Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Ehl-i Sünnet inancı (2 Kullanıcı)

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
30. MESELE:
Cennetten mü'minler, Allah Teâlâ'yı bila misal ve la kayf göreceklerdir.

Rıza evi olan Cennetin Cennet oluşu oradan Cenâb-ı Hakk'm görünmesidir. Bunda, ehl-i sünnetin hiçbir şek ve şüphesi yoktur. Yalnız bu görüşün nasıl olacağım Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz şöyle ifade etmektedir : Ayın ondördüncü gecesinde ayın tam şeklini, görünüşünü, herkes olduğu yerden pek açık ve güzel bir şekilde görmektedir. Bunun için bir toplantı yeri gibi bir kalabalığın toplanmasına hiç te lüzum yoktur, bu görünüşü tarife kimsenin gücü yetmez. Onun için, bilâ misal ve la keyf demekten başka çâre yoktur. Her kim inkâr ederse bid'at işlemiş olur ve mudilimden olur.
Âyet-i kerîmelerde pek açık olarak Cenâb-ı Hak, kullarının kendisini göreceklerini beyan etmektedir.
Allah Teâlâ buyurdu:
«Yüzler (vardır) o gün ter ü tazedir, Rablerine bakacaktır.»'.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri de buyurdu
«Ayın on dördüncü gecesinde (şu) ayı birbirinize gösterebilmek için sıkışıp, üst üste yığılmanıza hacet kalmaksızın hepiniz nasıl zahmetsizce görüyorsanız; Rabbinizi de (öyle) göreceksiniz.»

31. MESELE:
Mü'min bilmelidir ki: Enbiyaların rütbeleri evliyaların rütbelerinden a'lâdır.

Her kim, evliyanın rütbesi nebilerin rütbesinden a'lâdır derse ona mübtedi' derler, ehl-i sünetin dışında kalmıştır. Veliler ancak, bulundukları devrin peygamberlerine tabidir. Zira peygamberlere itaat, Allah Teâlâ'ya itaat gibidir ve tâattır. Âyet-i kerîmede :
«Kim Allah ve Peygamberlerine itaat ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine ni'metler verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyi adamlarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştır...»
Allah Teâlâ buyurdu.
«Kim Allah ve Peygamberine itaat ederse (Allah) onu altından ırmaklar akan Cennetlere sokar ki onlar orada ebedi kalıcıdırlar.»
Görüldüğü üzere, Allah Teâlâ'ya ve Peygamberlerine itaatin neticesinin o güzel Cennet olduğu bildirilmektedir ki evliyalar peygamberlerle kıyas bile olunamazlar. Zaten evliyaların evliyalığı, bulunduğu devrin peygamberine uymasnın neticesidir. Peygamberlik Allah vergisidir. Evliyalar da o peygamberlere uyabildikleri nisbette velilik mertebesine ulaşırlar. Maazallah sonradan hatalara, günahlara düşünce, velilikten azlolunurlar. Halbuki peygamberler masumdurlar, Allah Teâlâ onları korur ve hiçbir zaman peygamberlikten azlolünmazlar ve olunmamıştır.
Cenâb-ı Peygamber de bir hadisinde :
«Ben, Âdemoğlunun seyyidiyim, fakat bununla iftihar etmem» buyurmaktadır ki onun tevâzularınm ne kadar büyük olduğunu bizlere göstemektedir.
Bundan anlarız ki, gerek dünya işlerinde ve gerek ilim ve âhiret işlerinde ne kadar yüksek mevkilere nail olursak olalım; bunu Allah Teâlâ'nın lütfü bilip büyüklen memeli ve tevazu sahibi olup kendini gurura kapürmamalı ve halkın arasında kendisine bir mevki ve şöhret vasıtası yapmamalıdır ve yapmamağa da çalışmalıdır ki indi ilâhide derecesi yüksek olsun. Zira:
«Tevazu göstereni Allah yüceltir» buyurulmuştur.

32. MESELE:
Evliyanın kerametlerini kabul etmelidir.

Her kim evliyanın kerametini inkâr ederse o da mübtedi'dir, ehl-i sünnet haricidir. Âyetleri inkâr ederse kâfir olur. Çünkü âyet-i kerîmede :
«Nezdinde kitabtan bir ilim olan (zat) : ben, dedi gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu sana getiririm.»'
Bu zât, Süleyman aleyhisselâmm veziri Âsaf'tır. Kendisi velîdir, peygamber değildir. Süleyman aleyhisselâmm kavmindendir.
Süleyman aleyhisseâmm kavminden velî olsun, evliya olsun da, Muhammed Mustafa aleyhisselâmm ümmetinden olmasın hiç olur mu? Halbuki Peygamberimiz de Süleyman aleyhisselâmdan hayırlı, ümmeti de yine Süleyman aleyhisselâmm ümmetinden hayırlıdır.
Yine İsa aleyhisselâmm annesi hazreti Meryem'e Ce-nab-ı Hak kuru ağaçtan meyve veriyordu ve yine Meryem'in odasında kış vakti yaz meyveleri ve yaz mevsiminde de kış meyveleri bulunurdu da, Hz. Zekeriyya aleyhisselâm:
— Bunlar sana nereden geldi? diye sorunca:
— Allah tarafından, demişti.
Hz. Meryem de peygamber değildir.
Ashab-ı Kehf'in durumlarını da düşün. Onların arasında bir de köpek vardı. Bu da o Ashab-ı Kehf ile Cennete girecektir ki, iyi kimselere hizmetin mükâfatıdır. Dokuz hayvan daha vardır cennetlik.
Ashab-ı Kehf'in isimleri şöyledir: Yemlihâ, Mekselinâ, Meslinâ, Mernûş, Debernûş, Sâzenûş, Kefeştatâyûş. Kendilerine sâdık olan köpeklerinin adı da Kıtmîr'dir.
Bunlar da dinlerini korumak için memleketlerini terkedip bizim Tarsus'daki mağarada saklanıp, üçyüz küsur sene orada uyuduktan sonra uyanmışlar ve neticede yine oraya gömülmüşlerdir. Bazıları başka yerde olduklarını da rivayet ederler. Gazianteb'in bir kazasmda olduğu da rivayetler arasındadır.
Yine bir adam; bir velî bir gece kalkıp Beytullah'a gidip geliyormuş dediğinde; karşısındaki kişi hiç böyle şey olur mu derse çok hata eder. Peygamberimiz bir gece mi'rac yapmadı mı? Gittiği yeri ölçmek bile mümkün değil. Daha neye düşünürsün: Mü'min mi hayırlıdır, kâfir mi?! diye.
Baksana Şeytan aleyhillâne bir anda şark ile garb arasında elektrik gibi gidip gelmiyor mü?
Ah zavallı, sakın kerâmat-ı evliyayı inkâr etme, o keramet bak sende de mevcut, fakat ne yazık farkında değilsin.
«Andolsun ki biz, Âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır.»' diyen Allah Teâlâ değil mi? Cenâb-ı Hak cümlemizi kâmilin zümresinden eylesin. Âmin.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
33. MESELE:
Allah Teâlâ hazretlerinin dilediğini yapmasıdır.

Cenâb-ı Hak dilediğini yapar, istediği gibi hükmeder ve işine kimseyi karıştırmaz, herkes yaptığından mes'uldür. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur :
«Allah ne dilerse mahveder ve vücuda getirir1.
Cenâb-ı Hak bir şey murad ettiği vakit o şey derhal olur. İnsan da işinin sonunu bilemez. Onun için kendi iradesine değil, Hakk'ın iradesine teslim olması gerekir ve bunun kadar tatlı ve güzel bir şey de yoktur. Sonra insan, bugünkü haline hiç te güvenemez. Gerek zengin, gerek fakir, gerek âlim, gerek câhil, gerek sofu, gerek kalender meşrep hiçbirisi baki değil. Bugün bile göregeldiğimiz hallerdendir ki dünün zengini bugün pek fakir ve dünün fakiri de bugünün en zenginleri arasında. Diğerleri de buna göredir. Bugünün sofusunun yarın ne olacağını kim bilebilir. Bunlar hep bizim meçhulümüz, Hakkın malûmu olan şeylerdir.
Vaktiyle bir derviş varmış. Şeyhini Levh-i Mahfuz'da Cehennemlik olarak görmüş, fakat bir türlü şeyhine söyleyememiş. Nasılsa bir gün fırsat düşmüş, derviş bu gördüğünü şeyhine güzelce anlatmış. Bakınız ve dikkat ediniz, şeyh nasıl karşılık veriyor:
— Evlâdım o yazıyı ben tam kırk seneden beri görmekteyim. Benim vazifem Allah Teâlâ'ya kulluktur, Allah'ın işine karışmak elbette kula yakışmaz demiş. O beni nereye korsa kor, ister Cennete ister Cehenneme. Yeter ki O benden razı ola!
Ertesi gün bir de bakarlar ki Levh-i Mahfuz'daki yazı değişmiş, ehl-i Cennet olarak yazılmış. Bu ders bize yeter zannederim.
Hz. Ömer (R.A.) şöyle duâ ederlermiş :
«Ya Rab, eğer benim ismimi şakiler divanında yazdıysan o yazıyı, oradan saidler divanına çevir ya Rab.»
Biz de böyle deyip Allah Teâlâ'nın fazl u keremini ve hakkımızda hayırlar ihsanını ve süeda defterine yazılmamızı dâima isteyelim.

34. MESELE:
Peygamberlerin ve mü'minlerin akıllarıyla. küffârm akıllarının bir olmadığına inanmak ve bilmek lâzımdır.

Kâfirlerin şunu, bunu yapmaları akıllarının çokluğuna katiyyen delâlet etmez. Her kim, kâfirlerle mü'minlerin akılları müsavidir derse bid'at sahibidir.
Akıl beş derece üzerinedir:
1 — Akl-i garîzî,
2 — Akl-i tekellüfî,
3 — Akl-i ataî,
4 — Akl min ciheti'n-nübüvve,
5 — Akl min ciheti'ş-şeref.
Akl-i garîzî denilen akılda, bütün halk, cemî'-i küffar müsavidir. Umûmi bir akıl demektir. Herkes bu aklıyla Hâlik'ı bulur. Amma bu akıl insanların tekemmülüne kâfi değildir.
Akl-i tekellüfi dedikleri akıl, çok gayret gösterip, ulemâ ve hükemâ ile oturup, sohbetleriyle akimi, çalışması nisbetinde arttırır veya olgunlaşır.
Üçüncü akıl ise Akl-i ataî dedikleri akıldır ki, küffârın bu akılda hiçbir nasibi yoktur. Mü'minlerle nebiler bu akılda müsavidirler.
Nübüvvet cihetinden verilen akılda ise mü'minlerin nasibi yoktur. Yalnız bu akıl hâsseten peygamberlere verilen bir akıldır ki bu akıl ile halkın irşadına hizmet ederler.
Bir de şeref cihetinden bir akıl vardır ki o da yalnız bizim peygamberimiz (S.A.S.) efendimize verilen akıldır. Bu akılda halkın hiçbir nasibi yoktur ve Allah Teâlâ hazretleri Peygamberimize verdiğini ne insanlardan ve ne de meleklerden hiçbirisine vermemiştir.
«Hiç şüphesiz büyük bir ahlâk üzerindesin sen.» âyeti yetmez mi dersiniz.
Vehb b. Münebbih der ki: Ben, doksan bir kitap okudum ve hepsinde gördüğüm şu: Dünyanın evvelinden âhirine kadar bütün mahlûkatın aklı toplansa da Peygamberimizin akimin yanına konsa, onların akılları Peygamberimizin aklı yanında bütün çöllerde olan kumların yanındaki bir kuma benzer.
Cenâb-ı Hak, aklı bin parça edip 999'unu Peygamberimize, bir tanesini de halktan dilediğine verir.
Şimdi sen, ne söylersen söyle, kimi beğenirsen beğen. Amma, bu taksimi unutma. Seveceğini ona göre sev, kimin arkasına takilacaksan ona göre takıl da sonra pişman olma. Dinsizlerin haline bakma, onların bugün gökte uçtuklarma aldanma. Senin peygamberin gökte değil, göklerin üstünde bir gecede, Cennet ve Cehennemi de görerek, peygamberlerle de görüşerek, hem de Hak sübhanehû ve Teâlâ'yı da görerek hem gitti ve hem de geldi. Bu gavurlar buna nasıl muvaffak olabilirler.

35. MESELE:
Her mü'min bilmelidir ki Allah Teâlâ hazretleri mahlûkatım yaratmadan evvel de halik idi.

Cenâb-ı Hakk'ın hali hiçbir zaman değişmez, o dâima haliktır ve buna muhalefet ehl-i sünnetten çıkmaya kâfidir. Çünkü Allah Teâlâ'nın ulûhiyyeti ezelîdir, böyle olunca bütün sıfatlan da ezelîdir. Bunu inkâr inşam küfre kadar götürür. Maazallah. Zira Allah Teâlâ bütün eşyayı halkedendir, Vahidü'l-kahhâr olan odur.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
36. MESELE:
Allah Teâlâ hazretleri zatıyla âlim ve kadirdir.

Halik-ı zülcelâlin halkı yaratması ezelî olmakla beraber ilmi ve kudreti de ezelîdir. Hakikatta âlim ve kadir olan Allah Teâlâ hazretleridir. Bakınız, yarattığı varlıkların hiçbirisinde bir eksiklik ve bir kusur bulmak mümkün değildir. Güneşin doğuş ve batısındaki intizama hayran olmamak mümkün değil. Hele o ay'ın hergün bir şekil alıp 15'nci günde tam şeklini alması; sonraki 15 günde de tedrici bir surette ufalıp bir ayın tamam olması, kullara ne büyük faydalar sağlamaktadır.
İlmi olmayan ve kudreti olmayan hiç böyle bir icad yapabilir mi? İlimde esas olan kemâldir. Bir kemâl olmadan böyle bir vücut meydana gelebilir miydi? Sonra insanın hilkati hepsinden daha a'lâ ve bütün görülen şeyler hep bu insan için yaratılmıştır. Bunu iyi bil de kadr ü kıymetini anla ve seni yaratana teşekkürle emrinden dışarı çıkma.

37. MESELE:
Her mü'min bilmelidir ki insanlar dünyada beş nevidir:
1 — Müşrik denilen ve Allah'dan başka ilah tanıyan, iki ve üç Allah tanıyanlar.
2 — Münafık.
3 — Günahsız mutî,
4 — Günahkâr, tevbekâr.
5 — Günahkâr, fakat tevbesiz.
Müşrik ve münafık olarak dünyadan çıkan, Cehennemde ebedî olarak kalır. Onun için buna çok dikkat eyle. Allah birdir de ve ondan şaşma. O, bu, ne derse desin kulağına koyma. Meselâ der ki: Güneş birdir, lâkin o güneşte hem sıcaklık var hem de ışık var; işte bu üçe Allah derler diye sana bazı masallar söylerler amma, hiç hararet ve ışık Allah olur mu? Allah, her noksan sıfattan münezzeh ve müberrâ ve her kemâl sıfatıyla muttasıftır, kemâline de hiçbir zaman zeval arız olmaz.
Günahsız mü'minle, günahlarına daima tevbe ve istiğfar eden kimse, dünyadan ayrılırken ve çıkarken bunların yerleri de Cennettir ve orada ebedî kalırlar.
Şimdi beşinci olarak, büyük günahlarına tevbe etmeden ölenler. Bu da Allah Teâlâ'nın meşiyyetine kalmıştır. İsterse fazl u keremiyle afvedip Cennete, isterse adliyle azab edip Ceheneme kor, sonra da şefâatcıların şefâatıyla Cehennemden çıkarıp Cennete kor. Âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler de böyledir.
Cehennemin bir kapısını Cenâb-ı Peygamberimiz Cibril aleyhisselâm'dan sormuşlar:
— Burası kimler içindir? O da:
— Senin ümmetinin günhkârları içindir, demiş. Bunun üzerine Cenâb-ı Peygamber çok ağladı ve evine girip tam yedi gün evinden çıkmadı. Ancak namaz için çıkardı ve kimse ile de görüşüp konuşmadı. Tâ ki Cenâb-ı Hak'tan şefaat gelinceye kadar. Cenâb-ı Hak buyurdu ki:
«Cehennemin yedi kapısı vardır. Bunlardan birisi senin ümetinden büyük günahlar işleyenler içindir, ki onlar dünyadan da tevbesiz olarak çıkmışlardır.»
Cenâb-ı Hak bunları günahları nisbetinde azab edip, sonra oradan çıkartıp fazlıyla ve Peygamberinin (S.A.S.) şefaâtıyla Cennetine koyacaktır.
Cenâb-ı Hak, cümlemizi o güzel Peygamberimizin şefâatma nail etsin. Âmin.

38. MESELE:
Yine mü'min bilmelidir ki Allah Teâlâ dilediğini işler ve buna kimse mani olamaz.
Onun dilemesi, onun hükmü ve adlidir ve bu hareketi onun zulmü sayılamaz. Çünkü mülk onundur, mülkünde tasarruf da ona aittir. Her kim, bu tasarrufundan naşi ona zulüm isnad ederse kâfir olur. Zira, bütün emirler, işler O'nun elindedir. Her istediğini istediği gibi yapar.
Bazan bize, hoş gelmeyen ve kerih gördüğümüz şeyler vardır ki bakarsınız sonra hayırlar doğar. Yine bazı hayır zannettiğimiz şeylerin altından da ne zararlar, felâketler doğar. Onun için bizim daima Haktan gelen herşeye razı olup, O'nun işine karışmamamız en güzel bir iştir.

39. MESELE:
îyi bilmelidir ki, mushaflar ve yazılan kitap hakiki bir Kur'ân'dır.

Biz onu okuruz, kitaplarımızda yazarız. Bu yazılan Kur'ân hakiki Kur'an'dır. Evet yazan biziz. Matbaalarımızda basılır, kâğıtlar da bizim yaptığımız kâğıtlardır. Bunlar, tabiî mahlûktur.
Fakat, o Cibril aleyhisselâm'ın Peygamberimize getirip okuduğu Kur'ân ise mahlûk değil, Halik-ı Zü'l-Celâl'ın kelâm sıfatıdır. Tabi bu da ezelî ve ebedidir. Hafızların okuduğu ve bizim de dinlediğimiz Kur'ân, hakiki Kelâmullahtır. Bunda zerre kadar şek ve şüphe de yoktur. Ve bize bu Kur'an'ı okumakla da emretmiştir ki içindekileri öğrenelim ve ona göre de hareket edelim.
Allah Teâlâ Kur'an'ı, kullarım hak yolu, doğru yolu, selâmet yolu öğrenip ona göre hareket etsinler de Cennetime girsinler ve Cehennemden de korunsunlar diye göndermiştir.
Sonra, Kur'ân-ı Azimmüşşanı Cenâb-ı Hak Cibril aleyhisselâma harfsiz ve sessiz olarak bildirmiş. Cibril aleyhisselâm da sesli ve harfli olarak Peygamberimize intikal ettirmiştir.
Kur'ân-ı Kerim, Hak kelâmı olduğu için onu abdestsiz ele almak katiyyen caiz değildir. Yüzünden okumak için de abdestli olmak gerektir. Ezberden abdestsiz okunabilse de, âdab-ı İslâmiyyeye muhalif hareket etmiş olur.
Zaten müslümanın abdestsiz gezmesi de doğru değildir. Yalnız sabilere, küçük çocuklara okuturken onlara müsamaha etmek caiz demişler.
Kur'ân-ı Kerîm, hak kelâmı değildir diyen, kâfir olur. Şüphe de öyledir. Eğer, Kur'an-ı Kerîm beşer sözü olsaydı şimdiye kadar çoktan kaybolur ve içine binbir masallar karışırdı. Lehülhamd, Kur'ân-ı Kerîm gönderildiğinde ne ise, bugün de aynıdır. Ne bir harf fazla ve ne de bir harf eksiktir.
Bir kelimesine itiraz, bir hükmüne itiraz, insanın dinden çıkmasına ve küfre girmesine sebeb olur. Onun için son derece dikatli olmak lâzımdır ve bütün müslümanlann onu cân u gönülden okuyup, emir ve nehîylere muttali olup ve ona göre de hareket etmeleri en güzel bir yoldur. Hele çocuklarımıza mutlaka okutup, öğretmek, iman ve İslâm'ı bildirmek ve onları ibadet ve tâata alıştırmak başlıca vazifelerimizden olsa gerektir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi dinine, kitabına sâdık, sevgili kullarından eylesin. Âmin.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
Mü'mine lâyık olan, mecazî değil, muhakkak îman-ı hakikî üzre olmasıdır.
Çünkü kişi üç halin birisinden hâli değildir: Ya mü'mindir, ya kâfirdir veya münafıktır. Eğer iman-ı hakîkî üzre olmazsa o zaman kâfir, hakîkî kâfir olur.
Bir insan, haram helâl demedikçe ne kadar günah işlese kâfir olmaz, imanı sahihtir ve hakîkî mü'mindir. Her kim (böyle bir günahkârın îmanına) iman-ı mecazî derse mübtedi', yani Sahib-i bid'attır. Meselâ bir kâfir îman etmedikçe ne kadar hayır ve sâlih ameller işlese o mecazî kâfir değil, hakikî kâfirdir. Binâenaleyh, bir mü'min de ne kadar günahkâr olsa, onu hakîkî imandan çıkarmaz. Fakat şunu da unutmamalıdır ki, günahkâr kimselerin günahları her ne kadar onları iman-ı hakîkîden çıkarmazsa da; günahlar birike birike, toplana toplana, kalbini karartır da artık iman ile küfrü fark edemeyecek bir tehlikeye düşer.
Onun için günah, insanı kâfir yapmasa da küfre doğru sürükler olduğunu sakın unutma ve mümkün oldukça günahlardan, arslandan kaçar gibi kaç ki Allah'ın sevgili kullarından olasın.
Münafık ise, kâfirden daha şerlidir. Hele bir de mason olursa vay haline. Bir türlü aklımız ermiyor ki bir müslüman nasıl mason olur? Bu insan ya delidir ya mecnûn.

41. MESELE:
Mü'min, şunu da bilmelidir ki kendinin hasmı olur da; dünyâda iken helallaşmadan ve tevbe etmeden ölürse hasenatlarından alınıp hasımlarına verilecek, husûmeti nisbetinde

Bu, Cenâb-ı Hakk'tan bir zulüm sayılmaz. Çünkü o gün verilecek ne para ve ne de mal var. Hasenatından başka birşey yok ki verilsin. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk ta onun hasenatından alıp o mazluma veriyor. Bazan insanın hiçbir hasenatı kalmadığı gibi, bazan da o zavallı kimsenin günahlarından alınıp o haksızlığı irtikâb eden hasmın defterine geçirilir. O zaman, o zavallının hasenatından bir şeysi kalmadığı gibi bir de üstelik günahları yüklenince bu sefer yeri Cehennemden başka bir yer değildir, evvelce Cenneti beklerken...
Bakınız, haksızlık ne kadar fena. Dağlar gibi sevaplar bir anda mahvolmaktadır. Halbuki bu gibi haksızlıkların bir çok sebebi vardır: Bir kimse kardeşinin aleyhinde katiyyen konuşmamalı. Buna gıybet diyorlar ki âhirette bütün sevapları ellerinden gider, bir de o gıybet ettikleri kimselerin günahlarının yüklenmesi ne demek bilmem?
Geçen, Kûtü'l-kulûb adlı eserde şöyle bir şey gördüm, çok dikkate değer:
Bir gün, —malum olan bir Haccac-ı Zalim var ya— onun aleyhinde birisi konuşmuş. Orada Hazreti Ömer'in oğlu da varmış. Demişki:
— Haccac burada olsa, bu sözleri söyleyebilir misiniz? Adam:
— Ne mümkün demiş. O zaman Hz. Ömer'in oğlu o adama:
— Resûlullah zamanında böyle yapanlara münafık derlerdi demiş.
Bugün ise, bilâpervâ herkes ağzına geleni söylemektedir ve hiç de korkuları falan yok. Cebinde bir sürü fetva var: Efendim, bunların aleyhinde konuşmak caiz. Affedersiniz sizin aleyhinizde konuşmak da caiz mi? Hayır, neden? Çünkü ben iyiyim, iyi kimseyim. Bu sözün de sana hem yeter hem artar. Çünkü Allah Teâlâ senin basiretini bağlamış. «... Bunun için kendinizi (beğenip) temize çıkarmayın.» mealindeki âyetten haberin bile yok. Buna inanmayan, ehl-i sünetin haricinde kalır. Mirastaki haksızlıklar da buna dâhildir, şeriat ahkâmına göre taksim lâzımdır. Müftîlere müracaat gerektir.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
42. MESELE:
Allah Teâlâ'dan tevfîk yapılan işle beraberdir.

Cenâb-ı Hakk'ın tevfîki olmadan hiçbir fiil husule gelemez. İş evvelâ, tevfik sonra; bu olamaz. Veyahut tevfik evvelden, sonra iş husule gelsin; bu da olamaz. Bu ikisi de ehl-i sünetin haricindedir.
Ehl-i sünnet der ki: Tevfik-i İlâhi ile, yapılan fiil müsavidir. Burada iki incelik vardır:
Birisi: Kul, bu işi ben yaptım diye kendine mal eder ki bu da doğrudan doğruya kaderiyye mezhebinin görüşüdür. Kaderiyye diyor ki: Hayır ve şer, hepsi bendendir, Allah bu işlere karışmaz.
Bir de cebriyye mezhebi vardır ki o da: ne olursa hepsi Allah'tandır der.
Kaderiyye kendisini ma'bud yapar. Cebriyye de kulluğu Allah'a izafe eder ki ikisi de bâtıldır. Hak, ehl-i sünnetin dediği gibidir.
Bir insanın garaz ve maksadı, muradı, Allah'a tâat ve rızâsını kazanmaksa o fiilin meydana gelmesi için Cenâb-ı Hakk tevfîkını ihsan eder; o iş de meydana gelir, Hak da razı olur.
Eğer, Hakk'ın razı olmadığı bir iş, bir fiil ise; yine Cenâb-ı Hakk'm tevfîki ile o fiil meydana gelir. Amma Hak Sâbhânehu'nun rızâsı olmadığı halde. Şu kadar ki rezîl, rüsvâ olur ve yardımsız kalır.
Kaderiyye mezhebine mensûb olanlar; her işi ben yaparım der de halbuki ağzmı yummadan bir «mim» harfini bile söyleyemez. «B» demek için de yine dudakları yapıştırmak lâzımdır. Halbuki buna da muvaffak olamaz. Nerde kaldı her işi kendi yapabilmesi.
Cebriye mezhebine mensûb olanlar da: Her iş Allah'tandır diyerek kâfirleri bile ma'zûr görür. Bunlar ise hem bid'at hem de küfre kadar gider.
Bid'at, ma'lûm olsun ki onu işleyenin hiçbir ameli kabul olmaz. Ne farzı, ne nafilesi ve ne de haccı. Tâ ki bid'atleri terk edinceye kadar.
Cenâb-ı Hakk, cümlemizi ehl-i sünnet yolundan ayırmasın. Âmin.

43. MESELE:
Yine her mü'minin bilmesi gerekir ki: îman, dil ile ikrar, kalb ile tasdikle olur.

Konuşmayanlarla ölüm tehlikesinde sükût edenler müstesna. Velân kalbte tasdik lâzımdır.
İman, Allah Teâlâ'nın birliğini lisan ile ikrar ve kalb ile tasdiktir. Kalbindeki imam lisânen izhâr etmekle olur. Çünkü Allah Teâlâ birdir, eşi, dengi, benzeri misli yoktur. Hem işitir ve hem de görür. Bu da imanın tâ başıdır. Her, kim diliyle söyler, «la ilahe illallah» der, kalbiyle tasdik; etmezse ona münafık derler ki kâfirlerden daha beterdir. Kalbiyle Allah'ı bilir de lisanıyla söylemezse ona kâfir denir. (Vallahu a'lem).
Binâenaleyh, imân lisanla ikrar, kalb ile tasdiktir.

44. MESELE:
Allah Teâlâ'yı kalbiyle bilip lisanla bilmezse yani söylemezse buna kâfir derler.

Lisanıyla ikrar edip kalbiyle bilmezse buna da münafık derler.
Yukarıda arzolunduğu gibi iman, dil ile ikrar, kalb ile tasdikten ibarettir vesselam.

45. MESELE:
Mü'mine bilmek lâzımdır ki, Allah Teâlâ hiçbir şeye benzemez.

Zira ne yerde ve ne de gökte benzeri yoktur. Hem işitir, hem görür hem de bilir. Bütün görüp, görmediğimiz eşya mahlûktur. Şübhesiz bu mahlûkâtı yaratan bir Hâlık gerektir. Şübhesiz" Hâlık, mahlûka benzemez. Nasıl ki bir insan bir şey yapar da o yaptığı kendisine benzemez. İşte Halik da böyledir. Allah'ı bilmek için Sûre-i İhlâs kâfîdir vesselam.

46. MESELE:
Allah Teâlâ mekândan münezzeh olduğu gibi, gidip - gelmekten ve mahlûkun sıfatlarma benzemekten de münezzehtir.

îman, Allah Teâlâ'yı bilmektir. Keyfiyyetiyle iştigâl caiz değildir. Allah Teâlâ birdir. Allah nasıldır diye düşünme. Allah Teâlâ Rezzâk'dır. Rızkı, kullarına nasıl dağıttığını düşünme. Allah Teâlâ mekâna muhtaç değildir, mekân yok iken de Allah vardı. Arş, Allah Teâlâ'nm kudretiyle kâimdir. Arş yok iken de Allah vardı. Allah, gidip-gelmekten de münezzehtir. Allah Teâlâ'yı mahlûkun ef'âline benzetmek küfürdür. Âyât-i müteşâbihâtla hiç meşgul olma. Onları tefsire kalkma. Onu Allah Teâlâ'ya bırak, selâmete eriş. Vesselam.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
47. MESELE:
Kesb, kazanç farzdır.
Kazancı terke ruhsat varsa da kazancı inkâr da bid'attır. Kazancı inkâr edenlere Kerâmî derler.
Rızkı, kesb'ten (kazançtan) görmek küfre sebeb olur, kendisine de müşrik denir.
Kazanç, yakîn ve tevekküle bağlanmalıdır. Kesb, yakîn ile olmazsa küfre götürür. Zira Cenâb-ı Hakk: «Ben sizi halk ettim sonra da sizleri merzûk eyledim» buyurmuştur.
İyi bil ki, kazanç rızkı hiçbir zaman artırmaz. Kazancı terkedenin de rızkı azalmaz. Sonra Allah Teâlâ, günahkârların rızıklarını eksiltmez. İyilerin de rızıklarını artırmaz. Çünkü Allah Teâlâ, rızkı da vaktinde takdir etmiştir.
Her kim, çalışmayı, namaz, oruç, gibi nefsine farz bilmezse bid'at sahibidir. Kesbin efdali, bazılarına göre cibad, bazılarına göre zirâat, san'at ve ticâret gibi kısımlara ayırmışlardır. Dağlardan taş taşımak bile kesbin efdalidir diyenler olmuştur.
Helâlden kazanmak herkese farzdır. Çalışmayanı ne Allah sever ne de Resulü, ne de kullar. Çalışanları herkes sevdiği gibi, onlara maddî ve manevî yardımlar da olunur. Çalışmak bizden tevfîk de Allah'tandır.
Rızk, insanın boğazından geçen nesnedir. Toplanıp biriktirilen paralar rızka dâhil değildir.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri dilenen bir adama bir balta ve bir de ip verip dağdan odun kesip getirmesini tavsiye etmişti. Adam da az zamanda zengin bile olmuştu.

Fakat, para kazanacağım diye bugünkü insanların yaptıkları gibi haram şeyleri satmak, yalan söylemek, yemin etmek, fahiş fiyatla satmak, çürük ve bozuk mal satmak, adam kandırmak, kumardan kazanmak, aldığını vermemek, zorla alıp satmak, çok erken gidip gece yarılarına kadar çarşı - pazarda kalmak, hırsa kapılmak. Vakti gelmeden meyveleri, mahsûlleri tarladan götürü almak ve bunu satmak ve daha buna benzer meşru olmayan şeyleri alıp satmak ta caiz değildir.
Bir de namazları ve camileri ihmâl etmemek lâzımdır. Çünkü yemeklerin tayyib olmasını Cenâb-ı Hakk emreder. Helâl olması ayrı, fakat tayyib olması son derece makbuldür.

48. MESELE:
Mü'mine lâyık olan, şunu da bilmesi gerektir ki, îman ayrı, amel ayrıdır.

Ma'lûmdur ki her tâat îman değildir. Küfür ma'siyyetir velâkin her ma'siyyet küfür değildir. Bütün enbiyânın îmanları birdir, fakat şeriatları muhteliftir. İman ve amel ayrıdır. İman, kalbin tasdiki, dilin de ikrarıdır. Amel ise azalarımızla yapılan amellerdir. Çünkü, birinin imanı çok, diğerinin de imânı az olsun, bu caiz değildir. Görmez misin îman daimîdir. Ameller - namaz, oruç, hac gibi - bunlar vakitlere ayrılmış. Şâir zamanda amel yoktur. Meselâ namaz vakitleri beş vakittir. Yarımşar saattan iki buçuk saat eder. İsterse beş saat olsun. Halbuki iman daimîdir, gece ve gündüz sahibinden hiç ayrılmaz.
Peki amel olmadığı zaman îmanın hali ne olacak? İman, amelden evveldir. Amel bilâhare gelmektedir. Bilfarz, hayızlı bir kadın îman eder, belki bir hafta kadar da namaz kılamaz, oruç tutamaz. Şimdi bunun îmanı noksan olması lâzım gelir. Hâlbuki öyle bir şey de caiz olamaz. İman imandır, hem de tam. Cennette de mü'minlere îmanlarından nâşi bir amel de teklif edilmemiştir.
İmam Şafiî Hazretleriyle, muhaddisîn hazerâtı ve daha bir çok büyükler de: İman, dil ile ikrar kalb ile tasdik ve amel bi'l erkân derler. Yani îman sahibi olan kimse, kalbiyle tasdîk, diliyle ikrardan sonra îmanın icâbı islâmî esasları da yapması lâzımdır. İman ancak bu zaman îman olur derler ki insanın buna da bir diyeceği kalmıyor.
İmanla İslâm birbirinden ayrılmaz. Evet ikisi de ayrıdır. Lâkin ikisi birleşince tadına doyum olmaz.
İmam A'zam da birleşmesin demez. İmanın kemâli ancak bu zaman belli olur. İmanın zaafı ve kuvveti kemâline masruftur. Kemâlde olmayan îman, hiç kuvetli bir iman olamaz zannederim. Bizim de çektiklerimiz hep bu iman zayıflığından değil mi?
Onun için, her müslümanın imanım kuvvetlendirmesi için ibâdetlerine dikkat ve devamla beraber, günahlardan da son derece korkup kaçması gerekir. Çünkü «Hikmetin başı Allah korkusudur». Bunu unutma ve Allah'ı hatırından hiçbir an çıkarma muhterem kardeşim.

49. MESELE:
İyilerin, muhsinlerin îmanı ile kötülerin, musîlerin îmanı birdir.

Meleklerin îmanı ile bütün peygamberlerin îmanı, müsavidir. Her kim, kötülerin îmanı iyilerin îmanından noksandır derse yalan söylemiş olur, sahib-i bid'attır. Zira meleklerin inançlarıyla bizim inancımız arasmda kat'iyyen fark yoktur. Bizim inandığımız Allah'a onlar da inanmışlardır. Onların inandıklarına aynen bizde inanmış bulunuyoruz. Fark olursa zaten îman sahih olmaz.
Meleklerin bizim üzerimize üstünlükleri amelleri ve fiilleridir. Günah işlemez ve emrolunduklarım aynen yaparlar. Bu cihetten üstündürler. Yoksa îman cihetinden değil. Çünkü îmân birdir. Onlar da biz de o îmana inanmışız, o Allah'a inandık. Cibril Aleyhisselâm'ın inandığı bir Allah'a sen de inanmazsan bu, küfrü mucibdir. Eğer sen de aynı îmanı taşıyorsan fark nerede. Bir insan, «Lâ ilahe illallah Muhammedü'rresûlullah» der de; melek de aynı şekilde dediği zaman îmanda hiçbir fark olur mu?
Her kim, Allah'a ve O'nun emirlerine ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e gönderilen kitab-ı ilâhiyyeye inanırsa, o hakka mü'mindir. Eğer çeşitli günahları ve kebâir denilen büyük günahları dahi işlemiş olsa. Onun îmanı, meleklerin îmanı, peygamberlerin îmanı müsavidir. Bundan başkasını iddia edene mübtedî' derler.
 

_YUSUF_

Yönetici
Katılım
26 Haz 2008
Mesajlar
4,070
Tepki puanı
1,043
Puanları
113
Yaş
43
50. MESELE:
öldükten sonra dirilmeğe inanmak ve ikrar etmektir.

Buna «el ba'sü ba'de'l-mevt» derler. Her kim inanmazsa kâfir olur ve bunlara Dehrî derler. Çünkü bu ba's haktır. Âyet-i kerîmede sarahat vardır:
Allah Teâlâ buyurdu :
«Sizi (aslınızı) ondan (topraktan) yarattık. Sizi (ölümünüzden sonra) yine ona döndüreceğiz. (Ba's zamanında da) sizi bir kere daha ondan çıkaracağız.»
Bunu inkâr, Kur'an'ı inkârdır. Bu da küfrü mucibdir. Mü'mine yakışan kıyameti ikrar etmesidir. Kıyameti inkâr, o da küfrü mucibdir. Binâenaleyh, kıyamet haktır. Ona hazırlanmak da mü'mine vâcibdir.
Âyet-i kerîmede: «(Birinci Sûr'a üfürülmüş (üfürülecek)»buyurulmuştur., Diğer bir âyete de «Azıklanan» buyrulmuştur.
Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur :

«İşte o günde kişi kardeşinden kaçar.
Bir başka âyette de şöyle buyurulur:
«Âlemlerin Rabi (olan Allah'ın hükmü) için insanların (kabirlerinden) kalkacağı günde».
Allah Teâlâ buyurdu :
«Melekler de, ruh da oraya bir günde yükselip çıkar ki mesafesi (dünya seneleriyle) elli bin yıldır»
Bunların hangisini inkâr edebilirsin? Halbuki Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hemen her âyetinin altında kıyametten haber vardır. Bunları inkâra yeltenmek delilikten başka birşey değildir.
İnsan, yaradılışını biraz düşününce, hiçbir şey yok iken insanı ve kâinatı yaratan, kudret ve kuvvet-i kâmile sahibi için ikinci bir hilkat hiç güç olur mu?
O kâfirler ki öldükten sonraki dirilmeğe inanmayanlar, çürük ölü kemiklerini Resûlullah'ın huzurunda ellerinde ufalayıp; bunlar mı dirilecek diye itirazlarında: Hz. Allah celle şanühu Peygamberimize:«(Habîbim) de ki: onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı hakıyla bilendir»
Âyet-i celîlesini indirerek onların sorgularını cevaplandırmıştır.
Allah celle ve alâ, kapalı gönülleri nuru ile diriltsin de Hakk'a inanıp îman nasib eylesin. Âmin. Bu inançta olmayan kimse, kat'iyyen îman sahibi olamaz, haccı da ibâdetleri de hatta nikâhı da sahih olmaz.
İmanın şartından birisi de «Ölümden sonra dirilmek» inancı değil midir? Mü'minin aklıyla kâfirin aklı burada belli olur vesselam.
Öldükten sonra dirilmeğe inanmak imanın altı şartından birisidir. Allah Teâlâ buyurdu:
Yasin : «Hakikat, ölüleri biz diriltiriz. Önden gönderdikleri şeyleri ve (bıraktıkları] eserleri de biz yazarız.
İlk hilkati yapan kudret sahibi, sonra onu bir daha yapamaz mı?

51. MESELE:
Vitir namazının bir selâmla üç rek'at olduğunu bilmektir.

Vitir namazının üç rekât ve bir selâmla olduğunu bilmek haktır. Böyle bilmeyip de tek rekât kılmak caiz değildir. Hâdîs-i şeriflerde geçen tek rekât üçe işarettir. Böyle tek rekât kılan kimsenin arkasında namaz kılmak da caiz değildir demişler.
Vitir namazı birer rekâttır; Allah da birdir diyen küfre gider. Çünkü Allah birdir ama, biğayri hisâb velâ aded (hesap ve aded yoktur). Onun için bu teşbih çok hatalıdır. Çünkü Allah Teâlâ'ya misâl gösterilemez.
Cenâb-ı Peygamber Efendimiz: Allah Teâlâ, muhakkak sizlere bir namaz verdi ki bu namaz size dünyâ ve dünya içindekilerden hayırlıdır. Ashab-ı kiram sordu:
— Ya Resûlullah, bu hangi namazdır? Buyurdular ki:
— Vitir namazıdır. Vakti de yatsı namazından sonra tâ sabaha kadar; fecrin doğuşuna kadar devam eder.
Diğer bir rivayette:
— Muhakkak Allah Teâlâ, sizin namazınıza üç rekât fazla olarak ilâve eyledi. Bu, vitir namazıdır. Vakti de yatsı namazından sonra tulû-i fecr arasıdır.
Kendine güvenemeyen, yatsının arkasından kılar. Gece kalkacağma güvenen kimse gece kalkıp, teheccüd namazıyla beraber kılar. Bu namazın selâmı üçüncü rekâttan sonradır.
Ebû Bekri's-Sıddîk (R.A.) diyor ki:
— «Resûlullah (S.A.S.) vitir namazını üç rek'ât kıldı ve son rek'atta selâm verdi. Sonra üç kere de: «Sübhane'l-melikil-kuddûsi sübbûhun kuddûsün» dediler.
Mes'ud (R.A.)'in oğlu da şöyle dediler:
— Sallallahu aleyhi vessellem Hazretleri vitir namazını üç rekât kılar ve bir selâm verirdi. Birinci rek'âtta: A'lâ sûresini Fâtiha-i şerife ile okur. İkinci rek'atta Fâtiha'dan sonra, Kâfirûn sûresini, üçüncü rek'atta ise Fâ-tiha'dan sonra İhlas sûresini okurdu.
îbn-i Abbas der ki:
— «Ben, halam Meymûne'de yatmış (Peygamberimizin hanımı Meymune, İbn-i Abbas'm teyzesi olduğundan onlarda misafir olarak kalmış) ve uyumuştum. Gece bir müddet geçtikten sonra, Resûlullah Efendimiz kalktılar, vitir namazını üç rekât olarak kıldılar ve selâmı üçüncü rek'attan sonra yaptılar.»
Vitir namazı emrolunmazdan evvel, vitri bir rek'at, üç rek'at, beş rek'at, 7, 9, 11, 13 rek'at kılmışlar. Sonra vitir namazı nazil oldu. Yani Cibril Aleyhisselâm geldi vitri haber verdi. Ondan sonra da Sallallahu aleyhi ve sellem bir selâm ve üç rek'atla iktifa buyurdular.
Bu hususta pek çok ehâdis-i şerife vardır. Bunlardan bazılarını yazmayı münâsip gördüm. Bu hadisleri rivayet edenler arasında Ashabın ileri gelenleri ve Cennetle tebşîr olunmuş zevat-ı kiram vardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd, Said, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b. el-Cerrah gibi Aşere-i mübeşşere ve diğer ileri gelen kimselerden Abdullah b. Abbas, İbn-i Mesud, Hasan, Hüseyin, Muaz b. el-Yemânî, Selman el-Farisî, Bilâl-i Habeşi, Ebû Eyub el-Ensari, Ebu Ümâme el-Bâhili, Âişe, Hafsa, Meymûne, Fatımatü'z-Zehrâ ve daha bir çok sahâbî radıyallahu anhüm diyorlar ki:
— Biz, hakka mü'miniz: İman, ziyâde ve noksan olmaz, İmamın abdesti bozulunca veya namazdaki ifsadı, yanlış okuması cemâatin da namazmı bozar. Ayaklara —mest varken— mesh edilir, namazdaki kamet çift yapılır; (yani şehadetler ve hayye ale's-salatlar). İmamın arkasından okunmaz. Vitir namazı, bir selâmla üç rek'attır. Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hazretlerini böyle bulduk, yani böyle yaparlardı.
Yine Ashâb-ı Resûlullah'tan, Bedir Muhârebeai'nde bulunan yetmiş sahâbî hepsi Resûlullah'tan rivayet ettiler ki:
— «Lâ ilahe illallah diyenden, dillerinizi koruyunuz. Mü'minleri tekfir etmeyin günahlarından nâşî Hayır ve şer, Allah'ın takdiriyledir. İnsanlarla, (lâ ilahe illallah) deyinceye kadar muharebe ile emrolundum. Ne zaman (Lâ ilahe illa'llah Muhammedürrasûlullah) derlerse benden kanlarını ve mallarını korurlar.
İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve şeriatla da ameldir. Ehl-i Kıble'nin namazını, yani cenaze namazını kılıma. İmanınızda şekketmeyiniz. Yani, inşâallah gibi ifâdeler kullanmayınız. Her iyi ve fâcirin arkasında namaz kılınız. Ehl-i Kıble'den kimsenin üzerine silahla yürümeyiniz.»
Yine Efendimizin mübarek hadîslerinde şöyle buyuruluyor: —Ki hadisleri tabiînden ve sulehâdan adetleri kabarık bir hayli zevat rivayet etmektedirler. Bunlardan
birkaç tanesinin adlarını yazayım: Muhammed b.Ka'b el-Kurtubî, Ata b. Ebi Rabâh, Rabi b. Heysem, Vehb b. Münebbih, Mâlik b. Dinar, Ka'bü'l-ahbâr, Ebu Hanife, Ebu Yûsuf, Muhamed b. Hasan (bunların rivayetinde yalnız bir fazlalık görülmektedir ki o da: «az ve durgun sudan abdest almayınız» ifadesidir ve yine Ashab-ı Nebî (S.A.S.) den Hulefâ-i Râşidin, bazı ulemâ-i salihin, Horasan, Irak, Mâverâünnehir hepsi aynı kanâattadırlar. Bunlar dörtyüz kadar kimselerdir ki Zünnun el-Mısrî, Şakîk el-Belhî, Bâyezid-i Bistâmî, Hâtemü'l-Esam ve isimlerini daha yazmadığım bir çok zevat aynı fikir ve kanâat üzre olup bunlarda da bir ziyâde vardır ki o da (tekbîr aralarında el kaldırılmaz ve yalnız iftitâh tekbirinde kaldırılır) derler.
Bu hususta tam 105 hadîs zikrederler. Bunlara muhalefet bid'atı îcabeder. Mevlâ cümlemizi Hakk yolundan ayırmaya.
Halbuki Şafiî Hazretleri'nin ashabı, bu fikir ve görüşlere tamamıyla değil, fakat, kısmen muhaliftirler. Meselâ: Vitir namazını iki kılıp selâm verirler, sonra bir rek'at kılarlar.
Ve bir de iman, artar ve eksilir derler. Acaba Musa Aleyhisselâm'ın imanıyla Muhammed sallallahu aleyhi vesselem'in îmanı nasıldır? İkinci fasılda beyan olunur.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt