hergün on değnek fazla vurdurdu. (Ba’zı haberlere göre) onbirinci günü, halkın hücûmundan korkulup, zorla sırtüstü yatırıldı. Ağzına zehrli şerbet döküldü. Vefât ederken secde etdi. Nemâzını ellibin kadar kimse kıldı. Güçlükle ikindiye kadar kılındı. Yirmi gün, nice kimseler gelip, kabri yanında nemâzını kıldılar.

Yediyüzotuz talebesi vardı. Herbiri fazîlet ile ve sâlih amelleri ile meşhûr olmuşdu. Çoğu kâdî ve müftî oldu. Oğlu Hammâd “rahmetullahi teâlâ aleyh”, talebesinin ileri gelenlerinden idi. (Mir’ât-ül-kâinât)ın yazısı temâm oldu.

Oldu bunlar, muktedâ’yı ehl-i dîn,
rahmetullahi aleyhim ecma’în.
devam edecek.
 

mektubat

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
4 Eki 2006
Mesajlar
2,308
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
42
Konum
İstanbul
Web Sitesi
www.caglarnetwork.com
Allahü teâlâdan çok korkardı. Kur’ân-ı kerîme uymağa çok dikkat ederdi. Talebesine, (Bir iş için, sözüme uymıyan bir sened elinize geçerse, benim sözümü bırakınız! O senede uyunuz!) buyururdu. Bütün talebesi yemîn ediyor ki, (Ona uymıyan sözlerimizi de, elbette ondan işitdiğimiz bir delîle, senede dayanarak söyledik).

İctihâdla anlaşılan bilgilerde, İmâm-ı a’zam ile talebesi arasında ayrılıklar olmuşdur. (Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık rahmetdir) hadîs-i şerîfi, bu ayrılığın fâideli olduğunu haber vermekdedir.

Hanefî mezhebindeki müftî efendiler, İmâm-ı a’zamın sözü ile fetvâ vermelidir. Onun sözü bulunmazsa, imâm-ı Ebû Yûsüfe uymalıdır. Bundan sonra, imâm-ı Muhammedin sözü ile amel olunur. İmâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammedin sözü bir tarafda, İmâm-ı a’zamın sözü karşı tarafda ise, müftî, her iki tarafa göre fetvâ verebilir. Zarûret olduğu zemân, müftî, müctehidlerden en kolay söyliyenin sözüne uygun fetvâ verir. Müctehidlerden herhangi birinin sözüne uymıyan fetvâ veremez. Böyle olan bildiriye fetvâ denmez.

Geçdi gençlik tatlı bir rüyâ gibi ey çeşmim zâr! [ağla!]
Beni mecnûn etdi girye, meskenim olsun mezâr!

___________

Muhammed Ma’sûm, ikinci cild, 80.ci mektûbunda buyuruyor ki (İstigfâr düâsına devâm edeni, Allahü teâlâ derdlerden kurtarır).
Düâ budur:

Estagfirullahel’azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyel kayyûme ve etûbü ileyh.

Allahümme inneke afüvvün kerîmün tühıbbül afve fa’fü annî.

VEHHÂBÎLİK VE EHL-İ SÜNNETİN CEVÂBI

Müslimân olduklarını söyledikleri hâlde, Ehl-i sünnetden ayrılanlardan biri de, (Vehhâbî)lerdir. Bunlara (Necdî) de denir.

Otuzdördüncü Osmânlı pâdişâhı, ikinci sultân Abdülhamîd hân [1258-1336 (1842-1918) İstanbulda sultân Mahmûd türbesinde] “rahmetullahi aleyh” zemânındaki devlet adamlarından Ahmed Cevdet Pâşa, oniki cild (Târîh-i Osmânî) kitâbının yedinci cildinde ve bahriyye mîrlivâsı (Tuğamirali) olan Eyyûb Sabri Pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazdığı beş cildlik (Mir’ât-ül-haremeyn) târîh kitâbının, üçüncü cildi, doksandokuzuncu sahîfesinden başlıyarak Vehhâbîliği uzun anlatmakdadırlar. Mir’ât-ül-haremeyn târîhi türkçedir. Süleymâniyye kütübhânesinde mevcûddur. Aşağıdaki yazının çoğu Pâşanın bu kitâbından alınmışdır. Pâşa bu bilgileri, Ahmed Zeynî Dahlânın (Fitne-tül-vehhâbîyye) kitâbından terceme etmişdir. 1308 [m.1890] de vefât etmişdir.

Vehhâbîliği kuran, Muhammed bin Abdülvehhâbdır. Hicretin binyüzonbir 1111 [m. 1699] senesinde Necdde, Hüreymile kasabasında dünyâya gelmiş, binikiyüzaltı 1206 [m. 1792] senesinde ölmüşdür. Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bağdâd, Îrân, Hind ve Şâm taraflarına gitmiş, 1125 [m. 1713] senesinde, Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzağına düşerek, ingilizlerin (İslâmiyyeti imhâ) çalışmalarına âlet olmuşdur. Câsûsun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşr eyledi. (İngiliz câsûsunun i’tirâfları) kitâbımızda, Vehhâbîliğin kuruluşu uzun anlatılmakdadır. Eline geçirdiği Harranlı Ahmed ibni Teymiyyenin [661-728 [m. 1328] Şâmda] Ehl-i sünnete uymıyan kitâblarını okumuş, (Şeyh-i Necdî) diye meşhûr olmuşdur. İngiliz câsûsu ile birlikde hâzırladığı (Kitâb-üt-tevhîd) kitâbına Mekke-i mükerreme âlimleri, binikiyüzyirmibir (1221) senesinde, çok güzel cevâb yazarak, kuvvetli vesîkalarla red etdiler. (Seyf-ül-Cebbâr) ismindeki bu reddiyye, sonradan Pâkistânda basılmış ve 1395 [m. 1975] senesinde İstanbulda ofset baskısı yapılmışdır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin torunu Abdürrahmân, (Kitâb-üt-tevhîd)i şerh etmiş ve Muhammed Hamîd adında bir vehhâbî, eklemeler yaparak, (Feth-ul-mecîd) adı ile Mısrda basdırılmışdır. Abdülvehhâb oğlu Muhammedin düşünceleri, köylülere ve Der’iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûde yayılmışdır. Vehhâbîlik ismini verdiği fikrlerini kabûl edenlere (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Kendini kâdî, Sü’ûd oğlu Muhammedi emîr ve hâkim tanıtmışdır. Kendilerinden sonra, hep çocuklarının bu makâmlara geçmelerini kabûl etdirmişdir.

Muhammedin babası Abdülvehhâb, sâlih bir müslimân idi. Bu ve Medînedeki âlimler, Abdülvehhâb oğlunun yanlış bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamalarını nasîhat etmişlerdi. Fekat, binyüzelli 1150 [m. 1737] senesinde Vehhâbîliği i’lân etdi. Din âlimlerinin ictihâdlarını kötüledi. Ehl-i sünnet vel-cemâ’ate kâfir diyecek kadar ileri gitdi. Peygamberlerin ve Evliyânın mezârlarına gidip de, ona karşı (Yâ Nebiyyallah), (Yâ Abdelkâdir!) gibi söyliyen müşrik olur, dedi.

Vehhâbîlere göre, Allahü teâlâdan başka birşeyin bir iş yapdığını söyliyen, müşrik, kâfir olur imiş. Meselâ (Filân ilâç ağrıyı kesdi) veyâ (Filânca Peygamberin veyâ Velînin mezârı yanında Allahü teâlâ düâmı kabûl etdi) diyen müşrik olur imiş. Bu düşüncelerini isbât için, Fâtiha sûresindeki (İyyâke neste’în), ya’nî (Biz yalnız senden yardım bekleriz) meâlindeki âyet-i kerîmeyi ve tevekkül etmeği bildiren âyet-i kerîmeleri sened gösterdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu âyet-i kerîmelere verdiği doğru ma’nâlar ve tevhîd ve tevekkül mes’eleleri (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının ikinci kısm, Tevekkül maddesinde uzun yazılıdır. Buradan okuyanlar, tevhîdin doğru ma’nâsını öğrenir. Kendilerine muvahhid diyen vehhâbîlerin, muvahhid olmadıklarını görür.
Âyinesi işdir kişinin, lâfa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!

(El-Üsûl-ül-erbe’a fî-terdîd-il-vehhâbiyye) kitâbında ikinci aslın sonunda, fârisî olarak diyor ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhebsizler (Mecâz) ve (İsti’âne) ne demek olduğunu anlıyamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yapdığını söylemeğe, bu söz mecâz olarak söylenmiş olsa bile, hemen şirk ve küfr diyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, bir işin hakîkî yapıcısının kendisi olduğunu, mecâzî yapıcısının da kullar olduğunu bildirmekdedir. En’âm sûresinin elliyedinci âyetinde ve Yûsüf sûresinde, bir âyetde meâlen, (Hükm, ancak Allahındır), yanî hâkim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisâ sûresinin altmışdördüncü âyetinde meâlen, (Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hâkim yapmadıkça, îmân etmiş olmazlar) buyurulmuşdur. Birinci âyet-i kerîme, hakîkî hâkimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. İkinci âyet-i kerîme ise, insana da, mecâz olarak hâkim denileceğini bildiriyor.

Her müslimân, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmekdedir. Çünki, Yûnüs sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Dirilten ve öldüren, yalnız Odur) ve Zümer sûresinin kırkikinci âyetinde meâlen, (Ölüm zemânında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor) buyuruldu. Secde sûresinin onbirinci âyet-i kerîmesinde ise, meâlen, mecâz olarak, (Öldürmek için vekîl yapılmış olan melek sizi öldürüyor) buyuruldu. [Mâide sûresinin 30.cu âyetinde (Âdem aleyhisselâmın oğlu, kardeşini öldürdü) buyuruyor. Bu âyet-i kerîme, Vehhâbîleri rezîl etmekdedir.]
devam edecek..
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt