BULENT TUNALI
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Ağu 2007
- Mesajlar
- 2,307
- Tepki puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 53
- Konum
- BURSA-m.k.paşa
- Web Sitesi
- www.bilsankimya.com
Âile saâdetinin sağlam temeller üzerine oturması, sâlih bir babanın idâresine dayanır. Sâlih bir baba demek; âilenin geçimi, terbiyesi, muhafaza edilip gözetilmesi gibi vazifeleri en güzel şekilde yerine getiren baba demektir. Bu da, bilgili, uyanık, tecrübeli, becerikli ve özellikle îmanlı ve güzel ahlâklı olmayı gerektirir.
“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)
Bu âyet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, toplum içerisinde evlenmeye gücü yetenler bir an önce evlenmeli, kendi imkânlarıyla buna gücü yetmeyenler de evlendirilmelidir. Bu, İslâm toplumunun vazifesidir. Büyük bir hayır kapısıdır. Bu sayede toplumun ve fertlerin iffeti muhafaza edilmiş olur.
İffet ki, insana verilmiş bir fazîlet vasfıdır. Diğer varlıklarda iffet düşünülemez. Lâkin insan, bu insanî vasfını kaybederse diğer mahlûkâtın seviyesine düşmüş olur.
Hiç şüphesiz, Allah’ın her insana verdiği zekâ, güç, kâbiliyet, özellik ve temâyüller farklı farklıdır. Bu sebeple değişik meşrepler ve meslekler meydana gelmiştir. Toplum düzeninin devamı için gerekli olan her mesleğe ve bu mesleklerin erbâbına ihtiyaç vardır. Bir toplumun bütünü içinde kasap da olacaktır, çöpçü de, doktor ve hoca da… Öyleyse herkes imkânlarına göre bir âile kurmaya gayret etmelidir. Bu âileyi kurarken de tarafların içtimâî (sosyal) durumlarında bir denklik olmalıdır. Bu, sadece maddî imkânları değil, aynı zamanda görgü, bilgi ve örf denkliğini ifade eder. Böyle olursa karşılıklı istekler arasında yuvayı sarsacak aykırılıklar olmaz. Anlaşma daha kolay gerçekleşir. Meselâ denklik olmadan evlenen bir erkek, hanımına ortak noktada bir hayat yaşatamaz ve onun hüsranına sebep olabilir. Çok aşırı muhabbetler sayesinde böyle muhtemel hüsranların engellenmesi mümkündür. Ancak bunlar, yok denecek kadar istisnâdır. Dolayısıyla evliliklerin prensip olarak denk âileler arasında olmasına dikkat etmek, her zaman daha faydalı ve isabetli olmuştur.
Bu demektir ki, maddî imkânlardan daha da öteye mânevî duyguları, gâye ve istekleri birbirine yakın olan insanların anlaşma ve kaynaşması daha kolaydır.
Diğer taraftan âilelerin maddî durumları, erkeğin çalışma ve kazanma derecelerine göre düzenlenir. Bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde taleplerde bulunmak, anne ve çocuklar için hak değildir. Baba, kazancının elverdiği imkânlar içinde, “mesken, gıda ve elbise” ihtiyaçlarını karşılamakla vazifelidir.
Mesken; ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir semt ve güzel komşular arasından seçilmelidir. İmkân varken, kötü ve ahlâksız komşuların bulunduğu, izbe, sağlığa elverişli olmayan yerlerde oturmayı tercih etmek, âile fertlerine haksızlık olur. Bu hatâ, zamanla ahlâkın zaafa uğramasına ve âile yuvasının yıkılmasına zemin hazırlar.
Gıdada ölçü ise, dengeli bir çalışma sonucunda erkeğin elde ettiği kazanca göredir. Bu hususta ne tembellik etmeli, ne de aşırı bir yük altına girmelidir. Erkeğin vazifesi, bu denge içerisinde gıda temin etmektir. Bu denge, harcamada israfa sapmamak, fakat gereğinden de fazla kısmamak şeklinde kurulmalıdır. Maalesef israf, günümüzde en büyük problemlerdendir. Bugün pek çok kimse israf hususunda ihmalkârdır. Oysa erkek, zengin olsa dahî israftan korunmak mecburiyetindedir. Aksi hâlde israfın ağır yükü altında perişan olur.
Ölmeyecek kadar yemek farz, ihtiyaç kadar yemek mübah (yani günah değil), ama haddinden fazla yemek haramdır. Hak dostları, yemekteki israfı gönüllerin takvâ derecelerine göre şöyle tasnif etmişlerdir:
“Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte, doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte ise, Allah’ın huzurunda olduğundan gaflet ederek yemek israftır.”
Çoluk çocuğun sevdiği yiyecek ve meyveler hususunda babaların hassas ve uyanık olmaları gerekir. Ev içinde utandığından veya sıkıldığından dolayı bir şey isteyemeyen çocukları, bilhassa kız çocuklarını gözetmelidir.
Misafirlere ikrâmda, meşrû ölçüler içerisinde cömert davranılmalıdır. Bu hem ahlâkî bir meziyet, hem de insanlık şerefi îcâbıdır.
Evin babası, giyim hususunda kendisine, hanımına ve çocuklarına kışlık ve yazlık olmak üzere en az iki elbise temin etmek mecburiyetindedir. Cuma günleri, bayram ve düğün merâsimleri gibi sevinçli günlerde giyilmek üzere ayrı elbise yaptırmak da meşrû ve mübahtır, yani günah değildir. İslâm dîni süslenmeyi de belli ölçüde yasak etmemiştir. Ancak aşırı derecede gösterişli elbiseler giymek, bununla böbürlenip gururlanmak, çalım satmak ve insanlara tepeden bakmak, dînen yasaklanmıştır.
Kıyâfetler içinde ipek elbiseler giymek ve altından yüzük, saat, köstek gibi ziynetler takmak erkeklere haram kılınmıştır. Çünkü kadınlara mahsus kılınan ziynet eşyalarının erkekler tarafından da kullanılması, ahlâkî bakımdan çeşitli zaaflar meydana gelmesine sebep olur. Erkek çocuklarının giyimlerinde de bu husus üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bilhassa câhilce yaklaşımlarla: “Hevesini alsın!” diyerek kız çocuklarına dekolte elbiseler ve erkek çocuklarının kıyâfetlerine benzer giysilerin giydirilmesi büyük bir hatâdır. Zamanla bu giysiler, tiryakilik hâline gelir; istese de terk edemez ve nihayet çocukların iç dünyaları zehirlenmiş olur. Dolayısıyla kız çocuklarına tesettür alışkanlığı vaktinde kazandırılmalı ve bunun ehemmiyeti tamamen kavratılmalıdır. Aksi hâlde yanlış yönelme ve uygulamalar, her zaman kadınlık şeref ve haysiyetini zedeleyici olur. Bilmeli ve unutmamalı ki, tesettür; iffeti koruma vesîlesi olması yanında kadın için bir zarâfet ve ihtişam vesîlesidir. Şuurlu ve gerektiği şekilde tesettürlü olan hanımlar, her zaman çevreleri için bir vakar ve kıymet ifadesi olurlar. Gönüllerde onlara karşı yalnızca saygı hissi uyanır.
“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz…” (et-Tahrîm, 6)
Bu vazifenin çerçevesi, herkesin bulunduğu mevkî ve imkânlar ölçüsünde, eş ve çocuklardan başlayarak, evde bulunan hizmetçiler, komşu ve akrabalar, okul, hattâ kademe kademe bütün memleketi içine almaktadır. Çünkü âileler, içinde bulunan dış çevreyi oluşturduğu gibi etraftan da tesir alırlar.
Bir baba, âile fertlerinin Kur’ân-ı Kerim eğitimine ehemmiyet vermeli, yavrularına ibadet şevkini tattırmalıdır. Diğer taraftan dünya ve âhirete dâir yol-yordam, usûl ve edepleri de öğretmesi zarûrîdir. Bu çerçevede evlâtlarını, okul çağına geldiğinde yaz kurslarında, ardından da ilköğretimin bitişiyle birlikte Kur’ân-ı Kerim kurslarında mutlaka okutmalıdırlar. Bilhassa kız çocukları için bu daha da elzemdir. Unutmamalı ki, bir anne-babanın, çocuklarına bırakabileceği en kıymetli miras, âhiret mirasıdır. Yavrularını hâfız yapan, Kur’ân kültürüyle tezyin eden anne-babalara ne mutlu!.. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâç giydirilir. Bu tâcın nûru, güneşin dünyâdaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur? Bir düşünün!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14)4
Bugün yabancı bir lisân öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılıyor, hiçbir masraftan da kaçınılmıyor. Buna karşılık Kur’ân kurslarını göz ardı etmek -hattâ küçümsemek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden mahrûm bırakmak, ne hazin bir durumdur. Hâlbuki en güzel muvaffakıyet; öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır.
Çocuklarımız, Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamberlere ait kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr yetişmelidir. Şu âhir zamanda yavrularımızın rezalet çukurlarından ve dinsizlik âfetinden kendilerini koruması için böylesi bir îman heyecanı ile takviye edilmeleri elzemdir. Bunun için Kur’ân eğitimi yanında Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in siyeri, yani mübârek ve örnek hayatı üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân’ın en canlı tefsîridir. Peygamber Efendimiz’in hayatı ile bütünleşmek ve onun sünnetlerini hakkıyla tâlim edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allah Rasûlü’nün izinden yürümeli, O’na benzemeye çalışmalıdır.
Babaların ve annelerin vazifelerini aksatmaları ve evlâtlarına gerekli mânevî eğitimi vermemeleri neticesinde göz nûru yavrularımız, kötülüğe teşne olan medyanın çocuğu olarak maddeci bir zihniyetle büyümektedir. Onları âdeta televizyon emzirmekte, saçlarını televizyon şekillendirmekte, duygu ve hayallerini televizyon belirlemektedir. Böyle olunca anne-babaya, sadece onların isteklerini yerine getirme uşaklığı düşmektedir. Hele televizyon, internet vesâire imkânlarıyla kötü program ve ahlâk dışı çukurlara düşen çocuklarımızın durumları, içler acısıdır. Yürekleri parçalayan bu hâllere râzı olmak, anne ve babalar için hesabı verilemeyecek bir azap sinyalidir. En basitinden Müslüman bir çocuk, ne esef vericidir ki, birçok yerli-yabancı sporcu ve artistlerin hayat hikâyelerini dahî ezberleyip onları örnek alıyor, onlara benzemek için çırpınıyor. Ancak hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin isimlerini bile bilmiyor, onları tanımıyor, onların güzel ahlâkına yabancı olarak büyüyor ve onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret alamıyor. Bu hazin gerçeğin mânâsı, çocuklarımızı biz değil, yabancılar eğitiyor demektir. Yani maddesini büyütme yükü anne-babalara, ruhlarını yönlendirme ise yabancılara ait oluyor. Külfeti anne-babalar çekiyor, menfaati yabancılara kalıyor. Onlar bu kültür ve eğitim galibiyetini ellerinde tuttukça bu hâl, yarın onlar tarafından bize karşı başka galibiyetlere kadar gider, Allah korusun. Onun için evlâtlarımızı çağın en amansız kültür savaşları ve eğitim kavgaları arasında eğitmede tarih önündeki imtihanımızı yine başarıyla mühürlemeliyiz. Kendi şeref ve haysiyetimize göre onları yetiştirmeliyiz. Ruh dünyasından giyim kuşama kadar evlâtlarımız, kendi kök ve gövdeleri üzerine yeşermelidir.
İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan biri, kıyâfetin vücut hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf olmamasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey Esmâ! Bülûğa erdikten sonra
kadınların, -yüzüne ve eline işaret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 31)
Bu husus, İslâm’ın kadınlık şeref ve haysiyetini rencide eden davranışları engellemek için koyduğu temel kâidelerdendir. Kadınların yaratılış itibariyle sahip oldukları bu fazîlet ve şerefe gölge düşürmemek de kadın-erkek iki tarafın birlikte ve titizlikle riâyet edecekleri hususlardan birisidir.
Diğer taraftan bülûğ çağına ulaşmadan önce, erkek ve kız çocuklarının odalarını ayırmak da çocuklarımızın mânevî olgunlaşmaları ve şahsiyetlerinin oturması için dikkat edilecek hususlardan birisidir.
Efendim, bu konuyu biraz daha açacak olursak, bir baba, âilesi için neleri temin etmek mecburiyetindedir?
Erkek, evlenmeye karar verdiği zaman her şeyden önce kendisini ve mes’uliyetini (sorumluluğunu) üzerine aldığı âilesini helâlinden yedirip içirecek bir geçim kaynağına muhtaçtır. Çünkü yüce dinimiz, âilenin geçimini temin etmek külfetini erkeğe yüklemiştir ve hiç şüphesiz bundan dolayı da mirasta onun hissesini arttırmıştır. Bu itibarla erkek, bir geçim kaynağına sahipse evliliğe adım atmalıdır. Yani kendi kendine geçinemeyen bir insanın başkalarını da mağdur etmesi uygun olmaz. Bununla birlikte elindeki imkânları zayıf olduğu hâlde dînini daha güzel yaşamak için evlenmeyi düşünen kimselere Allah yardım eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, kendi lütfunun genişliğini hatırlatarak evliliği teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Aranızdaki bekârları, köleleriniz ve câriyelerinizden müsait olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)
Bu âyet-i kerimeden de anlaşıldığı üzere, toplum içerisinde evlenmeye gücü yetenler bir an önce evlenmeli, kendi imkânlarıyla buna gücü yetmeyenler de evlendirilmelidir. Bu, İslâm toplumunun vazifesidir. Büyük bir hayır kapısıdır. Bu sayede toplumun ve fertlerin iffeti muhafaza edilmiş olur.
İffet ki, insana verilmiş bir fazîlet vasfıdır. Diğer varlıklarda iffet düşünülemez. Lâkin insan, bu insanî vasfını kaybederse diğer mahlûkâtın seviyesine düşmüş olur.
Hiç şüphesiz, Allah’ın her insana verdiği zekâ, güç, kâbiliyet, özellik ve temâyüller farklı farklıdır. Bu sebeple değişik meşrepler ve meslekler meydana gelmiştir. Toplum düzeninin devamı için gerekli olan her mesleğe ve bu mesleklerin erbâbına ihtiyaç vardır. Bir toplumun bütünü içinde kasap da olacaktır, çöpçü de, doktor ve hoca da… Öyleyse herkes imkânlarına göre bir âile kurmaya gayret etmelidir. Bu âileyi kurarken de tarafların içtimâî (sosyal) durumlarında bir denklik olmalıdır. Bu, sadece maddî imkânları değil, aynı zamanda görgü, bilgi ve örf denkliğini ifade eder. Böyle olursa karşılıklı istekler arasında yuvayı sarsacak aykırılıklar olmaz. Anlaşma daha kolay gerçekleşir. Meselâ denklik olmadan evlenen bir erkek, hanımına ortak noktada bir hayat yaşatamaz ve onun hüsranına sebep olabilir. Çok aşırı muhabbetler sayesinde böyle muhtemel hüsranların engellenmesi mümkündür. Ancak bunlar, yok denecek kadar istisnâdır. Dolayısıyla evliliklerin prensip olarak denk âileler arasında olmasına dikkat etmek, her zaman daha faydalı ve isabetli olmuştur.
Bu demektir ki, maddî imkânlardan daha da öteye mânevî duyguları, gâye ve istekleri birbirine yakın olan insanların anlaşma ve kaynaşması daha kolaydır.
Diğer taraftan âilelerin maddî durumları, erkeğin çalışma ve kazanma derecelerine göre düzenlenir. Bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde taleplerde bulunmak, anne ve çocuklar için hak değildir. Baba, kazancının elverdiği imkânlar içinde, “mesken, gıda ve elbise” ihtiyaçlarını karşılamakla vazifelidir.
Mesken; ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir semt ve güzel komşular arasından seçilmelidir. İmkân varken, kötü ve ahlâksız komşuların bulunduğu, izbe, sağlığa elverişli olmayan yerlerde oturmayı tercih etmek, âile fertlerine haksızlık olur. Bu hatâ, zamanla ahlâkın zaafa uğramasına ve âile yuvasının yıkılmasına zemin hazırlar.
Gıdada ölçü ise, dengeli bir çalışma sonucunda erkeğin elde ettiği kazanca göredir. Bu hususta ne tembellik etmeli, ne de aşırı bir yük altına girmelidir. Erkeğin vazifesi, bu denge içerisinde gıda temin etmektir. Bu denge, harcamada israfa sapmamak, fakat gereğinden de fazla kısmamak şeklinde kurulmalıdır. Maalesef israf, günümüzde en büyük problemlerdendir. Bugün pek çok kimse israf hususunda ihmalkârdır. Oysa erkek, zengin olsa dahî israftan korunmak mecburiyetindedir. Aksi hâlde israfın ağır yükü altında perişan olur.
Ölmeyecek kadar yemek farz, ihtiyaç kadar yemek mübah (yani günah değil), ama haddinden fazla yemek haramdır. Hak dostları, yemekteki israfı gönüllerin takvâ derecelerine göre şöyle tasnif etmişlerdir:
“Şerîatte, doyduktan sonra yemek israftır.
Tarîkatte, doyuncaya kadar yemek israftır.
Hakîkatte ise, Allah’ın huzurunda olduğundan gaflet ederek yemek israftır.”
Çoluk çocuğun sevdiği yiyecek ve meyveler hususunda babaların hassas ve uyanık olmaları gerekir. Ev içinde utandığından veya sıkıldığından dolayı bir şey isteyemeyen çocukları, bilhassa kız çocuklarını gözetmelidir.
Misafirlere ikrâmda, meşrû ölçüler içerisinde cömert davranılmalıdır. Bu hem ahlâkî bir meziyet, hem de insanlık şerefi îcâbıdır.
Evin babası, giyim hususunda kendisine, hanımına ve çocuklarına kışlık ve yazlık olmak üzere en az iki elbise temin etmek mecburiyetindedir. Cuma günleri, bayram ve düğün merâsimleri gibi sevinçli günlerde giyilmek üzere ayrı elbise yaptırmak da meşrû ve mübahtır, yani günah değildir. İslâm dîni süslenmeyi de belli ölçüde yasak etmemiştir. Ancak aşırı derecede gösterişli elbiseler giymek, bununla böbürlenip gururlanmak, çalım satmak ve insanlara tepeden bakmak, dînen yasaklanmıştır.
Kıyâfetler içinde ipek elbiseler giymek ve altından yüzük, saat, köstek gibi ziynetler takmak erkeklere haram kılınmıştır. Çünkü kadınlara mahsus kılınan ziynet eşyalarının erkekler tarafından da kullanılması, ahlâkî bakımdan çeşitli zaaflar meydana gelmesine sebep olur. Erkek çocuklarının giyimlerinde de bu husus üzerinde dikkatle durulmalıdır. Bilhassa câhilce yaklaşımlarla: “Hevesini alsın!” diyerek kız çocuklarına dekolte elbiseler ve erkek çocuklarının kıyâfetlerine benzer giysilerin giydirilmesi büyük bir hatâdır. Zamanla bu giysiler, tiryakilik hâline gelir; istese de terk edemez ve nihayet çocukların iç dünyaları zehirlenmiş olur. Dolayısıyla kız çocuklarına tesettür alışkanlığı vaktinde kazandırılmalı ve bunun ehemmiyeti tamamen kavratılmalıdır. Aksi hâlde yanlış yönelme ve uygulamalar, her zaman kadınlık şeref ve haysiyetini zedeleyici olur. Bilmeli ve unutmamalı ki, tesettür; iffeti koruma vesîlesi olması yanında kadın için bir zarâfet ve ihtişam vesîlesidir. Şuurlu ve gerektiği şekilde tesettürlü olan hanımlar, her zaman çevreleri için bir vakar ve kıymet ifadesi olurlar. Gönüllerde onlara karşı yalnızca saygı hissi uyanır.
Erkekler, âilesinin terbiyesinde nelere dikkat etmelidir?
Kadın ve çocukların, dînî, ahlâkî bakımdan olgunlaştırılması; onların dünya ve âhiret saâdetlerine sebep olacak şekilde terbiye edilmeleri erkeğe ait mühim vazifelerdendir. Nitekim bu vazîfe Kur’ân-ı Kerim’de şöyle beyân buyurulmaktadır:
“Ey îman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyunuz…” (et-Tahrîm, 6)
Bu vazifenin çerçevesi, herkesin bulunduğu mevkî ve imkânlar ölçüsünde, eş ve çocuklardan başlayarak, evde bulunan hizmetçiler, komşu ve akrabalar, okul, hattâ kademe kademe bütün memleketi içine almaktadır. Çünkü âileler, içinde bulunan dış çevreyi oluşturduğu gibi etraftan da tesir alırlar.
Bir baba, âile fertlerinin Kur’ân-ı Kerim eğitimine ehemmiyet vermeli, yavrularına ibadet şevkini tattırmalıdır. Diğer taraftan dünya ve âhirete dâir yol-yordam, usûl ve edepleri de öğretmesi zarûrîdir. Bu çerçevede evlâtlarını, okul çağına geldiğinde yaz kurslarında, ardından da ilköğretimin bitişiyle birlikte Kur’ân-ı Kerim kurslarında mutlaka okutmalıdırlar. Bilhassa kız çocukları için bu daha da elzemdir. Unutmamalı ki, bir anne-babanın, çocuklarına bırakabileceği en kıymetli miras, âhiret mirasıdır. Yavrularını hâfız yapan, Kur’ân kültürüyle tezyin eden anne-babalara ne mutlu!.. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Kim Kur’ân-ı Kerîm’i okur ve onunla amel ederse, kıyâmet günü ebeveynine bir tâç giydirilir. Bu tâcın nûru, güneşin dünyâdaki bir eve konulduğunda vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm ile bizzat amel edenin nûru nasıl olur? Bir düşünün!” (Ebû Dâvûd, Vitr, 14)4
Bugün yabancı bir lisân öğrenmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılıyor, hiçbir masraftan da kaçınılmıyor. Buna karşılık Kur’ân kurslarını göz ardı etmek -hattâ küçümsemek- yavrularımızı o ilâhî kelâmdan ve onun rûhâniyetinden mahrûm bırakmak, ne hazin bir durumdur. Hâlbuki en güzel muvaffakıyet; öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır.
Çocuklarımız, Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamberlere ait kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr yetişmelidir. Şu âhir zamanda yavrularımızın rezalet çukurlarından ve dinsizlik âfetinden kendilerini koruması için böylesi bir îman heyecanı ile takviye edilmeleri elzemdir. Bunun için Kur’ân eğitimi yanında Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in siyeri, yani mübârek ve örnek hayatı üzerinde de yoğunlaşılmalıdır. Çünkü O, örnek ve müstesnâ yaşayışıyla Kur’ân’ın en canlı tefsîridir. Peygamber Efendimiz’in hayatı ile bütünleşmek ve onun sünnetlerini hakkıyla tâlim edebilmek için de, yaşayış ve ahlâk itibâriyle Allah Rasûlü’nün izinden yürümeli, O’na benzemeye çalışmalıdır.
Babaların ve annelerin vazifelerini aksatmaları ve evlâtlarına gerekli mânevî eğitimi vermemeleri neticesinde göz nûru yavrularımız, kötülüğe teşne olan medyanın çocuğu olarak maddeci bir zihniyetle büyümektedir. Onları âdeta televizyon emzirmekte, saçlarını televizyon şekillendirmekte, duygu ve hayallerini televizyon belirlemektedir. Böyle olunca anne-babaya, sadece onların isteklerini yerine getirme uşaklığı düşmektedir. Hele televizyon, internet vesâire imkânlarıyla kötü program ve ahlâk dışı çukurlara düşen çocuklarımızın durumları, içler acısıdır. Yürekleri parçalayan bu hâllere râzı olmak, anne ve babalar için hesabı verilemeyecek bir azap sinyalidir. En basitinden Müslüman bir çocuk, ne esef vericidir ki, birçok yerli-yabancı sporcu ve artistlerin hayat hikâyelerini dahî ezberleyip onları örnek alıyor, onlara benzemek için çırpınıyor. Ancak hakîkat ve saâdet yolunun rehberleri olan peygamberlerin isimlerini bile bilmiyor, onları tanımıyor, onların güzel ahlâkına yabancı olarak büyüyor ve onlar hakkındaki Kur’ânî mesajlardan ibret alamıyor. Bu hazin gerçeğin mânâsı, çocuklarımızı biz değil, yabancılar eğitiyor demektir. Yani maddesini büyütme yükü anne-babalara, ruhlarını yönlendirme ise yabancılara ait oluyor. Külfeti anne-babalar çekiyor, menfaati yabancılara kalıyor. Onlar bu kültür ve eğitim galibiyetini ellerinde tuttukça bu hâl, yarın onlar tarafından bize karşı başka galibiyetlere kadar gider, Allah korusun. Onun için evlâtlarımızı çağın en amansız kültür savaşları ve eğitim kavgaları arasında eğitmede tarih önündeki imtihanımızı yine başarıyla mühürlemeliyiz. Kendi şeref ve haysiyetimize göre onları yetiştirmeliyiz. Ruh dünyasından giyim kuşama kadar evlâtlarımız, kendi kök ve gövdeleri üzerine yeşermelidir.
İslâm, insanlık haysiyetine uygun giyinmeye dâir bâzı kâideler getirmiştir. Bunlardan biri, kıyâfetin vücut hatlarını ortaya çıkaracak derecede dar veya şeffaf olmamasıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe’nin kardeşi Esmâ’nın ince bir elbise giydiğini görünce, başını çevirmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ey Esmâ! Bülûğa erdikten sonra
kadınların, -yüzüne ve eline işaret ederek- şu ve şundan başka bir yerinin görülmesi doğru olmaz.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 31)
Bu husus, İslâm’ın kadınlık şeref ve haysiyetini rencide eden davranışları engellemek için koyduğu temel kâidelerdendir. Kadınların yaratılış itibariyle sahip oldukları bu fazîlet ve şerefe gölge düşürmemek de kadın-erkek iki tarafın birlikte ve titizlikle riâyet edecekleri hususlardan birisidir.
Diğer taraftan bülûğ çağına ulaşmadan önce, erkek ve kız çocuklarının odalarını ayırmak da çocuklarımızın mânevî olgunlaşmaları ve şahsiyetlerinin oturması için dikkat edilecek hususlardan birisidir.