Resul Aydın
Kayıtlı Kullanıcı

Tevhid: Lugatta; birleme, bir Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak demektir. Her yerde ve her şeyde Allah’tan başka tesir ve hâkimiyeti olmadığını anlamak, bilmek
ve bilerek yaşamak. [1] Tevhid, terim olarak; Allah’ın zâtında, sıfatlarında, isimlerinde ve fiillerinde birlemek, O’na hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamaktır.
Tevhid kelimesi, “Lâ ilâhe illâllah”tır. Yani “Allah’tan başka ilâh yoktur.”
“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona ‘Benden başka İlâh yoktur. Şu halde Bana kulluk edin.’ diye vahyetmiş olmayalım” [2] buyurulmuştur.
İlk peygamber Hz. Adem (a.s.)’dan, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar gelen bütün peygamberlerin ortak mesajıdır Lâ ilâhe illâllah. Çünkü İslâm dininin esası Tevhiddir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Bütün insanlar sadece ve sadece O’na ibâdet etmeli ve O’na kulluk yapmalıdırlar.
“Hüküm ancak Allah’ındır. O, yalnız kendisine kulluk etmemizi emir buyurmuştur. İşte doğru ve sâbit din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler .” [3]
Zaten Allah’tan başka ibâdet/kulluk edilmeye, O’nun dışında mutlak olarak itaat edilmeye ve boyun eğilmeye lâyık kimse yoktur. Dikkat etmek gerekir ki, kelime-i Tevhidi söyleyenler, önce Allah’tan başka bütün ilâhları reddetmeli ve ilâh olarak sadece Allah’ı kabul etmelidir. [4]
Mekke’de nâzil olan Kur’an âyetlerinin birçoğu doğrudan tevhidi telkin etmekte, bir kısmı da şirki reddetmektedir. Allah’ı yegâne ilâh, rabb ve otorite olarak tanımak, birliğini ikrar etmek, her çeşit ortağı O’ndan uzak tutmakla gerçekleşen tevhid, İslâm dininin en önemli özelliğidir. İslâm bu özelliğiyle hem câhiliyye putperesliğinden, hem de Mecûsilik’ten ayrılır (onlarla bağdaşmaz). [5]
Tevhidin özünde Allah’tan başka ilâh tanınan varlıkların tümünün, inanç dünyasından temizlenmesi, atılması vardır. Bütün güç ve kuvvetin, bütün izzet ve şerefin, bütün egemenlik ve saltanatın yalnızca Allah’ta olduğuna inanç, tevhidin ruhudur. İnsanlık tarihi boyunca peygamberlerin mücadelesindeki biricik hedef şudur: İnsanların insanlar üzerindeki saltanatına son vermek ve yalnızca Allah’ın hükümranlığını kabul. İslâm’ın Tevhid inancı ile kralların, idarecilerin kendilerini hakkın ve halkın üzerinde görme sevdaları son bulur. [6]
Tevhid; iman edenlerle küfredenleri, inananlarla inkârcıları kesin çizgilerle birbirinden ayıran İslâm’ın en belirgin vasfıdır. Muvahhidlerin parolasıdır.
Bunun içindir ki, bütün peygamberler, insanları önce Allah’ın birliğine, tevhide çağırmışlardır. Allah’tan başka ilâh tanımamaya ve diğer bütün ilâhları reddetmeye, gelip geçici varlıklar karşısında alçalmamaya, boyun eğmemeye ve eğilmemeye davet etmişlerdir. İnsana lütfedilen yaratılmışların en üstünü olma şerefi, ancak bu Tevhid şuuruyla korunabilir. [7]
Tevhid; “Lâ ilâhe illâllah” yani “Allah’tan başka ilâh yoktur” demektir. İlâh kelimesinin karşılığı lugat olarak şöyledir: Birisine ısınmak, alışmak, aşırı sevgiyle yönelmek, düşkün olmak, kulluk etmek, örtünmek, gizlenmek mânâlarına gelmektedir.
İlâh kelimesinin mâbut hakkında kullanılmasına sebep olan faktörler şunlardır: İhtiyaçları gidermesi, amelin karşılığını vermesi, sükûnet bahşetmesi, yüceliği ve hükmü altına alıp koruması. [8]
Bir kişi “Lâ ilâhe illâllah” demekle şunları demiş oluyor: Allah’tan başka ibâdet edilecek, tapılacak, çekinilecek, korkulacak, bel bağlanılacak, el açıp yalvarılacak, duâ ve yalvarışlara cevap verip gereğini yerine getirecek, sığınılacak birisi yoktur. [9]
Tevhid, Allah (c.c.)’ı zâtında, sıfatlarında, isimlerinde, fiillerinde birleyerek O’na inanan müslümanların, yaşadıkları sürece ilgi ve dikkatlerini Allah’a yöneltmesi, Allah’a teslim olması, hiçbir yaratığın hiçbir konuda ilâhî özelliklere sahip olmadığını, mutlak muktedirin, yalnızca Allah olduğunu idrâk etmesi, Allah’ın gösterdiği yolda, Allah’ın emrettiği şekilde sadece Allah’a kulluk etmesidir. Nitekim kendisine muvahhid denilenler müslümanlardır.
İşte Tevhid gerçeği de, namazda Kâbe’ye yönelindiği gibi, bütün bir yaşamda ilgi ve dikkati Allah’a yöneltme, Allah’a teslim olma vakasıdır. [10]
Emperyalist Batı, bunların yerli dostları Aristo mantığını esas almaktadırlar: Allah evreni yarattı ve bıraktı, insanların yaşantısına karışmaz, insanlar yaşamlarının kurallarını kendileri kafalarına göre koyarlar. İslâm dininin bir yaşam biçimi olduğunu kabul etmezler. Allah’ı salt ilk yaratıcı veya hareket ettirici olarak görmek, O’nu evrenden çekip çıkarmak ve sonuçta O’nun Rablığını inkâr etmek demektir.
Rab olarak Allah evrende mutlak tasarruf sahibidir. Yalnızca insan bu Rablığa karşı çıkabilir; yeryüzündeki tasarrufunu Allah’ın değil, kendi iradesi doğrultusunda yapmaya kalkışabilir. Yani yeryüzündeki hayatı, istediği biçimde yönlendirmeye kalkar.
Bunun için kendinden kurallar kor; böylece o, kendi arzularını ilâhlaştırmış olur; arzularının doğrultusunda yeryüzüne şekil vermeye kalkınca da yeryüzünde Rableşmiş olur; bunun sonucunda, böylesi insanlara itaat edenler de, Allah’ı değil, bu insanları rab kabul etmiş olurlar.
Kur’an, Allah’ın mutlak Rab olduğunu belirtirken, bazı insanların bilginlerini, rahiplerini, hahamlarını, büyük kabul ettikleri birtakım kimseleri, yöneticilerini rab edindiklerini, yani onların kendi hevâlarından uydurdukları ve yeryüzündeki hayatı düzenleyici kurallara bağlı kaldıklarını da vurgular.
Sözgelimi, Hz. Mûsâ, Allah’ın mutlak anlamda Rab olduğunu ilan ederken, Firavun kavmine karşı, “en büyük rabbiniz benim” diye seslenir. Yine Kur’an, insanları birbirlerini rabler edinmeyi bırakıp, yalnızca Allah’ı Rab edinmeye [11] çağırır.[12]
Rab demek; terbiye eden, yetiştiren, geliştiren,[13] çekip çeviren, hüküm ve kanun koyan, derleyen, toparlayan, sözü tutulmaya, hükmü tutulmaya lâyık olan anlamındadır. Şimdi Rasûlullah (s.a.s.) ve ilk müslümanlar kelime-i Tevhidle neyi kastediyorlardı? Onu açıklayalım:
Ey müşrikler! Biz Allah’tan gayri taptığınız, korktuğunuz, çekindiğiniz, sözünü tuttuğunuz, hükmünü tuttuğunuz, hükmetme yetkisine sahip olduğunu zannettiğiniz, sığındığınız, üzerinizde tahakküm hakkı olduğuna inandığınız, hayatınızı derleyip toparlama yetkisine sahip olduğunu zannettiğiniz, itaat edilmesi gerektiğine inandığınız, bütün ilâhlarınızı, putlarınızı, Lat’ınızı, Uzza’nızı, Menat’ınızı, meclisinizi, Darü’n-Nedvenizi, örf ve âdetlerinizi reddediyoruz, tanımıyoruz.
Bütün bunların sadece ve sadece Allah’ın hakkı olduğunu kabul ediyoruz.
Bütün bu hakların Yaratan’a ait olduğuna, rızk verene ait olduğuna, insanları ve bütün her şeyi yaratan Allah’a ait olduğuna inanıyoruz.
Evet, kısacası bütün Rasûller ve onlara tâbi olanlar “Lâ ilâhe illâllah”ı bu anlamda söylemişlerdir. [14]
İbn Abbas (r.a.)’den:
Talib hastalandığı zaman, Kureyş’den bir heyet onu ziyarete gitti. Aralarında Ebu Cehil de vardı. Ebu Talib’e: “Yeğenin bizim ilâhlarımızı reddediyor, kötülüyor. Onu çağırıp da bundan men etsen” dediler.
Ebu Talib, Hz. Peygamber’e adam gönderdi. Hz. Peygamber Ebu Talib’in yanına geldi. Ebu Talib Hz. Peygamber’e hitaben:
“Yeğenim! Bu halk senden niçin şikâyet ediyor? Senin onların ilâhlarını kötülediğini ve onlar hakkında ileri geri konuştuğunu iddia ediyorlar” dedi.
Allah’ın rasûlü söz aldı ve dedi ki:
“Amcacığım, ben onların öyle bir kelime üzerinde birleşmelerini istiyorum ki, o sözü söyledikleri takdirde, Arap olmayanlar da onlara cizye verecektir.” Heyet, “Eğer mesele bir tek sözden ibaretse, evet; isterse on söz olsun, nedir?” Ebu Talib de “Yeğenim o hangi sözdür?” dedi.
Hz. Peygamber:
“Allah’tan başka ilâh yoktur’ sözüdür” buyurdu. Bunun üzerine heyettekiler, kızarak ve yakalarını silkerek kalktılar ve dediler ki: “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yapacak? Bu şaşılacak bir şey! Haydi yürüyün, ilâhlarımıza sahip çıkalım” diyerek gittiler. [15]
Açıkça görülüyor ki Mekke’deki halk tevhidin (Lâ ilâhe illâllah’ın) ne anlama geldiğini biliyorlardı.
Onun için “Allah’tan başka ilâh yoktur” sözünü Rasûlullah (s.a.s.) söyleyince, onlar “ne demek istiyorsun?” diye sormadılar.
Çünkü ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Onun için heyettekiler hemen kızıp kalktılar. “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yapacak? Olmaz öyle şey!” diyerek karşı çıktılar. Onlar anladılar ki Allah’tan başka Lat, Menat, Uzza gibi bütün ilâhları reddetmek gerektiğini; onun için işlerine gelmediğinden dolayı karşı çıktılar ve Rasûlullah (s.a.s.)’in dâvetine, Tevhid çağrısına engel olmak için Peygamberimiz (s.a.s.)’in amcası ve koruyucusu Ebu Talib’e giderek kendisine “yeğenini, İslâm dâvâsından vazgeçir, ya da himaye etmekten vazgeç” dediler.
Ebu Talib durumu yeğeni Hz. Muhammed’e (s.a.s.) anlatınca o şöyle cevap verdi:
“Allah’a yemin ederim ki; ey amca! Güneşi sağ elime, ay’ı da sol elime verseler yine de bu dâvâdan vazgeçmem. Ya Allah’ın dini hâkim olacak yahut bu uğurda öleceğim!” buyurdu. [16] Bunun ardından Mekke’li müşrikler Peygamberimiz (s.a.s.) ve ashabı üzerine zulüm ve baskılarını artırdılar. Bu zulüm sırasında çok sayıda sahâbi işkence ve eziyetten dolayı şehit oldu. [17]
Müşrikler Allah’ın Rasûlü (s.a.s.) ve beraberindekilerin haklı dâvâlarından vazgeçmeyeceklerini anlayınca onlarla uzlaşmaya yanaşarak onlara mal, mülk, makam, mevki, para teklif ettilerse de bu tür teklifleri Peygamberimiz (s.a.s.) reddetmiştir. [18]
Müşrikler Rasûlullah (s.a.s.)’in Tevhid dâvetine engel olmak için teklif ettikleri maddî imkânları [19] da Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından reddedilince artık ne yapılırsa yapılsın dâvâsından vazgeçiremeyeceklerini anlayınca tevhidi savunanlara karşı mücadeleyi artırdılar, her türlü zulmü, işkenceyi onlara revâ gördüler.
Hz. Âdem (a.s.)’dan Hz. Muhammed (s.a.s.)’e kadar, oradan da günümüze kadar aynı şekilde tevhidi savunanlara bu uğurda gayret edenlere karşı çıkılıyor.
Tarih boyu hak-bâtıl mücadelesinde hakka karşı olanlar, hakkı savunanların etkinliğini kırmak için birtakım iftiralarda bulunarak etkinliğini kırmaya çalışıyorlar.