Dört Mezhebin Farklı Hükümlerinin Hepsi Nasıl Hak Ve Doğru Oluyor
Cevabı çok zor gibi gözüken ve cevabı bilinmediği için birçok müslümanı mezhepler hakkında şüpheye düşüren bu sorunun cevabı son derece basittir. Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri, mezkûr soruya son derece güzel ve mukni bir cevap vermiştir. Bu cevap sayesinde, bir meseledeki farklı hükümlerin hepsinin hak ve doğru olabileceği son derece açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bizler bu cevabı sadeleştirerek naklediyoruz:
Eğer desen: Hak bir olur, nasıl böyle dört mezhebin muhtelif hükümlerinin tamamı hak olabilir?
El-Cevab: Bir su, beş farklı mizaçtaki hastalara göre beş farklı hüküm alır.
Şöyle ki:
• Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilaçtır. Demek su içmek; tıbben ona vaciptir.
• Diğer hastaya, zehir gibi zararlıdır. Demek su içmek; tıbben ona haramdır.
• Diğer bir hastaya, az zarar verir. Demek tıbben ona mekruhtur.
• Diğer hastaya ise faydalıdır, menfaat verir. Demek tıbben ona sünnettir.
• Diğer birisine de, ne zarardır ne de menfaat, afiyetle içsin. Demek tıbben ona mübahtır.
İşte hak burada farklılaştı. Su bir iken, beş hastaya göre, beş farklı hükme sebep oldu. Birine vacip, diğerine haram, bir diğerine mekruh ve diğerlerine de sünnet ve mübah oldu. Simdi sen diyebilir misin ki; “su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” Elbette diyemezsin. Zira suyun hükmü, hastalara ve mizaçlara göre farklılaşmaktadır.
Aynen bunun gibi, din ve şeriatın her bir hükmü, insanlar için bir ab-ı hayattır. Misalimizdeki suyun hükmünün beş farklı mizaca göre, beş farklı hüküm alması gibi, ilahi hükümler de, mezheplere tabi olanlara göre değişir. Bir hüküm birisine vacip olurken, diğerine mekruh, birisine haram olurken, diğerine mübah olabilmektedir. Bunu inkâr etmek, misalimizdeki suyun, bütün hastalara göre hükmünün tek olması gerektiğini iddia etmek gibi bir safsatadır. Bunu inkâr etmek, İslamın evrenselliğini inkâr etmek, ya da her insanın aynı fıtratta olduğunu kabul etmek gibi bir şeydir.
İşte mezhep imamları adeta bir doktor gibi, bulundukları coğrafyada yaşayan insanların mizaçlarına uygun hükümleri, Kuran ve sünnetten çıkarmıştır. O coğrafyada yaşayan bir müslüman için ilaç hükmünde -yani vacip olan- bir emir, başka bir coğrafyadaki müslüman için zehir -yani haram- olabilmektedir.
Mesela, İmam-ı Şafi’ye tabi olanlar, genellikle Hanefilere nispeten köylülüğü ve bedeviliğe yakın olduklarından, cemaati tekbir vücut hükmüne getiren sosyal hayattan mahrumdurlar. Bu sebeple her biri bizzat Allah’ın dergâhında kendi derdini söylemek ve hususi arzusunu istemek için imamın arkasında Fatiha’yı kendi başlarına okurlar. İmam-ı Azam’a tabi olan Hanefiler ise, ekseriyetle medeniyete ve şehirliliğe daha yakın ve sosyal hayatın daha içinde oldukları için, bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler, cemaatte kalben onu tasdik eder. Onun sözü, umumun sözü hükmüne geçer. Bu sırra binaen Hanefi mezhebinde olanlar imamın arkasında Fatiha’yı okumaz. İmam onlar namına okur ve diğerleri rabıta-i kalb ile imamı tasdik ederler. O halde imamın arkasında Fatiha’yı okumak Şafilere göre hak ve doğrudur. Onların mizaç ve tabiatlarının bir gereği ve neticesidir. Hanefilere göre ise Fatiha’yı okumamak hak ve hikmet olup, onların fıtratları da buna müsaittir. Bu sebeple İ. Şafi, Kuran ve sünnetten, imamın arkasında Fatiha’nın okunacağı hükmünü çıkartırken, İ. Azam ise aynı delillerden, imamın arkasında Fatiha’nın okunmaması gerektiğini çıkarmıştır. Mevcut deliller, her iki hükmü de içinde saklamaktadır. Her bir mezhep imamı, coğrafyasındaki insanların fıtratlarına uygun olan hükmü, bu delillerden istinbat etmiştir. Allah-u Teâlâ ise iki halden de razı olmaktadır.
Bu mesele, bir sonraki başlıktaki izahlar ile tam manasıyla anlaşılacaktır. Bu sebeple meseleyi daha fazla uzatmadan, “Kuran ve sünnet bir iken, görüşler niçin farklı oluyor?” sorusunun cevabına geçiyoruz:
Kuran ve sünnet bir iken, görüşler niçin farklı oluyor?
Bir mesele hakkındaki görüşlerin niçin farklı olduğuna, yani ihtilafın sebeplerine geçmeden önce, mezhepler arasındaki ihtilafı anlayamamanın ve buna hayret etmenin sebeplerini izah edelim. Bu sayede, ihtilafın zaruri bir netice olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
• İhtilafın sebebini anlayamamanın altında yatan en büyük sebep; kişinin, Allah’ın kelamı ile beşer kelamını birbirine karıştırmasıdır. Yani, beşer kelamı sadece bir iki manaya gelebildiğinden dolayı, Allah’ın kelamını da böyle bir kelam zannetmekte ve ihtilafı aklına sığıştıramamaktadır. Halbuki kelam-ı ezeli, hadsiz manaları içinde bulundurma özelliği taşımaktadır. Adeta Kuran kelimeleri birer deniz olup, içinde hadsiz manayı saklamaktadır. Her bir müctehid de, o kelime ve ayetlerden farklı manalar çıkarmakta ve farklı neticelere ulaşmaktadır. Dolayısıyla ihtilafın olmamasını istemek ve tek bir mezhebin olmasını talep etmek, Allah’ın ezeli kelamının, insan sözü gibi sadece birkaç manaya gelmesini arzu etmek ve ezeli kelamın mahiyetinden gaflet etmektir. O halde düzeltilmesi gereken ilk iş, Allah’ın ezeli kelamının mahiyetini öğrenmek ve bu kelamı beşer kelamına kıyas etmemektir.
• Yine bir meselede sadece tek bir görüşün olmasını istemek; İslamın evrenselliğini anlayamamaktan ötürüdür. Zira fıtratları, yaşam koşulları, kıtaları, örfleri ve daha birçok şeyi farklı olan insanların, furuat denilen ayrıntıya ait meselelerde aynı hükme tabi olması mümkün değildir. O halde ihtilaf, evrenselliğin zaruri bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Allah’ın rahmet ve kereminin mahiyetini bilmemektendir. Zira Allah-u Teâlâ, dinin yaşanmasını kolaylaştırmış, bir meselede razı olacağı farklı hükümleri göstererek, zaruret halinde başka bir mezhebin görüşüyle hüküm edilmesine müsaade etmiştir. Bu, Allah’ın rahmetinin ve kereminin bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; “dinde zorluk yoktur” hükmünü tersine çevirmeyi talep etmektir. Zira, eğer bir meselede sadece tek bir hüküm olsaydı, İslamı yaşamak insanlar için çok zor olurdu. Mesela Hanefi mezhebinde; kadına değmek abdesti bozmazken, Şafi mezhebinde bozmaktadır. Hac ve umre vazifesinde, tavaf ve say, abdestli yapılmak zorunda olduğundan, Şafi mezhebine mensup hacılar, bu ibadetlerde Hanefi mezhebini taklit ederek abdest almakta ve yanlışlıkla bir kadına dokunduğunda abdesti bozulmamaktadır. Eğer tek bir hüküm olup, abdestte kadına dokunmak mutlak olarak abdesti bozsaydı, hac ve umre vazifesi çok zorluklarla ancak eda edilebilirdi. Yine mesela, Hanefi mezhebinde kan abdesti bozarken, Şafi mezhebinde bozmamaktadır. Yarası kanayan veya ameliyat olan bir Hanefi, bu hali geçinceye kadar -zaruret halinde- Şafi mezhebini taklit ederek, bu mezhebin şartlarına uygun abdest alır ve bu abdest ile namazını kılar. Akan kan, abdestini bozmaz. Eğer bu konuda da tekbir hüküm olsaydı ve kan mutlak olarak abdesti bozsaydı, yarası olanlar, kaza geçirenler v.s. için namaz kılmak çok zor olacak ve belki de kişi namazdan uzaklaşacaktı. Demek ihtilaf, “dinde zorluk yoktur” hakikatinin zaruri bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Efendimizin (sav) bir meselede sadece bir tek uygulama yaptığını zannetmekten ötürüdür. Halbuki peygamberimiz (sav) -namazının kılınış şekli dâhil olmak üzere- bir meselede, birçok farklı uygulamalar yapmış ve her bir mezhep imamı bu uygulamalardan bir tanesini almıştır. Zaten peygamberimizin farklı uygulama yapmadığı ve hakkında tek bir nas olan konularda ihtilaf olmamıştır. Demek ihtilaf, peygamberimizin farklı uygulamalarının bir neticesidir.
Bu izahtan sonra ihtilafın sebeplerine geçebiliriz. Bir mesele hakkındaki görüşlerin farklı olmasının bir dizi sebebi vardır. Bizler bu sebeplerden sadece "ayetlerin ve hadislerin farklı anlama gelme" ihtimalini inceleyeceğiz. Zaten bu iki sebep anlaşıldığında, ihtilafın zaruri bir netice olduğu kati bir şekilde anlaşılacaktır. İhtilafın diğer sebeplerini ise usul-u fıkıh kitaplarına havale ediyoruz.
Cevabı çok zor gibi gözüken ve cevabı bilinmediği için birçok müslümanı mezhepler hakkında şüpheye düşüren bu sorunun cevabı son derece basittir. Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri, mezkûr soruya son derece güzel ve mukni bir cevap vermiştir. Bu cevap sayesinde, bir meseledeki farklı hükümlerin hepsinin hak ve doğru olabileceği son derece açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Bizler bu cevabı sadeleştirerek naklediyoruz:
Eğer desen: Hak bir olur, nasıl böyle dört mezhebin muhtelif hükümlerinin tamamı hak olabilir?
El-Cevab: Bir su, beş farklı mizaçtaki hastalara göre beş farklı hüküm alır.
Şöyle ki:
• Birisine, hastalığının mizacına göre su, ilaçtır. Demek su içmek; tıbben ona vaciptir.
• Diğer hastaya, zehir gibi zararlıdır. Demek su içmek; tıbben ona haramdır.
• Diğer bir hastaya, az zarar verir. Demek tıbben ona mekruhtur.
• Diğer hastaya ise faydalıdır, menfaat verir. Demek tıbben ona sünnettir.
• Diğer birisine de, ne zarardır ne de menfaat, afiyetle içsin. Demek tıbben ona mübahtır.
İşte hak burada farklılaştı. Su bir iken, beş hastaya göre, beş farklı hükme sebep oldu. Birine vacip, diğerine haram, bir diğerine mekruh ve diğerlerine de sünnet ve mübah oldu. Simdi sen diyebilir misin ki; “su yalnız ilaçtır, yalnız vaciptir, başka hükmü yoktur.” Elbette diyemezsin. Zira suyun hükmü, hastalara ve mizaçlara göre farklılaşmaktadır.
Aynen bunun gibi, din ve şeriatın her bir hükmü, insanlar için bir ab-ı hayattır. Misalimizdeki suyun hükmünün beş farklı mizaca göre, beş farklı hüküm alması gibi, ilahi hükümler de, mezheplere tabi olanlara göre değişir. Bir hüküm birisine vacip olurken, diğerine mekruh, birisine haram olurken, diğerine mübah olabilmektedir. Bunu inkâr etmek, misalimizdeki suyun, bütün hastalara göre hükmünün tek olması gerektiğini iddia etmek gibi bir safsatadır. Bunu inkâr etmek, İslamın evrenselliğini inkâr etmek, ya da her insanın aynı fıtratta olduğunu kabul etmek gibi bir şeydir.
İşte mezhep imamları adeta bir doktor gibi, bulundukları coğrafyada yaşayan insanların mizaçlarına uygun hükümleri, Kuran ve sünnetten çıkarmıştır. O coğrafyada yaşayan bir müslüman için ilaç hükmünde -yani vacip olan- bir emir, başka bir coğrafyadaki müslüman için zehir -yani haram- olabilmektedir.
Mesela, İmam-ı Şafi’ye tabi olanlar, genellikle Hanefilere nispeten köylülüğü ve bedeviliğe yakın olduklarından, cemaati tekbir vücut hükmüne getiren sosyal hayattan mahrumdurlar. Bu sebeple her biri bizzat Allah’ın dergâhında kendi derdini söylemek ve hususi arzusunu istemek için imamın arkasında Fatiha’yı kendi başlarına okurlar. İmam-ı Azam’a tabi olan Hanefiler ise, ekseriyetle medeniyete ve şehirliliğe daha yakın ve sosyal hayatın daha içinde oldukları için, bir cemaat, bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler, cemaatte kalben onu tasdik eder. Onun sözü, umumun sözü hükmüne geçer. Bu sırra binaen Hanefi mezhebinde olanlar imamın arkasında Fatiha’yı okumaz. İmam onlar namına okur ve diğerleri rabıta-i kalb ile imamı tasdik ederler. O halde imamın arkasında Fatiha’yı okumak Şafilere göre hak ve doğrudur. Onların mizaç ve tabiatlarının bir gereği ve neticesidir. Hanefilere göre ise Fatiha’yı okumamak hak ve hikmet olup, onların fıtratları da buna müsaittir. Bu sebeple İ. Şafi, Kuran ve sünnetten, imamın arkasında Fatiha’nın okunacağı hükmünü çıkartırken, İ. Azam ise aynı delillerden, imamın arkasında Fatiha’nın okunmaması gerektiğini çıkarmıştır. Mevcut deliller, her iki hükmü de içinde saklamaktadır. Her bir mezhep imamı, coğrafyasındaki insanların fıtratlarına uygun olan hükmü, bu delillerden istinbat etmiştir. Allah-u Teâlâ ise iki halden de razı olmaktadır.
Bu mesele, bir sonraki başlıktaki izahlar ile tam manasıyla anlaşılacaktır. Bu sebeple meseleyi daha fazla uzatmadan, “Kuran ve sünnet bir iken, görüşler niçin farklı oluyor?” sorusunun cevabına geçiyoruz:
Kuran ve sünnet bir iken, görüşler niçin farklı oluyor?
Bir mesele hakkındaki görüşlerin niçin farklı olduğuna, yani ihtilafın sebeplerine geçmeden önce, mezhepler arasındaki ihtilafı anlayamamanın ve buna hayret etmenin sebeplerini izah edelim. Bu sayede, ihtilafın zaruri bir netice olduğu daha kolay anlaşılacaktır.
• İhtilafın sebebini anlayamamanın altında yatan en büyük sebep; kişinin, Allah’ın kelamı ile beşer kelamını birbirine karıştırmasıdır. Yani, beşer kelamı sadece bir iki manaya gelebildiğinden dolayı, Allah’ın kelamını da böyle bir kelam zannetmekte ve ihtilafı aklına sığıştıramamaktadır. Halbuki kelam-ı ezeli, hadsiz manaları içinde bulundurma özelliği taşımaktadır. Adeta Kuran kelimeleri birer deniz olup, içinde hadsiz manayı saklamaktadır. Her bir müctehid de, o kelime ve ayetlerden farklı manalar çıkarmakta ve farklı neticelere ulaşmaktadır. Dolayısıyla ihtilafın olmamasını istemek ve tek bir mezhebin olmasını talep etmek, Allah’ın ezeli kelamının, insan sözü gibi sadece birkaç manaya gelmesini arzu etmek ve ezeli kelamın mahiyetinden gaflet etmektir. O halde düzeltilmesi gereken ilk iş, Allah’ın ezeli kelamının mahiyetini öğrenmek ve bu kelamı beşer kelamına kıyas etmemektir.
• Yine bir meselede sadece tek bir görüşün olmasını istemek; İslamın evrenselliğini anlayamamaktan ötürüdür. Zira fıtratları, yaşam koşulları, kıtaları, örfleri ve daha birçok şeyi farklı olan insanların, furuat denilen ayrıntıya ait meselelerde aynı hükme tabi olması mümkün değildir. O halde ihtilaf, evrenselliğin zaruri bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Allah’ın rahmet ve kereminin mahiyetini bilmemektendir. Zira Allah-u Teâlâ, dinin yaşanmasını kolaylaştırmış, bir meselede razı olacağı farklı hükümleri göstererek, zaruret halinde başka bir mezhebin görüşüyle hüküm edilmesine müsaade etmiştir. Bu, Allah’ın rahmetinin ve kereminin bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; “dinde zorluk yoktur” hükmünü tersine çevirmeyi talep etmektir. Zira, eğer bir meselede sadece tek bir hüküm olsaydı, İslamı yaşamak insanlar için çok zor olurdu. Mesela Hanefi mezhebinde; kadına değmek abdesti bozmazken, Şafi mezhebinde bozmaktadır. Hac ve umre vazifesinde, tavaf ve say, abdestli yapılmak zorunda olduğundan, Şafi mezhebine mensup hacılar, bu ibadetlerde Hanefi mezhebini taklit ederek abdest almakta ve yanlışlıkla bir kadına dokunduğunda abdesti bozulmamaktadır. Eğer tek bir hüküm olup, abdestte kadına dokunmak mutlak olarak abdesti bozsaydı, hac ve umre vazifesi çok zorluklarla ancak eda edilebilirdi. Yine mesela, Hanefi mezhebinde kan abdesti bozarken, Şafi mezhebinde bozmamaktadır. Yarası kanayan veya ameliyat olan bir Hanefi, bu hali geçinceye kadar -zaruret halinde- Şafi mezhebini taklit ederek, bu mezhebin şartlarına uygun abdest alır ve bu abdest ile namazını kılar. Akan kan, abdestini bozmaz. Eğer bu konuda da tekbir hüküm olsaydı ve kan mutlak olarak abdesti bozsaydı, yarası olanlar, kaza geçirenler v.s. için namaz kılmak çok zor olacak ve belki de kişi namazdan uzaklaşacaktı. Demek ihtilaf, “dinde zorluk yoktur” hakikatinin zaruri bir neticesidir.
• Yine tek bir mezhebin olmasını istemek; Efendimizin (sav) bir meselede sadece bir tek uygulama yaptığını zannetmekten ötürüdür. Halbuki peygamberimiz (sav) -namazının kılınış şekli dâhil olmak üzere- bir meselede, birçok farklı uygulamalar yapmış ve her bir mezhep imamı bu uygulamalardan bir tanesini almıştır. Zaten peygamberimizin farklı uygulama yapmadığı ve hakkında tek bir nas olan konularda ihtilaf olmamıştır. Demek ihtilaf, peygamberimizin farklı uygulamalarının bir neticesidir.
Bu izahtan sonra ihtilafın sebeplerine geçebiliriz. Bir mesele hakkındaki görüşlerin farklı olmasının bir dizi sebebi vardır. Bizler bu sebeplerden sadece "ayetlerin ve hadislerin farklı anlama gelme" ihtimalini inceleyeceğiz. Zaten bu iki sebep anlaşıldığında, ihtilafın zaruri bir netice olduğu kati bir şekilde anlaşılacaktır. İhtilafın diğer sebeplerini ise usul-u fıkıh kitaplarına havale ediyoruz.