_YUSUF_
Yönetici
- Katılım
- 26 Haz 2008
- Mesajlar
- 4,070
- Tepki puanı
- 1,043
- Puanları
- 113
- Yaş
- 43
Esselamü Aleyküm
Değerli kardeşlerim Mevla nasip ederse Ehl-i Sünnet vel cemaat inacı hakkında genel bililer aktarmaya çalışacağım.Bu bilgileri aktarmada Mehmed Zahid Kotku Ks. hocamızın kitaplarından yararlanacağım inşaAllah.
MUKADDİME
İman —herkesin bildiği gibi— bir itikad, bir inanç ve bir tasdikten ibarettir. Lâkin bütün ibadetlerin başı, kökü, esası ve temelidir; bu olmadıkça hiç bir ibadet sahih ve makbul olamaz. Temel olmadan bina yapmak mümkün olmadığı gibi, tarla olmadan bir şey ekmenin ve yetiştirmenin de mümkün olamayacağı apaşikârdır. Binâenaleyh, imanın mevkii her şeyden üstün ve her şeyden efdal ve a'lâdır. Onun için insanlar bir Allah ve bir mabud bulmak için nelere baş vurmamışlar, heykeller mi yapmamışlar, putlar mı icad etmemişler, bunların sayısı yüzleri de geçmiş; kimisi yaz mabudu, kimisi de kış mabudu, güzellik, mabudu, rahmet mabudu, gazab mabudu diye bir sürü ilâhlar yapmışlar ve bugün de hâlâ o putlara tapmakta oldukları görülegelmektedir. Peygamberimize peygamberlik geldikten sonra ve Mekke zabtedildiği zaman Kabe'de tam üçyüz altmış put vardı. Lat ve Uzza gibi büyük ve kıymetli putları da vardı. O zamanın cahil ve şâirleri bile, büyük küçük hepsi ve herkes bu putlara tapmaktaydılar. Mekke-i Mükerreme müslümanlar tarafından zabtedildiği zaman bunların hepsi kırılmış ve dökülmüş olarak parçalanıp atıldılar ve o zaman onlar da putlarının bir şeye yaramadığını görünce hepsi de müslüman oldular.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri de bunlara tapmanın hiçbir faydası olmadığını hakiki mabudun bu varlıkları ve bu varlıklar içerisinde sayısını ancak kendisinin bildiği bir çok çeşitli mahlûkları yaratanın Allahu Teâlâ olduğunu bildirmiştir. Bunların bir kısmı görünür ve bir kısmı da gözümüzün göremeyeceği kadar ufak fakat çok kuvvetli ve kudretli mahlûklardır ki, adına mikrop diyorlar. Bir kısmı da sırf ruhanî, görmek ve tutmak mümkün olmayan, çok büyük kuvvet ve kudrete malik olan meleklerdir ki bunların sayısını da yalnız Allah Teâlâ bilir.
İşte bizi yaratan ve rızıklarımızı veren ve bize akıl, zekâ ve irâdeyi, görüp konuşmayı, duyup anlamayı, yazıyı okumayı, okutmayı, bunca sanat ve hünerleri veren, göklerde uçmak, yerlerde envai çeşit makinalar icad etmek kabiliyyetini veren hep bu mülkün hakiki sahibi Allah'tır. Ve O Allah birdir, benzeri, eşi ve dengi yoktur; herkes ve her şey ona muhtaçtır. Güneşlerin, ayların, yıldızların halikı, mabudu hep o Allah'dır.
Denizlerden, göllerden suları havaya çekip bulut halinde istediği yerlere yağmurları, karları, doluları sevkeden yine hep o bir Allah'tır ve bunlar hep onun istediği şekilde cereyan eder, hiçbirisinin kendi başına bir irâdesi yoktur. Bütün bu görüp görmediğimiz mevcudat, hiçbirisi kendiliğinden olmuş değildir; bu zaten mümkün de değildir.
Her varlığı yaratan bir varlık sahibi vardır ki ona da müslümanlar Allah derler. Hatta her aklı olan —hristi-yan dahi olsa— bu varlıkların sahibi Allah'dır der. Fakat Allah'ı tanımak öyle kolay bir şey olmadığı için insanlar kendiliklerinden «Allah'dır» diye bir çok putları, heykelleri yapmışlar ve bunlara da hâlâ tapmaktadırlar.
İşte Cenâb-ı Hak bizlere olan sevgi ve muhabbetinden nâşi ve kendisini bizlere tanıtmak ve bildirmek için peygamberlerle birlikte bir de kitaplar göndermiştir ki kullarım öyle elleriyle yaptıkları putlara, heykellere değil mülkün hakikî sahibi olan, bir olan Allah'a tapsınlar, işte bu sebeble peygamberlere inanıp iman edenlere mü'min demişlerdir. Mü'min ile müslüman karın kardeşidir, dersem acaba beni ayıplar mısınız? Her ne kadar iman başka amel başka demişlerse de, meselâ: Bir adam, Allah Teâlâ'-nın birliğine, varlığına inanıp da kelime-i şehadeti getirip hemen hiçbir amel yapmadan oluverse yeri cennettir derler, çok da doğrudur. Fakat bu gibi hal nâdirattandır.
İman ile İslâm bir canla bir vücud gibidir; can olmayınca vücud olmaz, iman olmayınca müslümanlık olmaz, müslümanlık olmayınca da iman olmaz. Sen istersen kemaline masruftur de istersen evet de. Bu meselede fuka-ha-i kiram hazretleriyle muhaddisin hazeratırıın görüşleri her ne kadar ayrı ise de yazacağımız âyet-i kerime ve hadis-i şerifler inşaallah hepimizi aydınlatacaktır. İman ayrı bir nesnedir, amel ayrı bir nesnedir diyenler de doğru, iman ile amel birleşince mü'min olur diyenler de doğrudur.
Bir insan var ki sıhhatli, akıllı, işini, vazifesini güzelce yapar, kendi hayatını ve efrad-ı ailesini de güzel geçindirir (bu bir insandır). Sonra bir insan daha vardır ki sıhhati bozuk, aklı ve idraki kâfi değil hemen her gün hasta. Başkalarına faydasını bırak kendisi de hemen herkese zararlı, mütemadiyen etrafına mikrop saçar ve ölümünü beklemektedir. Siz, buna da, (tabiî, bu da) insandır, diyeceksiniz. Fakat varlığı - yokluğu müsavi, belki de zararlı. Bu iki insan şimdi hiç bir olur mu dersiniz?
Malûm ruh ayrı, ceset de ayrıdır. Fakat sahib-i kâinat olan Allah Teâlâ Hazretleri bunları bir vücutta cem' etmiş ve insan meydana gelmiştir. Halbuki ruh nûranîdir, âlem-i mülkten değil, lâhut âlemindendir. Manevî bir varlıktır. Ceset ise topraktan, maddeden teşekkül etmiştir ve bu âlemin malıdır. Ruha ölüm yoktur, ceset ise ölüme mahkûmdur. Neticede ise bu ikinin birleşmesiyle hayat kâim olduğu gibi, sıhhatli insanla sıhhatsız insanın da bir olmadığı cümlece malûmdur.
Öyle ise iman ayrıdır, benim kal'a gibi imanım var diye kurulma. Amel olmayınca sıhhatsız hasta gibi ölümünü bekleyen zavallıya benzemektense; sıhhatli, kudretli, hem kendisine hem de başkalarına faydası olan insan gibi olmağa bak ki beşeriyyet ve bahusus müslümanlar da senden istifade edebilsin. Öyle olunca imanını amelden ayırma ki Allah Teâlâ'nm da sevdiği bir kulu olasın. Amel —ki ibadetlerdir— bunları ne kadar güzel dürüst ve devamlı yaparsan imanın da o kadar kuvvetli, sağlam ve sarsılmaz olur.
Bugün görüyoruz ki bir çok insanlar menfaatları icabı hemen yön değiştirmektedirler. Akşam müslüman, sabahleyin küfre dönen ne kadar insan ararsın; bunların bir kısmı da hâlâ kendini müslüman sayar, çok acaib!
Fikir değişikliği —Allah korusun— hep iman za'fiyetinden ileri gelmektedir. Bugün insan dövme ve öldürme hadiseleri de yine ya tamamen imansızlığın veya çok zayıf bir imanın, amelsiz bir imanın mahsûlü olsa gerektir ki, müslüman bu gibi cinayetleri katiyyen irtikâb edemez. Çünkü müslümanlık tam bir hürriyet dinidir. Müslüman, kimseye ne eliyle ne de diliyle eza ve cefa edemez. Zira bu gibi çirkin hareketler müslümanlıkta yasaktır, haramdır.
Halbuki bugün müslümanım diyen ne kadar kişi var ki —hem de namaz kılanları da vardır— imanım da vardır der. Fakat hem içki içer, hem kumar oynar, hem zina eder, hırsızlık yapar, faizden kaçmaz ve korkmaz. Sonra da müslümanlığı kimseye' vermez.
Müslümanm en çok dikkat edeceği şeyse boğazı ve midesidir. Buraya haram şeyler ve lokmalar girerse artık o vücuttan hayır beklemek akılsızlıktır. Bakın bizim otomobillere aldığımız benzinlere: Eğer başka şeyler karıştırılıp verilse artık arabamız işler mi dersiniz. Bir araba ki yaktığı yağ uygun olmazsa işlemez oluyor. O halde bir kişi ki haramlardan ve günahlardan kaçmazsa onun da müslümanlığı işlemez, kuru bir adı vardır; dünyası da berbat âhireti de berbattır.
Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sahifesinde: Kur'ân'a iman eden, namaz kılıp Allah Teâlâ'nm verdiği rızıktan başka muhtaçlara da veren ve her bakımdan yasak ve günahların her çeşidinden -p-büyük ve küçüğünden— kaçan kişilere hidayet edici olduğundan bahsedilir.
Öyle kuru iman değil, olgun ve kâmil bir iman lâzım. Bu da ancak ibadet ve tâatlara hem de ihlâsla birlikte devamla mümkündür. Nasıl ki vücutlarımız hergünkü yemek ve gıdaları almakla hem büyüyor, hem de kesb-i kuvvet buluyorsa, ruhun ve imanın da gelişmesi ve kesb-i kuvvet etmesi onun alacağı manevi ibadet ve tâatlara bağlıdır. Yemeyen, içmeyen vücutlar nasıl ölüme mahkûm ise, ibadet ve tâattan mahrum, inanç ve akideler —ki biz bunlara iman diyoruz— bir zaman sonra tabitayıla sönüp gider de insan farkına bile varamaz. Yine hiç şüphemiz yoktur ki, bu iman ile amel-i salihin devamı her bahtiyara nasib olmamaktadır.
însan gençliğinde başka bir gaflet içerisinde, tahsil devresinde başka bir gaflet... Ondan sonra evlenir, çoluk çocuk sahibi olup ev idaresi başına çöker, maişet derdi herkese ayrı ayrı tecellilerle geçer: Kimi kolay, kimi de çok zor ve ağır hizmetlerde yorularak kazanır. Bu sırada ibadet ve tâat ne kadar kıymetlidir, tarifi bile müşkildir. İşte bu yaşlarda aklı başında olup da ibadet ve tâatlara devam eden bahtiyarlara imrenmemek mümkün bile değildir. Bu, ya ailenin salâbet-i diniyye sahibi olup, daha küçüklük devrelerinden itibaren edilen dinî nasihat ve sohbetlerin tesiri veya Cenab-ı Hakk'm o kuluna bir lütuf ve ihsanıdır.
Bu çocukluk devrelerini hiç ihmâl etmemek lâzımdır, bu yaşlarda atılan dinî tohumlar zamanla gelişir, vakti gelince de çok güzel meyveler verir. Onun için sakın çocukları ihmal etmeyin, güzel güzel, tatlı tatlı nasihatları hikâye etmeniz hem çocuk için hem de sizler için çok faydalı olur. Malûm ya «kart ağaç eğilmez» derler. Binâenaleyh her şeyin vaktinde yapılması lâzımdır.
Bazı ihtiyarlık devrelerinde iman edenler veya ibadete dönenlerde lâyıkıyla muvaffakiyet görülememektedir, çünkü mevsimsiz ekilen tohuma benzerler. Sakın As-hab-ı kiramın haline benzetme. Onlar Resûlullahm sayesinde kemâle ulaşmışlardır. Çünkü Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin dikdiği kuru dalların bile hemen yeşerip meyve bile verdiklerini herhalde işitmişsinizdir. Bilâl-i Habeşî'nin hali malûmunuzdur...
İmam Şafiî Hazretlerinin mezhebine mensup bütün ulema imanın ziyadeliğinden ve noksanlığından bahsederler ki, çok haklıdırlar. Çünkü Kur'ân-ı Azimüşşan'da da aynı üslûb vardır. Zira Kur'ân-ı Azimüşşan tam yirmi üç senede nazil olmuştur. Hemen her gün yeni yeni âyetler, ahkâm nazil olmakta ve bir gün evvelkisine nazaran bir artış açık bir şekilde görülmektedir. Meselâ: İlk devirde nazil olan âyet-i kerimelerle 23 sene sonra nazil olan âyetler arasında çok artma vardır. Binaenaleyh ilk müslümanın hemen bir kelime-i şehâdetle iktifası ve bilâhare peyderpey namaz, oruç, hac, zekât ve cihad gibi mühim esaslar geldikçe hep imanlar artmakta idi. Vakta ki Kur'an tamam oldu, artık artacak bir şey kalmamıştır, yalnız za'f ve kuvvet vardır ki buna da kimse bir şey diyemez. Amel-i salihler, ibadet u tâatler, zikr ve teşbihler, Kur'ân okumak ve okutmak gibi ameller imanın kesb-i kuvvet etmesine başlıca yardımcıdırlar. Onun için imanı amelden ayırma.
Evet, iman başka, amel başka, âmenna. Lâkin can başka, ceset de başka. Amma ikisi birleşmedikçe hiç bir şey olmaz. Nasıl ki ölümle, can cesetten çıkınca o cesedi hemen mezarlığa götürüp toprağın içine atmaktayız. Çünkü artık işe yaramaz. Neden? Zira asıl olan ruh çıktı cesedin işi de bitti.
Öyle ise aziz ve muhterem kardeşim, imanım amelsiz bırakma ve bir de imanına zarar verecek olan günahlardan çok sakın. Zira günahların en büyük zararı kulu Rabbisinden uzak etmesidir. Cehennemdeki en büyük azab da kulun Halik'ından uzak kalmasıdır ki, bu azab Cehennemin ateşinden yüzbinlerce fazladır.
Halik'ın kuluna tecellisi olduğu yerin adı Cennettir. Cennetin Cennet oluşu da Hak Teâlâ'nm oradaki tecellisidir. Yoksa Cennetteki huriler, köşkler, saraylar, envai çeşit nimetler tecellî-i İlâhî'nin yanında çok ufak kalırlar. Bizim Cennet diye bayıldığımız o yer nefsânî ve şehvanî hayatların idâmesi için değil; şüphesiz o Halik-ı Zülce-lâl'in oradaki tecellisine mazhar olabilmek içindir. Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed'e ve bizlere de lütuf ve ihsan buyursun, âmin.
İşte bu dâr-ı dünya dediğimiz imtihan evi, bu tecel-li-i ilâhiyyenin vaki olacağı Cennet evini kazanabilmek içindir. Muvakkat ve çok çabuk geçici olan ömrümüzü, hayatımızı, zevk ü safa peşinde değil, sayısız nimetleri hem de bedava veren Allah Teâlâ'nm emirlerini dinleyip onun buyruğundan dışarı çıkmamak ve Resulü olan Peygamberimizin de aynı şekilde emirlerine uymak ve O'nun da sünnetinden zerre miktarı ayrılmamak şartıyla bu canım Cennet evini kazanıp o mülkün hakiki sahibi olan Hz. Allah'ı müşahede edip görebilmek devletine nail olmağa çalışmak en mühim ve dürüst bir yoldur. Bu devletin tadına, lezzetine doymak hiç mümkün olur mu? Dünyaya ve geçici lezzetlere aldanıp bu büyük, bulunmaz, eşsiz nimeti kaçırmak, zayi etmek hiçbir akıllı kimseye yakışmaz.
Yine büyükler diyor ki: Bir insanın kalbi olur da vücudu, cesedi olmazsa veya cesedi olur da kalbi olmazsa o kalb ve o ceset neye yarar? İşte tıpkı bunun gibi iman olur da amel olmazsa kalbi var amma, cesedi olmayan bir nesneye benzeyeceği tabiîdir.
Yine iman var amel yoksa; cesedi olup ta kalbi olmayan kişiye benzetilmiştir. Zira insanın insanlığının kalb ve cesedinin birleşmesinden hasıl olduğu herkesçe bilmen bir hakikat olduğu halde, hâlâ imanlarına amel-i salih ve ibâdât u tâatlan eklemeyen kimselere ne demek lâzım olduğunu artık sen söyle.
Zerre kadar imanı olan kimselerin de Cehennemde ebedî kalmayacakları yine hepimizin malûmudur. Binâenaleyh iman kadar kıymetli hiçbir nesne yoktur ve imansızlık kadar da kötü bir şey yoktur. İmanlının yeri Cennet, imansızın da yeri Cehennemdir,.
Bu dünya dâr-ı imtihandır, burada ne kadar yaşarsan yaşa, sonu ölüm! Ölüm ise mü'min için bir rahmet, bir lütuf ve bir ihsân-ı İlâhî'dir. Dinsiz ve imansız için de pek acı bir felâket ve pek büyük bir azabdır. Çünkü daha ölmeden o Cehennemdeki yerini görünce mahv u perişan olacaktır, öldükten sonra artık o azabtan hiç de kurtulacağı yoktur.
Değerli kardeşlerim Mevla nasip ederse Ehl-i Sünnet vel cemaat inacı hakkında genel bililer aktarmaya çalışacağım.Bu bilgileri aktarmada Mehmed Zahid Kotku Ks. hocamızın kitaplarından yararlanacağım inşaAllah.
MUKADDİME
İman —herkesin bildiği gibi— bir itikad, bir inanç ve bir tasdikten ibarettir. Lâkin bütün ibadetlerin başı, kökü, esası ve temelidir; bu olmadıkça hiç bir ibadet sahih ve makbul olamaz. Temel olmadan bina yapmak mümkün olmadığı gibi, tarla olmadan bir şey ekmenin ve yetiştirmenin de mümkün olamayacağı apaşikârdır. Binâenaleyh, imanın mevkii her şeyden üstün ve her şeyden efdal ve a'lâdır. Onun için insanlar bir Allah ve bir mabud bulmak için nelere baş vurmamışlar, heykeller mi yapmamışlar, putlar mı icad etmemişler, bunların sayısı yüzleri de geçmiş; kimisi yaz mabudu, kimisi de kış mabudu, güzellik, mabudu, rahmet mabudu, gazab mabudu diye bir sürü ilâhlar yapmışlar ve bugün de hâlâ o putlara tapmakta oldukları görülegelmektedir. Peygamberimize peygamberlik geldikten sonra ve Mekke zabtedildiği zaman Kabe'de tam üçyüz altmış put vardı. Lat ve Uzza gibi büyük ve kıymetli putları da vardı. O zamanın cahil ve şâirleri bile, büyük küçük hepsi ve herkes bu putlara tapmaktaydılar. Mekke-i Mükerreme müslümanlar tarafından zabtedildiği zaman bunların hepsi kırılmış ve dökülmüş olarak parçalanıp atıldılar ve o zaman onlar da putlarının bir şeye yaramadığını görünce hepsi de müslüman oldular.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri de bunlara tapmanın hiçbir faydası olmadığını hakiki mabudun bu varlıkları ve bu varlıklar içerisinde sayısını ancak kendisinin bildiği bir çok çeşitli mahlûkları yaratanın Allahu Teâlâ olduğunu bildirmiştir. Bunların bir kısmı görünür ve bir kısmı da gözümüzün göremeyeceği kadar ufak fakat çok kuvvetli ve kudretli mahlûklardır ki, adına mikrop diyorlar. Bir kısmı da sırf ruhanî, görmek ve tutmak mümkün olmayan, çok büyük kuvvet ve kudrete malik olan meleklerdir ki bunların sayısını da yalnız Allah Teâlâ bilir.
İşte bizi yaratan ve rızıklarımızı veren ve bize akıl, zekâ ve irâdeyi, görüp konuşmayı, duyup anlamayı, yazıyı okumayı, okutmayı, bunca sanat ve hünerleri veren, göklerde uçmak, yerlerde envai çeşit makinalar icad etmek kabiliyyetini veren hep bu mülkün hakiki sahibi Allah'tır. Ve O Allah birdir, benzeri, eşi ve dengi yoktur; herkes ve her şey ona muhtaçtır. Güneşlerin, ayların, yıldızların halikı, mabudu hep o Allah'dır.
Denizlerden, göllerden suları havaya çekip bulut halinde istediği yerlere yağmurları, karları, doluları sevkeden yine hep o bir Allah'tır ve bunlar hep onun istediği şekilde cereyan eder, hiçbirisinin kendi başına bir irâdesi yoktur. Bütün bu görüp görmediğimiz mevcudat, hiçbirisi kendiliğinden olmuş değildir; bu zaten mümkün de değildir.
Her varlığı yaratan bir varlık sahibi vardır ki ona da müslümanlar Allah derler. Hatta her aklı olan —hristi-yan dahi olsa— bu varlıkların sahibi Allah'dır der. Fakat Allah'ı tanımak öyle kolay bir şey olmadığı için insanlar kendiliklerinden «Allah'dır» diye bir çok putları, heykelleri yapmışlar ve bunlara da hâlâ tapmaktadırlar.
İşte Cenâb-ı Hak bizlere olan sevgi ve muhabbetinden nâşi ve kendisini bizlere tanıtmak ve bildirmek için peygamberlerle birlikte bir de kitaplar göndermiştir ki kullarım öyle elleriyle yaptıkları putlara, heykellere değil mülkün hakikî sahibi olan, bir olan Allah'a tapsınlar, işte bu sebeble peygamberlere inanıp iman edenlere mü'min demişlerdir. Mü'min ile müslüman karın kardeşidir, dersem acaba beni ayıplar mısınız? Her ne kadar iman başka amel başka demişlerse de, meselâ: Bir adam, Allah Teâlâ'-nın birliğine, varlığına inanıp da kelime-i şehadeti getirip hemen hiçbir amel yapmadan oluverse yeri cennettir derler, çok da doğrudur. Fakat bu gibi hal nâdirattandır.
İman ile İslâm bir canla bir vücud gibidir; can olmayınca vücud olmaz, iman olmayınca müslümanlık olmaz, müslümanlık olmayınca da iman olmaz. Sen istersen kemaline masruftur de istersen evet de. Bu meselede fuka-ha-i kiram hazretleriyle muhaddisin hazeratırıın görüşleri her ne kadar ayrı ise de yazacağımız âyet-i kerime ve hadis-i şerifler inşaallah hepimizi aydınlatacaktır. İman ayrı bir nesnedir, amel ayrı bir nesnedir diyenler de doğru, iman ile amel birleşince mü'min olur diyenler de doğrudur.
Bir insan var ki sıhhatli, akıllı, işini, vazifesini güzelce yapar, kendi hayatını ve efrad-ı ailesini de güzel geçindirir (bu bir insandır). Sonra bir insan daha vardır ki sıhhati bozuk, aklı ve idraki kâfi değil hemen her gün hasta. Başkalarına faydasını bırak kendisi de hemen herkese zararlı, mütemadiyen etrafına mikrop saçar ve ölümünü beklemektedir. Siz, buna da, (tabiî, bu da) insandır, diyeceksiniz. Fakat varlığı - yokluğu müsavi, belki de zararlı. Bu iki insan şimdi hiç bir olur mu dersiniz?
Malûm ruh ayrı, ceset de ayrıdır. Fakat sahib-i kâinat olan Allah Teâlâ Hazretleri bunları bir vücutta cem' etmiş ve insan meydana gelmiştir. Halbuki ruh nûranîdir, âlem-i mülkten değil, lâhut âlemindendir. Manevî bir varlıktır. Ceset ise topraktan, maddeden teşekkül etmiştir ve bu âlemin malıdır. Ruha ölüm yoktur, ceset ise ölüme mahkûmdur. Neticede ise bu ikinin birleşmesiyle hayat kâim olduğu gibi, sıhhatli insanla sıhhatsız insanın da bir olmadığı cümlece malûmdur.
Öyle ise iman ayrıdır, benim kal'a gibi imanım var diye kurulma. Amel olmayınca sıhhatsız hasta gibi ölümünü bekleyen zavallıya benzemektense; sıhhatli, kudretli, hem kendisine hem de başkalarına faydası olan insan gibi olmağa bak ki beşeriyyet ve bahusus müslümanlar da senden istifade edebilsin. Öyle olunca imanını amelden ayırma ki Allah Teâlâ'nm da sevdiği bir kulu olasın. Amel —ki ibadetlerdir— bunları ne kadar güzel dürüst ve devamlı yaparsan imanın da o kadar kuvvetli, sağlam ve sarsılmaz olur.
Bugün görüyoruz ki bir çok insanlar menfaatları icabı hemen yön değiştirmektedirler. Akşam müslüman, sabahleyin küfre dönen ne kadar insan ararsın; bunların bir kısmı da hâlâ kendini müslüman sayar, çok acaib!
Fikir değişikliği —Allah korusun— hep iman za'fiyetinden ileri gelmektedir. Bugün insan dövme ve öldürme hadiseleri de yine ya tamamen imansızlığın veya çok zayıf bir imanın, amelsiz bir imanın mahsûlü olsa gerektir ki, müslüman bu gibi cinayetleri katiyyen irtikâb edemez. Çünkü müslümanlık tam bir hürriyet dinidir. Müslüman, kimseye ne eliyle ne de diliyle eza ve cefa edemez. Zira bu gibi çirkin hareketler müslümanlıkta yasaktır, haramdır.
Halbuki bugün müslümanım diyen ne kadar kişi var ki —hem de namaz kılanları da vardır— imanım da vardır der. Fakat hem içki içer, hem kumar oynar, hem zina eder, hırsızlık yapar, faizden kaçmaz ve korkmaz. Sonra da müslümanlığı kimseye' vermez.
Müslümanm en çok dikkat edeceği şeyse boğazı ve midesidir. Buraya haram şeyler ve lokmalar girerse artık o vücuttan hayır beklemek akılsızlıktır. Bakın bizim otomobillere aldığımız benzinlere: Eğer başka şeyler karıştırılıp verilse artık arabamız işler mi dersiniz. Bir araba ki yaktığı yağ uygun olmazsa işlemez oluyor. O halde bir kişi ki haramlardan ve günahlardan kaçmazsa onun da müslümanlığı işlemez, kuru bir adı vardır; dünyası da berbat âhireti de berbattır.
Kur'ân-ı Kerîm'in ilk sahifesinde: Kur'ân'a iman eden, namaz kılıp Allah Teâlâ'nm verdiği rızıktan başka muhtaçlara da veren ve her bakımdan yasak ve günahların her çeşidinden -p-büyük ve küçüğünden— kaçan kişilere hidayet edici olduğundan bahsedilir.
Öyle kuru iman değil, olgun ve kâmil bir iman lâzım. Bu da ancak ibadet ve tâatlara hem de ihlâsla birlikte devamla mümkündür. Nasıl ki vücutlarımız hergünkü yemek ve gıdaları almakla hem büyüyor, hem de kesb-i kuvvet buluyorsa, ruhun ve imanın da gelişmesi ve kesb-i kuvvet etmesi onun alacağı manevi ibadet ve tâatlara bağlıdır. Yemeyen, içmeyen vücutlar nasıl ölüme mahkûm ise, ibadet ve tâattan mahrum, inanç ve akideler —ki biz bunlara iman diyoruz— bir zaman sonra tabitayıla sönüp gider de insan farkına bile varamaz. Yine hiç şüphemiz yoktur ki, bu iman ile amel-i salihin devamı her bahtiyara nasib olmamaktadır.
însan gençliğinde başka bir gaflet içerisinde, tahsil devresinde başka bir gaflet... Ondan sonra evlenir, çoluk çocuk sahibi olup ev idaresi başına çöker, maişet derdi herkese ayrı ayrı tecellilerle geçer: Kimi kolay, kimi de çok zor ve ağır hizmetlerde yorularak kazanır. Bu sırada ibadet ve tâat ne kadar kıymetlidir, tarifi bile müşkildir. İşte bu yaşlarda aklı başında olup da ibadet ve tâatlara devam eden bahtiyarlara imrenmemek mümkün bile değildir. Bu, ya ailenin salâbet-i diniyye sahibi olup, daha küçüklük devrelerinden itibaren edilen dinî nasihat ve sohbetlerin tesiri veya Cenab-ı Hakk'm o kuluna bir lütuf ve ihsanıdır.
Bu çocukluk devrelerini hiç ihmâl etmemek lâzımdır, bu yaşlarda atılan dinî tohumlar zamanla gelişir, vakti gelince de çok güzel meyveler verir. Onun için sakın çocukları ihmal etmeyin, güzel güzel, tatlı tatlı nasihatları hikâye etmeniz hem çocuk için hem de sizler için çok faydalı olur. Malûm ya «kart ağaç eğilmez» derler. Binâenaleyh her şeyin vaktinde yapılması lâzımdır.
Bazı ihtiyarlık devrelerinde iman edenler veya ibadete dönenlerde lâyıkıyla muvaffakiyet görülememektedir, çünkü mevsimsiz ekilen tohuma benzerler. Sakın As-hab-ı kiramın haline benzetme. Onlar Resûlullahm sayesinde kemâle ulaşmışlardır. Çünkü Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin dikdiği kuru dalların bile hemen yeşerip meyve bile verdiklerini herhalde işitmişsinizdir. Bilâl-i Habeşî'nin hali malûmunuzdur...
İmam Şafiî Hazretlerinin mezhebine mensup bütün ulema imanın ziyadeliğinden ve noksanlığından bahsederler ki, çok haklıdırlar. Çünkü Kur'ân-ı Azimüşşan'da da aynı üslûb vardır. Zira Kur'ân-ı Azimüşşan tam yirmi üç senede nazil olmuştur. Hemen her gün yeni yeni âyetler, ahkâm nazil olmakta ve bir gün evvelkisine nazaran bir artış açık bir şekilde görülmektedir. Meselâ: İlk devirde nazil olan âyet-i kerimelerle 23 sene sonra nazil olan âyetler arasında çok artma vardır. Binaenaleyh ilk müslümanın hemen bir kelime-i şehâdetle iktifası ve bilâhare peyderpey namaz, oruç, hac, zekât ve cihad gibi mühim esaslar geldikçe hep imanlar artmakta idi. Vakta ki Kur'an tamam oldu, artık artacak bir şey kalmamıştır, yalnız za'f ve kuvvet vardır ki buna da kimse bir şey diyemez. Amel-i salihler, ibadet u tâatler, zikr ve teşbihler, Kur'ân okumak ve okutmak gibi ameller imanın kesb-i kuvvet etmesine başlıca yardımcıdırlar. Onun için imanı amelden ayırma.
Evet, iman başka, amel başka, âmenna. Lâkin can başka, ceset de başka. Amma ikisi birleşmedikçe hiç bir şey olmaz. Nasıl ki ölümle, can cesetten çıkınca o cesedi hemen mezarlığa götürüp toprağın içine atmaktayız. Çünkü artık işe yaramaz. Neden? Zira asıl olan ruh çıktı cesedin işi de bitti.
Öyle ise aziz ve muhterem kardeşim, imanım amelsiz bırakma ve bir de imanına zarar verecek olan günahlardan çok sakın. Zira günahların en büyük zararı kulu Rabbisinden uzak etmesidir. Cehennemdeki en büyük azab da kulun Halik'ından uzak kalmasıdır ki, bu azab Cehennemin ateşinden yüzbinlerce fazladır.
Halik'ın kuluna tecellisi olduğu yerin adı Cennettir. Cennetin Cennet oluşu da Hak Teâlâ'nm oradaki tecellisidir. Yoksa Cennetteki huriler, köşkler, saraylar, envai çeşit nimetler tecellî-i İlâhî'nin yanında çok ufak kalırlar. Bizim Cennet diye bayıldığımız o yer nefsânî ve şehvanî hayatların idâmesi için değil; şüphesiz o Halik-ı Zülce-lâl'in oradaki tecellisine mazhar olabilmek içindir. Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed'e ve bizlere de lütuf ve ihsan buyursun, âmin.
İşte bu dâr-ı dünya dediğimiz imtihan evi, bu tecel-li-i ilâhiyyenin vaki olacağı Cennet evini kazanabilmek içindir. Muvakkat ve çok çabuk geçici olan ömrümüzü, hayatımızı, zevk ü safa peşinde değil, sayısız nimetleri hem de bedava veren Allah Teâlâ'nm emirlerini dinleyip onun buyruğundan dışarı çıkmamak ve Resulü olan Peygamberimizin de aynı şekilde emirlerine uymak ve O'nun da sünnetinden zerre miktarı ayrılmamak şartıyla bu canım Cennet evini kazanıp o mülkün hakiki sahibi olan Hz. Allah'ı müşahede edip görebilmek devletine nail olmağa çalışmak en mühim ve dürüst bir yoldur. Bu devletin tadına, lezzetine doymak hiç mümkün olur mu? Dünyaya ve geçici lezzetlere aldanıp bu büyük, bulunmaz, eşsiz nimeti kaçırmak, zayi etmek hiçbir akıllı kimseye yakışmaz.
Yine büyükler diyor ki: Bir insanın kalbi olur da vücudu, cesedi olmazsa veya cesedi olur da kalbi olmazsa o kalb ve o ceset neye yarar? İşte tıpkı bunun gibi iman olur da amel olmazsa kalbi var amma, cesedi olmayan bir nesneye benzeyeceği tabiîdir.
Yine iman var amel yoksa; cesedi olup ta kalbi olmayan kişiye benzetilmiştir. Zira insanın insanlığının kalb ve cesedinin birleşmesinden hasıl olduğu herkesçe bilmen bir hakikat olduğu halde, hâlâ imanlarına amel-i salih ve ibâdât u tâatlan eklemeyen kimselere ne demek lâzım olduğunu artık sen söyle.
Zerre kadar imanı olan kimselerin de Cehennemde ebedî kalmayacakları yine hepimizin malûmudur. Binâenaleyh iman kadar kıymetli hiçbir nesne yoktur ve imansızlık kadar da kötü bir şey yoktur. İmanlının yeri Cennet, imansızın da yeri Cehennemdir,.
Bu dünya dâr-ı imtihandır, burada ne kadar yaşarsan yaşa, sonu ölüm! Ölüm ise mü'min için bir rahmet, bir lütuf ve bir ihsân-ı İlâhî'dir. Dinsiz ve imansız için de pek acı bir felâket ve pek büyük bir azabdır. Çünkü daha ölmeden o Cehennemdeki yerini görünce mahv u perişan olacaktır, öldükten sonra artık o azabtan hiç de kurtulacağı yoktur.