Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Düşünme metodu (2 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bu noktada biraz da "Mugayyebât", yani "somut olanın dışında var olan şeyler"i irdelemek gerekir. "Somut olanın dışında var olan şeyler" derken hem düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler hem de hissin gıyabında gerçekleşen şeyler kastedilmektedir. Bu bağlamda beynin, "somut olanın dışında var olan şeyler"le meşgul olması düşünme eylemini yerine getirdiği anlamına gelebilir mi? Soyut şeyler hakkında ileri sürülen görüşler "düşünce" olarak addedilir mi?

Düşünen kişinin gıyabında gerçekleşen şeyler yani mugayyebât, aslında yok olmayan şeylerdir. Hissi sadece düşünen kişi beyne nakletmez. Herhangi bir insan herhangi bir şeyi beynine nakledebilir. Sözgelimi bir kişi daha önce görmediği Mekke veya Kâbe'yle ilgili düşünme eylemine giriştiğinde, bu kişinin soyut bir şeyi düşündüğü söylenemez. Çünkü bu kişinin, hakkında fikir yürüttüğü şey somuttur. Bir şeyin somut olması için bu kişinin illa onu hissetmesi gerekmez. Somut olan şey, bünyesinde hissedilebilirlik özelliğini taşıyan şeydir. O halde düşünen kişinin gıyabında var olan şeyler de somut şeylerdir ve beynin bu gibi şeylerle meşgul olmasını "düşünme eylemi" olarak kabul etmek mümkündür. Bu açıdan binlerce yıl sonra kaydedilmiş olsa bile "tarih" düşünceler manzumesi olarak kabul edilebilir. Aynı şekilde antik bilgiler de düşünceden sayılabilir. Bu bilgilere ilişkin yapılan düşünme eylemi binlerce yıl sonra gerçekleşse bile sonuç değişmez. Çok uzak mesafelerden gelse bile telgraf haberleri düşünce olarak nitelenebilir. Beyin bu haberler üzerinde yoğunlaşırsa, düşünme eylemi gerçekleştirilmiş sayılır. Öyleyse düşünen kişinin gıyabında var olan şeyleri de somut, hissedilebilir şeyler olarak addetmek gerekir. Çünkü hissin sadece düşünen kişiye has olması şart değildir. His, insana herhangi bir şekilde ulaşabilir. Kişi, duydukları veya okuduklarıyla da hissedebilir. Demek ki bilgi, somut, yani hissedilebilir bir gerçeğin, vakıanın ürünü olmadıkça "düşünce"ye dönüşemez. "Düşünce", somut vakıa veya bu vakıanın eserini, izini, etkisini bilmektir. "Düşünme" ise, beynin hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıaya ait eser, iz ve etki ile meşgul olmasıdır. Hissedilebilir bir vakıa veya bu vakıanın eseri, izi, etkisi olmaksızın ne düşünce ne de düşünme söz konusu olabilir.

Hissin gıyabında var olan şeylere gelince, işte "Mugayyebât" olarak adlandırılan şeyler bunlardır ve yukarıda sorulan soru da bunlarla ilgilidir.

Hissin gıyabında var olan soyut şeylerle ilgili atılması gereken ilk adım, soyut şeyleri ele almaktır: Eğer soyut şey, varlığı kesin delillerle ispatlanmış kesin bir kaynaktan nakledilip aktarılmışsa, "düşünce"nin varlığından söz edilebilir. Bu tip düşünceyle meşgul olan beyin de düşünme eylemini yerine getirmiş olur. Zira soyut şeyle ilgili aktarımda bulunan kişi ve onun sözleri, "his" ve "kesin düşünce" yoluyla tespit edilmiştir. Bu nedenle soyut şeyin, aslında kendisi veya onun eseri, izi, etkisi somut olan bir kaynaktan ortaya çıktığı kabul edilir. Üstelik kaynağın varlığının yanısıra, kaynağın doğruluğu da "kesin düşünce"yle tespit edilmiş olur. Soyut şeyi aktarma işlemi ister "kat'i" ister "zanni" delille tespit edilmiş olsun, burada hem "düşünce" hem de "düşünme" den söz etmek mümkündür. Zira aktarma işleminin bir "düşünce" olarak kabul edilmesi için, böyle bir aktarımın var olup olmadığı ve aktarım işleminin doğru yapılıp yapılmadığına bakılır. Aktarımda bulunulan sözün doğruluğuna bakılmaz. O halde varlığı kesin delille tespit edilen kaynakların ortaya çıkardığı soyut şeyler "düşünce", beynin bu şeylerle meşgul olması ise "düşünme"dir. Söz konusu soyut şeylerin doğruluğunun ise, kat'ilik veya zanniliğin baskın olduğu yollarla ortaya çıkarılması mümkündür.

Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ispatlanmış soyut şeylerin doğruluğunu kesin bir şekilde kabul etmek gerekir. Böyle bir durumda ısrarla şüpheci bir yaklaşım içinde olmak doğru değildir. Aktarımda bulunulan soyut şey "zanni" bir şekilde elde edilmişse, bu durumda bu bulguya kesin olmayan bir bulgu gözüyle bakmak gerekir. Ancak her iki durumda da hem düşünce hem de düşünme eyleminden söz edilebilir. Bu bağlamda Müslümanların, delil olarak göstermeye elverişli "ahad" hadislerden ve Kur'an-ı Kerim'den aldıkları hükümler de "düşünce" kapsamına girmekte olup bunlar akıl yürütmeye elverişlidirler.

Varlığı ve doğruluğu kesin bir şekilde ortaya konmamış olan soyut şeyler ise, "düşünce" değildirler. Bu tip soyut şeylerle meşgul olan beyin, "düşünme" işlevini yerine getirmiş olmaz. Bu gibi şeyler, varsayım ve kuruntudan öteye geçemez.

Varlığı ve doğruluğu kesin delillerle ortaya çıkmadıkça soyut şey "düşünce" olarak kabul edilip "düşünme eylemi"nin gerçekleştirilmesi için uygun olamaz. Zira soyut şeyler, temel olarak hissedilebilir olana, yani soyut şeye dayanmaktadır. Sonuçta soyut şeyi hisseden veya varlığı ve doğruluğunu kesin delillerle saptayan, insandır. İnsanın hissetmediği veya varlığını ve doğruluğunu kesin delillerle ispatlamadığı soyut şeyler, hissedilebilir somut şeyler olmadıklarından "düşünce" den sayılmaz. Beynin bu yolda çalıştırılması da "düşünme"yi doğurmaz. "Düşünme", beynin hissedilebilir somut varlıklar veya bu varlıkların eserleri, izleri ve etkileri üzerinde yoğunlaşmasıdır ki "düşünce" bu yoğunlaşmanın sonucunda ortaya çıkar.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
KAİNAT, İNSAN ve HAYAT HAKKINDA AKIL YÜRÜTME SİSTEMATİĞİ

Kâinat, insan ve hayatı araştırmak, "doğa"yı araştırmaktan farklıdır. Çünkü "doğa"; kâinat, insan ve hayata oranla daha kapsamlı bir kavramdır. "Kâinat, insan ve hayat"ı araştırmak, "alem"i araştırmaktan da farklıdır. Çünkü "alem", Allah'ın dışındaki her şeyi kapsar. Bu açıdan "alem", melekleri, şeytanları ve doğayı da kapsamına alır. Dolayısıyla "biz kâinat, insan ve hayat hakkında araştırma yapıyoruz" dediğimizde, bu sözümüzle ne "doğa"yı ne de "alem"i kastediyoruz. Bizim bu sözden kastımız, sadece kâinat, insan ve hayat hakkında akıl yürütmektir. Çünkü insan, kâinatta yaşar. Bu nedenle insanı, kâinatı ve hayatı tanımak zorundadır. Bu durumda doğayı araştırmak gibi bir misyon yüklenmez. Zira doğayla ilgili araştırma yapmak, ona kendi türü, hayatı ve yaşadığı kâinat hakkında bir fayda sağlamayacaktır. Aynı şekilde melek, şeytan gibi doğa ötesi varlıklara ilişkin araştırma yapmak da onu ilgilendirmez. Çünkü bunları araştırmak, insanda bir "düğüm" oluşturmaz. Çünkü insan, kendi varlığını, hayatını ve yaşadığı kâinatı hisleriyle algılar. İnsan, olayları ve eşyayı birbirinden ayırt edebilme safhasına geldiğinde kendi kendine birtakım sorular sormaya başlar:

Kendi varlığından, annesinin, babasının, hatta en uzak dedesinin varlığından önce ne vardı? Kendisinin veya diğer insanların yaşamakta oldukları hayattan önce bir şey var mıydı, yok muydu? Kâinatta görmekte olduğu yeryüzü ve güneş, adlarını duymakta olduğu yıldızlardan önce bir şey var mıydı? Bunlar ezeli mi, yoksa bunlardan önce ezeli bir varlık var mıydı? Kâinat, insan ve hayatın sonrası var mı, yok mu? Ebediyete kadar böyle mi devam edecekler, yoksa bir gün yok olup gidecekler mi? İnsan, kendisine bu tip soruları sık sık sorar. Yaşadıkça bu tip soruların oranı gittikçe artar. Zamanla bu durum, onda öyle "büyük bir düğüm" meydana getirir ki, insan sürekli onu çözmekle uğraşıp durur. İnsanın kendisine sorduğu bu sorular, onun bir vakıayı öğrenme arayışlarının sonucudur. Başka bir ifadeyle bu sorular, bir vakıanın duyu organları aracılığıyla beyne iletilmesi işlevini görürler ve böylece insan vakıayı hissetmiş olur. Ancak kişinin elindeki bilgiler, söz konusu "büyük düğüm"ü çözmesine yetmez. Büyüdükçe daha çok bilgiye sahip olur ve her defasında elde ettiği bilgilerle vakıayı yorumlamaya yeltenir. Bütün bu girişimlerden sonra vakıayı "kesin" bir şekilde yorumlayabilirse, aynı sorularla bir daha karşı karşıya kalmaz. Dolayısıyla "büyük düğüm"ü çözmüş olur. "Kesin" bir şekilde söz konusu vakıayı yorumlayamadığı takdirde kendi kendine sorular sormaya devam eder. Zaman zaman geçici çözümler bulur, fakat soru işaretleri tekrar ortaya çıktığı zaman "büyük düğüm"ü çözemediğini anlar. Böylece kafasındaki sorular zinciri doğal bir biçimde devam eder. Fıtratının -ki buna "dinamik enerji" veya "duygu" da denebilir- tasdik ettiği cevapları buluncaya kadar kafasındaki sorular sürüp gider. Kişi fıtratıyla uyumlu cevaplar aldığında ise, "büyük düğüm"ü kesin bir şekilde çözüp bu sorulardan kurtulmuş olur. Aksi takdirde sorular peşini bırakmaz ve onu rahatsız etmeye devam ederler. Kısaca, kişi, doğru veya yanlış olsun kendisini tatmin eden bir çözüm bulmadığı sürece huzursuz olma akibetinden endişe etme halinden kurtulamaz.

İşte insanda, "kâinat, insan ve hayat hakkında akıl yürütme" böyle gelişir. Her insan, doğal ve zorunlu olarak bu üç unsur hakkında akıl yürütür. Zira insanın varlığı böyle bir akıl yürütme eyleminin oluşumunu zorunlu kılar. İnsan hissi sürekli bu üç unsuru algılamakla meşguldür. Zaten insanın düşünceye ulaşma çabasını körükleyen de bu histir. Bu nedenle kâinat, insan ve hayat hakkında akıl yürütmek, insan için vazgeçilmez bir unsurdur. Kaldı ki insanın zorunlu olarak hissettiği bu üç unsuru, sadece sezmesi bile tek başına, kişinin kendisinde mevcut olan veya başkasından talep ettiği bilgi ya da çözümlerin devreye girmesi için yeterlidir. Çünkü insan, fıtratında var olan otomatik bir dürtüyle problemleri çözme isteği duyar. İnsan, sürekli bu "büyük düğüm"ü çözme çabasındadır. Ancak tüm bu soru işaretleriyle uğraşıp bunlara cevap bulmak için göstermiş oldukları yoğun çabalar sonucunda değişik çözümler bulurlar. Kimileri bu sorulardan kaçar, kimileri sorulara cevap arama girişimini sürdürür. Ergenlik çağına varmamış çocuklar ise sorularının cevaplarını ailelerinden alırlar. Çünkü çocuklar dünyaya sorulardan soyutlanmış bir halde gelirler. Ancak etraflarında olup biteni fark etmeye başladıklarında kafalarında çeşitli sorular belirmeye başlar. Bu dönemde aileler, onların sorularını cevaplamayı üstlenirler. Çocuklar, ailelerine veya işlerini yürüten kişilere duydukları güvenden dolayı onların verdikleri cevapları kolayca kabullenirler. Cevaplarını güven duydukları kişilerden aldıklarında huzur içinde kendilerini onlara teslim ederler. Ergenlik çağına erişenlerin ezici bir çoğunluğu, çocukken aldıkları bu cevaplarla yetinirler. Bunların az bir bölümü ise, küçükken aldıkları cevaplardan tatmin olmadıklarından kafalarında tekrar soru işaretleri belirir. Bu yüzden "büyük düğüm"ün çözülmesi yolunda küçükken aldıkları cevapları buluğ çağında tekrar gözden geçirip bu düğümü kendi başlarına çözmeye girişirler.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
"Büyük düğüm"ü çözmek için düşünme, yani kâinat, insan ve hayatı düşünme, insan için vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ne var ki insanların bir kısmı "büyük düğüm"ü kendi kendine çözmeye çalışırken, bir kısmı küçükken aldığı cevaplarla çözmüş olurlar. Her iki çözüm biçiminde de eğer kişi, fıtratına uygun bir çözüm bulup ona itimat ederse, tatmin olmanın verdiği hazla rahatlar, mutlu olur. Kişinin bulduğu çözüm fıtratıyla uyum içinde değilse, bulduğu bu çözüme itimat etmez. Sorular peşini bırakmaz. Kişi bu hususta renk vermese de, sorular ona büyük bir sıkıntı verir. İşte bu yüzden, insan, "büyük düğüm"ü çözmeye girişirken, fıtratına uygun bir çözüm üzerinde akıl yürütmelidir.

Gerçi "büyük düğüm"ü çözmek amacıyla akıl yürütmek, her insanda doğal, hatta zorunlu olarak gelişir. Ancak bu gelişmenin seyri doğru olabildiği gibi, yanlış da olabilir. Hatta insanda düşünmeden kaçış biçiminde de ortaya çıkabilir. Şu var ki, her halükarda yapılan düşünme eylemi, "akli metot"a aykırı değildir. İnsan, kâinat ve hayatı maddeye indirgeyip incelenecek bir şey varsa onun da ancak madde olduğuna karar verenler, düşünme eylemini insan, kâinat ve hayat üzerinde yoğunlaştıracaklarına, madde üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. Madde üzerinde yoğunlaşmak, doğal ve zorunlu düşünme biçiminden kaçış olduğuna göre, onların bu yöntemleri, kendilerini sağlıklı olmayan bir düşünme biçimine sevk etmektedir. Çünkü madde laboratuar koşullarında incelenebilir, fakat insan, kâinat ve hayat bu koşullarda incelenemez. İnsanın kafasındaki soru işaretleri "akli metot"la çözülmesi gerekirken, adı geçen üç unsuru maddeye indirgeyenler "bilimsel metot"a başvuruyorlar. Halbuki bu şekilde doğru bir çözüm elde etmeleri mümkün değildir. "Büyük düğüm"ü çözme yolunda getirdikleri çözüm yolları insan fıtratıyla uyumlu olmadığından, sadece bireysel bazda kalmakta, herhangi bir toplum, halk veya ümmete hitap etme kabiliyetinden yoksun olmaktadır. Böylece halk veya ümmet, fıtratına uygun birtakım çözümler getirilmediği için sürekli bocalamaktadır. Sorular insanların peşini bırakmaz. Sorun sadece toplumun değil, materyalist çözümü kabul eden bir çok ferdin de kafasını meşgul eder.

"Büyük düğüm"ün bireysel olduğunu, dolayısıyla halk, ümmet ve hayatla ilişkisinin bulunmadığını düşünenler, aslında "büyük düğüm"ün çözümünden kaçan kişilerdir. Böyle bir yaklaşıma sahip olanlar, hem fertleri hem de toplumu kendi sorunlarıyla baş başa bırakmış olurlar. Gerçekte "büyük düğüm" çözülemediği için herkese ruhsal ve fıtri rahatsızlık egemen olur ve insanlar sahte çözümlerle avunup yaşamlarını sürdürmüş olurlar.

Gerçekte ise, "büyük düğüm"ün çözümünü iki açıdan ele almak gerekir. Bunlardan birincisi, "akıl" ile ilgilidir. İkincisi ise, tatmin edilmesi gereken insandaki "dinamik enerji"yle, yani insanın tatmin edilmesi gereken ihtiyaçlarıyla ilgilidir. Bu açıdan düşünme eylemi, "dinamik enerji"yi tatmin edecek düzeyde olmalıdır. "Dinamik enerji"nin "düşünce"yle tatmin edilmesi ise, ancak "düşünme" eyleminden, yani "maddenin duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesi"nden sonra mümkün olabilir. Ancak "dinamik enerji"nin tatmini, maddenin duyu organlarıyla beyne iletilmesiyle değil de varsayımlarla gerçekleştirilmeye çalışılmışsa, bu durumda ne iç huzurdan ne de herhangi bir çözümden söz edilebilir. Aynı şekilde düşünme olgusu, tatmini oluşturmayan, yani insan fıtratıyla uyumlu olmayan bir vasıtayla gerçekleştirilmiş ise, buradaki bulgular salt varsayım veya salt histen öteye geçmez. Dolayısıyla kişinin iç dünyasını rahatlatan bir çözüm bulunmamış ve böylece "dinamik enerji" de tatmin edilmemiş olur.

İnsandaki "büyük düğüm"ün doğru bir şekilde çözülmesi için ileri sürülen çözümün "akli metot"u baz alan bir düşünme biçiminin ürünü olması, insandaki "dinamik güç"ü tatmin etmesi ve kafasındaki soru işaretlerinin tekrar belirmesine mecal vermeyecek şekilde kesin olması gerekir. Ancak bu şekilde doğru çözüm bulunabilir ve söz konusu çözüm için sürekli bir iç huzur ortamı sağlanabilir. Bu açıdan kâinat, insan ve hayat hakkında akıl yürütmek, en önemli düşünme türlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Başka bir deyişle insandaki "büyük düğüm"e insan fıtratıyla uyumlu, soru işaretlerinin tekrar belirmesine mecal vermeyecek kesinlikte ve "dinamik enerji"yi tatmin edecek şekilde bir çözüm bulunmasının önemi buradan kaynaklanmaktadır.

Gerçi "dinamik enerji"nin, insanın tatmin edilmesi gereken gereksinimlerini doyurma çabası, insandaki "büyük düğüm"ün çözülmesine ön ayak olabilir. Zira insandaki acizlik duygusu ve imdadına koşacak bir güce ihtiyaç duyması, bu düğümün çözülmesine yardımcı olabilir ve bu duygunun sonucu olarak insanın kafasındaki sorulara birtakım cevaplar dikte edilebilir. Ancak bu metot, sonuçlarına güvenilmeyen ve tek başına bırakıldığı zaman, köklü bir çözüme ulaştırmayan bir metottur. Zira "Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü" beyinde gerçekle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir takım varsayımlara ve faraziyelere neden olabilir. "Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü", insandaki "dinamik enerji"yi, puta tapıcılık gibi aykırı bir biçimde ya da evliyaları kutsamak gibi yanlış bir biçimde tatmin edebilir. Bu nedenle "büyük düğüm"ü çözüp insanın kafasındaki sorulara cevap verme misyonunu insandaki "dinamik enerji"ye yüklemek doğru değildir. İnsanın kafasındaki soruları cevaplamak için, düşünme eyleminin kâinat, insan ve hayat üzerinde yoğunlaşması gerekmektedir. Ancak verilen cevaplar, insan fıtratıyla uyumlu olmalıdır. Diğer bir ifade ile insandaki "dinamik güç"ü şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde kesin ve şüphesiz bir şekilde doyuracak halde olmalıdır. İşte insan fıtratıyla uyum gösteren bir çözümün bulunması halinde, insanın aklı kanaatle, kalbi ise iç huzuruyla dolar.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
YAŞAM HAKKINDA DÜŞÜNME

Gelelim yaşam hakkında akıl yürütmeye. Kuşkusuz insandaki "dinamik enerji"nin tatmin edilmesi, yani vücudun yeme içme gibi organik ihtiyaçlarının karşılanması veya örneğin mülk edinme gibi içgüdülerin tatmin edilmesi, insanı doğal ve zorunlu olarak yaşam hakkında düşünmeye sevk etmektedir. Ancak insanın kalkınması için sadece yaşam hakkında düşünmek yetmez. Bu, insanın mutluluğa ermesi, yani "daimi huzur" kazanması için yeterli değildir. Bu nedenle insanın kalkınması ve daimi huzura ermesi için, onun yaşamla ilgili düşünme biçiminin hayata bakış açısı üzerinde kurulu olması gerekir. Zira insan, yaşamını kâinatta idame ettirir. Buna göre yaşamla ilgili düşünme biçimi de yaşadığı dünya hayatına bakış açısı üzerinde kurulu olmalıdır. Aksi takdirde düşünme biçimi, düşük, sınırlı ve dar kapsamlı olur. Dolayısıyla ne bir ilerleme sağlayabilir ne de daimi huzuru elde edebilir. Bunun anlamı da şudur:, "Kâinat, insan ve hayat hakkında düşünme", "yaşam hakkında düşünme"nin temeli olmalıdır. İnsanın kâinat, insan ve hayata ilişkin bir bakış açısı olsun olmasın, tatmin talebini karşılamak için yaşamla ilgili düşünme eyleminde bulunduğu doğrudur. Ancak böyle bir düşünme eylemi ilkel ve tedirgin olmaya devam eder. Üstelik İnsan, kâinat ve hayat düşüncesinin, insanın hayata bakış açısı üzerinde kurulu olması yolunda herhangi bir ilerleme kaydetmez. Mesele bu iki düşünme biçiminden hangisinin öncelikli olduğu meselesi değildir. "Yaşam hakkında düşünme"nin her türlü düşünmeden önce geldiği açıkça ortadadır. Mesele, ileri düzeyde, başka bir deyişle daimi huzurun gerçekleştiği yaşam hakkında düşünme meselesidir. Bu nedenle insanın yaşama ilişkin düşünme eyleminin, hayata bakış açısına göre yapılanması şarttır.

Şu gerçeği de ifade etmek gerekir ki, kendi yaşamını düşünen kişi, ailesinin ve yaşadığı toplumun yaşamını düşünebilecek seviyeye gelir. Ailesini düşünen ümmetini, ümmetini düşünen ise insanlığı düşünebilecek seviyeye ulaşır. Böyle kademe kademe yükselme özelliği insanın fıtratında mevcuttur. Ancak bu yükselme, yapılanabileceği bir temel üzerinde kurulmadan tek başına bırakıldığı zaman, kişi, düşüncesini sadece kendi yaşamıyla sınırlar. Böylece insanda bencillik hakim olur. İnsanın davranışlarında veya hayatının her hangi bir kesitinde bariz bir düşüş ve gerileme sürüp gider. Böyle bir durumda insan ne kalkınma yolunda bir ilerleme kat eder ne de daimi huzura kavuşur. Dolayısıyla yaşamla ilgili düşünme eylemini kendi haline bırakıp, kişinin hayata bakış açısı üzerinde kurmamak, insanın daimi huzura kavuşmasını engeller. İlkel veya geri kalmış toplumların yaşamları, bunun en iyi kanıtıdır.

Ancak yaşamı düşünmek, insandaki dinamik enerjinin yeterli veya uygun bir biçimde tatmin edilmesi anlamına gelmediği gibi, sadece insan benliğinin, onun ailesinin, toplumunun veya ümmetinin düşünme bazında tatmin edilmesi anlamına da gelemez. İnsan, kâinatta yaşar. Dolayısıyla yaşamı hakkındaki düşünme eylemi, sürekli ve mümkün olduğu kadar yüksek standartlı olmalıdır. İnsanın insan olması hasebiyle, "Beka/ölümsüzlük içgüdüsü" neyi gerektiriyorsa, ona sahip olmalıdır. Bu ise, yaşamı insanın hayata bakış açısı üzerinde kurmadan, sadece yaşam hakkında düşünme eyleminde bulunmakla gerçekleştirilmez. Sadece yaşam hakkında düşünmek, ilkel bir düşünce olur ve geri kalmanın izini taşır.

Buna rağmen ister hayata bakış açısı üzerinde kurulu olsun ister olmasın, yaşam hakkında akıl yürütmede önemli olan, "sorumlu bir düşünme"nin var olmasıdır. Sorumlu düşünmeden kasıt, düşünme ve yaşamdan hedeflenen nedir? sorusuna cevap aramaktır. Bu noktada kişinin kendisini başkasına karşı sorumlu hissetmesi önem kazanmaktadır. Başka bir ifadeyle, insan fıtratı kime karşı sorumluluk duygusunu taşıyıp onu korumayı gerektiriyorsa ona önem verilmelidir. Sözgelimi ailenin reisi olan baba, tıpkı karısı ve çocukları gibi, toplumun lideri tıpkı toplumdaki her fert gibi neden hayat hakkında düşündüğünü, hayattan neyi amaçladığını iyice özümsemelidir. Bunlardan her biri, yani baba, anne, çocuklar, lider ve toplumun her bir ferdi, birbirlerine karşı taşıdıkları sorumluluklara dikkat etmelidirler. Zira "Sorumlu düşünme", yaşama ilişkin akıl yürütmenin karakterini oluşturmaktadır. Yaşam hakkında sorumluluk taşımayan bir akıl yürütme, hayvanların dinamik enerjilerini tatmin etme içgüdüsünden farklı olmaz. Bu ise insana yakışmadığı gibi bu düzeyde bir düşünmeye sahip olması da doğru olmaz.

Kendini başkalarına karşı sorumlu hissederek akıl yürütmek, yaşam hakkında düşünmede minimum şarttır. Gerçi bu şart insanın kalkınıp daimi huzura kavuşması için yeterli değildir. Ancak insanı hayvan mertebesinden daha üst bir konuma çıkarmak için gerek koşuldur. İlişkilendirme özelliğine sahip bir beyni olan insanın, dinamik enerjisini tatmin etmekten başka bir problemi olmayan hayvandan farkı işte budur.

Kişinin hayatına biçim veren, onun hayatla ilgili düşünme biçimidir. Aile, klan, toplum ve ümmette, hatta insanlığın hayatına belli bir biçim veren de bu düşünme şeklidir. İnsanlığın hayatını, maymun veya domuz, altın veya tenekeyle eşdeğerli kılanda yine bu düşünme biçimidir. Başka bir ifadeyle, hayatı aziz ve refah dolu kılan da mutsuz, huzursuz ve sürekli ekmek peşinde koşturan bu düşünme şeklidir.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Kapitalist sistemin, yaşama ve insanlığın tüm hayatına atfettiği bakış açısı irdelendiği zaman, insanlığı mutsuzluğa ve huzursuzluğa, bireyi ise tüm hayatını ekmek peşinde koşmakla geçirir hale getirdiği görülür. Kapitalizm, insanlar arası ilişkileri, ardı arkası kesilmeyen kavga ilişkilerine dönüştürmüştür. Bu, beni de seni de ayakta tutan ekmeği kapma kavgası şeklinde ortaya çıkan bir ilişkidir. Aramızdaki bu kavga, ekmeği kapıp başkasını ondan mahrum edene dek veya içimizden herhangi birinin bu ekmekten yaşayabileceği kadar bir pay alıp kalanını başkasını daha da zengin etmek için verdiği ana dek sürüp gider. Kapitalist düşüncenin verdiği bu görüntü bile onun bu dünya hayatını nasıl mutsuzluk ve huzursuzluk diyarına çevirdiğini, insanlar arasında ne denli sürekli bir kavga ortamı doğurduğunu görmeye yeter.

Gerçi kapitalist dünya görüşü de kâinat, insan ve hayata ilişkin genel düşünceden doğmuş, yani hayata dair belli bir bakış açısı üzerinde kurulmuş, hatta kapitalist toplumlara ilerleme ve kalkınma imkânı da vermiştir. Ancak bütün bunlara rağmen, kapitalizm bu toplumları ve insanlığı mutlu edememiştir. Halkları, ümmetleri ve tüm insanlığı mutsuzluğa sürüklemiştir. Çünkü emperyalist ve sömürgeci düşünce, kapitalizmin ürünüdür. Kapitalizm, bir taraftan bir kısım insanlara kendilerine gelen mektupların hizmetçiler, yani köleler tarafından altın tepsilerde sunulması imkânını verirken, diğer taraftan da bir kısım insanları bu zengin kesime hizmetçi veya köle haline getirerek onların artıklarından dahi istifade edebilme hakkından yoksun bırakmıştır. Zengin Amerika'da, imparatorluk hayalleri kuran İngiltere'de ve kendini şan, şeref, soyluluk hayallerine kaptıran Fransa'da yaşamın bu tip örneklerine sık sık rastlanır. Bütün bunların yanında emperyalist ve sömürgeci düşüncenin insanları köleleştirmesi ve onların kanını emmesi de işin cabası. Bütün bunlar, sorumluluk hissetmeyen bir yaşam düşüncesinin hakim olmasından kaynaklanmaktadır. Böyle bir düşüncede bireyin bir başkasına karşı sorumluluk taşıması söz konusu olmadığından, gerçek sorumluluktan bahsedilemez. Kapitalist düşüncenin yaşama ilişkin bakış açısında aile, klan, toplum veya ümmete karşı sorumluluk duygusu zaman zaman ortaya çıksa da bu hal, gerçek sorumluluktan uzaktır ve sadece insandaki dinamik enerjinin tatminini garanti altına almaktan öteye geçemez.

Sosyalist düşünce, yaşama ilişkin -proletaryaya, işçi sınıfına karşı- sorumlu bir düşünme biçimini ortaya koymaya yeltenmişse de, zamanla yolundan sapmış, bu çabası slogana ve ütopyaya dönüşmüştür. Bu ise sosyalist düşüncenin "başkasına karşı sorumluluk taşıma" duygusundan kademe kademe uzaklaşmasına neden olmuştur. Öyle ki başkasına karşı sorumluluk taşıma uzaklığı bakımından sosyalist düşünceyle kapitalist düşünce arasında bir fark kalmamıştır. Bu nedenle sosyalist düşünce, gerçekte insani bir düşünce olmaktan çok nasyonalist, milliyetçi bir düşünceye dönüşmüştür.

Bütün bunlara bağlı olarak Avrupa, Amerika ve Rusya gibi dünya hayatına yön veren devletlerin yaşama ilişkin düşünme biçimleri, hayata bakış açıları üzerinde kurulu olsa da, "başkasına karşı sorumluluk taşıma" ilkesinden yoksun kalmıştır. Fikren düşük olan bir insanın kendisini başkasına karşı sorumlu hissetmemesi doğaldır. Ancak anlaşılamayan bir durum vardır ki, o da başkasına karşı kendini sorumlu hissetme düşüncesinin, başkasını köle edinme ve kendi egosunu tatmin etmek için başkasını sömürme düşüncesiyle yer değiştirmesidir. Bu nedenle günümüz dünyasında kaydedilmiş akıl almaz kalkınma ve ilerlemeye rağmen, insanların ve özellikle toplumların zengin kesimlerinin yaşama ilişkin düşüncelerinin "başkasına karşı sorumluluk duyma" ilkesinden uzak oluşu aklı başında, basiretli her insanı şöyle bir sonuca götürür: İnsanların yaşama ilişkin düşünceleri ilerleme kaydetmemiş, aksine geri kalmıştır. İnsanların bu düşünceleri huzurlu değil, aksine huzursuzluk ve endişe doludur. Bu böyle kaldıkça insan hayatına zarar vermeye, onu mutsuzluğa sevk etmeye devam eder. Öyleyse yapılması gereken, "yaşama ilişkin sorumsuz düşünce"yi ortadan kaldırıp onun yerine "yaşama ilişkin sorumluluk taşıyan düşünce"yi kurmak ve "sorumluluk" duygusunu yaşamın ayrılmaz bir parçası haline getirmektir.

Ekmeğin (maddenin) insanlar arası ilişkileri oluşturduğu doğrudur. Yaşama ilişkin düşüncenin, insanın dinamik enerjisini tatmin etme yolunda bu ekmeği nasıl elde edebileceği düşüncesinden kaynaklandığı da doğrudur. Ancak insanlar arası ilişkilerden kastettiğimiz, "ben yerim" veya "sen yersin" ilişkisi değil, "ben değil, sen ye" ilişkisidir. "Ben seni doyurmak için ekmek peşindeyim, sen de beni doyurmak için ekmek peşindesin" felsefesidir. "Ben kendi ekmeğimi kazanmak için seninle kavga ederim, sen de kendi ekmeğini kazanmak için benimle kavga edersin" felsefesi değildir. Yani ilişkilerde hakim olan, "bencillik" değil, "fedakârlık"tır. Başka bir ifadeyle, hem senin hem de benim sömürüyle değil, "verme"yle mutlu olmamızdır. Şair, bu gerçeği ne güzel ifade etmiş:

"Ona kompliman yapıp

Ballandıra ballandıra

Övdüğün zaman kendisini

Görürsün ki:

Sanki o değil

Dilendiğin şeyi sana verecek olan

Sensin ona veren dilendiğini."

Bu demektir ki insan, "Beka içgüdüsü"nü tatmin etmek için almaktan hoşlandığı gibi, aynı şekilde refah düzeyi yükseldiğinde yine "beka içgüdüsü"nü tatmin etmek için "vermek"ten de hoşlanır. Cömertliğin göstergesi olan "verme" eylemi de tıpkı "mülk edinme" ve "alma" eylemleri gibi insanın "beka içgüdüsü"nün birer görüntüleridir.

Ancak yaşama ilişkin düşünmek demek, insanın düşüncesini başkası üzerinde yoğunlaştırması anlamına gelmez. Çünkü yaşama ilişkin düşünme eylemi, düşünen insanın dinamik enerjisini tatmin etmesi yolunda gerçekleştirdiği eylemdir. Eylemin doğru bir seyirde gitmesi için bu şarttır. Burada mesele başkasının dinamik enerjisini tatmin etmek için düşünmek değil, yaşama ilişkin düşünme eylemini gerçekleştirirken başka insanlara karşı da sorumluluk duygusu taşımaktır. Çünkü insan yaşama ilişkin düşünürken, başka insanların dinamik enerjisini tatmin etmek amacıyla düşünmez. Aksine kendi dinamik enerjisini doyurmak amacıyla düşünür. Ancak şu var ki, insan düşüncesi "başkasına karşı kendini sorumlu hissetme" karakterini kazandığında "mülk edinme" duygusu "verme" duygusuna, "korkma" duygusu "takdir etme" duygusuna dönüşür. Her iki durumda da insan, "beka içgüdüsü"nü tatmin etmek amacıyla dinamik enerjisini doyurmuş olur. Fakat insan yaşama ilişkin düşüncesine "başkalarına karşı sorumluluk hissetme" karakterini kazandırdığında "beka içgüdüsü"nün "yüce" yönünü "çirkin" yönüne tercih etmiş olur. İşte bütün mesele, yaşama ilişkin düşünme eylemine, "başkalarına karşı kendini sorumlu hissetme" anlayışını kazandırmaktan ibarettir. Ancak böyle bir anlayış insana, seçkin ve hoş bir hayat tarzı getirebilir.

Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
GERÇEKLER HAKKINDA DÜŞÜNME

"Gerçekler hakkında akıl yürütme"ye gelince; bu düşünme eylemi herhangi bir şey hakkında düşünmekten farklı değilse de -çünkü "gerçek", düşüncenin vakıayla uyumlu olmasıdır- gerçeklerin ve özellikle maddi gerçeklerin bir ağırlığa sahip olmak gibi farklı özellikleri olduğundan dolayı ele alınıp açıklığa kavuşturulmaları gerekmektedir. "Gerçekleri düşünmek", varılan yargının, his vasıtasıyla beyne iletilen vakıayla tamamen uyumlu olmasını sağlamaktır. İşte insan fıtratının doğal bir biçimde benimsediği bu uyumluluk, düşüncenin "gerçek" olduğunun göstergesidir. Örneğin; "toplum, insanlardan ve insanlar arası ilişkilerden ibarettir" dendiğinde bir vakıa ortaya konmuştur. "Toplum" hakkında herhangi bir yargıya varmak istendiğinde, toplumun vakıası hakkında akli metotla varılan her yargı bir düşüncedir. Fakat bu düşüncenin "gerçek"liği, "gerçek"le ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır. Toplumu birtakım fertlerin oluşturduğu kalabalık olarak düşünenler, bu savlarıyla bir vakıayı ortaya koymuş olurlar. Bu vakıayı duyu organları aracılığıyla beyinlerine taşıyıp onu ön bilgilerle yorumladıktan sonra "toplum, birtakım fertlerin oluşturduğu topluluktur" şeklinde bir yargıya varmış olurlar. İşte bu yargı, bir düşüncedir. Fakat bu düşüncenin "gerçek" olup olmadığı, vakıayla uyumlu olup olmadığına bağlıdır. Varılan yargı vakıaya uygulandığında, bir vapurdaki topluluğun sayısı ne kadar çok olursa olsun birtakım fertlerden oluştuğu halde "toplum" değil, "topluluk" olduğu anlaşılır. Öte yandan bir köyde yaşayan topluluğun sayısı ne olursa olsun "toplum"dur. Köydeki insanların "toplum", vapurdaki insanların ise "topluluk" olmasını sağlayan faktör, köydeki insanlar arasında var olan devamlı ilişkilerdir. Vapurdaki yolcular arasında devamlı ilişkiler olmadığından bir "toplum"dan söz edilemez. O halde "toplum"u meydana getiren, insan topluluğu değil, insanlar arası ilişkilerdir. Buna göre; yukarıda "toplum"a atfedilen tanım bir düşünce olmasına rağmen "gerçek" değildir. Bu da demek oluyor ki, her düşünce, gerçek değildir. Düşüncenin "gerçek" olması için, hakkında bir yargıya varılan vakıayla uyumlu olması gerekir.

Bir başka örnek verecek olursak; Hıristiyanlık dini bir düşünce olarak kabul edilebilir. Çünkü his, Baba-Oğul-Kutsal Ruh'un tek bir varlık olduğunu beyne iletmiştir. Burada üç varlık bir varlıkla, bir varlık da üç varlıkla eş değerdir. Güneş de ışık, ısı ve hacimden meydana gelir. Bu üçü de farklı şeyler olmalarına rağmen aynı şeyi oluştururlar. Aynı şekilde Hıristiyanlıktaki Tanrı inancı da Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan müteşekkildir. Bu inanç, insandaki "inanma ve kutsama içgüdüsü"yle uyumlu olduğuna göre, bu bir düşüncedir. Ancak bu düşüncenin "gerçek" olup olmadığı, vakıayla uyumlu olup olmadığına bağlıdır. Bu düşünce, vakıaya uygulandığında "üç"ün "bir" olmadığı görülür. Çünkü "üç" sayısı "üç"ten, "bir" sayısı da "bir" den başka bir şeyi ifade etmez. Ayrıca Güneş'in ısı, ışık ve hacimden meydana gelmesi, onun "üç" olduğunu göstermez. Çünkü bir tek Güneş vardır. Isı ve ışık, Güneşin pek çok özelliklerinden sadece iki tanesidir. Bundan başka bir şey ifade etmezler. Bu inancın insan fıtratıyla uyumlu olmasının ise, bir değeri yoktur. Çünkü insandaki "inanma ve kutsama içgüdüsü" tatmin olmak zorundadır. İnsan, bu ihtiyacını yanlış veya kuraldışı bir şekilde tatmin edebileceği gibi, doğru bir şekilde de tatmin edebilir. İlah'ın "bir" mi yoksa "üç" mü olduğu ise, ancak akıl yoluyla ispat edilebilir. Akıl yoluyla ispat edilen vakıanın insan fıtratıyla uyumlu olması şart ise de, bu konu sadece insan fıtratıyla açıklanamaz. Bu bağlamda söz konusu düşünce, "ilah" vakıasına aykırı olduğundan "gerçek" bir düşünce değildir. Öyleyse Hıristiyanlık, gerçeğe aykırı bir anlayıştır.

Aynı şekilde "maddenin bir halden başka bir hale dönüştüğü ve böylece yeni bir maddenin meydana getirildiği" doğru bir düşüncedir. Çünkü vakıa, "maddenin sabit kanunlarla bir halden bir başka hale dönüşebildiği"ni beyne iletmiştir. Bu dönüşümle önceden var olmayan yeni bir eşya icad edilebilir. Bu da yeni bir yaratılış olur. Ancak söz konusu dönüşüm fikri vakıayla uyumlu mu değil mi? İşte bu soruya verilecek cevap, dönüşümün "gerçek" olup olmadığını gösterecektir. Ne var ki, bir maddeden başka bir maddeye dönüşüm fikri vakıaya uygulandığında, söz konusu maddenin yoktan var edilmediği, aksine var olan bir maddeden yeni bir madde icat edildiği anlaşılır. Dolayısıyla maddenin bir halden bir hale dönüşme işlemi yaratma işlemi olmadığı gibi, bunu yapan da yaratıcı değildir. Bu da gösteriyor ki bu düşünce ne yaratıcı ne de yaratıcılık gerçeğiyle uyumluluk sağlamaktadır. Öyleyse "gerçek" bir düşünce değildir.

Örneklerden de anlaşılacağı üzere, dünyada var olan veya var olacak olan tüm düşüncelerin "düşünce" olarak kabul edilmesi, bu düşüncelerin "gerçek" olduğu anlamına gelmez. "Düşünce"nin "gerçek" olması için vakıayla uyumluluk göstermesi gerekir. Düşüncenin "gerçek" olup olmadığını anlamak için vakıayla uyumlu olup olmadığına bakılmalıdır. Vakıayla uyumluysa gerçek, değilse gerçek değildir. "Gerçekler hakkında düşünmek", sadece aklî mekanizmayı harekete geçirmek değildir. Aklî mekanizmanın harekete geçirilmesinin yanında, bu aklî eylemden doğan düşüncenin, vakıa üzerinde uygulanmasıdır. Uygulamanın sonunda eğer düşünce, kendisinin göstergesi konumundaki vakıayla uyumluysa "gerçek", değilse gerçek değildir.

Bu konuda "duyularla hissedilmedikleri için vakıayla uyumlu olmayan şeyler de vardır" şeklinde bir görüş ileri sürülemez. Çünkü "düşünme"nin ilk koşulu, vakıayı hissetmektir. Hissedilmeyen vakıa düşünce oluşturamaz. Dolayısıyla "gerçek"de değildir. Örneğin; "Allah" kavramı bir düşünce değil, bir gerçektir. Çünkü insan hissi, onun eserini, izini ve etkisini, yani yoktan var etme gücünü duyu organları vasıtasıyla beyne taşımıştır. Biz bunun sonucunda Allah'ın var olduğuna hükmederiz. Bu nedenle de O'nun varlığı konusunda vardığımız bu yargı, "gerçek"tir. Ancak Allah'ın zatını hissedebilme yetisine sahip değiliz. Bu yüzden de onun zatı hakkında bir yargıya varamayız. Demek ki aklın ortaya koyduğu hiç bir gerçek yoktur ki hisle algılanmasın. Zira gerçek, her şeyden önce hissedilebilir olmalı ve gerçeğe ilişkin düşünme eylemi de akıl vasıtasıyla yürütülmelidir.

"Gerçeği düşünmek", düşüncenin göstergesi durumundaki vakıayla uyumlu olmalıdır. Düşünceyle vakıa arasında bir uyumluluk varsa, o zaman "gerçek" söz konusu olur. Aksi takdirde "gerçek"ten söz edilmez. Bu açıdan, tüm fertlerin, halkların ve ümmetlerin ve özellikle ne denli küçük olursa olsun birtakım sorumlulukları üstlenen kişilerin, "gerçek" hakkında akıl yürütmeleri kaçınılmazdır. Çünkü çoğu zaman düşünceler insanı yanıltıp yanlışa saptırırlar. Bu nedenle her düşünceyi "gerçek" olarak telakki etmek yanlıştır. Düşünceyi sadece düşünce olarak telakki etmek gerekir. Ardından elde edilen düşünce, bu düşüncenin göstergesi durumundaki vakıa üzerinde tatbik edilmelidir. Düşünceyle vakıa arasında bir uyum varsa, "gerçek" söz konusudur. Böyle bir uyum yoksa bir "düşünce"den söz edebildiğimiz halde bir "gerçek"ten söz edemeyiz. Kısaca "gerçek üzerinde akıl yürütmek", iki şekilde olur:
Birincisi; düşünceyi elde etmek amacıyla ilk defa akıl yürütmek. Bu durumda elde edilen düşüncenin vakıayla uyumlu olup olmadığına bakılır. Düşünceyle vakıa arasında uyumluluk varsa gerçeğin var olduğuna karar verilir. Böyle bir uyumluluk yoksa, gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla vakıayla uyumlu bir düşünce aranır.
İkincisi ise; mevcut fikirleri ele alarak bu fikirlerin gerçekliğini araştırmakla olur. Bu durumda önceden ortaya konmuş olan mevcut düşüncelerin vakıayla uyumluluğuna bakılır ve "gerçek" ile ilgili bir sonuca varılır.


Devam edecek
 

makbergulu

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
24 Tem 2007
Mesajlar
467
Tepki puanı
0
Puanları
0
Allah razı olsun çok bilgilendirici bir yazı olmuş..inş.sizler gibi paylaşımlarda bulunuruz bizlerde..rabbim yar ve yardımcınız olsun...
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
MAKBERGÜLÜ,
Allah CC sizden de razı olsun
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Mugalatalar (Yanıltmacalar)

Burada iki noktaya dikkat etmek gerekir:

1- Gerçeklerin sürekli karşı karşıya kaldığı mugalatalar, yani yanıltmacalar.

2- Gerçeklere ulaşmayı engelleyen mugalatalar, yanıltmacalar.

Önce "gerçeklerin sürekli karşı karşıya kaldığı mugalatalar"ı ele alalım. Bu tür mugalatalar, gerçeklerin veya düşüncelerin benzeşmelerinden kaynaklanmaktadır. Söz konusu benzeşme, birtakım teknikler kullanılarak meydana getirilir. Bu tekniklerden bazıları şöyle sıralanabilir:

a- Düşüncelerin benzeşmesini gerçekleri örtbas etme aracı olarak kullanmak,

b- Herhangi bir gerçeği başka bir gerçeği örtbas etmek amacıyla kullanmak,

c- Herhangi bir gerçeğin gerçekliği konusunda şüphe duymak veya söz konusu gerçeğin belli koşullar için geçerli olduğunu, koşullar değiştiği için gerçekliğini artık yitirdiğini düşünmek.

Mesela, Yahudilerin Müslümanların düşmanı olduğu, bir "gerçek"tir. Yahudilerin Filistinlilerin düşmanı olduğu da bir gerçektir. Bu iki gerçek, benzeşen ve iç içe olan bir "gerçek"tir. Fakat mugalata sayesinde Yahudi-Filistin düşmanlığını öngören gerçek, ön plana çıkarılmış ve benzeşen veya iç içe olan bu gerçek, Yahudi-Müslüman düşmanlığını ortadan kaldırmak için bir araç olarak kullanılmıştır.

"Amerika'da özgürlük vardır" düşüncesi gerçek bir düşüncedir. "Amerikan başkanları sermaye sahipleri tarafından seçilir" düşüncesi de bir "gerçek"tir. Her iki "gerçek" de Amerikan gerçeğini yansıtmaları bakımından birbiriyle benzeşmektedir. Ancak burada Amerika'da özgürlüğün var olduğu gerçeği, Amerikan başkanlarının sermaye sahipleri tarafından seçildiği gerçeğini örtbas etmek için bir araç olarak kullanılmıştır. Böylece birinci gerçek ikinci gerçeği örtbas etmiş, insanlar Amerikan başkanlığını kazanan kişinin, halk nezdinde en çok popüler olan kişi olduğunu zannetmiştir.

İngiltere'nin Avrupa Birliği'ne karşı olduğu bir gerçektir. İngiltere'nin Avrupa Birliği'yle güçlenmek istediği de bir gerçektir. Ancak İngiltere, ikinci gerçeği, birinci gerçeği örtbas etmek için bir araç olarak kullanmış ve "Ortak Pazar"a girmiştir.

Son bir örnek; İslâm'ın yenilmez bir güç olduğu bir gerçektir. Ancak bu "gerçek", şüpheyle karşılanmış, hatta bunun gerçek olmadığı veya bu gerçeğin İslâm'ın ilk dönemi için geçerli olduğu ve zamanla gerçekliğini yitirdiği düşünülmüştür.

İşte mugalatalar gerçeklere böyle musallat olurlar. Böylece gerçekler ya başka gerçeklerle ya da şüpheci yaklaşımlarla örtbas edilirler. Batılılar, bu teknikleri Müslümanların sahip oldukları gerçeklere büyük bir ustalıkla uygulamışlardır.

Gerçeklere ulaşmayı engelleyen mugalatalara, yanıltmacalara, demagojilere gelince; bu mugalatalar gerçeklere ulaşmayı engelleyen eylemlerle veya düşünceleri icat etmekle meydana gelirler. Örneğin; ümmetin ancak düşünceyle kalkınabileceği bir gerçektir. Ancak insanları düşünmekten alıkoymak ve sıkı bir çalışma temposuna mahkum etmek amacıyla gösteri, istikrarsızlık ve devrimci eğilimler gibi maddi eylemler teşvik edilmiştir. Böylece düşünce olmadan ümmetin kalkınamayacağı gerçeği örtbas edilmiş, onun yerine devrim olmadan milletin kalkınamayacağı görüşü hakim kılınmıştır. Aynı şekilde Müslümanları kalkınma gerçeğinden uzaklaştırmak için, kalkınmanın ahlak, ibadet veya ekonomiyle gerçekleştirilebileceği şeklinde düşünceler ortaya atılmıştır. Bu ve buna benzer düşüncelerden hedeflenen, insanların gerçeğe ulaşmasını, gerçeği bulmasını engellemektir.

Bu nedenle mugalatalara, yanıltmacalara, demagojilere dikkat etmek gerekir. Gerçeklere demirden ellerle yapışmak, onlara ulaşmak için derin ve samimi düşünmek gerekir. Gerçeklerden istifade etmeyi engelleyen en büyük tehlike, tarihsel gerçeklerin ve özellikle tarihin temelini oluşturan gerçeklerin ihmal edilmesidir. Çünkü tarihte hem değişmez gerçekler hem de koşullara göre meydana gelen görüşler vardır. Koşullara göre ortaya çıkan görüşler, "gerçekler"den sayılmaz. Bunlar, ancak "olaylar”dır. Kendi koşulları dışındaki farklı koşullara uygun olmazlar. Ancak gerçek şu ki, şimdiye kadar tarihe tek bir bakış açısı yüklenmiş ve tarihin gerçekleri göz ardı edilmiştir. Gerçekler ile olaylar ayırt edilmediği için de gerçekler ihmal edilmiştir. Örneğin; Batılıların, İslâm Devleti'ni işgal etmek için Doğu Sahilini, özellikle Mısır ve Şam diyarını saldırı alanı olarak seçtikleri bir "gerçek"tir. Fakat Batılıların Müslümanlara karşı zafer kazanmaları "gerçek" değil, tarihsel bir "olay"dır. Böylece olaylarla gerçekler birbirine karıştırılmış, gerçekler ihmal edilmiştir. Bunun sonucu olarak da düşmanın Akdeniz'in Doğu sahilini İslâm diyarına giriş yapmak için bir geçit olarak kullandığı gerçeği unutulmuştur. Bir başka örnek verecek olursak; Osmanlı Devleti'ni milliyetçilik düşüncesi yıkmıştır. Müslümanlar, Batıya karşı sadece Müslümanlar olarak değil, Müslüman-Osmanlılar kimliğiyle savaşmışlardır. Bu bir gerçektir. Osmanlıların Avrupa'daki yenilgileri ve İkinci Dünya Savaşı'ndaki başarısızlıkları ise, tarihsel bir olaydır. Fakat Osmanlı'larla Avrupalılar arasında geçen savaşlara ve İkinci Dünya Savaşı'na bir tek bakış açısıyla yaklaşıldığı için, tarihsel gerçekler ihmal edilmiştir. Böylece gerçekler olaylarla karıştırılmış ve gerçekler ihmal edilmiştir. Bunun sonucu olarak da Osmanlıların Avrupa'da ve Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmelerinin asıl sebebinin milliyetçilik olduğu unutulmuştur. İşte bütün tarihsel olaylarda gerçekler böyle göz ardı edilmiş, bu gerçeklerden istifade edilmemiştir. Halbuki tarihsel gerçekler insanın sahip olduğu en değerli hazinesi ve insan düşüncesinin en yüce türüdür.

İster gerçeklere ulaşmak, ister gerçeği gerçek-olmayandan ayırt etmek, isterse demirden bir elle gerçeğe sıkı sıkı sarılıp bu gerçeklerden yararlanmak hedeflensin; gerçekler üzerinde akıl yürütmek, faydalı bir düşünme biçimidir. Bu düşünme biçiminin fert, halk ve ümmet üzerinde inanılmaz etkileri vardır. Fakat bir düşünce, pratiğe geçirilip kişiyi gerçeğe ulaştırmıyorsa veya onun gerçek ile gerçek olmayanı ayırt etmesini sağlayamıyorsa o düşüncenin ne yararı olabilir ki?

Gerçekler kesindir, sabittir, değişmezler, kuşku götürmezler, değişen koşullar veya durumlardan etkilenmezler. Evet, düşüncenin içinde bulunduğu koşullardan soyutlanamayacağı veya genel bir değerlendirmeye tabi tutulamayacağı doğrudur. Ancak bu doğruluk, henüz "gerçek" olmayan bir düşünce için geçerlidir. Düşünce "gerçek" haline geldiğinde ise, koşullar ve durumlar ne denli değişirse değişsin bunlara bakılmaz. Aksine düşüncenin içinde bulunduğu koşullara bakmaksızın onu olduğu gibi ele almak gerekir. Gerçekler, "zanni" bir metot olan "bilimsel metot"la ele alınmazlar. Gerçeklerin "Akli metot"un kesin ve şüphesiz yönüyle ele alınması gerekir. Çünkü gerçekler, eşya veya olayın özü, cevheri veya nitelikleriyle ilgili değil, eşya veya olayın varlığıyla ilgilidir. Bu açıdan düşüncenin "gerçek" olması için, vakıaya kesin ve şüphe götürmeyecek bir şekilde uygun olması gerekir. Dolayısıyla gerçekleri düşünmek ve onlara demirden ellerle sıkı sıkı sarılmak şarttır.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
ÜSLÛPLAR HAKKINDA DÜŞÜNME

"Üslûplar hakkında düşünme"ye gelince; bu düşünme biçimi, işin nasıl yapıldığı hakkında yapılan geçici bir fikir yürütmekten ibarettir. Üslûbu, işin türü belirler. Bu nedenle işin türü değiştikçe üslûplar da değişir. Üslûplar, zaman zaman birbirine benzeyebilirler. Bir tek üslûbun pek çok iş için yararlı sonuç verebildiği doğrudur. Ancak üslûp hakkında düşünüldüğünde, o üslûpla yapılmak istenen işin türü hakkında fikir yürütmek gerekir. Üslûplar benzeşse de, bilinen herhangi bir üslûp, yapılmak istenen herhangi bir iş için geçerli olsa da işin türü hakkında akıl yürütmek şarttır. Bu nedenle başka üslûplar aramadan ve üslûpların birbiriyle benzeşmelerini göz ardı ederek hedeflenen üslûpla birlikte yapmak, istenen işin türünü de göz önünde bulundurarak düşünmek gerekir. Zira benzeşen üslûplar, bazen aktif olan üslûbun izini kaybettirebilir. Üstelik belli bir işte yararlı olduğuna inanılan bir üslûp, söz konusu işe girişmeyi engelleyebilir. Örneğin; bir fikrin propagandasını yapma üslûbu, bu fikre davet etme üslûbu ile benzeşmektedir. Her ikisi de bu fikrin insanlara sunuş biçimiyle ilgilidir. Ancak söz konusu benzeşme, hem davet hem de propaganda atılımlarını yanılgılara sürükleyebilir. Davet üslûbunun kullanılması gereken yerde, propaganda üslûbü kullanıldığında uzun vadede başarılı olmak mümkün değildir. Aynı şekilde propaganda için davet üslûbunu kullanmak da başarıya götürmez. Çünkü davet üslûbu gerçekleri olduğu gibi anlatma ilkesine dayanır. Propaganda üslûbu ise, düşünceyi süsleyip cafcaflı bir şekilde ambalajlamaktan ibarettir. Ancak sunuşun güzel bir şekilde yapılması, her ikisinin de ortak noktasını oluşturmaktadır. Örneğin demokratik sistemde halkın yöneticisini tayin etme biçimi, yöneticinin halk tarafından seçilmesidir. İslâmi sistemde de yöneticiyi tayin ederken bundan istifade edilebilir, yani yöneticiyi halk seçer. Fakat Müslümanların halifesinin tayin biçimi ya da üslûbu söz konusuysa, bu durumda Halifenin belli bir süre için değil de, sürekli tayin edilmesini öngören İslâmi sistemin yönetim gerçeği üzerinde düşünmek gerekir. Başka bir ifadeyle, halifenin tayin biçimini şekillendirmek için düşünürken, İslâm'da yönetim biçiminin türünü göz önünde bulundurmak gerekir: Halifeliğe ehil adaylar ümmetin temsilcileri tarafından belirlenir ve onların dışındakilerin adaylıkları yasaklanır. Ardından halk, belirlenen bu adayların içinden istediğini seçer, daha sonra Müslümanların çoğunluğu tarafından halife olarak seçilen kişiye biat edilmesi istenir. Burada biat, halifenin tayin edilmesinin üslûbu değil, metodudur. Fakat biatın yapılış şekli bir üslûptur. Bu nedenle bir yerde faydalı olan üslûp, bir başka eylemde faydalı olmayabilir. Fakat girişilen yeni eylemde izlenecek üslûbu tayin etmek için, düşünme atılımının hem eylem hem de üslûp çerçevesinde beraberce yürütülmesi gerekir. Kısaca bir eyleme girişirken, izlenecek üslûpla birlikte eylemin türünü de göz önünde bulundurarak akıl yürütmek şarttır.

Üslûp, eylemi yapmak için izlenen ve sürekliliği olmayan belli bir biçimin adıdır. Metot ise üslûbun aksine sürekli bir biçimi ifade eder. Metot, hiç bir zaman değişken değildir. Metotta ustaca bir düşünüşe gerek yoktur. Çünkü metot kesin ve şüphesizdir. Metodun ya kendisi ya da dayandığı temel kesindir ve kuşku götürmez. Fakat üslûp bir eylemi yapmak üzere kullanıldığında eylemi başarısızlıkla sonuçlandırabilir. Üslûp, değişkendir. Bu yüzden ustaca bir düşünüşe ihtiyaç duyar.

Bu açıdan üslûplar hakkında düşünmek, metotları düşünmenin daha üst konumundadır. Metodun çıkarımını usta akıl da normal akıl da yapabilir. Ancak üslûp, normal akıl tarafından kullanılsa bile, çıkarımının yapılması için ustaca veya dâhi bir akla ihtiyaç vardır.

Demek ki metodun dâhi akıl tarafından ortaya konması şart değildir. Fakat üslûbun ister eğitimli ister eğitimsiz olsun, usta veya dâhi akıl tarafından üretilmesi şarttır. Çünkü üslûba ulaşmanın ilimle, bilgiyle ilgisi yoktur. Üslûbu elde etmenin yolu, düşünme eyleminden geçer. İnsanların, problemlerin çözümünde farklı düşüncelere sahip olmaları bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü insanlar, problemleri birtakım üslûplarla çözerler. Mesela, bazı insanlar, herhangi bir problemi çözmeye kalkıştığında bu problemi çözmek kendisine zor geliyorsa, ya kaçış yolları arar ya acizliğini ilan eder ya da problemin çözümsüz bir problem olduğunu düşünür. Fakat aklını kullanan insan, bir probleme çözüm getirmek istediğinde önüne engeller çıkıyorsa, kullandığı üslûbu değiştirir. Problemi çözmekten kaçmaz, acizliğini ilan etmez ve ümitsizliğe de düşmez. Aklını kullanan kişi sabreder, problemi çözmek için kendine belli bir süre tayin eder veya yaygın bir deyimle zamana bırakır. Sonra da problemi çözene kadar düşünme yetisini tekrar tekrar harekete geçirir. Bu nedenle problemleri çözme zihniyetine sahip kişilerin çözemeyecekleri problem yoktur. Onlar her sorun için çözüm bulma gücüne sahiptirler. Çünkü problemleri çözme zihniyetine sahip kişi, zor ve çetrefil problemleri bile çözebilecek birtakım üslûpları meydana getirme konusundaki gücüne tam bir güven içindedir. Bu açıdan çeşitli üslûplar hakkında düşünmek, usta veya dâhi akılların özelliklerindendir. Zira problemlerin çözüme kavuşturulması, probleme hangi üslûpla yaklaşımda bulunulacağını düşünmeye bağlıdır.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
ARAÇ-GEREÇLER ÜZERİNDE DÜŞÜNME

"Araç-gereçler hakkında düşünme", üslûplar üzerinde akıl yürütmekle aynı olup onunla iç içedir. Araç-gereçler hakkında düşünme, eylemlere girişmek üzere kullanılan maddi araçları ifade eder. Üslûpları çözmek, üslûplar hakkında fikir yürütmekten ibaret olsa da, çözüme götüren araçlar kullanılmadığı takdirde bu üslûpların hiç bir değeri yoktur. Gerçi araç-gereçler düşünme yoluyla algılanırlar, ancak herhangi bir aracı tanımak için en önemli unsur tecrübedir. Bu nedenle kullanacağı üslûbu düşünen kişi, kullanacağı araç-gereçleri de düşünmek zorundadır. Aksi takdirde araçlarla takviye edilmeyen üslûplardan bir sonuç elde edilemez. Çünkü araçlar, üslûpları elde etmenin temel parçalarıdır. Örneğin; düşmana karşı savaş taktiğinin, planının yapılması, bir üslûbun çizilmesidir. Her ne kadar yapılan işlem bir plan çizmek olsa da bir üslûptur. Söz konusu plan yüzde yüz doğru çizilse dahi, düşmanın elindeki silahtan daha güçlü bir silah kullanılmıyorsa, bu kesinlikle başarısız bir plandır. Düşman askerlerinden daha güçlü veya onların iki katı sayıyla savaşa girilse bile, bu plan başarısızlığa uğramaktan kurtulamaz. İşte burada ortaya konulan plan, bir üslûptur. Asker ve silah ise bu planın uygulanması için birer araçtır. Bu nedenle üslûpları düşünürken araçlar göz ardı edilirse veya eldeki araçlar işlenen üslûbu uygulayacak tarzda olmazsa, kişinin üslûp hakkında kafa yormasının bir değeri yoktur. Çünkü araçlar, ancak üslûpla birlikte göz önünde bulundurulduklarında ve izlenen üslûbu uygulamaya müsait olduklarında sonuç verebilirler. Bu açıdan üslûplar hakkında düşünmeden araçlar hakkında düşünmeksizin doğru olmadığı gibi, aynı şekilde araçlara ilişkin düşünme eyleminin izlenen üslûbun ışığında yürümemesi de doğru değildir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, üslûplar zaman zaman düşünen kişinin gözünden kaçabilir. Fakat düşünen kişi araçları kolay kolay algılamaz. Çünkü üslûplar hakkında sadece düşünmek, bir karar vermek için yeterlidir. Fakat araçlar hakkında sadece düşünmek yetmez. Araçlar hakkında düşünmenin yanı sıra, bu araçları denemeye tabi tutmak da gerekir. Çünkü aracın sağlıklı olup olmadığı ve kullanılan üslûp türüne uygun olup olmadığı ancak denemeyle anlaşılabilir. Buna örnek olarak sanayileşmemiş ülkeler verilebilir. Sanayileşmemiş ülkeler, silah ihtiyaçlarını sanayileşmiş ülkelerden karşılarlar. Onların satın almış oldukları bu silahların eğitimini yine sanayileşmiş ülkelerin askeri uzmanları üstlenir. Bunlar, sanayileşmemiş ülkelerin orduları tarafından denenmiş, tescil edilmiş silahlar değildir. Dolayısıyla söz konusu ülkeler ne kadar plan-proje yaparlarsa yapsınlar, yaptıkları plan tarzına uygun araç ve gereçleri tayin etmiş olmazlar. Gerçi bu ülkelerin silahlı kuvvetleri askeri eğitimlerini sanayileşmiş ülkelerden sağlarlar, ancak askeri eğitim, planlama ve benzeri askeri konular, birer üslûptur. Bu üslûpları ortaya koymak için düşünmek yeterlidir. Araçlarda ise sadece düşünmek yetmez. Düşünmenin yanı sıra bir de bu araçları denemeye tabi tutmak gerekir.

Bir doktrini halka veya ümmete yaymak amacıyla bir oluşum veya parti kurmak ve bu doktrini iktidarı ele geçirme amacıyla uygulama hedefini ele alalım. Söz konusu oluşum veya partiye sadece bilim adamları ya da toplumda belli bir ağırlığı olan kişiler üye olsalar ve kendilerini bu yola adasalar, hedeflerini gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Çünkü bilim adamları partinin doktrinini yaymada başarılı olsalar bile, iktidarı yüklenmede başarılı olamazlar. Aynı şekilde toplumda belli bir ağırlığı olan kimseler iktidarı yüklenmede başarılı olsalar bile partinin doktrinini yaymada başarısız olurlar. Bu iki gruptan her hangi birinin veya her iki grubun partide çoğunluğa sahip olması, partinin ömrünü kısaltacak, hedefine ulaşmada engel teşkil edecek ve yok olana kadar partinin erimesine neden olacaktır. Çünkü bu araçlar -yani bilim adamları ve toplumda belli bir ağırlığı olan kişiler- teori yoluyla uygulamaya konmuş düşüncelerdir. Halbuki teorinin yanında bir de pratik, yani tecrübe gerekiyordu. Parti kurmaya ilişkin tarihsel gerçekler de, araçları kullanırken, teorinin yanında pratiğin de düşünülmüş olduğunu göstermektedir. Bu konuda tarihsel gerçekleri göz önünde bulundurarak gerçeklere uygun araçlar kullanmak ve araçlara uygun üslûplar ortaya çıkarmak verimli bir eylem olacaktır. Tarihsel gerçekler belli bir düşünce üzerinde kurulan bir oluşumun, düşüncelerini yayıp onları uygulamaya geçirmek üzere iktidar olabilmesi için fertlerden çok halka veya ümmete yönelmenin zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Söz konusu oluşum, ortaya attığı düşünceyi benimseyen herkesi kabul etmeli, eğitim seviyesi ve konumuna bakmadan halktan veya ümmetten bir fert olarak ona kucak açmalıdır. İşte oluşum veya partinin başarılı olması ve hedefini gerçekleştirmesi ancak bu şekilde garanti altına alınabilir.

O halde araçlar, üslûp düşüncesinden soyutlanmış olarak ele alınıp denemeye tabi tutulmadığında kişiyi yanılgıya götürebilir. Bu nedenle üslûpları düşünmenin yanında araçlar hakkında da fikir yürütmek gerekir. Bunun yanında araçlardan başarılı bir sonuç almak ve belirlenen hedefleri gerçekleştirmek için bu araçların denemeye tabi tutulması şarttır. Başka bir ifadeyle, araçları kullanan üslûpların verimli olması için bu işlem kaçınılmazdır.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
AMAÇLAR ve HEDEFLER ÜZERİNDE AKIL YÜRÜTME

Amaçlar ve hedefler üzerinde akıl yürütmek, her şeyden önce kişinin ne istediğini, neyi amaçladığını belirlemesidir. Amacın ve hedefin tespit edilmesi, düşünme eyleminin yürütülmesi için şarttır. İnsanın neyi istediğini belirlemesi o kadar da kolay değildir. Geri kalmış toplumlar, ne istediğini bilmeyen toplumlardır. Bu toplumların içinde amaç ve hedeflerini tayin edebilenler nadirdir. Aynı şekilde "düşük-düşünce"li bütün bireyler ve "yüksek-düşünce"li birçok insan, ne istediklerini tayin edememektedirler. Hatta bunların içinde ne istediklerini tayin etmekten aciz kimseler de vardır. Halklar ve ümmetler ise bariz bir şekilde toplumsal faktörü meydana getiren kitle görüntüsüne veya onların deyimiyle kitle içgüdüsüne sahip olduklarından onlara gelenekler egemendir ve genellikle düşüncelerin içine derinlemesine girmezler. Bu sebepten dolayı yanlış fikirler edinirler ve sonuç olarak doğru olmayan bilgilere sahip olurlar. Bir amaçları olmaksızın veya kendileri için bir amaç tayin etmeksizin hareket ederler ve kendi amacını belirleyememe hastalığına mahkum olurlar. Öte yandan tıpkı toplumlar gibi fertler de bir amaca yönelmedikleri için, amaçlarla, hedeflerle ilgilenme zahmetine katlanmazlar. Düşüncelerini belli olmayan bir yöne yönelttikleri için de verimli olamazlar. Düşüncenin verimli hale getirilmesi için amaçların ve hedeflerin belirlenmesi şarttır. Zaten düşünme ve eylem belli bir amaç için vardır. Bu nedenle her insan düşünür, fakat her insan hedeflerini gerçekleştiremez.

Amaçlar ve hedefler, insanların farklı durumlarına göre değişiklik arz ederler. Sözgelimi toplumun amacı, tatminin her çeşidini gerçekleştirmektir. İlkel bir halkın amacı, durumunu olduğu gibi muhafaza etmektir. Gelişmiş halkın amacı ise durumunu iyileştirmek ve bu yolda gerekli olan değişimi sağlamaktır. Aynı şekilde "düşük düşünce"li bireyin amacı, dinamik enerjisini tatmin etmektir. "Yüksek düşünce"li halkın amacı ise, gereksinim duyduğu bütün tatmin türlerini iyileştirmektir. Görüldüğü gibi insanların düşünme düzeyleri farklılık gösterdikçe amaçlar ve hedefler de değişmektedir. Fakat fertlerde ve toplumlarda amaç ve hedefler ne olursa olsun, bu hedef ve amaçları gerçekleştirme yolunda sabretmek ve ciddi bir şekilde onların izini sürmek, ancak kısa vadeli amaçlar ve kolay hedefler için geçerlidir. Mesela; sadece açlığı gidermek, çok kısa bir zaman diliminde olmasa da kolay bir amaçtır. Bu nedenle açlığa dayanma gücü insandan insana değişiklik gösterse de, hemen hemen her insanda vardır. Siz de bütün insanlar gibi karnınızı doyurma, ailenizin geçimini sağlama, mülk edinme, huzur vs. peşindesiniz. Çünkü bunlar, insanlar için birer amaçtır ve onları gerçekleştirme arzusu herkeste mevcuttur. Fakat kalkınmaya veya halkınızı kalkındırmaya çalışmanız, kendi konumunuzu veya halkınızın, ümmetinizin konumunu yükseltmeye çaba göstermeniz de birer amaçtır. Ne var ki bu amaçların gerçekleştirilmesi sabır ister, ciddi bir biçimde işin peşini bırakmamayı gerektirir. Her insan, bunu yapabilecek kabiliyette değildir. Belki bu yolda yürümeye başlarsınız, fakat önünüze çıkan engeller ve tahammülsüzlük, amacınızı gerçekleştirmeden sizi pes ettirebilir. Belki çabalayıp çırpınmaya devam edersiniz, fakat işin içinde ciddiyet olmadığı için, önünüze engeller, tahammülsüzlükler çıkmasa bile, amacınıza ulaşamazsınız. Çünkü ciddiyetten yoksun bir seyir halinde olmanız, sizi bu hale getirmiştir. Özellikle büyük hedefler her şeyden önce ciddiyeti, tahammülü ve pes etmeden iz sürmeyi gerektirir.

Fertler topluluklardan, yani halk ve ümmetten daha fazla sabretme gücüne sahiptirler. Çünkü fertlerin görüş açısı, topluluklarınkinden daha açık ve daha güçlüdür. Zira topluluk oluşları düşüncelerini ve görüş açılarını zayıflatır. Bu nedenle bir kişinin görüş açısı iki kişininkinden daha güçlüdür. İnsan sayısı ne kadar çoğalırsa, görüş açısı da o denli azalır. Dolayısıyla halkların önüne uzak hedefler koymak doğru değildir. Çünkü toplum olarak halklar bu hedefleri gerçekleştirmenin peşine düşmezler. Bu yolda bir hareket gösterseler bile, işin içinde ciddiyet olmayacağı için hedeflerine ulaşamazlar. Bütün bunlar gösteriyor ki; halkların önüne konan hedef, gerçekleştirilmesi mümkün, kısa vadeli bir hedef olmalıdır. Kısa vadeli bir hedef, başka kısa vadeli hedefler doğuracaktır. Dolayısıyla gerçekleştirilmiş olan her hedef, başka hedefler için bir alt basamak oluşturacak, böylece yeni hedeflerin gerçekleştirilmesi mümkün olacaktır. Zira topluluk, ferde nazaran mümkün olanı görmeye daha yatkındır. Fakat büyük zorluklara dayanma gücü daha azdır. Halklar, aklen mümkün olanı hedefleyemezler. Halklar, ancak fiilen mümkün olanı algılayıp gerçekleştirmeye çalışabilirler. Fakat fertler öyle değildir. Genellikle fertler, aklen mümkün olanın fiilen de mümkün olabileceğini algılayabilirler ve uzun vadeli düşünebilirler. Bunun yanı sıra fertler, zorluklara ve engellere karşı daha fazla direnebilirler. Zira fertler, uzun vadede mücadele edebilme gücüne sahiptirler.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İster millet ve halklar için, ister fertler için ortaya konmuş olsun, amaçların ve hedeflerin gerçekleştirilmesi nesiller boyu sürmemeli, insan gücünü aşan bir mücadeleyi gerektirmemeli ve var olmayan veya temin edilmesi mümkün olmayan araçları gerektirecek türden olmamalıdır. Aksine bir kuşağın gerçekleştirebileceği türden olmasının yanı sıra, var olan veya temin edilmesi mümkün olan araçlarla her hangi bir insanın çabasıyla gerçekleştirilebilecek bir hedef olmalıdır. Çünkü amaç, kişinin peşine koştuğu bir hedeftir. Kişi bu hedefi gerçekleştirebileceğine inanmazsa, kendinde çaba gösterme gücünü bulamaz. Kişide hedefi gerçekleştirme isteği bulunduğu sürece hedefin gerçekleşmesi için gerekli araçların var olması gerekir. Aksi takdirde çaba gösteriyormuş gibi davransa ve kendini buna inandırsa bile mücadelesi sekteye uğrar. İnsan, gücü nispetinde mücadele eder. İnsanın mücadele edecek kadar gücü yoksa, asla mücadele edemez. Çünkü insan, gücünü aşan yükümlülükleri yerine getirmekle mükellef değildir. Dahası, gücünü aşan yükümlülükleri zaten yerine getiremez. Bu da gösteriyor ki hedefler ne denli uzun vadeli olursa olsun, insanlardan herhangi birinin elindeki mevcut araçlarla gerçekleştirebilecek türden olmalıdır.

O halde her şeyden önce düşünmenin veya eylemin hangi amaçla yapıldığını tespit etmek gerekir. Belirlenen hedef, görme organı veya basiretle algılanabilir, aklen ve fiilen gerçekleştirilebilir olmalıdır. Algılanamayan, gerçekleştirilmesi aklen ve fiilen mümkün olmayan bir hedef, hedef olma özelliğini yitirir. Nasıl ki fertler düşünme eyleminde bulunurken ve çalışırken bir hedefe ihtiyaç duyuyorlarsa, halkların ve ümmetlerin de bir hedefe veya hedeflere ihtiyaçları vardır. Ancak halkların ve milletlerin hedefi uzun vadeli olmamalı, aksine kısa vadeli olmalıdır. Hedefler ne kadar kısa vadeli olursa, o kadar verimli, düşünce ve eyleme o kadar elverişli olur. Halkların ve milletlerin kendileri için hedef çizmeleri tasavvur edilemez, ama halkların ve ümmetlerin sahip olduğu yaygın düşünce ve görüşleri vardır. Bunlar birtakım inançlara sahiptirler. Demek ki halkları ve ümmetlerin sahip olduğu düşünceler, görüşler ve inançlar vardır. Aynı şekilde birtakım düşünce, görüş ve inançlardan veya hayat tecrübelerinden tatmin olamama ve gereksinimlerini doyuramamaktan kaynaklanan hedefler, halklara ve ümmetlere hakim olur. Böylece toplumlarda birtakım hedefler oluşur. Mahrumiyetin üstesinden gelme ve tatmin olma ihtiyacını giderme gibi. Halklar ve ümmetler, toplum olarak birtakım hedeflere karar veremeseler de birtakım hedefleri vardır. Ancak bu hedefler, aklen değil, fiilen gerçekleştirilebilir türdendir.

Amaç ve İdeal

Bu arada "amaç" ile "ideal" arasındaki farka dikkat etmek gerekir. "İdeal", amaçların son aşaması, yani "gayelerin gayesi"dir. İdeali gerçekleştirmek için, bu yolda sürekli çaba göstermek yeterlidir. Üstelik fiilen gerçekleştirilebilir olması da gerekmez. İdealin aklen gerçekleştirilebilir olması yeterlidir. İdealin kendisi de bir amaç olmasına rağmen, amaçtan farklıdır. Amaç eylemden önce ve eylem sırasında amacın ne olduğunu bilmeyi, gerçekleştirilmesi için yoğun bir çaba sarf etmeyi ve fiilen gerçekleşene kadar bu çabadan yılmamayı öngörmektedir. İdeal ise, düşünce ve eylem esnasında sadece göz önünde bulundurulur. Çünkü bütün düşünce ve eylemler, ideali gerçekleştirmek içindir. Örneğin; "Allah'ın rızasını kazanmak" her Müslümanın ve Müslüman toplumun idealidir. Gerçi bazıları cennete girmeyi bazıları da cehennem azabından kurtulmayı ideal olarak görebilir. Ancak cennete girme veya cehennem ateşinden kurtulma gibi hususlar her ne kadar "gayelerin gayesi" olsalar da, ideal kapsamına girmezler ve "ideal" diye adlandırılamazlar. Zira cennete girme ve cehennem azabından kurtulma, kendilerinden önceki amaçların bir üst amacıdır. Bu üst-amaçlardan daha üst amaçlar da vardır. Ancak ideal her ne kadar "gayelerin gayesi" ise de kendisinden sonra bir gaye yoktur. Çünkü ideal, en son gayedir. Yani kendisinden sonra bir gayenin olmadığı en son gaye, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu nedenle Müslümanın ideali, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bundan dolayıdır ki bazı takva erbabı mübarek kişiler için şöyle denmiştir: "Suheyb ne iyi kuldur! Eğer içinde Allah korkusu olmasaydı, ona isyan etmekten geri kalmazdı." Suheyb'in Allah'a isyan etmemekten amacı, günahlara karşılık Allah'ın vereceği ceza korkusu değildir. Onun amacı, Allah'ın rızasına kavuşmaktır. İşte Allah'ın rızasını kazanma isteği, içinde Allah korkusu olmasa da onu günahtan korur. Zira Allah'ın azabından korktuğu için değil, Allah'ın rızasını kazanmak için günah işlemez. Öyleyse Müslümanların ideali, ne cennete girmek ne de cehennem azabından kurtulmaktır. Müslümanın ideali, Allah'ın rızasına ulaşmaktır.

O halde ideal, "gayelerin gayesi" olması itibarıyla sonuçta bir gaye, bir amaç olmasına rağmen, gaye ve hedeften farklıdır. Düşünmede ve eylemde, neyin amaçlandığı belirlenmelidir derken, idealden söz edilmemektedir. Bu ifadeden kastedilen, fiilen gerçekleştirilebilir olan amaçtır. Gerçekleştirilmek istenen amaçtan sonra bir veya birtakım amaçlar gelse bile kastedilen budur. Zira amaç belli olmalı, gelecek kuşaklar tarafından değil, mevcut şahıslar tarafından gerçekleştirilebilmeli ve araçları kolayca elde edilebilecek nitelikte reel ve pratik olmalıdır. Çünkü amaç, ideal değildir. Amaç, ideali gerçekleştirmek için izlenen hedeftir. Bütün bunlar, amaç hakkında düşünme eyleminin reel ve pratik bir düşünme biçimi olmasını zorunlu hale getirmektedir. Kısaca amaç ve hedef, söz konusu amaç ve hedefin peşinde koşan kişi tarafından gerçekleştirilebilir nitelikte olmalıdır.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Kuşkusuz milletlerin ömrü bir tek nesille değerlendirilemez. Milletin ömrü ancak nesillerle değerlendirilebilir. Dolayısıyla milletin geleceği, gelecek kuşaklar tarafından gerçekleştirilebilecek şekilde uzun vadeli planlanmalıdır. Öyleyken nasıl oluyor da hedefin, ancak onu gerçekleştirmeye çalışan kişiler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini ileri sürebiliyorsunuz?

Milletlerin ömürleri sanıldığı gibi ne kuşaklar ne de çağlarla değerlendirilebilir. Milletlerin ömrü ancak onar yıllık zaman dilimleriyle değerlendirilebilir. Çünkü millet, on yıllık bir süreçte ancak değişime uğrar veya bir halden başka bir hale intikal eder. Düşünme ve eylemin ciddi ve disiplinli olması şartıyla, ümmete pratik düşünceyi bir neslin ömrü zarfında vermek pekâlâ mümkündür. Ne kadar direnirse dirensin, bu süre zarfında pratik düşünce ümmetin bünyesine yerleştirilebilir. Bu nedenle milletin nesillere veya yüzyıllara ihtiyacı yoktur. Bir düşünce veya eylemin millette verimli olması için, en az on yıla ihtiyaç vardır. Çünkü milletin dönüşümü, ancak on yıl zarfında sağlanabilir. Ancak ülke, düşman işgali altındaysa on yıldan daha fazla zaman dilimine ihtiyaç vardır. Bu zaman dilimi, düşmana karşı direnişi de dahil edersek, otuz yılı geçmez. Bu nedenle düşünce, hareket veya eylemi mevcut kuşaklar tarafından yapılması ve amacın gelecek kuşaklara bırakılacak biçimde planlanmaması gerekir. Zira amaç, bu amacın peşinde koşan mevcut kişilerin gerçekleştirebileceği türden olmalıdır. Amaç hakkında düşünmenin şartı da budur. Zira amaç, onu güdenler tarafından gerçekleştirilmezse, amaç olmaktan çıkar.

Günümüzde olduğu gibi millet için planlar yapıp gelecek kuşakların bu planları gerçekleştirmesini sağlamak, hedef ve amaç kapsamına girmez. Dahası, bunlar "belirlenmiş fikirler" olarak da kabul edilemezler. Bu planlamalar, genel fikirleri ifade ederler. Bir amaç olarak değil de varsayım yoluyla çizilirler. Bu nedenle de amaç olarak kabul edilemezler. Bunları, varlığı varsayılan genel fikirler olarak telakki etmek gerekir. Amaç ise, herkesin gerçekleştirmeye çalıştığı eylemdir. Bunun dışında ortaya konan şeyler, varsayım ve teoriden öteye geçemezler.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DÜŞÜNME TÜRLERİ

Düşünme eylemi, üç kategoriye ayrılır:

a- Yüzeysel (sathi, üstünkörü) Düşünme

b- Derin Düşünme

c- Aydın Düşünme

Yüzeysel Düşünme

Yüzeysel düşünme, halkın düşünme biçimidir. Derin düşünme, bilim adamlarında olur. Aydın düşünme ise, genellikle liderlerin, bilim adamlarının ve halk içinde aydın düşünebilen herkesin düşünme şeklidir.

Yüzeysel düşünme, vakıanın beyne taşınmasından ibarettir. Bunun dışında başka bir araştırma yoluna gidilemez. Vakıayla ilintili olan şeyler, his yoluyla algılanarak, söz konusu hiss ile ilgili bilgiler arasında bağlantı kurulmaz. Yüzeysel düşünmede vakıa sadece beyne taşınır ve ardından yüzeysel bir hüküm verilir. Bu düşünme biçimi genellikle topluluklarda, düşük fikirli insanlarda ve zeki olup da eğitimsiz ve kültürsüz olan kişilerde yaygındır.

Yüzeysel düşünme, halklar ve milletler için bir afettir. Halklar ve milletler, yüzeysel düşünmeyle sorunsuz bir hayat yaşayabilirler fakat kalkınmaları, dahası fikren müreffeh bir hayat yaşamaları mümkün değildir. Yüzeysel düşünmenin sebebi, insandaki hissin, bilginin veya insan beyninin sahip olduğu bağlantı kurma özelliğinin zayıf olmasıdır. Bu nedenle yüzeysel düşünme, insanın doğal düşünme biçimi olarak değil, ilkel düşünme biçimi olarak kabul edilebilir. Zira his ve bağlantı kurma gücü her insanda aynı değildir. Aynı şekilde insanlardaki bilgi miktarı da -bu bilgiler ister eğitimle ister hayat tecrübeleriyle elde edilmiş olsun- farklıdır. bu demek oluyor ki insan, sahip olduğu his, bağlantı kurma ve bilgilerin gücü oranında düşünür. Yaratılıştan zayıf olan ya da sonradan zaafiyete düşen azınlığı saymazsak, insanların genelinde beyin ve onun sahip olduğu bağlantı kurma özelliği güçlüdür. Genelde insanlar, okuma-yazma bilmeseler dahi, her gün bilgilerine yeni bilgiler ekleyerek bilgilerini yenilerler. Öyle istisna tipler vardır ki hiç bir şey dikkatini çekmez. Aldıkları eğitimle veya okuduklarıyla, sahip oldukları bilgileri değerlendiremezler. Aslında yüzeysel düşünme, insanın doğasına aykırıdır. Ancak fertlerin yüzeysel düşünme alışkanlıkları yüzeysel düşünmenin getirdiği sonuçlardan hoşnut olmaları ve kapasitelerinin üstündeki şeylere ihtiyaç duymamaları, onlarda yüzeysel düşünmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Bu alışkanlığın sonucu olarak da bu tarzda düşünmeye devam edip adeta onun zevkini sürerler.

Topluluklarda ise; -topluluk olmaları hasebiyle- düşünme yetilerinin eksik olmasından dolayı, yüzeysel düşünme baskındır. Söz konusu topluluk, yaratıcı düşünürlerden oluşan bir topluluk olsa bile bu böyledir. Dolayısıyla yüzeysel düşünme, insan hayatına egemendir. Halk veya ümmetin içinde olağanüstü his, bağlantı kurma gücüne sahip insanlar olmasaydı, her hangi bir kalkınmadan veya maddi ilerlemeden söz edilemezdi.

Topluluklarda yüzeysel düşünmenin tedavisi yoktur. Buna karşın toplumların karşı karşıya kaldığı vakıa ve olayların düzeyini yükselterek, onları yüce fikirler ve bilgilerle donatarak düşünce düzeylerini yükseltmek mümkündür. Bu durumda bile düşüncelerinin düzeyi yüksek olmasına rağmen, yine de yüzeysel kalmaya devam ederler. Yani halk ve ümmetin aydınca düşünmesi mümkündür. Fakat her halükarda düşünme biçimleri yüzeyseldir. Aynı şekilde topluluklar, ne kadar ilerleme kaydetseler de derin veya aydın düşünemezler. Çünkü topluluk için -topluluk olması hasebiyle- araştırmada derinleşmek veya aydın düşünmek diye bir şey söz konusu değildir. Topluluğun düşünme düzeyini yükseltmek için, topluluğun düşünme biçimi yerine, onun duyularıylasiyle hissettiği vakıa, olay ve olgulara eğilmek gerekir. Toplumun vakıaya bakış açısı, vakıayla ilgili sahip olduğu bilgiler, ancak bu şekilde çözüme kavuşturulabilir. Gerçi bu durumda bile yüzeysel düşüncenin ancak düzeyi yükseltilmiş olur. Toplumun yüzeysel düşünceleri kökten yok edilemez. Ancak düzeyin yükselmesi, hareketlerine yansır.

Bireyler Yüzeysel Düşünceden Nasıl Kurtarılır?

Fertlerde yüzeysel düşünmeyi yok etmek, hafifletmek veya hiç olmazsa en alt seviyeye indirmek mümkündür. Bu ise üç aşamada gerçekleştirilebilir:

a- Eğitip kültür aşılayarak, düşünme biçimlerinin ne kadar yüzeysel ve kof olduğunu göstererek yüzeysel düşünme alışkanlıklarını yok etmek,

b- Birçok olaylar görüp geçirerek tecrübe edinmelerini sağlamak ve sürekli değişken, kaypak vakıayı izleyip onu duyularıyla hissetmesine ön ayak olmak,

c- Yaşadıkları hayatın farkında olmalarını ve hayata ayak uydurmalarını sağlamak.

Bu üç aşama bittikten sonra insanlar yüzeysel düşünme alışkanlıklarından vazgeçerler veya bu yüzeysellik kendiliğinden onları bırakır. Ümmet içinde bunu başarabilen fertler çoğaldıkça, ümmetin fikren kalkınması da bu oranda kolay ve kısa vadeli olur. Fertler, ümmet içinde yaşamalarına ve mevcut bilgileri elde edip mevcut vakıa ve olayları duyularıyla algılamalarına rağmen içinde bulundukları zamanı aşamazlar hatta bireyi oldukları ümmetten farklı olamazlar. Ancak bireyler bağlı oldukları ümmeti aşabilirler, onu bir durumdan başka bir duruma taşıyabilirler. Çünkü fertler, doğru, kesin ve şüphesiz fikirleri ve görüşleri kabul ederek ve çeşitli görüşleri birbirinden ayırt edip görüş olgusunu kavrayarak huzurlu hayatı gerçekçi bir şekilde kafalarında canlandırabilirler. Kişi, kesin ve doğru fikirleri ve görüşleri elde edip bunları birbirinden ayırt ettiğinde, onda, düşünsel his, yani bilgi, kavrayış ve söz konusu his mantığından doğan salt bir his meydana gelir. Gerçi bireyler de tıpkı diğer insanlar gibi duyu organlarına ve beyne sahiptirler. Onları diğer insanlardan ayıran, beyinlerindeki bağlantı kurma yetisinin güçlü olması ve his ile ön bilgiler arasında doğru bir bağlantı kurarak olayları ve olguları hemcinslerine göre daha fazla özümseyip kavramalarıdır. Bu kavrayışın sonucu olarak da bireylerde his mantığını geliştiren bir faktör olan düşünsel his oluşur. Bu nedenle fertler, yüzeysel düşünmeyi terk etme açısından topluluklara göre daha avantajlıdır. Fakat bu yeteneklerini topluluklar benimsemedikçe, fertlerin sahip olduğu bu avantajın hiç bir değeri olmaz.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Görüldüğü gibi yüzeysel düşünme fertler aracılığıyla tedavi edilmektedir. Fertlerin elde ettiği fikirleri topluma yaymak tedavinin bir ayağını meydana getirirken, toplumu aynı anda pek çok yeni hadiselerle, yüce fikirlerle baş başa bırakıp bunları algılamasını sağlamak ise diğer ayağını oluşturmaktadır. Fertleri yüzeysel düşünmeden kurtarmadan bu yolda doğrudan doğruya topluma eğilmenin bir değeri olmaz. Aynı şekilde fertlerin bu düşünceden kurtulmasını sağlamaya çalışırken, toplumu göz ardı etmemek gerekir. Zira fertler, ümmetin ayrılmaz parçalarıdır. Ümmet, hayatta aralarında belli bir bağ olan insanlar topluluğundan meydana gelir. Halk ise aynı kökenden gelip, bir arada yaşayan insanlar topluluğudur. Fertler hem halkı hem de ümmeti oluştururlar. Dolayısıyla tüm insanların yüzeysel düşünmeyi terk edebilmesi için, bu yoldaki çabanın aynı anda hem bireylere hem de ümmete yönelik olması gerekir.

Derin Düşünme

"Derin düşünme" ise, akıl yürütmede derinleşmektir. Başka bir ifadeyle vakıayı sezmek ve anlamak amacıyla hisle bağlantısı sağlanan bilgilerde derinlik meydana getirmektir. "Derin düşünme"de, "yüzeysel düşünme"de olduğu gibi sadece his ve hissetmenin bağlantı kuracağı ilk bilgiler yetmez. "Derin düşünme"de, vakıaya yönelik his, tecrübe veya hissetmenin tekrarlanması yoluyla sürekli yinelenir. İlk bilgilerin yanı sıra başka bilgiler de devreye sokulur. Ayrıca gözlemleme, gözlem veya bağlantı kurma işleminin tekrarlanması yoluyla, vakıayla bağlantı kurma işlemi sürekli yinelenir. İşte derin düşünceler, bu tür his, bağlantı kurma işlemi ve bilgilerden doğmaktadır. Elde edilen bu düşünceler, "gerçek" düşünceler olabileceği gibi, "gerçek olmayan" düşünceler de olabilir. Fakat önemli olan, “derin düşünme”yi meydana getiren yukarıdaki işlemin tekrarı ve bunun kişide alışkanlık haline gelmesidir. Zira derin düşünme demek, ilk his, ilk bilgiler ve ilk bağlantı kurma işlemiyle yetinmemektir. Derin düşünme, yüzeysel düşünmenin bir üst derecesidir. Bu düşünme biçimi, bilim adamları ve düşünürlerin düşünme biçimidir. Fakat ilim tahsil edenler de derin düşünebilirler. Kısaca derin düşünme, his, bilgi ve bağlantı kurmada derinleşmektir.

Aydın Düşünme

"Aydın düşünme" ise, "derin düşünme"nin yanı sıra doğru sonuçlara varmak için, vakıayla ilgili ne varsa hepsini birlikte düşünmektir. Derin düşünme düşünmenin kendisinde derinleşmektir. Aydın düşünme ise, düşüncenin derinleştirilmesiyle birlikte, düşüncenin etrafında ve onunla ilgili olan her şey hakkında, düşünme eylemini harekete geçirmeyi öngörür. Aydın düşünmede amaç doğru sonuçlara ulaşmaktır. Bu açıdan aydın düşünme, aynı zamanda derin düşünmeyi de kapsar. Bu nedenle aydın düşünme yüzeysel düşünmeden doğmaz. Ancak derinlemesine yapılan her düşünme aydın düşünme değildir. Örneğin; atom bilgini atom parçacığını, kimyager maddenin bileşimini incelerken, fıkıhçı hükümler çıkarıp konular ortaya koyarken, konuları derinlemesine araştırıp incelerler. Bu derinlik olmasaydı, göz kamaştıran sonuçlara ulaşamazlardı. Buna rağmen, saydığımız kişiler aydın düşünmeye sahip kişiler olarak nitelenemez. Atom bilgininin bir tahtaya, yani haça dua ettiğini görürseniz şaşırmazsınız. Halbuki en basit aydın düşünme bile bu tahta parçasının ne fayda ne de zarar verdiğini ve onun ibadet edilecek bir varlık olmadığını gösterecektir. Kelli felli bir kanun adamının kendisini, kendisi gibi bir insan olan papaza teslim edip günah çıkarttığını görürseniz şaşırmayın. Çünkü hem atom bilgini hem de kanun adamı ve onların emsallerinin düşünme biçimleri aydınca değil, derincedir. Aydın düşünmüş olsaydılar, tahtaya ibadet etmezler, papazlara inanıp onlara günah çıkartmazlardı. Gerçi derin düşünen kişi, düşünme eylemini hangi şey hakkında derinleştirmişse, sadece o şey hakkında derin düşünmüş olur. Mesela atom bilgini atomun parçaları, kanun adamı ise yasalar konusunda derinleşir. Her birinin kendi alanı dışındaki konularda düşünme gücü zayıftır.

Bu düşünce doğrudur. Ancak, şu gerçeğin altını çizmek gerekir. Düşünen kişinin derin düşünmeyi alışkanlık haline getirmesi, kendi alanı dışındaki çoğu konularda, özellikle "büyük düğüm" veya kişinin hayata bakış açısı ile ilgili hususlarda da derinleşmesini sağlar. Ne var ki kişinin düşünme biçiminde, aydın düşünme bulunmadığı takdirde derin, yüzeysel, hatta düşük düşünme biçimi onda adet haline gelir. Dolayısıyla derin düşünme, tek başına insanı kalkındırmak ve onun düşünce düzeyini yükseltmek için yeterli olmaz. İnsanın düşünce düzeyinin yükselmesi için, düşüncesinin aydın düşünmeden nasibini alması gerekir.

Aydın düşünme, düşüncenin pozitif bilim, hukuk, tıp vb. dallarında doğru sonuçlar elde etmek için zaruri olmasa da, kişinin düşünce düzeyini yükselterek düşünen kişiler üretmek için zorunludur. Bu bakımdan ümmet; pozitif bilimciler, fakihler, hukukçular, doktor ve mühendislerle kalkınmaz. Ümmet, ancak aydın düşünen kişilerle kalkınabilir. Aydın düşünebilmek için eğitimli olmak şart değildir. "Deve gübresi devenin varlığını, ayak izi yürüyüşünü gösterir" diyen bir bedevi, aydın düşünüyordur. Aynı şekilde, "şüphesiz sürekli tetikte olmak, insanı kaçınılmaz sondan kurtarmaz. Sabır ise zafer elde etme araçlarından bir tanesidir" diyen hatip de aydın düşünen biridir. Fakat:

"Halife öldü, ey sakaleyn (insanlar ve cinler)!

Onun ölümünden öyle etkilendim ki,

Ramazan'da orucumu bozdum sanki" şeklindeki mısraları seslendiren şair, fakih bir muallim olsa bile aydın düşünen biri değildir. Yine "Hikmetin başı, Allah korkusudur" diyen filozof da aydın düşünen biri değildir. Çünkü hikmetin başı, Allah korkusu değil, Allah'ın varlığını idrak etmektir. Aydın düşünmek için bilim veya hikmete ihtiyaç yoktur. Aydın düşünmek için derin düşünmek, doğru sonuçlara ulaşmak için de düşünülen konu hakkında etraflıca düşünme eyleminde bulunmak gerekir. Bu açıdan okuma-yazma bilmeyen bir ümmi aydın olabildiği gibi, ilim tahsil eden veya eğitim görmüş bir kimse de aydın olabilir. Aydın düşünen kişi, düşünürken düşüncesi aydın düşünceden nasibini almış kişidir. Mesela; siyasetçi ve lider aydın düşünen kişilerdir. Fakat bunların düşüncelerindeki aydınlık, düşündükleri zaman aydın düşünmeden nasiplerini aldıklarında ortaya çıkar. Bu nedenle üstün düzey lider ve siyasilerin bir tahta parçasına dua etmeleri ve onlardan daha az aydın düşünebilen insanlara günah çıkartmaları, onlardan bağış dilenmelerine şaşmamak gerekir. Çünkü onların bu hareketlerinde ne derin düşünme ne de aydın düşünme söz konusu değildir. Onların bu hareketleri gelenek ve göreneklerden ya da hile ve iki yüzlülükten kaynaklanmaktadır. Bunlar da derin veya aydın düşünmenin göstergeleri değildir. Aydın düşünen kişi, hile ve iki yüzlülüğe baş vurmadığı gibi, onda töreler ve gelenekler de egemen olmaz.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
CİDDİYET

Bir başka nokta, ister yüzeysel ister derin veya aydın düşünsün, düşünen kişinin düşünme eyleminde bulunurken "ciddi" olması gerekir. Gerçi yüzeysel düşünen kişinin düşünme eylemindeki yüzeysellik, ciddi düşünmesine elverişli değildir. Ancak yüzeysel düşünen kişi bile anlamsız, saçma eylem ve geleneklerden kendini uzak tutarak söz konusu ciddiyeti sağlayabilir. Her ne kadar düşüncede derinlik ciddiyete yönlendirse de ciddiyet düşüncede derinleşmeyi gerektirmez. Yine her ne kadar aydın düşünebilmek ciddiyeti gerektirirse de, ciddi olmak için aydın olmaya gerek yoktur. Fakat aydın düşünmek için ciddiyet şarttır. Zira ciddiyet, düşünülen şeyin vakıasını zihinde iyice canlandırmanın yanı sıra, bir hedefin varlığının ve bu hedefi gerçekleştirmek için harcanacak çabanın göstergesidir. Örneğin; kişi tehlikeyi zihninden geçirirken, onun hakkında araştırma yapmak için değil, ondan korunmak için düşünme eyleminde bulunur. Aynı şekilde ekmeği düşünürken onun hakkında araştırma yapmak için değil, onu nasıl kazanabileceğini algılamak için düşünür. Yine kişi oyun oynamak için oyunu düşünür. Dinlenmek için pikniğe gider. Piknik hakkında araştırma yapmak için değil. Kişinin gelişigüzel yürüyüş yapmayı düşünmesi de yürüyüş üzerinde akıl yürütme isteğinden değil, içindeki sıkıntıları atma isteğindendir. Kanun adamının kanun maddeleri ortaya koyması, bu maddeler hakkında araştırma yapmak için değil, bu maddeleri ortaya koymak içindir. Görüldüğü gibi türü ne olursa olsun yapılan her düşünme eylemi, düşünülen şeye veya harekete yöneliktir. Bir şey veya hareket hakkında düşünme eylemi yapılıyorsa, bu şey veya hareketi öğrenmek amacıyla yapılır. Bunun için de düşünülen şey veya harekete ciddiyetsizliğin ve geleneksel anlayışın karışmaması gerekir. Ne zaman üzerinde akıl yürütülen şey veya hareket ciddiyetsizlik ve geleneksel anlayıştan soyutlanırsa, işte o zaman ciddi düşünceden söz edilebilir. Ancak o zaman bir amaçtan ve bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik bir çabadan söz etmek, kesin olmasa da kolay olur. Bununla birlikte kişi, kesin ve kolay bir şekilde amacının çerçevesini zihninde çizebilir.

Bu bağlamda derin ve aydın düşünmede ciddiyet bulunabildiği gibi, yüzeysel düşünmede de bulunabilir. Ancak aslolan, derin ve aydın düşünmede ciddiyetin olmasıdır. Bununla birlikte her düşünme eyleminde ciddiyet olacak diye bir şart da yoktur. Dahası, çoğu insanın düşünme eylemi ciddiyetten yoksundur. İnsanlar, işlerini geleneksel anlayış ve devamlılık esasına göre yaparlar ve bu ciddiyetsizlik düşünme eylemlerine de yansır. O halde insanda ciddiyetin, yapay olarak meydana getirilmesi gerekir. Çünkü ciddi olmak için ciddiyeti hedef almak esastır. Ciddiyeti hedef almak ise bir bakıma yapay bir eylemdir. Bu bakımdan ciddiyet, bazı insanlarda doğal gibi görünse de aslında yapay olarak meydana getirilir.

Hemen belirtelim ki bizim burada kastettiğimiz ciddiyet mutlak ciddiyet değil, üzerinde akıl yürütülen düşünceyle aynı düzeyde olan ciddiyettir. Zira üzerinde akıl yürütülen düşünceyle paralel olmayan ciddiyet, ciddiyet olarak addedilemez. Örneğin; bir kişi evlenmeyi düşünüp de evliliğin gerçekleşmesi için harekete geçmezse, bu düşüncesinde ciddi değildir. Aynı şekilde ticaret yapmayı düşünen fakat malını har vurup harman savuran kişi de, düşüncesinde ciddi değildir. Yine yargıç olmayı düşünen kişi, hukuk alanında eğitim görmeyip sadece bu makamı elde etme peşinde koşarsa, düşüncesinde ciddi değildir. Çünkü bu kişi yargıç olma konusunda değil, memur olma konusunda ciddidir. Yine çocuklarının geçimini sağlamayı düşünüp de, sokaklarda avare avare dolaşan kişi de bu düşüncesinde ciddi değildir. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir.

Demek ki ciddiyet, hedeflenen şeyi gerçekleştirmek üzere harekete geçmeyi ve hedeflenen şeyle eylemin aynı düzeyde ve doğrultuda olmasını öngörür. Kişi, hedeflemiş olduğu bir amaç için harekete geçmediği takdirde, bu yolda belli bir fikir elde edip bir eyleme girişse bile, yine de düşünme eylemi ciddi bir eylem değildir. İnsanın "ben ciddiyim" demesi, ciddi olması için yeterli değildir. Aynı şekilde fikri veya maddi birtakım yapay hareketlerle ciddi olduğunu göstermeye çalışması da onun ciddi biri olduğunu göstermez. Kişinin maddi eylemlere girişmesi ve bu eylemleri zihnindeki hedefle paralel bir şekilde gerçekleştirmesi, onun ciddi olduğunun göstergesidir. O halde ciddiyetten söz edilebilmesi için, insanın somut bir şekilde harekete geçmesi ve bu hareketinin kafasındaki düşünceyle paralel olarak gelişme göstermesi şarttır.

Geri kalmış milletler ve halklar, tembel ve riskli durumları göze alamayan korkak kişiler, utangaç olanlar veya cesaret ve kendine güven duygusundan yoksun olan insanlar, düşünme eylemlerinde ciddi olmayan kişilerdir. Çünkü geri kalmışlık insana kolay olanı cazip gösterir ve zor olanla, kendini yorma zahmetinde bulunmamasına neden olur. Tembellik, ciddiyetle çelişmektedir. Aynı şekilde cesur olmama, utangaçlık, korkaklık ve kendine güvenmeme düşünmede ciddiyeti engelleyen faktörlerdendir. Bu nedenle tembelliğin üstesinden gelerek, tehlikelerin üstüne gitme cesaretini kazanarak, gereksiz yere utanmayla haya duygusunu ayırt ederek ve kendine güvenmeyi bir seciyet haline getirmek suretiyle fertlerde, halklarda ve milletlerde ciddiyeti meydana getirmek mümkündür. Zira ciddiyet kendiliğinden meydana gelmez. Onu sunî bir biçimde oluşturmak gerekir.

Düşünmede ciddiyet unsurunun şart olması hususunda şu noktayı da belirtmek gerekir: Sadece düşünceyi meydana getirmek için düşünme eylemine girişilmez. Düşünme eylemi, aynı zamanda düşünceden her hangi bir şekilde yararlanmak ve buna bağlı olarak da, harekete geçmek ve eylemde bulunmak için gerçekleştirilmelidir. Çünkü bilim adamları ve düşünürlerin ürettikleri düşünceler, ortaya koydukları bilgiler, sadece zevk için veya bu düşüncelerin tadını çıkarmak için üretilmemektedir. Ortaya konulan bu bilgiler amel etmek, pratik hayata dökmek için vardır. Bu açıdan "bilim bilim içindir" sözü yanlıştır. Hayatın dinamiklerini harekete geçirmediği ve sadece haz vermeye yönelik olduğu için, Yunan Felsefesi'nin bir değeri yoktur. Kendisinden istifade edilmeyen bir ilmin ne değeri olabilir ki? İlim, zevk almak için talep edilmez, İlim, yaşadığımız hayatta pratiğe geçirilen bilginin talebidir. Bu nedenle Yunan filozofları ve onları taklit eden bilginlerin düşünme eylemlerinde ciddi olduklarını söyleyemeyiz. Aynı şekilde belağat alanında haşiyeler şerh etmiş olan Sa'd gibi, belagat ilimlerini felsefî bilgiler haline getiren son dönem İslâm bilginlerinin de düşünme eylemlerinin ciddi olduğu söylenemez. Çünkü hayatta bu tarz düşünüşten herhangi bir şekilde istifade edilemez. Bu tarz düşünüşün araştırma ve incelemeden zevk duyma dışında başka bir muhtevası yoktur. Gerçi hayatta bir fayda sağlamak için, şair ve edebiyatçıların düşüncelerinden istifade edilmediği doğrudur. Ortaya koydukları düşünceler faydalı olmasına rağmen, pratik açıdan bir fayda sağlamaz. Bununla birlikte örneğin şiir veya tüm çeşitleriyle nesir gibi edebi türleri okumak, okuyucuda zevk ve canlılık uyandırdığından bunları faydalı ürünler olarak kabul etmek de mümkündür. Üstelik edebi ürünleri bir düşünme eyleminin sonucunda verdikleri için, şair ve edebiyatçıların ciddi olmadıklarını ileri sürmek de doğru değildir. Onların içinde ciddiyetsiz ve maharetli olmayan kişiler olsa da genelde düşünme eylemleri ciddiyetten yoksun değildir. Fakat felsefe öyle değildir. Felsefi düşüncenin amacı, gerçeklere ulaşmaktır. Ancak felsefi düşüncenin ortaya koyduğu sonuçlar, "gerçek"le ilgisi olmayan sonuçlardır.

Eserlerini felsefi tarzda yazmış olan belağatçılara gelince: Onlar insanların beliğ olmaları için sözde, konuşmada beliğ olma metotları üzerinde durmuşlardır, fakat üzerinde durdukları konular belağatı oluşturan temel noktalar değildir. Ortaya koydukları bu ürünler, uğruna çaba gösterdikleri amaçtan ziyade, araştırma ve araştırma zevkine yöneliktir. Onlar, araştırma zevkine ulaşmayı amaçlamadıkları halde böyle bir sonuca varmışlardır. Onların asıl amaçları, belağatın metotlarını irdelemektir. Dolayısıyla güttükleri amaçtan başka bir yöne kaymaları düşüncelerinde ciddi olmadıklarını göstermektedir. Bunun nedeni sadece istedikleri sonuçları elde etmeleri değil, aynı zamanda ortaya çıkardıkları sonucun güttükleri amaca yönelik olmamasıdır. Zaten düşüncelerinde ciddi olsalardı belağat ilmine ilişkin böyle bir felsefe ortaya koymazlardı. Zira ciddiyet, bir niyetin zihinde canlandırılmasıdır. Zihinde canlandırılan bu niyet bile başlı başına amaca götüren bir unsurdur. Buradan hareketle belağatçıların zihinlerinde belağat yerine, sadece ve sadece araştırma yapmayı canlandırdıkları ortaya çıkmaktadır ki bu da onların ciddi olmadıklarının kanıtıdır.

Düşüncede ciddiyet, düşünce ile eylem arasındaki mesafenin uzun ya da kısa olmasını zorunlu kılmaz. Çünkü eylem, düşüncenin ürünüdür. İnsan Ay'a gitmeyi düşündüğünde, düşüncesi ile eylemi arasındaki mesafe uzayabilir. Yemek yemeği düşündüğünde, söz konusu yemek yeme düşüncesi ile yemek yemesi arasındaki zaman uzun olabilir. Aynı şekilde milletini kalkındırmayı düşündüğünde, bu düşüncesi ile kalkınma arasındaki mesafenin kısalması da mümkündür. Mesele, düşünce ile eylem arasındaki mesafenin uzun veya kısa olması değildir. Çünkü düşünce ile eylem arasındaki mesafenin kısa veya uzun olması şart değildir. İster düşünen kişi ister başkası tarafından ortaya çıkarılmış olsun önemli olan, düşünmenin ürünü olan bir eylemin ortaya çıkarılmasıdır. Zira düşünmenin bir eylem meydana getirmesi şarttır. İster şair ve edebiyatçıların edebi ürünleri olsun, ister pozitif bilimcilerin ortaya koydukları sonuçlar olsun, ister siyasetçilerin ve harp uzmanlarının plan ve taktikleri olsun veya savaş, yemek-içmek, eğitim vb. maddi fiiller olsun önemli olan, "düşünme"den bir eylemin doğmasıdır.

Bu bağlamda düşünmenin bir sonuç vermesi için -ki bu sonuç bir eylemi doğurabildiği gibi doğurmayabilir de- ciddi olması gerekir. Zira düşünme için ciddiyet, vazgeçilmez bir unsurdur. Ciddiyetten yoksun bir düşünce, içi boş, kof, geleneksel anlayıştan nasibini almış monoton bir düşünüştür. Monoton düşünüş ise, İnsanlara olduğu yerde saymayı cazip gösterir ve zihinlerinden değişim fikrini uzaklaştırır.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DEĞİŞİM TEFEKKÜRÜ

Değişimi düşünmek, hayatın vazgeçilmez bir unsurudur. Zira hayatın durgunluğu, hareketsizliği ve kaderlere teslim oluş, halkları ve milletleri giderek yok eden ve birtakım gelişmelerle zamanla hatırdan silip süpüren en büyük afettir. Onun için değişimi düşünmek, düşünme çeşitlerinin en önemlisidir. Yüreğinde coşku olmayan, uyuşuk, tembel kişiler değişimden hoşlanmazlar. Çünkü değişimin bedeli ağırdır. Geleneklerin egemen olduğu insanlar, değişim düşüncesini zararlı bulurlar. Değişimi zararlı bulup ona karşı çıkan bu kişiler, gelişmişlikten nasibini alamamış tembel, uyuşuk ve muhafazakâr denen, siyasi ve ekonomik bakımdan insanlara hükmeden kimselerdir. Çünkü değişim, bu kişilerin konumlarını tehlikeye sokacaktır. Bu insanların, düşünme türleri arasında en çok "değişim tefekkürü"ne şiddetle karşı çıkmalarının sebebi de budur.

Değişim düşüncesi, ister fertlere, ister fertlerin içinde bulundukları durumlara, ister toplumun, halkın ve milletin içinde bulunduğu durumlara veya değişim gerektiren her şeye yönelik olsun; insanın yaşamını sağlayan temelle başlamalı ve temeli olmayan veya yanlış bir temel üzerinde kurulmuş toplumları ve doğru gitmeyen durumları hedeflemelidir. İşte hayatın dayandığı bu temel, hayat düzeyinin düşük veya yüksek olmasını belirler. İnsanı mutlu veya mutsuz eden, onda hayata dair bir bakış açısı -ki insan hayat mücadelesini bu bakış açısına göre düzenler- meydana getiren, bu temeldir.

Önce değişimin başlaması gereken bu temele bakılır: İnsan fıtratıyla uyumlu olan akli bir akideyse, bu durumda herhangi bir değişime gerek yoktur. Bu durum ortadayken hiçbir insanın kalbine veya zihnine değişim düşüncesi gelmez. Çünkü hayatın bu temel üzerine kurulu olması gerekir. Değişim, doğruluğun olmadığı, işlerin doğru yürümediği, aklın yanlışlarla dolu olduğu ve insanın dinamik enerjisinin bu yanlışları bariz bir şekilde hissettiği durumlarda meydana gelir. Eğer akıl, bir şeyin kesin bir şekilde doğruluğuna inanıyor ve insandaki dinamik enerji de bu durumdan tatmin olup rahatsız olmuyorsa, o zaman değişim düşüncesi tamamen yok olur. Bu nedenle insan hayatının dayandığı temel, insan fıtratıyla uyumlu olan akli bir akideden ibaretse, değişim düşüncesine ihtiyaç duyulmaz. Fakat insan veya toplum yaşamının kurulu olduğu bir temel söz konusu değilse veya yanlış bir biçimde mevcut ise, bu temeli, yani insanın inandığı akideyi değiştirmeksizin, değişime ilişkin düşünme eylemini yürütmek boşunadır. Bu açıdan insan fıtratıyla uyumlu akli bir akideyle şereflenmiş olan Müslümanların görevi, inançtan yoksun veya hem akla hem de insan fıtratına aykırı olan batıl inançlara sahip insanlarda değişimi gerçekleştirmektir. Bu itibarla savaş veya çarpışmaya neden olsa bile Müslümanlar, İslâm davasını, Müslüman olmayan tüm insanlara yayma yükümlülüğünü taşımaktadırlar. Çünkü onların akli inanışları fıtratlarıyla uyumlu olmadığı için, değiştirilmesi şarttır.

Demek ki değişime temelden başlamak gerekir. Ancak ve ancak temelin değişimi sağlanıp yerine doğruluğu kesin ve şüphesiz bir temel yerleştirildikten sonra toplum veya toplumun içinde bulunduğu durum değiştirilebilir. Toplumların ve içinde bulundukları durumların değiştirilmesi ise, ancak birtakım kriterler, mefhumlar ve kanaatların değiştirilmesiyle mümkün olur. Fakat doğru temele ulaşıldığında bu temel, tüm kriterler için tek kriter, tüm mefhumlar için temel mefhum ve tüm kanaatlar için temel kanaat haline gelir. Ancak söz konusu temel ortaya çıkarıldığında ancak, kriter, mefhum ve kanaatlar değişme uğrayabilir. Dolayısıyla bu değişim toplumlara ve yaşadıkları durumlara da yansıyacaktır. Zira tüm değer yargıları, tüm düşünceler ve hayatın dinamikleri söz konusu temelin değişimine ayak uyduracaklardır. O halde değişimi düşünmek insan için vazgeçilmez bir unsurdur. Aslında insan fıtratına aykırı olmayan akli bir akideye sahip olan herkeste, bu değişim düşüncesini mevcut kılmak mümkündür. Bunun yolu ise, ya insanın iç dünyasında gizli olan bu düşünceyi zorlayarak ortaya çıkarmak ya da insanın giriştiği hayat mücadelesinde fiilen ve doğrudan doğruya söz konusu değişim düşüncesini meydana getirmektir.

Değişim düşüncesi, sadece durumunun veya düşüncesinin değişmesinin gerekliliğini hisseden kişilerde mevcut değildir. Kâinatta değişimi gerektiren bir durum olduğu sürece, değişim düşüncesi de var olacaktır. Bu nedenle değişim düşüncesi, kişinin sadece kendinin, toplumunun, halkının ve ümmetinin durumunu değiştirmesiyle sınırlı değildir. Değişim düşüncesi başka insanları, toplumları ve onların içinde bulundukları durumları da hedef alır. İnsan, yapısındaki insani karakterden ötürü her nerede olursa olsun hemcinsine bakma ihtiyacı duyar. Bu nedenle insan, değişimi gerektiren her yerde onu sağlamaya çalışır.

Değişim düşüncesi, insan ruhunun derinliklerinden doğar ve insan hayatındaki olaylar ve olgular ona ivme kazandırır. Dahası, kişinin sadece yaşadığını hissetmesi bile tek başına değişim düşüncesini doğurmak için yeterlidir. Değişimi kendilerine karşı bir tehlike olarak görüp ona karşı direnen güçlerde bile değişim düşüncesi mevcuttur. Çünkü değişim, insanda zorunlu bir şekilde vardır. İnsanların değişimi düşünmeleri şu iki yoldan biri ile sağlanır:

a- İkna yoluyla,

b- Zorlayıcı bir kuvvetle.

Değişim fiilen gerçekleştiğinde veya insanlar onun değerini anladıklarında, değişim üzerinde akıl yürütmenin zor bir tarafı kalmaz. İkna yoluyla veya zorlayıcı bir kuvvetle değişimi gerçekleştirme çabası, insanlarda zaten doğal olarak var olan değişim düşüncesini harekete geçirecek ve değişim düşüncesi meydana gelmiş olacaktır. Sonuç olarak; her Müslümanın değişime ilişkin düşünme eylemine sahip olması gereklidir.

Buraya kadar düşünmenin on değişik türünü veya biçimini irdelemeye çalıştık. Bu on biçim, düşünmeyle ilgili bir fikir vermek açısından yeterlidir. Yukarıda ele alınan düşünme türleri, "başlangıçta düşünme", "öznel düşünme", "sezgi yoluyla düşünme" ve "işitsel düşünme" vb. düşünme türlerini kapsadığı gibi, "metinleri anlamaya yönelik düşünme", yani okumaya yönelik düşünmeyi de kapsamaktadır. Fakat "okumaya dayalı düşünme", özel bir araştırma ve önemi gerektirir. Okumak, tek başına düşünme eylemini meydana getirmediğinden, insanın okuduğu metinler üzerinde nasıl düşündüğünü de bilmek gerekir. Çünkü okuma-yazma, düşünmenin kendisi değil, birer aracıdırlar. Öyle kimseler vardır ki okurlar fakat düşünmezler. Yine öyle kimseler de vardır ki hem okurlar hem düşünürler, fakat ne doğru dürüst düşünebilirler ne de okudukları metni iyice anlayabilirler. Bu nedenle bilginin ancak okuma yazmayla kazanılabileceği veya milletlerin ancak bu yolla kalkınabileceği düşüncesi yanlıştır. Okuma yazma kampanyalarını, insanları, bilgi sahibi yapan, halkı ve ümmeti kalkındıran faktörler olarak görmek yanlış sonuçlar doğurur. Çünkü okuma yazmayla akıl doyurulamaz. Ruha ve akla yönelik düşünme faktörü meydana getirilemez. Düşünmeyi meydana getiren, vakıa ve ön bilgilerdir. Okumak ise üzerinde düşünme eylemi yürütülen bir vakıa değildir. Vakıayı açıklayan ön bilgiler de değildir. Bu açıdan okumanın düşünme eylemi açısından bir değeri yoktur. Okumak ancak düşünceleri ifade etmektir. Düşüncelerin sadece okunması, bu düşünceleri zihinde meydana getirmez. Bu durumda düşünme eylemi de söz konusu olmaz. Öyleyse okumak, sadece düşüncelerin ifade edilmesidir. Eğer okuyucu, okuduğu metni iyi anlıyorsa, kafasında birtakım düşünceler doğar. Fakat okuyucunun kafasında düşüncelerin doğması, metni okumasından değil, iyi anlamasından kaynaklanmaktadır. Okuyucu, metni iyi anlamamışsa, bu metni saatlerce hatta yıllarca okusa bile kafasında birtakım düşünceler meydana gelmez. Bu nedenle metinler üzerinde düşünme konusunu araştırmak ve bu metinlerin nasıl anlaşıldığını irdelemek gerekir.

Kayda değer önemli metinleri dört kategoriye ayırmak mümkündür. Bunlar:

1- Edebi metinler

2- Düşünceyle ilgili (fikri) metinler

3- Kanun metinleri

4- Siyasi içerikli metinler

Yukarıdaki metin türlerinin her biriyle ilgili düşünme, yani anlama biçimi farklıdır. Ancak hepsi de tek bir metotla anlaşılabilir, o da "akli metot"dur. Bilimsel metinlerin yukarıdaki sistematiğe dahil edilmemesinin nedeni, bu metinlerin adeta sadece pozitif bilimcilere özgü metinler haline gelmesi, hatta onların dışında başka insanları ilgilendirmeyecek durumda olmasıdır. Fakat yukarıda sözü edilen dört metin, her insana hitap eder. Anlama vasıtalarını elde eden herkesin, bu metinleri anlama imkânı vardır.


Devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
EDEBİ METİNLER

Edebi metinler, aklın istifade ettiği birtakım bilgileri ihtiva etse de, insanın iç dünyasında zevk uyandırmak ve duyguları etkilemek için ortaya konur. Bu nedenle edebiyat, anlamdan çok, söz ve terkiplerle yani üslûpla ilgilenir. Edebiyat yazarı ve şair için anlamları hedeflemek gerekliyse de, öncelikli hedef, söz ve terkiplerdir. Hem sözlerin hem de terkiplerin birtakım anlamlara götüren göstergeler oldukları doğrudur. Ancak edebiyatçı ve şair, söz konusu anlamları icra etmek amacıyla tüm çabasını söz ve terkiplerin üzerinde yoğunlaştırır. Edebiyatçı ve şairler, belağatı; "anlam güzelliğini, söz ve terkip güzelliği çerçevesinde sunmaktır" şeklinde tanımlıyorlarsa da onların, anlamları yakalamak için gösterdikleri çaba, onu güzel söz ve terkipler halinde icra etme çabasıdır. Zira sözler ve terkipler, anlam icra etmenin birer görüntüleridir.

Anlamları icra etmek, söz ve terkipleri icra etmeye bağlıdır. Gerçi metinlerde esas olan, anlamları icra etmektir. Fakat bu, genelde metinler için geçerlidir. Edebi metinlerde ise amaç, sadece anlamlar icra etmek değildir. Asıl amaç, okuyucu ve dinleyiciye sadece anlamlar sunmak değil, aynı zamanda onu etkilemektir. Okuyucuyu ve dinleyiciyi etkilemek, öncelikli hedeftir. Bu nedenle şair ve edebiyatçı, kullanacağı söz ve terkiplerin seçiminde büyük bir özen gösterir. Bu söz ve terkiplerin vurgulayıcı, genelleştirici ve estetik nitelikte olmasını hedefleyerek, kişinin iç dünyasında etki ve infial uyandırma çabası içindedir. Bundan dolaylıdır ki edebi metinler, düşünceleri ifade eden ibareler, bu ibarelerden ortaya çıkan görüntüler ve ifade edilecek düşüncelerin seçimiyle ayrıcalık gösterirler. Şair ve edebiyatçının düşüncelerle ilgili tek kaygısı, onları etkili ve duyguları harekete geçiren, uyandıran bir tarzda düzenlemektir. Başka bir ifadeyle aslolan düşünceleri ifade etmek yani düşüncenin resmini çizmek, görüntüsünü ortaya koymaktır. Düşünceler ise ifade etmede birer araçtırlar. Şair ve edebiyatçı buna büyük bir önem atfeder. Düşünceler ne kadar ifade etme kabiliyetine sahip olursa, şairin ve edebiyatçının o kadar ilgisini çeker. Şair ve edebiyatçı için önemli olan, düşüncelerin ne kadar doğru olduğu değil, ifade etmeye ne kadar yatkın olduğudur. Çünkü edebi metnin ortaya konmasındaki amaç, insanlara düşünceleri öğretmek değil, onların duygularını uyandırmak, iç dünyalarını harekete geçirmektir. İfadeye duyulan ilginin nedeni de bundan kaynaklanmaktadır. Demek ki edebi metinler, söz ve terkiplerin meydana getirdiği ifade etme noktası üzerinde dururlar. Onlar için düşünceler ne kadar ifade etme kabiliyetine sahipseler ve insanın iç dünyasında ne kadar etki uyandırabiliyorlarsa, bu düşüncelerin içeriği de o kadar önemlidir.

İşte edebi metinlerin gerçeği budur. Madem ki edebi metinlerin gerçeği budur, öyleyse; edebi metinlerin okumaktan doğan sezgiyle ilişkilendirilmesi gereken ön bilgilerin ifade gücü, tasvir ve edebi tarzlarla ilgili bilgilerden oluşması gerekir. Edebi metin ve ona yüklenen tarz da ancak bu şekilde anlaşılabilir. Bu da demektir ki, edebi metni anlamak için söz ve terkiplerle, yani düşünceleri ifade etme araçlarıyla ilgili ön bilgilere sahip olmak gerekir. Ön bilgilerin yanı sıra, edebi tarzları bilmek ve onları birbirinden ayırt etmek de önemlidir. Başka bir ifadeyle, edebi metni anlamak için, kişide zevk duyma, ayırt etme ve kavrama yetilerini geliştirecek şekilde bu metinlerin önceden okunmaları şarttır. Bu nedenle edebi metinlere ilişkin ön bilgilere sahip olmayan kişi, okuduğu edebi metinden etkilenmiş gibi görünüp onu takdir etse de bu, onun metni anladığı anlamına gelmez. Mesele, zevk ile ilgilidir. Zevk ise, ancak bir çok zevk denemesiyle, yani her türlü edebi metni okumakla ortaya çıkar. İşte, bu zevk alma duygusu ortaya çıktığında, edebi metin anlaşılabilir. Zira edebi metni anlamak, metnin anlamını bilmek değildir. Edebi metni anlamak, söz ve terkiplerden meydana gelen estetiğin tadına varmaktır. Edebi metin bu estetiğin farkına varmadan anlaşılamaz.

Her şair ve edebiyatçının kendine özgü bir ifade tarzı vardır. Örneğin; aşağıda iki ayrı şaire ait olan mısralar, sonraki iki şaire ait mısralardan farklıdır.

1-"İki huyunu sevmem insanın

Kibri zenginliğinin

Hakirliği fakirliğinin

Sen sen ol, taşkınlık yapma zengin olursan

Zamana meydan oku fakir olursan"

2-“Bitkin düşürdü gönlümü

Gönlüme sahip olduğunu iddia eden

Senin aşkın yaratıldı

Tıpkı yaratıldığın gibi

Bir aşk olarak onun için

Sen ve gönlün

Gösterirsiniz birbirinize

Tüm aşkınızı."



3-"Konuk severliği öğretmeye kalkışırsa

Misafir bize,

Ev ahalisi, çoluk çocuk çullanır üzerine

Burunlarından fışkırır

Zehir zemberek öfke"

“Geri çekmeyiz atlarımızı alana dek

Düşmanlarımızdan ganimetlerimizi

Üstümüze üstümüze gelişleri yıldıramaz bizi"



4-"Öfkelendik miydi alev alev

Yırtar atarız güneşin örtüsünü

Ya da kanlar fışkırır güneşten

Hedef oldu mu bir kabile üyesi öfkemize

Yalvarıp yakarışlarda bulunur bize

Çıksa bile Kaf Dağı'nın zirvesine"


Devam edecek
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt