Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Düşünme metodu (1 Kullanıcı)

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Şüphesiz insan yaratılanlar içinde en faziletli varlıktır. Hatta insanın meleklerden bile üstün ve faziletli olduğu vurgulanmıştır. İnsanı yücelten ve yaratıkların en faziletlisi kılan aklıdır. Bu nedenle aklı, düşünmeyi ve düşünme metodunu iyi bilmek gerekir.

Takiyyuddin en Nebhaninin Tefekkür adlı eserinden alıntıdır.
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Zira aklın değerli olması “düşünme” denen bu vakıadan kaynaklanmaktadır. Yine hayatın, insanın, hatta kâinatın ve kâinatta bulunan canlı cansız her şeyin düzenini ve sürekliliğini sağlamada olgun meyveler veren de bu vakıadır.

Bilim ve sanat, edebiyat ve felsefe, fıkıh ve filoloji, kısaca bilgi olarak nitelendirebileceğimiz her şey aklın, dolayısıyla düşünmenin ürünüdür. Bu nedenle insan, hayat ve tüm kâinat akıl, düşünme olgusu ve düşünme metodunu iyice kavramalıdır.

İnsanlık tarihi büyük mesafeler kat ederken, insanoğlunun zihni, akıl ve düşünme olgusundan çok, akıl ve düşünmenin ürünleriyle meşgul olmuştur. Eski çağlarda ve günümüzde, Müslüman ve Müslüman olmayan bilim adamları arasında akıl olgusunu kavramaya çalışanlar olmuşsa da, bu çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunların içinden düşünme metodunu bir çerçeveye oturtmaya çalışanlar da olmuştur. Bilimsel başarılar sayesinde bazı alanlarda bu metodun semeresinden istifade etmeyi başarmalarına rağmen, düşünmeyi “düşünme” olarak tanıma konusunda yanlış yola saptıkları gibi, kendileri dışında söz konusu bilimsel başarıya hayran kalan taklitçilerini de yanıltmışlardır.

Yunan'dan önce ve sonra insanlar, düşünme olgusunu elde etmek amacıyla tüm performanslarını kullanarak “mantık” denen kavramı ve birtakım düşünceleri gün yüzüne çıkarmayı başarmışlardır. Fakat bilgiyi deforme etmişlerdir. Mantık, hedeflendiği gibi bilgiye götüren bir araç ve bilginin doğruluğunu kanıtlayan bir kıstas olmak yerine, bilgi için kötü sonuçlar doğuran bir araç olmuştur. Düşünmeye ulaşma yolunda atılımda bulunan bu insanlar, sözde “felsefe” veya “hikmet sevgisi”ni ortaya çıkarıp metafizik konularda derinleşmişlerdir. Sonuçta öğrendikçe insana haz veren, varılan sonuçlardan zevk duyulan bir araştırma, inceleme metodu ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki bütün bunlar insanı, hem realiteden hem de “hakikat”ten ve doğrudan uzaklaştırmıştır. Bu düşünce yöntemiyle yanılgıya düşen pek çok kişi doğru yoldan sapmıştır.

Bütün bunları ve emsallerini, düşünmeyi ve düşünme metodunu irdeleyen çalışmalar olarak kabul etsek bile - insana faydası dokunur bilgiler ve araştırma alanları meydana getirmeye müsait olmalarına rağmen- bunlar, düşünce olgusu ve hakikat üzerine kurulu değildir. Bu bulgular, bu noktada doğru bir yol takip etmediklerinden düşünme olgusu üzerinde akıl yürütmekten ziyade, düşüncenin sonuçlarını irdeleyen çalışmalar olarak kabul edilebilir. Doğal olarak böyle bir metot, düşünme olgusu için doğru metot olamaz. Olsa olsa düşünme olgusunun araştırılması vasıtasıyla değil, aklın verdiği sonuçlar üzerinde kafa yorarak, tesadüfen meydana gelen bu metodun bir üslubu veya tekniği olabilir. Bunun anlamı şudur: Düşünme olgusu için doğru bir metot bulmak amacıyla yapılan bu araştırmalar, bizzat düşünme olgusunun değil, düşünmenin sadece sonuçları etrafında dönüp duran birtakım çabalardan başka bir şey değildir.

Şimdiye kadar düşünme olgusunun, dolayısıyla düşünme metodunun belirlenememesinin altında, araştırmacıların akıldan önce düşünce üzerinde kafa yormaları yatmaktadır. Akıl olgusunu kesin ve şüphesiz bir şekilde öğrenmeden düşünce olgusuna varmak mümkün değildir. Çünkü düşünme aklın; bilim, sanat ve kültürün diğer türleri ise düşünmenin meyvesidir. Bu yüzden önce akıl olgusunu kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde bilmek gerekir. Bu bilgi, düşünme olgusunu bilmeyi ve bu yolda doğru bir metot belirlemeyi sağlayacaktır. Sonunda belirlenen bu metotla bilginin bilim olup olmadığına karar vermek mümkün olacaktır. Diğer bir ifadeyle, kimyanın bilim; psikoloji ve sosyolojinin bilim olmadığını bu şekilde kavramak mümkündür. Aynı şekilde bilginin kültür olup olmadığına -hukukun kültür olduğu, resim yapmanın ise kültür olmadığına- karar verilebilir. Bütün mesele, önce akıl olgusunu kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde bilmek, ardından bu bilgi ışığında düşünme olgusunu ve metodunu irdelemektir. Doğru bir düşünme üslubunu veya üsluplarını elde etmek, ancak bu şekilde mümkün olabilir.

Meselenin özü budur. Bilim ve kültüre, düşünme olgusu, metodu ve üslubunu kavradıktan sonra; düşünme olgusuna ise akıl olgusunu kavradıktan sonra varılabilir. Bu bağlamda kesin ve şüphesiz bir şekilde önce akıl olgusunu, ardından düşünme olgusunu kavramak esastır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
AKIL

Gerek klasik Yunan filozofları gerekse Müslüman ve Batılı bilim adamları olsun aklın tanımını yapanların, yani akıl olgusunu kavramaya çalışanların sayısı bir hayli fazladır. Fakat bu tanımlar, daha doğrusu bu tanımlama çabaları içinde Komünist düşünürlerin tanımları dışında ele alınabilecek kayda değer bir tanım mevcut değildir. Sadece onların tanımları, ele alınabilecek düzeyde ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Ne var ki, kâinatın bir yaratıcısı olduğunu ısrarla inkâr etmeleri Komünistleri yanlışlığa itmiş, onları saptırmıştır. Komünistlerin bu yanlış ısrarı olmasaydı, gerçek anlamda, yani kesin ve şüphesiz bir şekilde akıl olgusunu kavrayabileceklerdi. Zira akıl olgusunu ve düşünceyi ilk irdeleyip şu soruları soran onlardır: Düşünce mi maddeden önce, yoksa madde mi düşünceden önce vardı? Maddeyi düşünceden önce var sayarsak düşünce maddenin bir ürünü müydü? Komünist düşünürler bu konuda farklı bakış açılarına sahiptirler. Bazıları düşüncenin maddeden önce var olduğunu söylerken, bazıları ise maddenin düşünceden önce var olduğunu düşünmüşler, fakat eninde sonunda maddenin düşünceden önce var olduğuna karar vermişlerdir. Buradan yola çıkarak düşünceyi şöyle tanımlamışlardır:

“Düşünce, maddenin beyne yansımasıdır.” Bu tanıma göre düşünce; madde, beyin ve söz konusu maddenin beyne yansımasından ibarettir. Çünkü düşünce, maddenin beyne yansımasından doğar. Komünistlerin bu tanımı, araştırmanın yönünü doğru yöne yönelten, hakikate biraz daha yaklaşan ciddi bir çaba olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğer ısrarla maddenin bir yaratıcısı olduğunu inkâr edip yine ısrarla kâinatın ezeli olduğunu düşünmeselerdi, akıl gerçeğini kavramada hataya düşmezlerdi. Zira akıl olgusu olmadan düşünce olmaz. Gerçekten düşünce maddeden ayrı düşünülemez. Maddi gerçekliği olmayan tüm bilgiler, hayal ve kuruntudan ibarettir. Öyleyse, düşüncenin temelini oluşturan maddedir. Kaldı ki düşünce, maddenin ifade ediliş biçimi veya maddeye ilişkin bir yargıya varmadır. Demek ki madde, hem düşüncenin hem düşünmenin, yani akıl yürütmenin temelini oluşturmaktadır. Bu temel olmadan ne düşünce ne de düşünme gerçekleşebilir. Öte yandan madde hakkında karar verme, dahası insanla ilgili olan ve insanın ürettiği her şey beyne bağlıdır. Zira beyin, insanın ana merkezidir. Bu nedenle beyin olmadan düşünce de olmaz. Beynin bizzat kendisi bir madde olduğuna göre, onun varlığı düşüncenin var olmasının temel koşuludur. Aynı şekilde maddenin varlığı da düşüncenin var olmasının temel şartıdır. Bu da demektir ki; aklın, yani düşünmenin veya düşüncenin var olması için, ortada bir maddenin ve bir beynin olması gerekir.

Komünistler, düşüncenin, yani aklın var olması için ortada bir maddenin ve bir beynin söz konusu olması gerektiğinin farkına vardıklarından dolayı çabaları ciddi ve doğrudur. Komünistler buraya kadar akıl olgusunu kesin ve şüphesiz bir şekilde kavramaya yönelik doğruya sevk edici bir rol oynadılar. Ne yazık ki düşünceye ulaşmak, yani düşünmeyi meydana getirmek amacıyla madde ile beyin arasında bağlantı kurarken doğru yoldan saptılar. Madde ile beyin arasındaki bağlantının söz konusu maddenin beyne yansımasından kaynaklandığını düşündüklerinden sonuçta aklı yanlış tanımladılar. Bu yanılgının esas sebebi kâinatı yoktan var eden bir yaratıcısının varlığını ısrarla reddetmeleridir. Zira Komünistler eğer bilginin düşünceden önce var olduğunu kabul etmiş olsalardı bariz bir gerçekle karşı karşıya kalacaklardı ki bu gerçek şudur: Madde henüz yokken düşünce nereden geldi? Hiç şüphesiz maddenin dışında bir yerden gelmiş olmalıdır. Peki ama ilk insan düşünceyi nereden aldı? Hiç şüphesiz başkasından ve maddenin dışında bir yerden almış olmalıdır. Bunun anlamı şudur: İlk insana bilgi veren, ilk insanı da maddeyi de yaratandır. Bu gerçek, Komünistlerin, “Kâinat”ın ve maddenin başlangıcı ve sonu yoktur” şeklindeki kesin kanaatleriyle çelişmektedir. Komünistler, bu kanaatlerine dayanarak “akıl, maddenin beyne yansıması olup düşünce ve akıl yürütme, bu yansıma sonucunda ortaya çıkar” tezini ileri sürdüler. Bilginin var olmasının zaruri olduğu gerçeğinden kaçtıklarından dolayı da, ilk insanın madde üzerinde deneyler yaparak deneme-yanılma yoluyla bilgiye ulaştığını ve bu deneylerin de başka deneylere ön ayak olduğu şeklinde hayal ürünü varsayımlar oluşturmaya çalıştılar. Israrla aklın, maddenin beyne yansımasından ibaret olduğunu, düşünce ve akıl yürütmenin bu yansımadan doğduğunu savundular. Fakat Komünistler, “his” ile “yansıma” arasındaki farkı göremediler. Zira düşünme eylemi, ne maddenin beyne yansımasından ne de beyin üzerinde iz bırakmasından kaynaklanmaktadır. Düşünme, “histen” doğmaktadır. Duyuların merkezi ise beyindir. Eğer maddeyi hissetmek söz konusu olmasaydı, düşünce de söz konusu olmazdı. İşte Komünistler, “his” ile “yansıma”yı birbirinden ayırt etmeyerek kaş yaparken göz çıkarma durumuna düştüler. Bunun sonucu olarak, aklı yanlış tanımlama yoluna gittiler. Fakat asıl hataları, “his” ile “yansıma”yı ayırt etmemekten çok -ki bu durumda meselenin yansımadan değil, sezgiden ibaret olduğunu anlarlardı- varlığın bir yaratıcısı olduğunu inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Komünistler, madde hakkında “ön bilgiler”e (a priori bilgiler) sahip olmanın, düşüncenin, dolayısıyla akıl yürütmenin zorunlu bir koşulu olduğunu kavrayamadılar. Aksi taktirde eşeğin de aklı olurdu. Çünkü onun da beyni vardır ve madde onun beynine de yansımaktadır. Yani eşek de maddeyi hisseder. Oysa akıl insana özgüdür. Eskiler, “insan, konuşan bir hayvandır” derlerdi. Bunun anlamı, insan düşünen bir hayvandır. Zira düşünme veya akıl, canlılar arasında sadece insana özgüdür. Hayvan için akıl ve fikirden söz etmek şüphesiz mümkün değildir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Her şeye rağmen, aklın anlamını bulmak için ciddi bir çaba gösterip akıl olgusunu tanıma yolunda doğru bir çizgiyi takip edenler, sadece Komünist düşünürler olmuştur. Komünist düşünürler, aklı tanımlamada hataya düşüp onu kesin bir şekilde tanıma yolunda sapmış olsalar da, kendilerinden sonraki nesillere aklı kesin ve şüphesiz bir şekilde tanıma yolunu açmışlardır. Öte yandan Müslüman düşünürler bir şeyi tanımlamak için ön bilgilerin (a priori bilgilerin) gerekliliğine inanmalarına ve bunun da doğru olmasına rağmen, ortaya koydukları çabalar vakıayı tanımlamaktan öteye geçememiştir. Madem ki aklı doğru bir şekilde tanımlamaktan amaç sadece Müslümanları değil bütün insanları teşvik etmektir, öyleyse aklın tanımı somut algılanabilen bir vakıaya dayanmalıdır.

Yüce Allah, aziz kitabında şöyle buyurmaktadır:
Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklerin önüne koydu ve; Dedikleriniz doğruysa haydi bu şeylerin isimlerini bana söyleyin bakalım!, dedi. Onlar; Sen kudret ve egemenlikte kusursuz ve eksiksizsin! Senin bize bildirdiğin dışında bir bilgimiz yoktur. Doğrusu yalnız Sensin her şeyi bilen, gerçek hikmet Sahibi!, diye cevap verdiler. O; Ey Adem, bu şeylerin isimlerini onlara bildir!, buyurdu. (Adem) isimleri onlara bildirince (Allah); Size, 'göklerin ve yerin gizli gerçekliğini, açıkladıklarınızın ve gizlediklerinizin tümünü yalnız Ben bilirim' dememiş miydim?, dedi.”

Bu ayetten de anlaşıldığı gibi, bilgiye yani herhangi bir bilgiye ulaşmak için, ön bilgilerin olması şarttır. Allah, Adem'e eşyaların isimlerini veya nasıl isimlendirileceğini öğretmiştir. İlk insan olan Adem, Allah'ın kendisine verdiği bu bilgilerle eşyayı tanımıştır. Eğer bu bilgiler olmasaydı, eşyayı tanıyamazdı. Akıl olgusunu tanımada Komünistlerin izledikleri yolda saplantılarının temelinde “ön bilgiler”in varlığını gözden kaçırmalarının yattığını kabul edersek; bu bile onların aklı tanımlamadaki hatalarını ve saplantılarının şeklini ortaya koymaya yeter. Zira düşünceyi meydana getirmek için, beyne ulaştırılan madde ile ilgili “ön bilgiler”in var olması gerekir. “ön bilgiler”in bağlayıcılığı sadece Müslümanları değil, tüm insanları kapsamına aldığına göre, somut algılanabilen bir vakıayla karşılaşıldığında düşüncenin, yani aklın oluşabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin söz konusu olması şarttır. Her ne kadar aklî eylemin, yani düşünce veya akıl yürütmenin söz konusu olması için maddenin var olması şart ise de, aklın varlığı beyindeki ön bilgilere bağlıdır.

Komünistlerin aklı tanımlamada izledikleri doğru yoldan sapmalarını anlamak için, “akıl maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır” şeklinde bir temelden yola çıkmak, yanılgıların esas ve tek nedeni değildir. Temel sorun, Komünistlerin aklî eylem yani akıldan söz edebilmek için madde hakkında ön bilgilerin mevcut olmasının gerekliliğini göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Gerçekten akıl olgusunda söz konusu olan, maddenin beyne yansıması değil, beynin maddeyi algılamasıdır. Yukarıdaki ayeti kerimeden ve somut algılanabilen gerçekten de açıkça anlaşılacağı gibi, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak madde hakkında “ön bilgiler”in mevcut olması, akıl yürütme yani algılama için şarttır. Bu bilgiler olmadan akıl yürütme veya algılama da olmaz. Aklı anlamak ona kesin, net ve şüphesiz bir tanım vermek, ancak böyle bir yaklaşımla mümkündür.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Akıl yürütme eyleminde söz konusu olan şeyin “yansıma” değil, “hissetme” olduğuna gelince; bunu anlamak için madde ile beyin arasında bir yansımanın olmadığını kavramak gerekir. Zira ne beyin maddeye, ne de madde beyne yansır. “Yansıma”nın gerçekleşmesi için, ayna ve ışık gibi, maddeyi yansıtan şeyin yansıyabilirlik özelliğine sahip olması gerekir. Bu ise ne beyinde ne de nesnel gerçeklikte mevcuttur. Bu nedenle madde ile beyin arasında hiç bir şekilde yansıma söz konusu olamaz. Çünkü madde beyne yansımaz ve yansıma yoluyla beyne intikal etmez. Madde, duyu organlarıyla hissedilerek beyne intikal eder. Yani maddeyi hisseden, herhangi bir duyu organıdır. İşte beyne taşınan, duyu organıyla algılanan histir ve ancak “his”ten sonra beyinde madde hakkında bir hüküm oluşur. Maddeyi duyu organları aracılığıyla hissederek beyne taşımak, ne maddenin beyne yansıması ne de beynin maddeye yansımasıdır. Burada gerçekleşen olay, yalnızca maddenin “hissedilmesi”dir. Maddenin hissedilmesinde görme duyusuyla diğer duyu organları arasında bir fark yoktur. Hissetme, görme duyusuyla gerçekleştiği gibi, dokunma, koklama, tatma ve işitme duyularıyla da gerçekleşebilir. O halde eşyalar beyne yansımaz. Eşyalar hissedilir. İnsan, eşyaları beş duyu organı vasıtasıyla hisseder. Eşyalar, onun beynine yansımaz.

Madde beyin ilişkisinde hissin gerçekleşmesi, “maddi” şeylerde gün gibi ortadadır. “Manevi” ve “ruhi” şeyler gibi maddi olmayan şeylerde ise, “aklî eylem”in gerçekleşmesi için yine “his” söz konusudur. Sözgelimi; çökmüş bir toplumun çökmüş olduğuna karar vermek için, her şeyden önce bu çöküşü “hissetmek” gerekir. Bu “maddi” bir iştir. Bir onurun kırılması söz konusu olduğunda, bu konuda bir yargıya varmak için onur kırıcı şeyin veya sözün veya şifrenin “hissedilmesi” gerekir. Bu da “manevi” bir iştir. Yine Allah'ın hoşuna gitmeyen ve onun gazabını çeken bir işin veya eylemin, böyle bir eylem olduğunu anlamak için onu “hissetmek” gerekir. Bu ise “ruhi” bir iştir. Görüldüğü gibi “his” olmadıkça aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. His, maddi olsun olmasın aklî eylemin gerçekleşmesi için vazgeçilmez bir unsurdur. Şu farkla ki, maddenin karakterini anlamaya paralel olarak güçlenip zayıflasa da maddi eşyalarda his, doğal olarak gerçekleşir. “Düşünce ile ilgili his, en güçlü his türüdür” denmesinin nedeni budur. Maddi olmayan konularda ise his ancak maddi olmayan şeyi kavramakla veya taklit yoluyla gerçekleşir.

Her halükarda konunun “hissetmek”ten ibaret olduğu, “yansıma”yla ilgili olmadığı iki kere iki dört edercesine açıktır. Gerçi söz konusu “his”, maddi şeylerde manevi şeylere nazaran daha açık görülür, fakat yine de konunun temelini oluşturmaz. His, her insanda somut olarak vardır, bunda şüphe yoktur. Fakat onu ifade etmek, bazılarının “yansıma”yla ifade ettikleri gibi vakıaya ters düşebilir. Aynı şekilde his veya duyumla açıkladığımız gibi vakıanın bizzat kendisini de ifade edebilir. Ne olursa olsun, Komünistlerin sapmalarının temelini, onların maddeyle ilgili ön bilgileri göz ardı etmeleri oluşturur. Onları büyük bir sapmanın içine sürükleyen, bu faktördür. Zira ön bilgiler, akıl konusunun, yani aklî eylemin özü ve temelidir.

“Ön bilgiler”i özetlersek, diyebiliriz ki; salt “his”ten düşünce meydana gelmez. Salt “his”ten sadece ortaya çıkar. Zira his artı his artı milyon kere his eşittir yine histir. Hissetme sayısı ne kadar çoğalırsa çoğalsın sonuç değişmez ve sadece histen düşünce oluşmaz. İnsanda düşüncenin oluşması için, insanın “hissettiği” madde aracılığıyla yorum yapabilmesine imkân verecek olan “ön bilgiler”e sahip olması gerekir. Aramızda bulunan herhangi bir insanı ele alalım. Bu kişiye Süryanice bir kitap verelim ve bu kişi, Süryanice'yle ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmasın. Kişinin “his”sini, görme ve dokunma duyuları aracılığıyla kitaptaki yazılara yöneltelim. Bu işlemi milyonlarca kez tekrarlayalım. Böyle bir durumda kişinin Süryanice'yle ilgili bilgi sahibi olmasını sağlayacak bir tek kelime bile bilmesi mümkün değildir. Oysa kendisine Süryanice hakkında birtakım direkt veya dolaylı bilgiler verildiği zaman, düşünmeye başlayacak ve kitabın muhtevasını algılayabilecektir. Bu durum sadece dillere has bir özelliktir denemeyeceği gibi, dilin insanlar tarafından ortaya konduğu, dolayısıyla bir dili bilmek için o dille ilgili ön bilgilere sahip olmanın şart olduğu da ileri sürülemez. Çünkü amaçlanan ister bir hüküm ortaya koymak olsun ister bir göstergeyi veya hakikati anlamak olsun, konu aklî bir eylemle ilgilidir. Aklî eylem ise tüm unsurlarda aynı işlevi görür. Herhangi bir mesele hakkında akıl yürütmek ile bir soğan hakkında akıl yürütmek arasında fark yoktur. Bir kelimenin anlamını kavramak, bir vakıayı kavramakla eşdeğerdir. Bunların her biri aklî bir eyleme gereksinim duyar. Aklî eylem ise, her şeyde, her meselede ve her vakıada aynıdır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Dil ve vakıa hakkında gereksiz bir tartışmaya meydan vermemek için, doğrudan doğruya vakıayı ele alalım. Sözgelimi hissi gelişmiş, fakat ön bilgilere sahip olmayan bir çocuğun önüne birer parça altın, bakır ve taş koyalım. Çocuğun hissini bu şeyler üzerinde yoğunlaştıralım. Hisleri ne denli tekrarlanırsa tekrarlansın, ne denli çeşitlilik kazanırsa kazansın, çocuğun söz konusu nesneleri idrak etmesi imkânsızdır. Fakat çocuğa bu nesneler hakkında ön bilgiler verildiği taktirde, çocuk hissini kullandığında bu bilgiler devreye girecek, nesneleri algılayabilecektir. Aynı çocuk büyüyüp yirmi yaşına varacak olsa ve hâlâ ön bilgilerden yoksunsa, tıpkı doğduğu ilk günkü gibi eşyaları sadece sezmekten ileri gidemez. Beyni ne kadar gelişirse gelişsin, nesneleri idrak edemez. Zira onun eşyaları idrak etmesini sağlayan şey, beyin değil; hissettiği vakıayla ilgili beyninde bulunan ön bilgilerdir. Aynı şekilde hayatında hiç aslan, terazi, köpek ve fil gibi varlıkları görmemiş ve duymamış olan dört yaşındaki bir çocuğu ele alalım. Ona bir aslan, bir terazi, bir köpek, bir fil veya bu varlıkların birer resimlerini gösterelim. Sonra çocuğa bunlardan her birini tanımasını, adını söylemesini ve her birinin ne olduğunu göstermesini talep edelim. Böyle bir durumda çocuk söz konusu nesneleri tanıyamayacak, her biri hakkında aklî bir eylemde bulunamayacaktır. Bu çocuğa bu varlıklardan hiçbirinin kendisini veya resmini göstermeden isimlerini ezberletip sonra kendisinden isimlerini ezberlediği bu varlıkları teker teker göstermesini talep ettiğimiz takdirde, sonuç değişmeyecek ve çocuk hangi ismin hangi varlığa ait olduğunu ayırt edemeyecektir. Fakat ne zaman ki çocuğa her bir varlığı veya resimlerini teker teker gösterip varlıkla onun ismi arasında bir bağ kurarak ezberletilir, işte o zaman çocuk her bir varlığı ismiyle tanıyabilir, yani hangisinin aslan, hangisinin terazi olduğunu idrak edebilir ve hata yapmadan onları gösterebilir. Bundan sonra çocuğu şaşırtsanız dahi, o, aslanın aslan, terazinin terazi olduğunda ısrar edecektir. Demek ki sorun gerçekte ne madde ne de maddeyi hissetmekle ilgilidir. Meselenin özü, söz konusu maddeyle ilgili ön bilgiler, yani kişinin madde veya vakıa hakkında önceden sahip olduğu bilgilerle ilgilidir. Zira doğrudan veya dolaylı olarak vakıaya ilişkin ön bilgiler, Aklî eylemin temel, vazgeçilmez koşuludur. “aklî Algılama” açısından durum bundan ibarettir.

“İçgüdüsel Algılama” ise, içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan doğar. Bu noktada hayvan ile insan arasında bir fark yoktur. Tıpkı eşeğin arpanın yenip toprağın yenmediğini bilmesi gibi, insan da tekrar ve deneyim kazanma yoluyla elmanın yendiğini, taşın ise yenmediğini bilir. Ancak bu ayırt etme bilgisi, ne düşünce ne de algılamadır. söz konusu ayırt etme bilgisi, hem insanda hem de hayvanda bulunan içgüdüler ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bu nedenle duyu organları vasıtasıyla, maddenin beyne taşınmasının yanı sıra, ön bilgiler var olmadıkça bir düşünce meydana gelemez.

Pek çok kişi, ön bilgilerin bazen insanın kişisel deneyimlerinden bazen de öğrenme yoluyla oluştuğunu söyleme noktasında yanılgıya düşmüştür. Onlara göre, tecrübelerin bizzat kendileri bilgileri meydana getirirler. Aklî eylemi ortaya çıkaran da ilk tecrübelerdir. Oysa bu yanılgıyı bertaraf etmek için sadece ilişkilendirme özelliği bakımından insan beyniyle hayvan beyni arasındaki farkı görmek, içgüdüler ve organik ihtiyaçlar ile eşyaya ilişkin verilen hüküm arasındaki bağa dikkat etmek yeterlidir. Hayvan beyni ile insan beyni arasındaki farka gelince; hayvan beyni bilgiler arasında ilişki kurma özelliğinden yoksundur. Fakat hayvan beyni özellikle sürekli tekrar edildiği zaman hatırlama ve çağrışımda bulunma özelliğine sahiptir. Hayvanın doğal bir biçimde gerçekleştirdiği bu “hatırlama”, içgüdü ve organik ihtiyaçlardan kaynaklanmaktadır. Bundan başka hiç bir özelliği yoktur. Örneğin; zil çalıp arkasından köpeğe yemek vermek adet haline getirildiğinde, her zil çalışında köpek zilin ardından yemeğin geleceğini anlar ve bu yüzden salyası akmaya başlar. Aynı şekilde bir eşek dişisini gördüğünde cinsel güdüleri kabarır, ancak aynı eşek dişi bir köpek gördüğünde cinsel güdüleri harekete geçmez. Yine sığır otlarken zehirli otlardan ve kendine zarar verecek bitkilerden sakınır. Bu ve buna benzer örnekler gösteriyor ki, burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” söz konusudur. Bazı hayvanların birtakım hareketleri yapması veya birtakım eylemlerde bulunması, içgüdü, akıl ve algılamayla ilgili olmayıp bu hareketler taklit ve hatırlatmanın ürünüdür. Zira hayvan beyninde bilgiler arasında bağ kurma yeteneği yoktur. Hayvan beyni, çağrışımlar yapmaya ve içgüdüsel olarak ayırt etme yeteneğine sahiptir. Çünkü hayvan, içgüdüye bağlı olan her şeyi hisseder. Hayvanın hissettiği her şey, hele hele bu his tekrarlanmışsa, onda çağrışım yapar. İster hisle, ister çağrışımla olsun, hayvan içgüdüsüne bağlı şeyleri doğal olarak yapar. İçgüdüye bağlı olmayan şeyleri hissettiğinde
doğal olarak bir eylemde bulunmaz. Fakat bu his sürekli tekrarlandığında ve kendisinde çağrışım yaptığında, hayvan bu eylemi doğal olarak değil, taklit ve hatırlama yoluyla kazanır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnsan beyni açısından durum tam tersidir. İnsan beyni, çağrışım dışında bilgiler arasında bağ kurma yeteneğine de sahiptir. İnsan, Bağdat'ta gördüğü bir adamı on yıl sonra Şam'da gördüğünde onu hatırlar. Fakat adam hakkında bilgi sahibi olmadığı için Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Eğer Bağdat'ta gördüğü zaman adam hakkında bilgilenmiş olsaydı, daha sonra Şam'da gördüğünde, önceden sahip olduğu bilgilere dayanarak orada bulunuşuna bir anlam verebilirdi. Fakat hayvan çağrışımla bu adamı hatırlasa bile, onun Şam'da bulunmasına bir anlam veremez. Hayvan, bu adamı gördüğü zaman içgüdülerine bağlı olarak hissetme eylemini gerçekleştirir. Zira hayvan, duyular aracılığıyla hatırlama (çağrışım) yeteneğine sahip olmasına karşın, ne kadar çok eğitilirse eğitilsin ve ne kadar çok taklitte bulunursa bulunsun bilgiler arasında bağ kuramaz. Oysa insan beyni hem hisleri hatırlar, çağrışımda bulunur hem de bilgileri ilişkilendirir.

İçgüdüler ve organik ihtiyaçlarla nesneler hakkında yargıya varma arasındaki fark nedir? İnsan, içgüdüleri tekrar yoluyla hatırlama, ve kendisinde bulunan bilgiler arasında bağ kurma özelliği ile hissettiklerinden ve çağrıştırıp hatırladıklarından bilgiler meydan getirebilir. Bütün bunları ancak içgüdü ve organik ihtiyaç ortamında gerçekleştirebilir. Böyle bir ortam olmaksızın bilgiler arasında bağlantı kurma işlevini yerine getiremez. Başka bir ifadeyle, böyle bir ortam olmadan herhangi bir yargıya varmada söz konusu bilgilerle bağ kuramaz. Bu nedenle çoğu kişi, “bilgileri hatırlama” (çağrışım) ile “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” kavramlarını birbirine karıştırmaktadır. Halbuki “çağrışım” sadece içgüdüler ve organik ihtiyaçlar için geçerlidir. “Bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ise, ister içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgili olsun isterse bir konu hakkında yargıya varmakla ilgili olsun her şey için geçerlidir. “Ön bilgiler”, “bilgileri birbirleriyle ilişkilendirmek” için mutlaka gereklidir. İnsan ile hayvan arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar. Nasıl ki insan, tahtanın suya batmayışından geminin tahtadan yapılabileceğini anlıyorsa; aynı şekilde maymun, ağaçta asılı bulunan bir muzu indirmenin sopa veya benzeri bir şeyle mümkün olduğunu anlamaktadır. Bütün bunlar içgüdüler ve organik ihtiyaçlarla ilgilidir. Burada “ilişkilendirme”den bilgiler elde edilmiş olmasına karşın, söz konusu olan “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” değil, “hatırlama” (çağrışım)'dır. Bu yüzden de “akli eylem” söz konusu değildir. Gerçek bir “akli eylem” den söz edilebilmesi için, nesneler hakkında yargıya varmak gerekir. Ancak bu durumda akıl veya düşünceden söz edilebilir. Nesneler hakkında yargıya varmak ise, ancak bilgileri önceden sahip olunan bilgilerle, yani ön bilgilerle ilişkilendirmekle mümkündür. Bu bağlamda akıl, düşünce, yani “akli eylem”in var olabilmesi için, kendisiyle bağ kurma işlemi gerçekleştirilecek olan ön bilgilerin var olması gereklidir.

Çoğu kimse, beynin maddeye yansıdığını veya insanın maddeyi hissederek düşünme ve aklî eylemi gerçekleştirdiğini ispatlamak için, ilk insanın tecrübeleriyle ve bu tecrübelerden bilgiler meydana getirerek düşünceyi nasıl oluşturduğunu anlatmaya çalışırlar. Söz konusu olanın yalnızca “hatırlama” (çağrışım) olduğu, burada “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme”nin söz konusu olmadığı, konunun içgüdülerle ilgili olduğu ve bunlarla yargıya varmanın mümkün olmadığı şeklinde yukarıda belirttiğimiz ifadeler bu tezi çürütmek için yeterli olmasına rağmen asıl mesele ne ilk insandır ne de ilk insanla ilgili varsayımlar veya tahminlerdir. Burada asıl mesele ilk insan veya son insan değil, insan gerçeğidir. Günümüzün insanını ilk insana, yani burada olanı burada olmayana kıyaslamak yerine; ilk insanı ele alıp gördüğümüz hissettiğimiz günümüz insanına kıyaslamak daha akıllıca bir davranıştır. Böylece bugünkü insanı özümseyip algılamakla her insan, hatta ilk insan algılanmış olur. Bu gerçeği her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Zira günümüz insanı somut olarak gözümüzün önündedir. O halde önce insanın içgüdüler ve yargıya varmakla ilgili aklî eylemini irdelemek, sonra da “hatırlama” (çağrışım), “bilgileri birbiriyle ilişkilendirme” ve her iki kavram arasındaki farka dikkat etmek gerekir. Bu farka dikkat ettiğimizde görürüz ki, insanın aklî bir eylemi gerçekleştirmesi için ön bilgilerle bağ kurması şarttır. Fakat hissin hatırlanması (çağrışım), hem insanda hem de hayvanda bulunmaktadır ve bu durumda aklî eylem, akıl yürütme ve düşünceden söz edilemez. Nesneleri henüz tanımayan, nesneler hakkında henüz bilgilere sahip olmayan, fakat bu bilgilere sahip olması mümkün olan küçük çocuğun bu durumu, aklın anlamını ortaya koyan en doğru kanıt olarak karşımıza çıkmaktadır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Bu bağlamda akıl sadece insanda vardır. Aklî eylemi yalnızca insan gerçekleştirebilir. Ancak içgüdüler ve organik ihtiyaçlar, bunları sezme, hissetme ve hissedilenleri hatırlama (çağrışım) açısından insan ile hayvan arasında bir fark olmamasına rağmen, bunların hiç birisi ne akıl, ne algılama ne düşünce, ne de akıl yürütmedir. Burada “içgüdüsel olarak ayırt etme” den başka bir şey söz konusu değildir. “Aklî Algılama” ise bambaşka bir şeydir. Akıl, bilgileri birbiriyle ilişkilendirme özelliğine sahip bir beynin varlığını gerektirmektedir ki bu özellik sadece insanda mevcuttur. O halde aklî eylem, “ilişkilendirme” yeteneğinin varlığıyla mümkündür. “İlişkilendirme” yeteneği ise, ancak bilgiler ile madde arasında bağ kurmakla mümkün olur. Bu nedenle ister ilk insanda olsun isterse günümüz insanında olsun aklî eylemin söz konusu olabilmesi için madde ile ilgili ön bilgilerin varlığından söz etmek gerekir ki bu bilgiler maddeden önce zaten vardır. İlk insanın önüne madde sunulmadan önce, bu madde hakkında önceden edinilen bilgilere (ön bilgilere) sahip olması gerekmez mi? Allah'ın ilk insan Adem hakkında söylediği “...Ve O, Adem'e her şeyin ismini öğretti” şeklindeki yüce sözü ve ardından buyurmuş olduğu “Ey Adem! Bu şeylerin isimlerini onlara bildir” yüce sözü de ön bilgilerin aklın oluşmasındaki önemine işaret etmektedir. O halde ön bilgiler, “aklî eylem”in gerçekleşip bir anlam kazanması için vazgeçilmez unsurdur.

Komünist düşünürler, aklı anlamaya çalışırken, aklî eylemin gerçekleşmesi için madde ve beynin gerekliliğini kavramakla buraya kadar doğru bir metot izlemişlerdir. Ancak sorun onlar için bu noktadan sonra başlamıştır ki, beyni maddeyle ilişkilendirerek bu ilişkiyi “his/duyum”la değil, “yansıma”yla ifade ederken hataya düşmüşlerdir. “Aklî eylem”in gerçekleşmesi için ön bilgilerin var olması zaruretini inkâr etmekle de tamamen yanılgıya düşmüşlerdir. Zira söz konusu ön bilgiler olmadan Aklî eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bütün bu söylenenler doğrultusunda aklı kesin ve kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde anlamanın yolu, şu dört unsurun birlikte bir arada bulunmasından geçer. Bunlar:

1- Madde veya vakıa

2- Sağlıklı beyin

3- His

4- Ön bilgiler

Buna göre akıl, düşünce veya idrak; vakıayı hissetme olgusunun duyu organları vasıtasıyla beyne taşınması ve beynin bu vakıayı ön bilgilerle yorumlamasıdır.

İşte aklın yegâne doğru tanımı budur. Bunun dışında bir başka tarifi yoktur. Bu, akıl olgusunu sağlıklı bir biçimde niteleyen ve her asırda tüm insanları bağlayabilecek tek tanımdır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
TEFEKKÜR

Kesin ve şüpheye yer bırakmayacak şekilde aklın tanımını yaptıktan sonra, düşünceye ulaşmak için aklın nasıl bir yol izlediğini, yani düşünceleri nasıl ürettiğini ortaya koymak gerekir. Buna, “düşünme metodu” diyoruz. “Düşünme metodu”nun yanı sıra bir de “düşünme üslubu” vardır. “Düşünme üslubu” nesnenin nasıl araştırılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Söz konusu nesne somut-maddi bir nesne olabildiği gibi, maddi olmayan bir nesne veya bir şeyi araştırmayı gerektiren araçlar da olabilir. Bu nedenle “üsluplar”, nesnenin türüne, değişme ve farklı şekillerde meydana çıkma özelliğine göre değişip farklılık gösterirler. “Düşünme metodu” ise, doğası ve gerçekliğine bağlı olarak aklî eylemin, yani akıl yürütme eyleminin nasıl gerçekleştiğini ifade etmektedir. Bu nedenle “düşünme metodu” değişmez, olduğu gibi kalır. Bunun doğal bir sonucu olarak da değişip farklı biçimlerde ortaya çıkmaz. “Düşünme üslubu” her ne kadar değişirse değişsin, “düşünme metodu”nda süreklilik ve değişmezlik esastır.

“Düşünme metodu”, aklın her türlü düşünceyi üretme biçimidir. Bu, aynı zamanda aklın da tanımı olup, hiçbir şekilde akıl olgusuyla çelişen bir tanım değildir. Bu nedenle “düşünme metodu” “aklî metot” olarak da adlandırılabilir. “Aklî metot”; hakkında araştırma yapılan şeyin, nesnenin, konunun hakikatını, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla anlamayı hedefleyen ve maddeyi yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan belli bir araştırma metodudur. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere beynin bir yargıya varması, “düşünme” veya “aklî kavrama”dır. “Aklî metot”; fizik gibi pozitif bilimlerde ideoloji ve yasama gibi fikri konularda, edebiyat ve fıkıh, gibi sözel konularda yapılan araştırmalarda kullanılabilir. Bu metot, “kavrama”ya ve kavrama eylemine götüren doğal bir metot olup tanımı aklın tanımıyla örtüşmektedir. Kişinin bu metotla bir insan olarak daha önce kavradığı bir şeyi tekrar kavraması veya kavramak istediği şeyi özümsemesi mümkündür.

Görüldüğü gibi “aklî metot” düşünmenin yegâne metodudur. “Bilimsel metot”, “mantıksal metot” gibi düşünme metotları, “aklî metot”un birer dallarıdır. “Bilimsel” ve “mantıksal” metot, bir şey, bir konu hakkında araştırma yapmanın herhangi bir üslubu veya aracı olup düşünce için esas metot değildir. Düşünmenin yegâne metodu, yalnızca “aklî metot”tur.

Ancak “aklî metot”u tanımlarken bir şey hakkındaki “ön-görüşler” ile “ön bilgiler”i ayırmak gerekir. Zira “aklî metot”ta esas olan, maddeyle ilgili herhangi bir ön-görüşün veya ön görüşlerin değil, ön bilgilerin var olmasıdır. Burada önemli olan görüşlerin değil, bilgilerin varlığıdır. Maddeyle ilgili önceden var olan görüşün ya da görüşlerin düşünme eyleminde kullanılması doğru olmaz. Düşünme eyleminde yapılması gereken, söz konusu görüşün düşünceye müdahalesini engelleyip sadece ve sadece bilgilerin kullanılmasıdır. Çünkü ön-görüş, yanlış kavramaya yol açabilir. Ön görüşler, bilgilere zaman zaman musallat olduklarından bu bilgiler yanlış yorumlanabilir ve dolayısıyla kavramada hataya düşülebilir. Bu yüzden “ön görüşler” ile “ön bilgiler”i dikkatle ayırt etmek ve düşünme eyleminde sadece bilgileri kullanıp görüşlerden uzak durmak gerekir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
“Aklî metot”, doğru bir şekilde kullanıldığında yani vakıayı hissetme olgusunun duyu organları aracılığıyla beyne ulaştırılması ve vakıanın ön bilgiler -ön görüşler değil- vasıtasıyla yorumlanması sonucunda beyin bu vakıa hakkındaki yargısını ortaya koyar.

Fakat her şeyden önce araştırmacının aklî metotla vardığı sonuca bakılır. Eğer söz konusu sonuç nesnenin varlığıyla ilgili bir yargıya varmaktan ibaretse bu, hiç bir şekilde hatanın sızmadığı “kesin” bir sonuçtur. Zira bu durumda maddeyi hissetme yoluyla bir yargıya varılmıştır ki, söz konusu his maddenin varlığı konusunda yanılgıya düşmez. Duyuların maddeyi algılaması “kesin” olduğundan dolayı aklın bu yolla maddenin varlığıyla ilgili çıkardığı hüküm kesindir. Fakat sonuç nesnenin özü veya niteliğiyle ilgili bir yargıdan ibaretse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) bir sonuç söz konusu olup hataya düşmeye elverişlidir. Çünkü burada bilgiler veya bu bilgilerin paralelinde somut maddeyle ilgili tahliller aracılığıyla bir yargıya varılmasından dolayı bu yargıya hatanın sızması mümkündür. Ancak bu yargının yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece isabetli ve sağlıklı bir düşünce olarak kalır. Bundan dolayıdır ki aklın, “aklî metot”la meydana getirdiği düşünceler; inançlar ve ideolojiler gibi nesnenin varlığına ilişkin ise, bu düşünceler “kesin” düşüncelerdir. Fakat şer'i hükümler gibi nesnenin gerçekliğine veya niteliğine ilişkin bir yargıya varma ile ilgiliyse, bu durumda “zanni” (kanaatle ilgili, tahmini) düşünceler söz konusudur. Başka bir ifadeyle “şu şeyin hükmü şudur” şeklinde baskın bir kanaatten veya tahminden söz edilebilir. Zanni düşünce, doğru ya da yanlış olması muhtemel olmakla beraber, yanlışlığı ortaya çıkmadığı sürece doğru olmaya devam eden düşüncedir.

Tanımı doğru veya yanlış yapılmış olsa da “aklî metot” insanın düşüncesini insan olarak gerçekleştirdiği, nesneler hakkında bir yargıya vardığı ve söz konusu nesnenin gerçekliğini ve niteliğini kavradığı yöntemdir. Ancak Batı dünyası -ki bundan Avrupa, Amerika ve Rusya kastedilmektedir- Avrupa'daki “Sanayi Devrimi”yle birlikte deneysel bilimlerde benzeri görülmemiş bir başarı kazanarak 19. yüzyıldan günümüze kadar bu alanda tüm dünyayı etkisi altına almıştır. Batı dünyası, “bilimsel metot” olarak adlandırdığı deneysel bilimlerle ilgili araştırma üslubunu düşünce için yegâne metot olarak lanse etmeye çalışmıştır. Artık Batı bu yöntemi, düşüncenin temelini oluşturan “düşünme metot”u olarak empoze etmektedir. Komünistler de Batı dünyasının lanse ettiği bu yöntemi hem deneysel bilimlerde hem de deneysel olmayan bilimlerde kullanmayı benimsemişlerdir. Aynı şekilde Amerikan bilim adamları da Avrupalı düşünürlerin bu yöntemini takip ederek çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Bu yöntem, Batının ve ardından Sovyetler Birliği'nin dünya ülkelerine hâkimiyet kurmaları sonucu, bütün dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Bunun bir sonucu olarak İslâm toplumlarının da bilimsel düşünceleri ve bilimsel metodu kutsallaştırdığını görmek mümkündür. Tüm bu sebeplerden dolayı, “bilimsel metot”a açıklık kazandırma zarureti doğmaktadır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
“Bilimsel metot”, nesne üzerinde yapılan deneylerin yardımıyla, bu nesne hakkında yapılan araştırmanın gerçekliğini ortaya koymayı hedefleyen, belli bir araştırma metodudur. Bu metot, sadece deneysel bilimlere özgü olan, yalnızca somut maddeler hakkında yapılan araştırmalarda kullanılan bir yöntemdir ve dolayısıyla birtakım düşünceler meydana getirmekten acizdir. “Bilimsel metot”, maddeyi, maddenin temel koşulları ve faktörleri dışındaki ortamlara sokarak söz konusu maddenin temel koşullarıyla laboratuarlarda kendisine kazandırılan yeni koşulları bir arada gözlemlemek ve madde üzerinde yapılan bu işlemde somut olan maddi bir gerçeklik ortaya çıkarmaktan ve bu konuda bir sonuca varmaktan ibarettir.

Bu metot, hakkında araştırma yapılan nesneyle ilgili bilinen tüm ön bilgileri göz ardı ederek nesne hakkında deney ve gözleme başlamayı öngörür. Metot gereği, eğer bir araştırma yapmak istiyorsanız, bu konuda sahip olduğunuz tüm görüşleri, tüm inançları unutmanız ve bilimsel öncülleri meydana getiren “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “bir sonuca varma” işlemlerine başlamanız gerekmektedir. Eğer bu işlemlerden sonra bir sonuca varmışsanız, bu teziniz çürütülmediği sürece “bilimsel bir sonuç” olarak kalmaya devam edecektir. Araştırmacının “bilimsel metot”la ulaşmış olduğu sonuç, “bilimsel bir gerçek” veya “bilimsel bir kanun” olarak adlandırılsa da, söz konusu sonuç “kesin” bir sonuç olmayıp her an çürütülebilir “zanni” (kanaate dayalı, tahmini) bir sonuçtur. Bilimsel metotla ortaya konan bir tezin çürütülebilirlik özelliği, bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur.

İşte “bilimsel metot” bundan ibarettir ve irdelendiğinde bir “metot” olarak ortaya atılması yanlış değildir. Bir metotta değişmezlik ilkesi esas olduğuna göre ve “bilimsel metot” araştırmada sürekli ve belirli bir yöntem olduğuna göre bir “metot” olduğu kesindir. Ancak “bilimsel metot”un düşünceye temel alınması yanlıştır. Zira “bilimsel metot”, düşünce üzerine kurulu olmayıp bu temelin sadece bir parçasıdır. Eğer “bilimsel metot”u düşüncenin temeli olarak kabul edersek, pek çok bilgi ve gerçeği bir kenara atmak gerekir. Böyle bir hareket ise, fiilen var olmasına ve algıyla somut olarak hissedilmesine rağmen, içinde gerçekleri barındıran bir çok bilginin yokluğuna hükmetmeye neden olur.

“Bilimsel metot”, düşünce için temel yöntem olmamasına rağmen, doğru bir yöntemdir. Dahası, düşüncenin üsluplarında sürekliliği olan bir yöntemdir. “Bilimsel metot”, soyut maddeye uygulanması mümkün olmayan, deneylerle maddenin gerçekliğini ortaya çıkarmak amacıyla sadece somut maddeye uygulanabilen, sadece deneysel bilimlere özgü bir yöntemdir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
“Bilimsel metot”un düşünce için temel olmayacağı fikrinin altında şu iki neden yatmaktadır:

1- “Bilimsel metot”un uygulanabilmesi için kesinlikle ön bilgilere ihtiyaç vardır. Çünkü ön bilgiler olmadan düşünmek mümkün değildir. Elinde ön bilgi olmadan ne fizikçi, ne kimyager ne de laboratuvarda araştırma yapan bilim adamı düşünme eylemini gerçekleştiremez. “Bilimsel metot”u kullananların; “laboratuvara girerken tüm ön- bilgilerden soyutlanmak gerekir” şeklindeki düşünceleriyle kastetmek istedikleri, ön bilgilerden değil, ön görüşlerden/ön yargıdan soyutlanmaktır. Başka bir ifadeyle bilimsel metodun gereği olarak araştırmacının, araştırma yaparken kendisini her türlü öncül görüş ve inançtan soyutlaması ve bilimsel öncülerin gereği olan “deney ve gözlem”, “ölçme ve değerlendirme” ve “sonuç” işlemlerine sırasıyla başlaması gerekir. Ancak “bilimsel metot” deney, gözlem ve sonuçtan ibaret olsa da, bilgilerin yokluğunda bu işlemler yapılamaz. Bilgiler ise, ne deneyle ne de gözlemle elde edilirler, maddenin duyular aracılığıyla beyne taşınmasıyla elde edilirler. İlk kez yapılan bilimsel bir araştırmada ilk bilgiler henüz meydana gelmediklerinden bunların deneysel bilgiler olması mümkün değildir. İlk bilgilerin oluşması için maddenin duyular vasıtasıyla beyne taşınması, yani “aklî metotla” oluşması gerekmektedir. Bu nedenle “bilimsel metot” temel olamaz. Ancak “aklî metot” temel olabilir. “Bilimsel metot” düşüncenin temeli olan “aklî metot”un bir dalı olarak kabul edilebilir. Bundan dolayıdır ki “bilimsel metot”un düşünce için temel kabul edilmesi büyük bir yanılgıdır.

2- “Bilimsel metot” hiçbir şeyin maddi ve somut olmadan var olmayacağını öngörür. Bu durumda elle tutulup gözle görülmediğinden ve deneye de dayanmadığından; mantık, tarih, fıkıh, siyaset ve “aklî metot”la sabit olan birçok bilgi var olmaz. Aynı yaklaşımla Allah'ın, meleklerin, şeytanların ve daha bir çok varlığın inkârı gerekir. Çünkü bunların hiç birinin varlığı bilimsel olarak, yani madde üzerinde yapılan deney-gözlem-sonuç işlemleri vasıtasıyla ortaya çıkarılmamıştır. İşte en büyük yanılgı burada karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tabii bilimler bilgi ve düşüncenin sadece bir türüdür. Hayatta “bilimsel metot”la sabit olmayan, ancak “aklî metot”la ispatlanabilen pek çok bilgi vardır. Mesela Allah'ın varlığı, “aklî metot”la kesin bir şekilde ispatlanabilir. Aynı şekilde melek ve şeytanların varlığı da “aklî metot”la kesin olarak tespit edilmiş subutu ve delaleti kat'i olan bir nassla sabittir. İşte bütün bu nedenlerden ötürü “bilimsel metot”un düşünce için temel olması doğru değildir. Bu metodun kesin delillerle kesin olarak var olan bir şeyi ispatlamaktan aciz kalması, söz konusu metodun düşünceye temel teşkil edemeyeceğinin apaçık bir kanıtıdır.

Bunun ötesinde bilimsel metotla ileri sürülen bir tezin çürütülebilir özelliğe sahip olması da bilimsel araştırmada göz önünde bulundurulması gereken bir husustur. Bilimsel metodun ortaya koyduğu “bilimsel gerçekler” olarak adlandırılan pek çok tezin çürütülmesinden sonra fiilen hatalar ortaya çıkmıştır. Örneğin, bilimsel metotla başlangıçta “atom, maddenin bölünmeyen en küçük parçasıdır” deniyordu. Fakat daha sonra yine aynı bilimsel metotla atomun bölündüğü ispatlanmış, ilk tezin yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde başlangıçta bilimsel metotla maddenin yok olmayacağı söylenirken, daha sonra yine bilimsel metotla maddenin yok olabileceği ispatlanmış, ilk tezin yanlışlığı ortaya çıkmıştır. “Bilimsel gerçek” veya “bilimsel teori” olarak adlandırılıp daha sonra yine bilimsel metotla yanlışlığı ispat edilmiş, çürütülmüş olan bunun gibi pek çok örnek vardır. Demek ki bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “kat'i/kesin” değil, “zanni”dir. Maddenin varlığı, özelliği ve gerçekliği ile ilgili “zanni” sonuçlar veren bir metodun düşünceye temel teşkil etmesi ise doğru değildir. Ancak bu noksanlıklarına rağmen, “bilimsel metot” düşünce metodunun bir türü olup yalnızca deneysel (pozitif) bilimlerde kullanılabilir. Gözlem, deney, ölçme ve değerlendirmeye uygun olmayan alanlarda kullanılması mümkün değildir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Her ne kadar “bilimsel metot”a dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya çıkarmak ve bu konuda bir sonuca varmak mümkün ise de, “bilimsel metot” tek başına yeni bir düşünce ortaya çıkarmaz. Yeni bir düşünce ortaya çıkarıp bu konuda bir sonuca varmak ancak “aklî metot”la mümkündür. “Bilimsel metot”la eldeki verilere dayalı olarak birtakım düşünceler ortaya konabilir, ancak bu düşünceler “inşai” (ilk kez üretilen) fikirler değil, “istinbati” (eldeki verilerden yola çıkarak bir sonuca varma) fikirlerdir.

“İnşai” düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı düşüncelerdir. Örneğin; Allah'ın varlığını bilmek, toplumcu düşüncenin bireyci düşünceden üstün olduğunun farkına varmak, odunun yandığını, yağın su yüzeyinde toplandığını ve kişinin düşüncesinin toplumun düşüncesinden daha güçlü olduğunu bilmek gibi düşünceler, aklın doğrudan doğruya aldığı, sahip olduğu, ürettiği düşüncelerdir. Oysa “inşai” olmayan düşünceler, yani “bilimsel metot”un ortaya koyduğu “istinbati” düşünceler, aklın bir etki olmaksızın doğrudan doğruya sahip olduğu düşünceler değildir. Bilimsel metot, aklın geçmişte kabul ettiği bu düşünceleri deneylerle birlikte ele almıştır. Örneğin; suyun oksijen ve hidrojenden meydana geldiği, atomun parçalandığı ve maddenin yok olduğu gibi bilgiler akıl tarafından doğrudan doğruya alınıp ilk kez meydana getirilmemiştir. Bu bilgiler, geçmişte aklın ortaya koyduğu düşüncelerden alınarak söz konusu düşüncelerle birlikte denenmiş, nihayet bir sonuca varılarak elde edilmiş bilgilerdir. Burada söz konusu olan, yeni bilgilerin icat edilmesi değildir. Söz konusu olan, deney yoluyla mevcut düşüncelerden bir sonuç ortaya koymaktır. Demek ki “bilimsel metot” bir düşünceyi sonuçlandırabilir, fakat yeni baştan icat edemez. Dolayısıyla düşüncenin temelini oluşturmaması son derece doğaldır. Bütün bu gerçeklere rağmen, Batı dünyası, yani Avrupa ve Amerika -Rusya da buna dahildir- “bilimsel metot”a o kadar güvenmiştir ki, özellikle 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında bunu bir tabuya dönüştürmüştür. Bu sapma öyle bir düzeye gelmiştir ki, düşünmenin metodu dendiğinde bilim adamlarının akıllarına sadece “bilimsel metot” gelmiş, doğru ve sağlıklı araştırmanın sadece bu metotla yapılabileceğine inanarak her şey ama her şey hakkında bu metotla bir yargıya varılabileceğine dair yanlış bir kanaate sahip olmuşlardır. İş öylesine çığırından çıkmış ki bu metot, yaşam ve topluma ilişkin alanlarda bile kullanılır olmuştur. İnsan ve toplumla ilgili birtakım bilgilerde bilimsel metot tekniği kullanılarak “aklî” araştırmalar yapılmış, bunlara bilim kisvesi giydirilmiştir. Bütün bu yanılgıların altında ise “bilimsel” metodun genelleştirilmesi ve düşünce için temel olarak ele alınması yatmaktadır.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Komünist düşünürler, hayata bakış açılarında, hayat ve toplumsal sistemde “bilimsel metot” çerçevesinde hareket ederek, “toplum”u ve “doğa”yı, laboratuarda inceleme konusu olan materyalle kıyaslayarak korkunç hatalara düşmüşlerdir. Bu yanılgıları iki noktada irdeleyebiliriz:

1- Hatalarının birinci nedeni, “bilimsel metot”u izlemeleriyle ilgilidir. Komünist düşünürlerin “doğa”ya bakış açıları; doğanın bölünmez bir bütün olduğu, sürekli değişim halinde bulunduğu ve bu değişimin hem maddede hem de olaylarda determinist diyalektik vasıtasıyla gerçekleştiği şeklindedir. Onlara göre “diyalektik”, düşüncenin temellerinden birini teşkil etmektedir Halbuki söz konusu “diyalektik” birtakım şeylerde mevcutsa da her şey de mevcut değildir. Örneğin; ölü ve canlı hücrelerden müteşekkil oldukları gerekçesiyle canlılarda var olduğunu ileri sürdükleri “diyalektik”, aslında mevcut değildir. Canlılardaki ölü ve canlı hücreler, onlarda “diyalektik” olduğu anlamına gelmez. Varlıkların doğup ölmesinde, yok olup var olmasında “diyalektik” yoktur. Zira bu durum, hücrenin güçlülüğü veya zayıflığı, ne derece bağışıklık gücüne sahip olduğuyla ilintilidir. Bu ise “diyalektik” değildir. Öte yandan cansız varlıklar yok olurlar, fakat doğmazlar. Buna rağmen bütün varlıklarda “diyalektik” olduğunu ileri sürmeleri gariptir. Eşyada (varlıklarda) “diyalektik” olduğunu farzetsek bile bu, olaylarda da diyalektiğin mevcut olduğu anlamına gelmez. Alışveriş, kira, ortaklık ve benzeri işlerde herhangi bir diyalektikten söz edilemez. Aynı şekilde namaz, oruç, hac ve benzeri eylemlerde de diyalektikten söz edilemez. İşte Komünistlerin takip ettikleri “bilimsel yöntem” onları özellikle olaylarda, olgularda, böylesi yanlış bir bakış açısına sevk etmiştir. Komünistlerin determinist diyalektik”ten ibaret olduğunu öngören yanlış bakış açıları, Avrupa'da kesinlikle böyle bir diyalektiğin meydana geleceği şeklinde yanlış kanaatlere sahip olmalarına yol açmıştır. Oysa Avrupa gırtlağına kadar kapitalist sistemin içine batmakta ve komünizmden uzaklaştıkça uzaklaşmaktadır. Bu yanılgılarının tek nedeni, hem varlıkları hem de olayları, yani her şeyi “bilimsel metot” çerçevesinde ele almalarıdır.

2- İkinci neden ise, toplum ile ilgili görüşlerinde odaklanmaktadır. Onlara göre toplum, belli bir coğrafi ortamdaki insanların nüfus artışı, üretim tarzı ve toplumsal dayanışmalarından meydan gelmektedir. Sonuçta toplumun yapısını, düşüncelerini ve siyasi durumunu belirleyen, onun maddi yaşamıdır. Madem ki maddi yaşam, üretim tarzını etkilemektedir, o halde toplumu etkileyen faktör, üretim tarzıdır. Çünkü üretim araçları, bu araçları kullanan insanlar ve nasıl kullandıklarına ilişkin sahip oldukları bilgiler, toplumun üretici gücünü meydana getirirler. İşte bu üretici güç bir yandan insanların doğaya karşı davranışlarını, ve doğanın üretici güçlerini ifade ederken, diğer yandan da üretim aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri belirler. Bu şekilde özetleyebildiğimiz bu düşünceleri yanılgılarla doludur. Çünkü toplum, üretim araçları mevcut olsa da olmasa da insanlardan ve aralarındaki ilişkilerden oluşur. İnsanlar arası ilişkilerin kaynağını “maslahat/çıkar/oportünizm” oluşturur. Bu “çıkar” ilişkilerini üretim araçları değil, tatmin etmek istedikleri arzulara yükledikleri düşünceler belirler. Komünistlerin bu yanılgıları, toplumu laboratuardaki bir madde gibi görmeleri dolayısıyla toplumu adeta bir kadavra olarak kullanmalarından ve maddeye uyguladıkları işlemleri topluma uygulamaya kalkmalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü insan, eşyadan farklı yaratılışta bir varlıktır. Ayrıca insanlar arası ilişkiler, olaylar ve olgular laboratuarda incelenen bir madde gibi incelenemez. Bu şekilde incelenip deney ve gözlem yoluyla birtakım teoriler ortaya çıkarıldığında ise, hataya düşmek kaçınılmaz olur. Sözün özü, Komünist düşünürlerin bütün yanılgıları, olaylar, olgular ve insanlar arası ilişkileri irdelerken “Bilimsel metot”u takip etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu da 19. yüzyılda “bilimsel metot”un esiri olmanın bir sonucudur.

Batılı bilim adamlarının bir başka hatası ise, “aklî metod”un ürünü olan düşüncelerle “bilimsel metod”un ortaya koyduğu düşünceleri birbirine karıştırmalarıdır. Bu yanılgının sonucu olarak “bilimsel metod”u insanın davranışlarına, hal ve hareketlerine uygulamışlar, psikoloji, sosyoloji ve pedagoji gibi “bilim” dalları meydana getirmişlerdir. Bu bilimlerin bu şekilde ortaya konup adına “bilim” denmesi, bu bariz hatanın sonucudur. Sözgelimi onlar, psikolojiyi “bilim”, psikolojik düşünceleri ise “bilimsel düşünceler” olarak kabul etmektedirler. Bu “bilimsel düşünceler”, farklı yaşlarda farklı koşullarda çocuklar üzerinde yapılan gözlemlerin sonucu olarak elde edilmiş ve söz konusu gözlemler tekrarlandığında ise bunlar “deney” olarak adlandırılmıştır. Gerçekte ise psikoloji ile ilgili düşünceler, “bilimsel” düşünceler değil, “aklî” düşüncelerdir. Bilimsel deneyler yapılırken, maddeye normal koşullar dışında birtakım yeni şartlar yüklenerek yapılan bu işlemin maddeye yaptığı etki gözlemlenir. Başka bir ifadeyle, doğa ve kimya gibi pozitif alanlarda madde nasıl bir deneye tabi tutuluyorsa, bilimsel metodda da aynı yol izlenir. Ancak araştırmaya konu olayın zaman ve durum değişkenleri ile gözlemlenmesi, bilimsel deney kapsamına girmez. Bu bağlamda değişik yaş ve koşullarda gözlemlenen bir çocuğun davranışları bilimsel deney kapsamına girmediği gibi bilimsel metot da sayılamaz. Bu olsa olsa gözlem, gözlemin tekrarı veya gözlemden çıkarılan bir sonuçtur. Bu nedenle psikoloji, “bilimsel metot”un değil, “aklî metot”un alanına girer. Dolayısıyla psikolojinin bilimsel metodun ürünü olan düşüncelerden sayılması yanlıştır. İşte bu yanılgı, “bilimsel metot”un insana uygulanması gibi daha büyük bir yanılgıyı doğurmuştur. Zira “bilimsel metot”un en önemli unsuru, deneydir. Deney ise sadece madde için söz konusudur.

Gözleme gelince, gözlem sadece iş, oluş ve hareketin veya birtakım nesnelerin, farklı koşullarda gözlemlenmesi değil, bizzat maddenin ve sahip olduğu asıl koşulların gözlemlenmesidir ki, işte bu aşamadan sonra bir sonucun ortaya çıkması mümkündür. Bu nedenle bilimsel metodun madde ve maddenin sahip olduğu koşullar dışındaki alanlarda uygulanması korkunç yanlışlara ve hatalı çıkarımlara yol açabilecek korkunç bir yanılgıdır. Batılı bilim adamları da “aklî” metotla incelenmesi gereken konuları “bilimsel” metotla incelemeye kalkıp elde ettikleri sonuçları “bilim” veya “bilimsel” düşünceler olarak kabul ederek büyük bir yanılgıya düşmüşlerdir. Düştükleri hataları, insanı maddeyle kıyaslamış oldukları pek çok örnekle açıklamak mümkün olmakla birlikte bu hataları bütün çıplaklığıyla anlamak için “içgüdüler” konusunu irdelemek yeterlidir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İÇGÜDÜLER

Batılı düşünürler, “bilimsel metot”u insana uygulamakla ve bu uygulamanın sonucu olarak kişinin gözlemlemiş oldukları davranışlarını birtakım faktörlere dayandırmakla doğru araştırma yolundan saparak hatalı sonuçlar elde etmişlerdir. Oysa “aklî” metodu kullanmış olsalardı, insanın davranışlarıyla paralel olarak kendi hislerini beyne taşıyacak, insan ve onun davranışlarını ön bilgilerle yorumlayacak, “zanni” de olsa ortaya koymuş oldukları sonuçlar dışında daha farklı sonuçlara ulaşmaları mümkün olacaktı. Örneğin; Batılılara göre çok sayıda içgüdü vardır. Her ne kadar başlangıçta içgüdüleri saymaya kalkıştılarsa da sonradan çok sayıda içgüdü olduğu sonucuna vardılar ve mülkiyet içgüdüsü, korku içgüdüsü, cinsel içgüdü, kitle içgüdüsü gibi pek çok içgüdüden bahsettiler. Böyle bir genellemeye gitmeleri, “içgüdü”, yani “temel güç” ile “içgüdünün sergilediği dış görüntü”yü birbirine karıştırmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa “temel güç” veya “içgüdü”, insanın yapısal bir parçası olup insanı bu parçadan soyutlamak, onu etkisiz hale getirmek veya bastırmak mümkün değildir. “Temel güç”ün yani “içgüdü”nün sergilediği görüntü ise insanın yapısal bir parçası olmadığından soyutlanması, etkisiz hale getirilmesi veya bastırılması mümkündür. Örneğin; bencillik ile fedakârlık, “Beka içgüdüsü”nün iki farklı görüntüsü olmakla beraber bencilliğin fedakârlıkla tedavisi, hatta yok edilmesi, veya bastırılması mümkündür. Aynı şekilde kadına karşı cinsel eğilim de, anneye şefkat eğilimi de “Nevi içgüdü”nün iki ayrı görüntüsüdür. Yok edilmesi, tedavisi veya bastırılması mümkün değildir. Ancak söz konusu içgüdünün sergilediği dış görüntüyü tedavi etmek, bastırmak, hatta bertaraf etmek mümkündür. Yine kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye, kız kardeşe, kıza vs. duyulan eğilim de “nevi içgüdüsü” nün birer görüntüleridir. Zira kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anne şefkatiyle ödünlemek mümkündür. Nasıl ki bencillik fedakârlıkla ödünlenebiliyorsa, aynı şekilde kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anneye duyulan şefkat eğilimiyle ödünlenebilir. Hatta annelerine duydukları aşırı sevgiyi eşine olan meyline tercih eden, dahası evlenemeyen, cinsel arzudan uzaklaşan bir çok insan vardır. Bunun aksine aşırı cinsel eğiliminden dolayı anne şefkatinden uzaklaşan bir çok kişi de mevcuttur. Kısaca “nevi içgüdüsü”nün herhangi bir görüntüsü başka bir görüntünün kılığına girebilir. Herhangi bir görüntüyü başka bir görüntüyle ödünlemek, bastırmak veya yok etmek mümkündür. Ancak “içgüdü” için durum farklıdır. Çünkü “içgüdü”, insanın yapısal özelliğinin bir parçasıdır.

Bu bağlamda psikologlar, içgüdüleri tanımlamada, anlamlandırmada, sayılarını belirlemede ve sonunda içgüdülerin sayısız olduğuna karar verme hususunda yanılmışlardır. Gerçekte ise, sadece üç tür içgüdü vardır:

1- Beka içgüdüsü

2- Nevi içgüdüsü

3- Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü

“Beka içgüdüsü”nün gereği olarak insan, yaşamına devamlılık sağlamak için mülk edinir, korkar, kaçar, topluluk halinde yaşar. Ancak korku, mülkiyet, cesaret veya kitlesel yaşam birer içgüdü değildirler. Bunlar, yalnızca “Beka içgüdüsü” nün birer görüntüleridir.

Aynı şekilde kadına karşı duyulan şehvet veya şefkat eğilimleri, boğulanın imdadına koşma veya çaresiz kişiye kucak açma eğilimleri -ki bu örnekler çoğaltılabilir- birer içgüdü olmayıp “nevi içgüdü”nün yalnızca birer görüntüleridir. Bu eğilimler, cins içgüdüsü de olamazlar, çünkü “cins” kavramı hayvanı da insanı da kapsar. Öte yandan doğal eğilim, insanın insana, hayvanın hayvana duyduğu eğilimdir. Bu açıdan insanın hayvana veya erkeğin erkeğe karşı cinsel eğilim duyması doğal değil, kuraldışı ve anormal bir durumdur. O halde kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye veya kız çocuğa duyulan şefkat eğilimi, “Nevi içgüdü”nün birer görüntüleri olmalarına karşın; insanın hayvana veya erkeğin erkeğe eğilimi, doğal olmayan anormal bir eğilim olup içgüdü sapmasının göstergesidir. O halde içgüdü, “cins”e değil, “tür”e has bir özelliktir. söz konusu olan, hayvan cinsinin değil insan türünün “Beka içgüdüsü”dür.

Yine Allah'a kulluk, kahraman kişileri yüceltme ve güçlülere karşı saygı gösterme eğilimleri de yalnızca “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Çünkü insan, doğal bir biçimde “hayatta kalma” ve “ölümsüzlük” duygusuna sahiptir. İnsan, bu duyguuya yönelen tehdidin türüne göre korkar veya kendisini tehdit eden unsurun üzerine gider, cimri veya cömert olur, bireysel veya toplum içinde hareket eder. Gördüğü nesnenin niteliğine göre onda bir duygu oluşur ki bu duygu kendisini bir eylemde bulunmaya iten “Beka” arzusundan doğan bir duygudur. Aynı şekilde insan, insan türünün “hayatta kalma” şuuruna, da sahiptir. Çünkü insan türünün yok olması, onun varlığını tehdit eder. Kendi türünün varlığına yönelen her tehdide karşı doğal bir tepki gösterir ve tepkisi tehdidin türüne göre değişir. Örneğin, güzel bir kadın insanda şehveti, anneyi görmek anne sevgisini, çocuğu görmek ise çocuk sevgisini uyandırır. Harekete geçen bu duygular, söz konusu duygularla uyumlu ya da onlarla çelişkili birtakım refleksler, eylemler doğururlar. Fakat insan, kendisinin veya insan türünün “ölümsüzlük” şuurunu tatmin etmekten aciz kalması durumunda ise kendisinde boyun eğme veya teslim olma gibi tam tersi eylemler ortaya çıkar ki böyle bir durumda kişi teslimiyete müstahak olduğunu düşünür. Doğal bir biçimde böyle bir acziyeti hissetmesi sonucu, Allah'a yalvarır, dua eder, lideri alkışlar veya güçlüye saygı gösterisinde bulunur. Buradaki içgüdülerin temelinde insanın, kendisinin veya türünün varlığını veya kendisinde doğal olarak beliren acziyet duygusu yatmaktadır. Bu duygulardan ise birtakım işler ortaya çıkar. Bunlar duyguların birer görüntüsü olup her bir görüntü, kaynağını yukarıda söz ettiğimiz üç temel içgüdüden almaktadır. Bu da demektir ki içgüdüler sadece üç tanedir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
İnsanda “dinamik bir enerji, canlı bir potansiyel” vardır. Bu “dinamik enerji”, bünyesinde insanı tatmin olmaya sürükleyen ve doğal olarak var olan hisler taşımaktadır. Bu dürtüler, duygular veya hislerden maydana gelmektedir. Ve bunlar tatmin olmayı gerektirmektedir. Bu hislerin veya duyguların bir kısmı mutlaka tatmin olmak zorundadır. Aksi takdirde “dinamik enerji”nin varlığı tehdit edileceğinden insan ölür. Bir kısmı ise, tatmin olmak zorunda olmakla birlikte mutlaka tatmin olması gerekmeyen hisler veya duygulardır. Bunlar doyurulmadığı takdirde insan ölmez, fakat huzursuz olur. Çünkü bu durumda “dinamik enerji”nin varlığı değil, bu enerjinin duyduğu ihtiyaçlar tehdit altındadır. Bu açından insandaki “dinamik enerji”yi iki gruba ayırmak gerekir:

a) Mutlaka tatmin edilmesi gereken ve “organik ihtiyaçlar” diye adlandırılan açlık, susuzluk, dışkıların dışarı atılması gibi ihtiyaçlar.

b) Tatmin edilmesi gereken fakat mutlaka tatmin edilmesi zorunlu olmayan ve “içgüdüler” -ki bunlar “Beka içgüdüsü”, “Nevi içgüdü”, “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü” olmak üzere üç tanedir- olarak isimlendirdiğimiz ihtiyaçlar.

İnsan ve içgüdüler için en doğru yaklaşım budur. Eğer Batılılar, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla vakıayı anlamasına ve yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan “aklî metot”u kullanmış olsalardı bu gerçeğe ulaşırlardı. Oysa “bilimsel metot”u takip etmelerinin sonucu olarak insanı madde gibi gördüklerinden ve insanın davranışlarını tıpkı bir maddeyi gözlemler gibi gözleme tabi tuttuklarından gerçeklerden sapıp içgüdüleri yanlış yorumlamışlardır. Sadece bununla da kalmamışlar, psikoloji, sosyoloji, pedagoji olarak adlandırılan -ki bunları bilim olarak lanse etmeleri başlı başına hatadır- pek çok meselelerde hata labirentlerinden geçmişlerdir. Bütün bu yanılgıların temelinde Amerikalılar ve Ruslar dahil olmak üzere Batılıların olur olmadık her meselede “bilimsel metot”u izlemeleri yatmaktadır. Bu şekilde olur olmadık her meseleyi “bilimsel metot”la çözmeye çalışan herkesin böyle bir akibete uğraması kaçınılmazdır.

“Bilimsel metot” da akıl yürütmede doğru bir metottur. Ancak, “Bilimsel metot”, sadece bilimsel meselelerde, yani laboratuarda deneye tabi olmaya elverişli maddelerde kullanıldığında doğru bir metot olur. Hayata bakış açısıyla ilgili incelemelerde, yani ideolojiyle ilgili meselelerde, insan, toplum, doğa, tarih, hukuk, eğitim ve benzeri konularda kullanılması yanlıştır. Bilimsel metot, sadece deneye elverişli maddeyi incelerken takip edilmesi gereken bir metottur.

Olur olmadık her konuda “bilimsel metot”un kullanılması, bu metodun “düşünme”nin temelini oluşturmasına yol açmıştır. Bu metodun, “düşünme”ye temel yapılması, her türlü araştırmada kullanılmasını doğal hale getirmiştir. Böyle olunca ideoloji, içgüdü, beyin, eğitim gibi bu metoda göre incelenmesi uygun olmayan konuların araştırılmasında da kullanılmış ve bu durum Sosyalist düşünce, psikoloji, pedagoji ve sosyoloji meselelerinde affedilmez hatalara yol açmıştır. Bütün bunların ötesinde bilimsel metodu düşünme için temel almak demek, pek çok bilgiyi, hakikati araştırmanın dışına itmek; fiilen mevcut ve hisle somut olan pek çok varlığı da inkâr etmek demektir.

Bunun yanında, bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “zanni”dir. Bilimsel metotla elde edilen sonuçların yanılabilirlik özelliğine dikkat etmek gerekir. Bu açıdan da düşünmeye temel teşkil edemez. Bilimsel metot, eşyanın varlığı, hakikati ve niteliği hakkında “zanni” sonuçlar verir. Halbuki varlıklarına ilişkin şüphe götürmeyen “kat'i” sonuçlar isteyen şeyler de vardır. Zanni bir metot, her halde kesin bir sonuca varmada esas olmaz. Bu bile tek başına bilimsel metodun düşünmeye esas kılınamayacağını göstermeye yetmektedir.

Sonuç olarak düşünmenin sadece iki metodu vardır: “aklî metot” ve “bilimsel metot”. Bu ikisi dışında başka bir metot yoktur. Ancak “bilimsel metot”un kullanım alanı son derece sınırlıdır. Deneye elverişli madde dışında herhangi bir bilgi dalında kullanılamaz. “Aklî metot” ise, her türlü araştırmada kullanmaya elverişli yöntemdir. Bu yüzden “aklî metot”un düşünce için temel alınması kaçınılmaz olur. Üstelik ancak “aklî metot” yoluyla yeni bir fikir meydana getirilebilir. Bu olmadan düşünceler, yeni baştan meydana getirilemez.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
“Aklî metot”, “bilimsel metot”un kullanım alanını da ihtiva eder. “Aklî metot”la gözlem, deney ve sonuç ilkelerini kullanmak bilimsel gerçekleri elde etmek, yani bilimsel metodu oluşturmak mümkün olduğu gibi, tarihi gerçekleri ortaya çıkarıp yanlışlarla doğruları birbirinden ayırt etmek, kâinat, insan ve hayata ilişkin genel düşünceyi ve bunlarla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak da mümkündür. “Aklî metot” bir şeyin özü ve niteliğine ilişkin “zanni” sonuçlar verse de, o şeyin varlığı hakkında “kesin” sonuçlar verir. “Aklî metot” bir şeyin varlığına ilişkin “kesin” sonuç verdiğine göre, araştırma yaparken bu metodun temel alınması zorunluluğu doğmaktadır. Bu bağlamda bir şeyin varlığıyla ilgili “aklî metot”la “bilimsel metot” arasında çelişkili sonuçlar ortaya çıkarsa bu durumda mutlaka “aklî metot”un ortaya koyduğu sonuca itibar edilir. Çünkü tercih edilmesi gereken “zanni” değil, “kesin” sonuçtur.

Görüldüğü gibi, yanılgının temelinde “bilimsel metot”un düşünmeye temel alınıp bir şey hakkında yargıya varmada adeta bir hakem rolü verilmesi yatmaktadır. Bu yüzden söz konusu yanılgı giderilmeli ve sadece “aklî metot” düşünce için temel alınarak bu temelle bir şey hakkında herhangi bir yargıya varılmalıdır.

“Mantık” ise, bir düşünce metodu değildir. Mantık, aklî metoda dayalı olarak yapılan bir araştırma tekniğidir. Bu teknikte bir düşünce başka bir düşünce üzerinde kurularak his noktasına kadar götürülür ve böylece belli bir sonuca varılır. Örneğin;

Yazı tahtası ağaçtan yapılmıştır.

Her ağaç yanar

Öyleyse yazı tahtası da yanar.

Bir başka örnek:

Kesilmiş koyunda hayat olsaydı kıpırdardı

Bu koyun kıpırdamadı

Öyleyse kesilmiş olan bu koyunda hayat yoktur.

Örneklerde görüldüğü gibi önerme sonuçları öncüllerden yola çıkarak elde edilmişlerdir. Bu itibarla eğer öncüller doğruysa sonuç doğru, öncüller yanlışsa sonuç da yanlış olur. Önermelerde her öncülün his noktasına varması şarttır. Bu nedenle mantık önermelerinde, öncülün doğru olup olmadığına karar vermek için “aklî metot”a başvurulur ve his vasıtasıyla bir karar verilir. Bu noktada “aklî metot”a dayalı bir teknik kullanılmış olur. Ancak böyle bir teknikte yanılabilirlik payı da vardır. Öyleyse mantıkla yapılan araştırmanın doğruluğunu “aklî metot”a başvurarak ölçmek yerine, mantık tekniğine başvurmadan, daha araştırmanın ilk safhasında aklî metodu kullanmak izlenebilecek en tutarlı yoldur.

Burada iki noktaya dikkat etmek gerekir.

1- “Bilimsel metot”da aranan en önemli şey, bir konuyu araştırmak istediğinizde bu konu hakkındaki her türlü görüş ve inançtan soyutlanmanız gerekmektir. “Bilimsel metot”un savunucuları, bilimsel araştırmanın ancak bu şekilde yapılabileceğini ileri sürmektedirler. Bu görüş doğru olmakla birlikte bilimsel değildir. Yukarıdaki tez, “aklî” bir konudur ve “aklî metot”un ilgi alanına girer. Zira burada mesele görüşlerle, inançlarla ilgili bir mesele değildir. Mesele araştırmayla ilgilidir. “Aklî” araştırmada maddenin his vasıtasıyla beyne aktarılması söz konusudur. “Bilimsel” araştırma ise, deney ve gözlemden ibarettir. İşte “aklî metot”la “bilimsel metot”u birbirinden ayırt eden bu özelliklerdir. “Aklî metot”a göre, kişi bir şeyin varlığını hissetmişse o şey hakkında bir yargıya varabilir. Ancak “bilimsel metot”a göre, bir şeyin varlığı deney ve gözlemle ispatlanmamışsa, o şey hakkında bir yargıya varılamaz. Mesela “aklî metot”da odunun yanan bir madde olduğunu hissetme, odunun yanan bir madde olmasıyla ilgili bir yargıya varmak için yeterlidir. Fakat “bilimsel metot”da odunun yanan bir madde olduğuna karar vermek için, bu maddeyi deney ve gözleme tabi tutmak gerekir. Öte yandan “aklî metot”da mutlaka ön bilgilerin var olması gerekir. “Bilimsel metot” ise ön bilgilerden soyutlanmayı öngörür. Halbuki ön bilgiler olmadan düşünme eylemini gerçekleştirmek imkânsızdır. “Bilimsel metot” savunucularının “araştırma yaparken ön görüş ve inançtan soyutlanmak gerekir” şeklindeki ifadeleriyle kastettikleri aslında kişinin araştırma yaptığı konu veya madde hakkında önceden sahip olduğu yargılar, yani ön yargılardır. Bu yüzden onların ileri sürdükleri “ön görüş” kavramından, madde hakkında yapılacak deney ve gözlemi yorumlamaya fırsat verecek olan “ön yargılar” anlaşılmalıdır. O halde “bilimsel metot”un üzerinde önemle durduğu nokta, ön görüş veya ön bilgi değil, madde hakkında yapılan deney ve gözlemdir diyebiliriz.

Araştırmada ön görüş veya ön inancın kullanılıp kullanılmaması meselesine gelince; araştırmanın sıhhatini ve sonucunu etkilememesi açısından, araştırmacının konuyla ilgili önceden sahip olduğu görüşlerden ve yargılardan soyutlanması gerekir. Örneğin; Almanya ve Fransa'nın tek bir devlet ve tek bir ulus çerçevesinde birleşmelerinin mümkün olmadığı şeklinde bir görüşe sahip isem, bu iki ülkenin tek bir devlet ve ulus olarak birleşmeleri hakkında yapacağım araştırmada bu görüşümden kendimi soyutlamalıyım. Aksi durumda ne sağlıklı bir araştırma yapabilirim ne de sağlıklı bir sonuç elde edebilirim. Aynı şekilde kalkınmanın ancak sanayi, keşif ve eğitimle gerçekleştirilebileceğini düşünüyorsam, halkımın veya ümmetimin kalkınmasıyla ilgili yaptığım bir araştırmada kendimi bu görüşten soyutlamam gerekir. Yine atomun, maddenin bölünmez en küçük parçacığı olduğunu düşünüyorsam, atomun bölünmesiyle ilgili yaptığım bir araştırmada bu görüşümü dikkate almamam gerekir. Sonuç olarak her hangi bir konuda araştırmaya girişen kişi, kendisini konuyla ilgili her türlü ön yargıdan soyutlamalıdır.

Şu da var ki; araştırma yaparken soyutlanması gereken bu görüşleri de irdelemek gerekir: Eğer söz konusu görüşler en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak tarzda kesin delillerle ispatlanmış görüşler ise, araştırılmakta olan konu zanni bir konu ise ve de “zanni” bir sonuç veriyorsa, söz konusu görüşler asla bir kenara atılmamalıdır. Zira “kat'i/kesin” ile “zanni” çelişirse, “kesin” olan tercih edilir. Ancak hem araştırma hem de varılan sonuç “kesin” esaslara dayanıyorsa, bu durumda sağlıklı bir araştırma yapmak ve sağlıklı bir sonuç elde etmek için her türlü ön görüş veya inançtan soyutlanmak gerekir. Fakat araştırma “zanni” esaslara dayandığı halde kesin ve şüphe götürmeyen görüşler söz konusuysa, bu görüşlere sırt çevirmek doğru olmaz. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, araştırmada konuyla ilgili önceden sahip olunan her türlü “zanni” görüşten soyutlanmak gerekir. Bu açıdan “aklî metot” ile “bilimsel metot” arasında bir fark yoktur. Zira araştırmada ön görüşlerin devreye girmesi, yapılan araştırma için bir felakettir.

“Objektivizm” (Nesnecilik) kavramına gelince: Bu kavram ön görüşten soyutlanmanın yanı sıra, araştırmanın bütün yoğunluğuyla konu üzerinde odaklanmasını öngörmektedir. Örneğin; eğer araştırma konusu zeytin yağının analiziyse, bu konuyla ilgili olmayan hiç bir konu ve görüşün dikkate alınmaması gerekir. Aynı şekilde sanayi politikası ile ilgili bir araştırmada devletin sanayi politikası dışında araştırmacıyı hiç bir şey ilgilendirmez. Bu açıdan araştırmacı, piyasa, kâr veya risk faktörleriyle ilgilenmez. Yine şer'i hükmün “istinbat”ı ile ilgili yapılan bir araştırmada, şer'i hükmün “istinbat” usulü dışındaki konular üzerinde yoğunlaşmak doğru değildir. Böyle bir araştırmada fayda, zarar veya kamuoyu hesaba katılmadan söz konusu usul üzerinde yoğunlaşılır. “Objektivizm/nesnelcilik”de zihni, araştırma konusu üzerinde yoğunlaştırmak esastır. Bunun yanı sıra bir de konu araştırılırken hiç bir ön görüşün araştırmaya müdahale etmemesi ve konunun her türlü dış faktörden uzaklaştırılması gerekir.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
2- “Mantık” ve mantıkla ilgili her şey insanı aldatabilir, yanıltabilir. Mantığın en çok zarar verdiği alan ise yasama ve siyasettir. Çünkü mantıkta sonuçlar öncüller üzerinde kuruludur. Bu öncüllerin doğru veya yanlış olduğunu anlamak her zaman mümkün değildir. Bu yüzden yanlış olan her hangi bir öncülün yanlışlığı her zaman açıkça anlaşılmayabilir. Aynı şekilde doğru olduğuna karar verilen bir önerme yanlış bilgiler üzerinde kurulu olabilir ve yanlış sonuçlar verebilir. Kaldı ki mantıkla, çelişkili sonuçlara varmak bile mümkündür. Şu önermeye dikkat edelim:

Kur'an, Allah'ın kelamıdır

Allah'ın kelamı “kadim”dir.

Öyleyse Kur'an da “kadim”dir.

Şimdi yukarıdaki önermeye zıt bir örnek verelim:

Kur'an, Allah'ın Arapça kelamıdır.

Arapça mahluktur, sonradan yaratılmıştır.

Öyleyse Kur'an da mahluktur.

Mantık, şu örnekte olduğu gibi yanıltıcı sonuçlar da verebilir:

Müslümanlar geri kalmışlardır.

Her geri kalan fikren düşüktür.

Öyleyse Müslümanlar da fikren düşüktür

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, mantık çok büyük tehlikelere, yanılgılara, çarpıtmalara, hatta yıkıma yol açabilir. Her şeyi mantık temeli üzerinde kuran halklar ve ümmetler yaşam standardını yükseltemezler. Bundan dolayıdır ki, mantık “aklî metot”un bir tekniği olsa da, kısır, zararlı ve korkunç felaketlere yol açabilen bir tekniktir. İşte bu yüzden mantıkçılığı terk etmek, hatta ondan kaçınmak ve bu teknik ile insan arasına engel koymak gerekir.

Mantıksal teknik, yani mantıkçılık, “aklî metot”un bir tekniği olarak kabul edilse de karmaşık bir tekniktir. Bu teknikte yanılabilirlik payı o denli yüksektir ki istediğiniz gerçeğin tam tersini ortaya koyabilir. Bunun da ötesinde mantık, ister bir teknik olarak öğrenilsin ister bu teknikler kişide doğuştan var olsun, her iki durumda da mantıksal teknik, maddeyi doğrudan doğruya hissederek birtakım sonuçlar elde etmeyi sağlamaz. Hatta maddenin hissedilmesini engeller.

Bu yönüyle mantığı, düşünmenin üçüncü metodu olarak da algılamak mümkündür. Ancak düşünmenin sadece iki metodu; “aklî” ve “bilimsel” metodu olduğuna göre, mantıksal tekniğin kullanılmaması tercih edilmelidir. Sağlıklı, güvenilir sonuçlar elde etmek için en güvenilir yol, doğrudan doğruya “aklî metot”un kullanılmasıdır. Zira “aklî metot”, sağlıklı sonucun garantisini veren tek metottur.

Bütün bunlara paralel olarak diyebiliriz ki, “aklî metot”, düşüncenin temel metoduna aday tek doğal yöntemdir. Kur'an'ın ve dolayısıyla İslâm'ın da metodu budur. Kur'an ayetlerine şöyle bir göz atacak olursak, deliller ileri sürülürken veya hükümler açıklanırken “aklî metot”u bulmak mümkündür.

Kur'an'da delillerle ilgili ayetlere şöyle bir göz atalım:

“İnsan neden yaratıldığına bir bakıversin.”[1]

“Peki, (o yeniden dirilmeyi inkâr edenler) bakmazlar mı develere, (ve görmezler mi) nasıl yaratılmış onlar?”[2]

“Ve (bütün evren üzerindeki hâkimiyetimizin bir parçası olan) gecede de onlar için bir işaret vardır. Biz ondan gün (ışığı)nı çekip alırız ve birden karanlıkta kalıverirler.”[3]

“Allah, asla çocuk edinmemiştir, ne de O'nunla beraber başka bir ilah vardır: (Çünkü, eğer başka herhangi bir ilah) olsaydı, her ilah kendi yarattığı alemi kendinden yana çeker ve şüphesiz her biri diğerine baskın çıkmaya çalışırdı!”[4]

“....Sizin Allah'tan başka yalvarıp-yakardığınız bütün o (düzmece) varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahi, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta bir sinek onlardan bir şey kapacak olsa, onu bile geri alamazlar! Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar güçsüz!”[5]

“Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bu iki alem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi!...”[6]

Yukarıda sıraladığımız tüm ayetler, maddenin beyne nakledilmesi için hissin kullanılması çağrısını dile getirmekte, doğru sonucun ancak bu şekilde elde edilebileceğini ifade etmektedir. Hükümlerle ilgili ayetlerde de aynı çağrıyı bulabiliriz:

“Anneleriniz size haram kılınmıştır.”[7]

“Ölü eti size haram kılınmıştır.”[8]

“Hoşunuza gitmese de savaşmak size farz kılındı”[9]

“...Sizden kim bu aya (Ramazan ayına) erişirse, onda oruç tutsun.”[10]

“Ve iş hakkında (toplumu ilgilendiren her konuda) onlarla müşavere et.”[11]

“...Anlaşmalarınıza sadık olun!”[12]

“Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden, kendileriyle anlaşma yapmış bulunduğunuz, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran kimselere bir yükümsüzlük bildirisidir bu.”[13]

“...Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”[14]

“O halde sen Allah yolunda savaş; çünkü sen yalnızca kendi nefsinden sorumlusun...”[15]

“...Mü'minleri savaşa teşvik et.”[16]

“...(Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman), size helal olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin, (hatta) ikisi, üçü veya dördü ile”[17]

“Eğer çocuğunuzu emzirirlerse onlara (hak ettikleri) karşılığı verin....”[18]

Bütün bu ayetler, somut vakıalar ve gerçekler için somut hükümler ortaya koymaktadırlar. Ayetlerin öngördüğü hükümleri veya bu hükümlerin dayandığı gerçekleri anlamak ise ancak, “aklî metot”la olur. Başka bir ifadeyle, bu ayetler üzerinde düşünme eylemini gerçekleştirmek ve onları pratiğe geçirmek için, mantıksal tekniğe değil, “direkt” teknik olarak nitelediğimiz “aklî metot”a başvurmak gerekir. İlk bakışta mantıksal bir üslup görüntüsü veren;

“Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bu iki alem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi!”[19] ayeti bile, doğrudan doğruya, direkt bir üslupla ifade edilmiştir. Çünkü ayette ifade edilen sonuç, birtakım öncüllerle elde edilmemiştir. Ayet, birbirine bağlı öncüllerin değil, hissin doğrudan doğruya beyne taşınması çerçevesinde düşünme eylemine yapılan bir çağrının ifadesidir.

O halde insanların takip etmeleri gereken sağlıklı düşünmenin temel ilkesi, “doğrudan doğruya üslup” şeklinde adlandırabileceğimiz “aklî metot”dur. Ancak bu yolla düşünme eyleminden elde edilen sonuç “zanni” meselelerde gerçeğe en yakın sonuç olarak karşımıza çıkarken, “kat'i” meselelerde ise kesin ve şüphe götürmeyen bir sonuç olarak ortaya çıkar. Bütün mesele “düşünme”yle ilgilidir. “Düşünme” ise insanın ve insan yaşamının en önemli unsurudur. İnsanın hayatında nasıl bir rota izleyeceği buna bağlıdır. Bunu algılamak için de düşünmenin metodunu iyice kavramak gerekir.

İster gerçeklerin veya olayların algılanmasında ister birtakım metinlerin anlaşılmasında kullanılmış olsun düşünme eylemi sürekli değişken ve dallanıp budaklanan bir özelliğe sahip olduğu için, kaygan ve kaypak bir zeminle karşı karşıyadır. Bu nedenle sadece düşünmenin metodunu irdelemek yetmez. Bizzat "düşünme" mefhumunun da muhtelif hal, olay ve unsurlara göre açıkça irdelenmesi gerekmektedir. Bu açıdan, düşünmenin sistematiğini oluşturmak için, öncelikle birtakım meseleleri açıklığa kavuşturmak gerekir. Bunlar:

1. Düşünmenin hangi alanlarda eyleme dönüşmeye elverişli, hangi alanlarda elverişsiz olduğu meselesi,

2. Kâinat, insan ve hayat hakkında düşünme sistematiği

3. Hayat standardı hakkında düşünme

4. Gerçekler hakkında düşünme

5. Üsluplar hakkında düşünme

6. Araç gereçler hakkında düşünme

7. Gaye ve hedefler hakkında düşünme

8. Duyduğunu, okuduğunu yani metinleri anlama üzerinde düşünme

9. "Düşünme"ye ilişkin diğer unsurlar üzerinde düşünme

Şimdi birtakım kategorilere ayırarak sistematize ettiğimiz bu düşünme biçimlerini irdelemeye başlayalım.



[1] Tarık: 5

[2] Ğaşiye: 17

[3] Yasin: 37

[4] Mü’minun: 91

[5] Hacc: 73

[6] EnBiya: 22

[7] Nisa: 23

[8] Maide: 3

[9] Bakara: 216

[10] Bakara: 185

[11] Ali İmran: 159

[12] Maide: 1

[13] Tevbe: 1

[14] Bakara: 275

[15] Nisa: 84

[16] Enfal: 65

[17] Nisa: 3

[18] Talak: 6

[19] Enbiya: 22


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
DÜŞÜNMEYE ELVERİŞLİ OLAN VE OLMAYAN ALANLAR

Düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğu meselesinin, düşünürler de dahil olmak üzere pek çok insanı yanılgıya ve karmaşa içinde karmaşaya ittiği gayet açıktır. Aklın tanımını bilmek veya başka bir ifadeyle kesin ve şüphesiz bir şekilde aklın anlamını bilmek, düşünmenin ancak vakıa ortamında gerçekleşebileceğini ve somut vakıanın dışındaki ortamlarda gerçekleşemeyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Zira düşünme eylemi, vakıanın duyu organları vasıtasıyla beyne iletilmesinden ibarettir. Eğer ortada somut bir vakıa yoksa, akıl yürütülemez. Aynı şekilde vakıayı hissedecek bir hissin yokluğunda ne "düşünme"nin varlığından ne de düşünme imkânından söz edilebilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, bir çok düşünür vakıayı göz ardı ederek araştırmalarını sürdürmüşler, bu yüzden de karmaşa labirentinde dolaşıp durmuşlardır. Bu açıdan Yunan filozofları, araştırmalarını maddenin dışındaki unsurlara yöneltmişlerdir. Eğitim bilimciler de beyni taksim ederlerken, somut, yani hissedilebilir olanın dışındaki unsurlara dikkat etmişlerdir. Müslüman bilim adamlarının durumu da farklı değildir. Onlar da Allah'ın sıfatları, cennet, cehennem ve meleklerin nitelikleri gibi bir çok konuyu araştırırken, "hissetme"ye elverişli olmayan ortamlara yönelmişlerdir. Bunun da ötesinde pek çok meseleyi düşünürken; vakıanın dışında kalmak veya hissedilebilir olmayan şeyler üzerinde akıl yürütmek, insanlarda genel bir alışkanlık haline gelmiştir. O halde asıl çözülmesi gereken sorun, düşünmenin nerelerde elverişli, nerelerde elverişsiz olduğudur.

Bütün bu söylenenler ve üzerinde kafa yormaya bile gerek olmayan bir çok kesin ve şüphesiz bilgiler ışığında diyebiliriz ki; aklın tanımı ve "aklî metot"un düşünme için temel olarak ele alınması, vakıa ve hissedilebilir olmayan hiçbir şey hakkında akıl yürütülemeyeceğini açıkça göstermektedir. Vakıa ve hissedilebilir olanın dışındaki şeylere ilişkin yapılan düşünme eylemi, "aklî eylem" değildir. Sözgelimi, aklı; ilk akıl, ikinci akıl, üçüncü akıl... şeklinde taksim etmek, safsata ve hayal ürününden öteye geçmez. Çünkü bunlar, hissedilebilen veya hissedilmesi mümkün olan vakıalar değildir. Hayal gücünün teorik varsayımlardan çıkardığı sonuçlardır. Bu nedenle burada düşünme eyleminden bahsedilemez. Çünkü hayal ile düşünce farklı şeylerdir. Matematik bilimleriyle ilgili varsayımlar dahil, tüm varsayımlar, düşünme kategorisine girmezler. Dolayısıyla düşünme eyleminden de söz etmek mümkün değildir. Bu açıdan, Yunan felsefesinin bütünüyle düşünme ve düşünme eyleminin ürünü olmadığını söylemek mümkündür. Zira "aklî eylem"e değil, sadece birtakım varsayımlara ve faraziyelere dayanmaktadır. "Beyin bir kaç kısma ayrılmakta olup her bir kısmı bir bilim dalıyla ilgilidir..." şeklindeki görüş de tümüyle hayal ürünüdür ve vakıadan, gerçeklikten uzaktır. Çünkü beynin hissedilebilir gerçeği, onun birtakım bölümlere ayrılmadığını göstermektedir. Üstelik böyle bir tez, his vasıtasıyla da elde edilmemiştir. Zira çalışır halde olan beynin, yani düşünme operasyonunu gerçekleştiren beynin hissedilebilir olması mümkün değildir. O halde "beynin birtakım bölümlere ayrılması", vakıaya, gerçekliğe aykırı olmasının yanı sıra, duyular yoluyla elde edilen bir sonuç da değildir. Dolayısıyla pedagojinin ileri sürdüğü tüm bu düşünceler, "aklî eylem"in ürünü değildir. Bunlar, sadece varsayımlardır.

Aynı şekilde "Allah'ın kudret sıfatı vardır ve bu kudret sıfatı hem "ezeli" hem de "hâdis" özelliğine sahiptir" şeklinde ifade edilen görüşler, Allah'ın sıfatlarını aklî delillerle kanıtlama çabaları ve buna benzer nice örnekler aklî delillerle irdelendiğinde, bunların düşünceyle uzaktan yakından ilgisi olmadığı görülür. Çünkü bu düşünceler, "aklî eylem"den doğan düşünceler değildir. Kaldı ki, bu düşünceler insan duyularının algılayabileceği türden de değildir.

"Aklî eylem", yani akıl yürütme, ancak insan duyularının hissettiği bir gerçek veya vakıa üzerinde gerçekleştirilebilir. Ancak öyle şeyler vardır ki bir vakıaya yani gerçekliğe sahip olmalarına rağmen, insan duyuları onları doğrudan hissedip beyne taşıyamaz. Bu durumda insan duyusu bu tür şeylerin eserini, izini veya etkisini hissedip beyne taşır. Bu tür şeylerde akıl ancak bu şekilde yürütülebilir. Buna rağmen bunlara ilişkin yürütülen düşünme eylemi, onların özüne ve künhüne değil, varlığına yöneliktir. Zira duyu organları vasıtasıyla beyne iletilen, bu şeylerin eseri, izi veya etkileridir. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi ise, onun sadece varlığının bir göstergesidir. Onun özünü ve künhünü ifade etmez. Mesela, çıplak gözle görülemeyecek kadar yüksekte uçan, ancak sesi duyulabilen bir uçak düşünün. Bu ses, size bir şeyin, yani uçağın varlığı konusunda bir fikir verebilir; ancak uçağın özünü, cevherini açıklığa kavuşturamaz. Zira yukarıdan gelen ses, mevcut olan bir nesnenin sesidir. Hissin ayırt etme yetisiyle bu sesin bir uçağa ait olduğu anlaşılmıştır. Burada "aklî eylem", uçağın varlığı üzerinde odaklanmış, ardından uçağın var olduğuna karar vermiştir. Verilen bu karar, duyuların doğrudan uçağı hissetmesinden değil, onun eserini, izini, etkisini, yani onun göstergesi durumundaki bir şeyi algılamasından doğmuştur. Demek ki akıl, uçağın var olduğunu gösteren dolaylı etkenlerden yola çıkarak uçağın varlığıyla ilgili bir yargıya varmıştır. Gerçi Mirage tipi bir uçağın sesini Phantom tipi bir uçağın sesinden ayırt etmek ve tıpkı sesin türünden yola çıkarak gelen sesin bir uçağa ait olduğuna karar vermek gibi, yine uçağın sesinden ne tür bir uçak olduğuna karar vermek de mümkündür. Ancak bu bile gelen sesin bir uçağa ait olup olmadığını ve bir uçağa aitse ne tür bir uçağa ait olduğunu bilmeye, bunları birbirinden ayırt etme yetisine bağlıdır. Bütün bunlara karşın, verilen hüküm, uçağın özüne ve künhüne ilişkin bir hüküm değildir. Uçağa ilişkin dolaylı faktörlerden yola çıkarak bu varlığın türü hakkında verilen bir hüküm söz konusudur. Her ne olursa olsun verilen bu hüküm bir düşünce olarak kabul edilebilir. Çünkü bu hükümde "aklî eylem" fiilen gerçekleşmiştir. Duyu organları nesneye ilişkin birtakım faktörleri, yani nesnenin eserini, izini veya etkisini beyne ilettikler için "aklî eylem"den söz etmek mümkündür. Öte yandan uçağın varlığına ilişkin verilen hükmün, "zanni" bir hüküm olduğu da söylenemez. Çünkü mesele, insanın özünü hissetmeyip sadece eserini, izini veya etkisini hissedebildiği olay ve nesnelerle ilgili düşünme imkânının var olup olmadığı meselesidir. Bu tip nesnelerde bizi, olaylar hakkında akıl yürütülebilir mi, yürütülemez mi? sorusu ilgilendirmektedir. Gelen sesin bir uçağa ait olduğuna ilişkin "zanni" bir hüküm versek de; kendisinden ses çıkan bir nesnenin varlığına hükmetmek, yani "bu bir varlıktır" demek, "kesin" bir hükümdür. Kaldı ki "aklî metot"un sonuçları "zanni" olabildiği gibi, "kat'i/kesin" de olabilir. Bu sonuçlar, beyne iletilen his ve onu yorumlayan ön-bilgilere (a priori bilgilere) göre "kat'i" ya da "zanni" olabilirler.


devam edecek
 

tahsin33

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
23 May 2008
Mesajlar
2,697
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
69
Öte yandan hisle algılanamayan şeylerle ilgili düşünülürken, akıl yürütme eylemi bu şeylerin eseri, izi veya etkisine yöneltilir. Çünkü bir şeyin eseri, izi veya etkisi, onun varlığının bir parçasıdır. Bir şeyin eseri, izi veya etkisi hisle algılanabiliyorsa onun varlığı da algılanabiliyor demektir. Dolayısıyla böyle bir şeyin varlığıyla ilgili kesin bir şekilde akıl yürütülebilir. Aynı şekilde onun herhangi bir göstergesi, onu kendi türünden ayırt edebilecek biçimde his tarafından algılanabilir. Bunun dışında akıl yürütülemez, dolayısıyla düşünce de oluşmaz. Öte yandan, bazen his bir şeyin eseri, izi veya etkisini değil, onun niteliklerini algılar ve bu nitelikler o şeye ilişkin hüküm verme aracı haline gelirler. Örneğin; "Amerika özgürlükler düşüncesine inanan bir ülkedir" sözünü ele alalım, Bu sözün anlamı: "Amerika emperyalist bir ülke değildir." Oysa emperyalizm, halkların köleleştirilmesidir ki, bu da özgürlük düşüncesiyle çelişmektedir. O halde "Amerika özgürlükçü bir ülkedir" öncülü, Amerika'nın ülke dışındaki herhangi bir eseri, izi veya etkisinin değil, onun bir niteliğinin ifadesidir. Bir şeyin şöyle şöyle niteliklerinin olması, aynı şekilde bir esere, ize veya etkiye sahip olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle nitelikler üzerinde akıl yürütülmez. Üstelik söz konusu nitelik, hissin hüküm vermek için beyne ilettiği türden bir nitelik de değildir. Bu önermedeki nitelik, nitelenen şeyin herhangi bir eseri, izi veya etkisi durumunda değildir. Bu yüzden de onu bir öncül olarak ele alıp onun vasıtasıyla eylemler hakkında bir yargıya varmak mümkün değildir. Zira fiiller, yüklendikleri belli bir nitelik ya da özellikle insanda bulunmazlar. İnsan, fiilleri pek çok sıfatlar yüklenmiş olan pek çok vesilelerle ve nedenlerle kazanır. Örneğin; "İslâm şeref dinidir" demek, her Müslümanın şerefli olması anlamına gelmez. Çünkü şeref, dinle eşdeğer değil, dini prensiplerden sadece bir tanesidir. Ayrıca insanın bir dine inanması inandığı dinin bütün gereklerini yerine getiriyor olması anlamına da gelmez. Demek ki "şeref", dinin bir eseri veya izi değil, onun herhangi bir sıfatıdır. Dinin gereklerini yerine getirmek de böyledir. Bu nedenle söz konusu nitelik üzerinde akıl yürütülmez. Bu bağlamda yukarıdaki söz, düşünmenin ürünü değil, sadece bir varsayımdan ibarettir. Bütün bu söylenenlere paralel olarak diyebiliriz ki, düşünme eylemi bir şeyin, bir objenin sıfatına değil, onun eserine, izine veya etkisine uygulanabilir. Zira hissin bir şeyin ancak eserini, izini ve etkisini beyne iletmesi mümkündür, fakat bu durum o şeyin sıfatı için geçerli değildir. Bir şeyin sıfatı, hissedilmeye elverişli olmadığından duyu organlarıyla beyne iletilmesi mümkün değildir. Kısaca diyebiliriz ki; bir şeyin niteliği, kendisi veya eseri, izi ve etkisine ilişkin hüküm verme aracı olamaz ve bu durumda akıl yürütülmez. Çünkü böyle bir hüküm "aklî eylem"in ürünü değildir. Bir başka ifadeyle varsayımlar, hisle algılanmamış olduklarından bu varsayımlar, bir şey hakkında yargıya varma aracı olamazlar. Gerçi mantık öncüllerinde olduğu gibi, bazı varsayımlar hissedilmeye elverişlidir; fakat böyle bir durumda söz konusu terimler varsayım olmaktan çıkar, hatta gerçek bilgilere dönüşür. Varsayımlar, tahminden ibarettir. Varsayımlarda ne his ne de histen doğan tahmin söz konusudur. Öyleyse varsayım ve faraziyeleri düşünce olarak kabul etmek yanlıştır.

Öte yandan şöyle bir görüş ileri sürülebilir: Akıl yürütmeyi, sadece kendisi veya eseri, izi ve etkisi algılanabilen şeylerle sınırlamak, sadece somut şeyler üzerinde akıl yürütülebileceği anlamına gelir. Bu ise, sadece somut maddeyi incelemeyi öngören "bilimsel metot"un, düşünmenin temelini oluşturması demektir. Bu durumda akla, "aklî metot" da ne oluyor? şeklinde bir soru gelebilir.

Bu soruya karşılık diyoruz ki, "bilimsel metot" sadece hisle yetinmez, somut maddenin deney ve gözleme tabi tutulması koşulunu da ileri sürer. "Düşünme eylemi sadece hissedilebilir şeyler üzerinde gerçekleştirilebilir" derken söylediklerimiz, deney ve gözleme tabi maddeleri kapsamına aldığı gibi, salt hissetmeyle algılanabilen şeyleri de kapsamına alır. Bu ise, "bilimsel metot"a düşünmenin temeli rolünü vermez. Böyle bir kapsam, "bilimsel metodu"un doğru bir düşünme tekniği haline gelmesini sağlar. Çünkü "bilimsel metot" eşyanın hissedilebilir (somut) olmasını öngörmesinin yanında, buna bir de deney ve gözleme tabi tutulması şartını eklemektedir.

"Aklî metot"a gelince; bu metot düşünme eyleminin hissedilebilir somut nesne üzerinde yoğunlaşmasını öngörür.

"Aklî metot", aklın tanımında temel olarak ön bilgilerin varlığını değil, hissedilebilen vakıayı kabul eder. Ön bilgiler ise, hissedilen vakıa üzerinde akıl yürütmek için şarttır. Aksi takdirde hissedilen vakıa, sadece "hissedilen bir vakıa" olmaktan öteye geçmez. Akıl yürütmede temel olan, düşünme eyleminin hissedilebilir bir vakıa üzerinde gerçekleşmesidir. Yoksa bir şeyin varlığına ilişkin tahmin veya varsayımda bulunmak değildir. Bu nedenle ilk insanın düşünme biçimini ortaya koyma çabaları, akıl yürütme olarak kabul edilmez. Çünkü ilk insan şu anda hissedilebilir somut bir vakıa değildir. Oysa şu andaki insan, hissedilebilir somut bir vakıadır. Dolayısıyla şu andaki insana bakarak, ilk insanın nasıl düşündüğü araştırılır. Sonra da araştırmadan elde edilen sonuç insan cinsine uygulanır. Çünkü değişmeyen tek bir cins ve türe ait olan bir şey aynı tür ve cinsin tamamı için de aynıdır. Örneğin, toprak molekülü veya belli bir toprağı ele alalım, söz konusu toprak molekülü hakkında his yoluyla elde edilen tüm bulgular, tüm toprak cinsi veya türü için de geçerlidir. Molekülünü ele aldığımız bu toprak ister yaşadığımız çevrede bulunsun ister bulunmasın, ister üzerinde fikir yürütülsün ister yürütülmesin sonuç değişmez. Demek ki önemli olan, üzerinde fikir yürütülen eşyanın hissedilebilir bir gerçeğe, vakıaya veya bu gerçeğin eseri, izi ve etkisine sahip olmasıdır. Kendisi veya eseri, izi ya da etkisi hissedilmeyen şey hakkında akıl yürütülemez.

Bu bakımdan açıkça bilinmelidir ki, varılan yargılar ve edinilen bilgiler bir vakıaya, yani gerçekliğe dayanmıyorsa veya bu vakıa varsayımlara dayalı olarak elde edilmişse, bu durumda bir düşünce veya aklın ortaya koyduğu bir üründen söz etmek mümkün değildir. Zira akıl, hissedilebilir bir vakıa veya onun eseri, izi, etkisi olmadan işlevini yerine getiremez. Dolayısıyla akıl, ancak vakıa veya vakıanın eseri, izi ve etkisi üzerinde yürütülebilir. Bunun dışında aklî eylem meydana gelmez. Kitaplara geçmiş öyle çok şey vardır ki, bunları aklın ürünü olarak kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla düşünceden de sayılamazlar.


devam edecek
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt