Önsöz
Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin so*nuncusu olan Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya salat ve se*lam olsun. Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra otuz yılı geç*meyen kısa bir dönem vardır ki İslam Tarihi'nde bu döneme: Hu-lefa-i Raşidin (Dört Halife) Devri [1] denir. Bu dönemde yalnızca dört halife birbirlerini takib etmişlerdir. Allah Teala'nm, kulları için beğenip seçtiği, memnun ve razı olduğu en doğru idare şekli*ni tatbik ettikleri ve Hz. Peygamber (savj'in izinden yürüdükleri için bu süreye Hilafet-i Raşide (doğru ve isabetli halifelik) devri denilmiştir.
Bu dönem Hz. Peygamber (sav)'in, başlattığı idare şeklinin ve devrinin bir tamamlayıcısı olmuştur. Dolayısıyla bu devrin tama*mı, Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayan ve Hz. Ali'nin şehit edilmesiyle sona eren, dünya üzerindeki yega*ne İslam devletinin var olduğu süredir ki bu süre kırk yıldır. Bu müddet, süreklilik göstermiş en doğru İslamî yönetim şeklinin tek Örneğidir. Bütün özellik ve sonuçlarıyla böyle bir yönetim şekli yer yüzünde bir defa daha vücut bulmamıştır. Ancak Emevilerden Ömer Bin Abdülaziz'in kısa süren devrinde olduğu gibi zaman zaman bazı yönleriyle bu özelliği gösteren İslamî idare şekilleri ol*muştur. Bu idare şekli, kendisi ve milleti için dünya ve ahiret mut*luluğu isteyen her yönetici ve siyaset adamının seçebileceği ve müslümanların, her zaman, idarecilerinden tatbikini isteyip, elle*rine imkan geçtiği takdirde uygulamaya Allah tarafından davet edildikleri ilahi nizamdır.
Müslümanların, ilk İslam Devletini örnek alarak yönetilmek istemelerinin sebebi, bu devletin hakim olduğu süre içinde Mede*niyetin en uc noktasına ulaşmış olmasındandır. Tabi ki medeni*yetten maksadımız burada anlatmak istediğimiz medeniyettir; müslümanın imanından fışkıran ve onun üzerinde temellenen medeniyettir ki insan için mutluluğu temin eden medeniyet esa*sen budur.
Yoksa medeniyet, aksine insanı köleleştiren, onu zelil duruma düşüren, şehvet ve hayvani arzularının bütün iplerini onun eline teslim eden ve bitmez tükenmez menfaat kavgalarına yol açmak, fesad ve anarşiyi her yere yaymak suç ve cinayetlerin her yerde iş*lenmesine sebep oluşturmak üzere onu hayvani arzularına esir eden, kuvveti zulme, zenginlik ve imkanları şımarıklık ve yoldan sapmışlığa dönüştüren, hırsız çetelerinin insan topluluklarına musallat olup her türlü arzularını gerçekleştirmelerini kolaylaştı*ran medeniyet (!) değildir.
İşte bu anlamdaki medeniyetin egemen olması sebebiyledir ki geniş insan topluluklarını sömüren ve onların sırtından geçinen azınlıklar bir araya gelebilmekte, yardımlaşarak (vahşet suretinde*ki bu medeniyetlerini) devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Bunla*rın nazarında medeniyet şahsi ve ferdi bir anlam taşımakta, aksi*ne, toplum fertlerinin her birini de aynı zamanda ilgilendiren bir mesele olarak düşünülmemektedir.
Gerçek şudur ki İslam, insana hayatı en doğru şekliyle tanım*lamış, Allah'ın kendisine bahşettiği çeşitli üstün meziyetlere rağ*men O'nun, başkalarını baskısı altına almak, beşer cinsinden di*ğer insan kardeşlerine zulmetmek için bu meziyetlerden dolayı kendini haklı görecek bir büyüklük ve ayrıcalığa sahip olmadığını ona bildirmiştir. Keza hiç bir milletin, başka bir milleti hakimiyeti altına alıp onu ezmek için sahip olabileceği bir hak ve yetki yoktur.
Bununla beraber insanoğlu diğer varlıkların yanında önemsiz ve değersiz bir yaratık da değildir. Dolayısıyla, diğer varlıkların önünde dize gelmek gerek eski çağlarda gerekse günümüzde gü*neşe, aya, yıldızlara ve ağaçlara ibadet eden putperestler gibi on*lara tapmak durumunda değildir. Bilakis insanoğlu değerli ve yer*yüzünü imar etmekle görevlendirilmiş bir yaratıktır. Ancak ona, bu veraset verilirken istediği her şeyi sonsuz bir hürriyetle yapma yetkisi verilmemiştir. Aksine o, kendisini yaratan, yer yüzüne varis kılan, hayatını düzene sokacak disiplin ve yolu ilham eden Allah Teala'ya karşı her halükârda sorumludur. Yaptığı her işten ve ey*lemlerinin her sonucundan sorumludur. İyi davranırsa elbette ki bunun mükafatını alacaktır, kötülük işlerse hiç şüphesiz ki layık olduğu cezayı görecektir.
Müslüman kişi, Rabbinin gerek kendisine, gerekse elinde bu*lunan her şeye sahip olduğunu ikrar eden ve O'na karşı her fiilin*de sorumlu bulunduğunun şuurunu taşıyan kimsedir. Aynı za*manda o bu statüsüyle ve yeryüzünün varisi olmak sıfatıyla diğer tüm varlıklardan daha üstündür.
Bu noktadan hareketledir ki o ilk örnek İslam toplumunda her ferd îslamı en doğru şekliyle algılamasının ve toplum içindeki ger*çek yerini bilmesinin bir sonucu olarak rolünü çok iyi yerine geti*riyordu. Dolayısıyla her ferd toplum içinde yararlı bir kişi olarak yerini alıyor, birbirini ayakta tutan toplum binasının bir temel ta*şını oluşturuyordu. Ve işte bu sebepledir ki o üstün ve örnek top*lum meydana gelmiş oldu. Yine bu sebeple ve kişinin sahip oldu*ğu üstün müslümanlık anlayışı sayesindedir ki cihada herkes ken*diliğinden katılıyor, şahadet mertebesine erişmeyi arzu ediyordu. Bunun tabii sonucu olarak da büyük zaferler elde edildi, geniş fe*tihler gerçekleştirildi. O devrin sorumluları (ki onlar da halifeler idi.) toplum içinde bu mühim noktaları en çok idrak eden ve veri*lerini en iyi anlayıp değerlendiren kimselerdi. Bunun bir sonucu olarak O devirde insancıl bir medeniyet dünyaya hakim oddu. Top*lumun fertleri mükemmel bir saadet elde ettiler, eşitlik, adalet, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadılar. Arzuları yerine geldi ve re*fah temin edildi.
Bu gerçeği daha iyi aydınlatabilmek için Halifelerle günümü*zün diktatörleri arasında karşılaştırma yaparak birkaç Örnek ver*mek mümkündür. Ta ki Islamm kendi orijinal boyasıyla özellik ka*zanan o seçkin insanlarla, maddenin ve dünyevi çıkarların şımart*mış bulunduğu, bu diktatörler arasındaki açık farkı görebilelim: Dört Halifenin de hayatları hemen hemen aynı özellikleri taşıdığı için, istediğimiz neticeyi elde etmek maksadıyla onların hayatın*dan, halk arasında da meşhur olan sadece birkaç kesiti almakla yetineceğiz.
Müslüman milletlerin bütün halk yığınları, kendileri için Ön*der olarak tanıdıkları dört halifenin hayatlarını çok iyi bilmekte*dirler. Fakat başlarındaki diktatörlerin onlar gibi yaşayıp davran*malarını istemekten çekinmektedirler. Çünkü baskı vardır ve şid*detli zulüm hüküm sürmektedir. Bu sebeple halk cesaret edip ses çıkaramamaktadır. Ayrıca müslüman milletler îslamın bir hayat nizamı olarak uygulanmasını şiddetle arzu etmektedirler. Bu hu*susta en ufak bir fırsat bulduklarında hemen harekete geçmekte bütün samimiyet ve fedakarlıklarıyla mücadele vermektedirler. Bunun en canlı örneğini İran'da görüyoruz. İran Şah döneminde fesadın zulüm ve baskının en uc kertesine ulaşmıştı. Hatta diyebi*liriz ki İran, kötü idare, zulüm ve diktatorya olarak diğer İslam ül*kelerinin tümünü geride bırakmıştı. Şahın kılıcı diğer diktatörlerin hepsinden daha çok millete musallat olmuştu. İran, gizli istihba*rat servisi dünyada mevcut istihbarat Örgütlerinin hemen hepsin*den daha üstündü. Buna ilave olarak, petrole yönelik çıkarları yü*zündün küfür ülkeleri şah diktatoryasmı korumak amacıyla bütün güçlerini en ufak bir İslami harekete karşı onun hizmetine amade kılmışlardı. Buna rağmen halk yığınları İslama dönük bir hareke*tin başladığını ne zamanki gördü, Şah diktasına karşı onu derhal destekledi ve yanında yer aldı. Küfür ülkeleri, İslama doğru hızla ilerlemeye başlayan bu hareketi bir sürpriz olarak karşılarında buldular. Çünkü hiç böyle bir şey beklemiyor ve tahmin edemiyor-lardı. Bu sebeple İslamî hareket onların üzerinde şok tesiri yaptı.
Çünkü çıkarları ziyana uğradı ve İslam Hakim oldu. Dolayısıyla bu hareket, İslam düşmanlarının (Batılıların, Amerika'nın ve dünya Siyonist -Haçlı İttifakçılarının) karşılaştığı en korkunç ve en acı bir hadise oldu.
Dört Halifenin hayatlarından vereceğimiz kesitler, genel top*lumsal hayatı ilgilendirmesi açısından önem taşıyan sosyal yaşan*tılarından örneklerdir.
Raşid Halifeler: (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) gönül alçaklığının ve sadeliğin en üstün örneklerini sergile*mişlerdir. Mesela Hz. Ebu Bekir, devlet başkanlığına seçilmeden önce oturduğu Sinh Mahallesi halkının koyunlarını sağar onlara yardım ederdi. Halife (Yani devlet başkanı) seçilince, civar aileler*den birinin cariyesi [2]"Ebu Bekir artık bundan sonra mahallemi*zin koyunlarını sağmaz" demiş. Hz. Ebu Bekir bunu duyunca:
"Bilakis, hayatım üzerine yemin ederim ki yine de sağaca*ğım. Umarım üstlendiğim görev, ahlak ve alışkanlığımı değiştire*cek bir gayret (ve büyüklenmeye) beni itmez" diye cevap vermiş*tir. Nitekim bu işi o mahalleden Medine'nin merkezine altı ay son*ra taşınıncaya kadar da devam ettirmiştir.
Yine Hz. Ebu Bekir, devesinin yuları elinden düştüğünde, iner ve kendisi alırdı. Yanındakiler O'na:
- Emretseydin biz alır, O'nu sana verirdik, deyince:
- Rasulullah (sav) bize: "İnsanlardan bir şey istemeyin!" bu*yurmuştur, cevabını verirdi.
İşte bir devlet başkanının göstermiş bulunduğu bu eşsiz ve çarpıcı tevazuu, -Allah'ın, merhametiyle muamele buyurduğu kimseden hariç- insanlar artık unutmuş, kaybetmiş bulunmakta*dır. Adama bakıyorsunuz bir mevki elde edince kendini bütün in*sanlardan daha üstün görmeye başlıyor, insanlarla artık duvarla*rın ardından konuşuyor ve burnu büyüyor... İnsanlar, bir takım engelleri atlayarak, nöbetçilerden, sivil ve gizli istihbarat ajanlarından oluşan surları aşabilirlerse ancak onunla görüşme imkanı*nı bulabiliyorlar.
Şimdi de toplumun dertleri, meseleleri ve menfaatleri bakı*mından konuya bakalım. Bu da bize devlet büyüğünün, birinci derecedeki sorumlu olarak vatandaşının hayatıyla ilgilenmesini hatırlatır.
Halifeler gündüzün halk arasına girer, piyasayı dolaşırlardı, halkın durumunu, hal ahvalini araştırır, sorarlardı. Keza gece de dolaşır, bu sefer ihtiyaç sahiplerini yoklar, şehrin civarında konak*lamış bulunan ticaret kervanlarındaki yabancıları, gurbetzedeleri ve bedevileri ziyaret eder, sorunlarını halletmeye çalışırlardı. Bir keresinde Hz. Ömer, gece Medine sokaklarında dolaşırken En-sar'dan bir hanımın tulumla su taşıdığını gördü. Durumunu so*runca bu hanım, kalabalık bir aile annesi olduğunu ve kendilerine su taşıyacak bir hizmetçileri bulunmadığı için işte böyle geceleri ancak çıkabildiğini, çünkü gündüzün dışarıya çıkmayı uygun gör*mediğini anlattı. Hz. Ömer, bunun üzerine, tulumunu alarak evi*ne kadar taşıdı. Sonra da O'na:
- Yarın Ömer'e uğra, sana bir hizmetçi tayin etsin, dedi. Ka*dın:
- Ben Ömer'in huzuruna çıkamam ki, deyince Hz. Ömer:
- Bilakis! O'nu Allah'ın izniyle görebilirsin, cevabını vererek ilgilendi. Kadın gerçekten de ertesi gün Hz. Ömer'e gidince, akşam O'na yardım edenin bizzat kendisi olduğunu görüp mahcup oldu ve hemen geri dönmek istedi. Ancak Hz. Ömer, peşine adam sala*rak O'nu geri getirtti ve kendisine hem bir hizmetçi tayin etti, hem de tahsisat ayırdı.
Hulefa-i Raşidin devrinden bu yana, devletin başındaki adam artık makamından ayrılıp kolay kolay halkın arasına girememekte, hatta akrabalarını ve yakınlarını bile ziyaret edememektedir. Dışa*rıya çıktığı zaman devletin güvenlik güçleri, istihbarat ajanları grup grup onu önden arkadan korumaya çalışmakta, polis kuvvet*leri saf saf geçeceği güzergahlar üzerinde uzun mesafelere kadar uzayıp durmakta, yolunun üzerinde sağlı sollu barikatlar meyda*na getirmektedirler. Devlet başkanının, hangisine bindiği belli ol*masın diye birbirlerine tıpatıp benzeyen bir sürü makam arabala*rı rüzgarla yarışırcasına birbirlerini izleyip gitmektedirler.
Şimdi de iyisiyle kötüsüyle hayatın bağlı olduğu ekonomik cepheden bu karşılaştırmayı yapmaya çalışalım:
Hz. Ebu Bekir ticaretle uğraşan bir kimseydi. Her gün piyasaya çıkar, alım satım yapardı. Halife seçildikten sonra yine bir gün, el*biselik cinsinden mallarını omuzlayıp çarşıya çıktı. Yolda O'na Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde rastladılar:
- Ey Rasulullah'm halifesi nereye böyle, diye sordular.
- Pazara çıkıyorum, diye cevap verdi.
- Ne yapacaksın pazarda? Sen artık müslümanlar tarafından, onları idare etmek üzere seçilmiş bulunuyorsun, diye kendisini uyardılar.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:
- Peki çoluk çocuğumu kim geçindirecek, diye sorunca,
- Yürü bakalım bizimle, gidip sana bir maaş tayin edelim de*diler.
O da kendilerine refakat etti. Gidip konuştular ve kendisine her gün için bir koyunun yansı kadar bir maaş tayin ettiler.
- Er-Riyadun-Nadıra'da şöyle kaydedilmektedir:
Hz. Ebu Bekir'e yıllık maaş olarak ikiyüzelli dinar para ve (ba*şı, işkembe ve sakatatı alınmış) bir koyun tayin edildi. Ancak bu maaş kendisine yetmiyordu. Çünkü devlet başkam olarak seçilin*ce bütün varını yoğunu devlet hazinesine bırakmıştı. Bu sebeple Baki pazarına çıkıp alım satımla uğraşıyordu. Bir gün Hz. Ömer bir grup kadına rastlayıp:
- Ne bekliyorsunuz, şikayetiniz nedir, diye sordu. Onlar da:
- Rasulullah'm halifesiyle görüşmek istiyoruz, dediler. Bunun üzerine Hz.Ömer, Hz. Ebu Bekir'i aramaya çıktı. O'nu pazarda buldu. Elinden tutup:
- Gel bakalım! diye çekip götürmeye çalışırken Hz. Ebu Bekir kızarak:
- Size başkanlık etmeye ihtiyacım yok! Bana bir maaş bağla*dınız, ne bana ne de aileme yetmiyor, diye yakınıp serzenişte bu*lundu. Hz. Ömer:
- Arttırırız, cevabını verince Hz. Ebu Bekir:
- Üçyüz dinar para ve bir koyunun tamamını isterim, dedi. Hz. Ömer:
- işte bu olmaz! diye diretti. Onlar böyle pazarlık ederlerken Hz. Ali çıkageldi ve:
- Ömer! O'na tamamla, diye muvafakatta bulundu. Hz. Ömer:
- Demek öylesini daha mı uygun görüyorsun, diyerek teyidini almak istedi. Hz. Ali de:
- Evet, deyince Hz.Ömer:
- Peki, yaptık. Öyle olsun, deyip onayladı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:
- Siz, muhacirlerden sadece iki kişisiniz, bilmem ki Öbürleri de muvafakat ederler mi? diyerek tereddüdünü açıkladıktan son*ra gidip kürsüye çıkarak halka hitab etmek istedi. Etrafını saran halka:
- Ey Ahali! Bakın, benim yıllık maaşım: îkiyüzelli dinar para ve (sakatatı alınmış) bir koyun idi- Ömer ve Ali bunu üçyüz dinar para ve sağlam bir koyuna çıkardılar. Siz de buna rıza gösteriyor musunuz, diye sordu. Bütün muhacirler:
- Evet, diye cevap verirlerken kenarda bulunan bir bedevi:
- Hayır vallahi! Hiç de razı değiliz. Çöldeki halkın hakkı nere*de? diye itirazda bulundu. Ancak Hz. Ebu Bekir:
- Muhacirler razı olduktan sonra artık siz uymak zorundası*nız, cevabını verdi.
Devamı sonraki mesajda...
Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin so*nuncusu olan Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa'ya salat ve se*lam olsun. Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra otuz yılı geç*meyen kısa bir dönem vardır ki İslam Tarihi'nde bu döneme: Hu-lefa-i Raşidin (Dört Halife) Devri [1] denir. Bu dönemde yalnızca dört halife birbirlerini takib etmişlerdir. Allah Teala'nm, kulları için beğenip seçtiği, memnun ve razı olduğu en doğru idare şekli*ni tatbik ettikleri ve Hz. Peygamber (savj'in izinden yürüdükleri için bu süreye Hilafet-i Raşide (doğru ve isabetli halifelik) devri denilmiştir.
Bu dönem Hz. Peygamber (sav)'in, başlattığı idare şeklinin ve devrinin bir tamamlayıcısı olmuştur. Dolayısıyla bu devrin tama*mı, Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayan ve Hz. Ali'nin şehit edilmesiyle sona eren, dünya üzerindeki yega*ne İslam devletinin var olduğu süredir ki bu süre kırk yıldır. Bu müddet, süreklilik göstermiş en doğru İslamî yönetim şeklinin tek Örneğidir. Bütün özellik ve sonuçlarıyla böyle bir yönetim şekli yer yüzünde bir defa daha vücut bulmamıştır. Ancak Emevilerden Ömer Bin Abdülaziz'in kısa süren devrinde olduğu gibi zaman zaman bazı yönleriyle bu özelliği gösteren İslamî idare şekilleri ol*muştur. Bu idare şekli, kendisi ve milleti için dünya ve ahiret mut*luluğu isteyen her yönetici ve siyaset adamının seçebileceği ve müslümanların, her zaman, idarecilerinden tatbikini isteyip, elle*rine imkan geçtiği takdirde uygulamaya Allah tarafından davet edildikleri ilahi nizamdır.
Müslümanların, ilk İslam Devletini örnek alarak yönetilmek istemelerinin sebebi, bu devletin hakim olduğu süre içinde Mede*niyetin en uc noktasına ulaşmış olmasındandır. Tabi ki medeni*yetten maksadımız burada anlatmak istediğimiz medeniyettir; müslümanın imanından fışkıran ve onun üzerinde temellenen medeniyettir ki insan için mutluluğu temin eden medeniyet esa*sen budur.
Yoksa medeniyet, aksine insanı köleleştiren, onu zelil duruma düşüren, şehvet ve hayvani arzularının bütün iplerini onun eline teslim eden ve bitmez tükenmez menfaat kavgalarına yol açmak, fesad ve anarşiyi her yere yaymak suç ve cinayetlerin her yerde iş*lenmesine sebep oluşturmak üzere onu hayvani arzularına esir eden, kuvveti zulme, zenginlik ve imkanları şımarıklık ve yoldan sapmışlığa dönüştüren, hırsız çetelerinin insan topluluklarına musallat olup her türlü arzularını gerçekleştirmelerini kolaylaştı*ran medeniyet (!) değildir.
İşte bu anlamdaki medeniyetin egemen olması sebebiyledir ki geniş insan topluluklarını sömüren ve onların sırtından geçinen azınlıklar bir araya gelebilmekte, yardımlaşarak (vahşet suretinde*ki bu medeniyetlerini) devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Bunla*rın nazarında medeniyet şahsi ve ferdi bir anlam taşımakta, aksi*ne, toplum fertlerinin her birini de aynı zamanda ilgilendiren bir mesele olarak düşünülmemektedir.
Gerçek şudur ki İslam, insana hayatı en doğru şekliyle tanım*lamış, Allah'ın kendisine bahşettiği çeşitli üstün meziyetlere rağ*men O'nun, başkalarını baskısı altına almak, beşer cinsinden di*ğer insan kardeşlerine zulmetmek için bu meziyetlerden dolayı kendini haklı görecek bir büyüklük ve ayrıcalığa sahip olmadığını ona bildirmiştir. Keza hiç bir milletin, başka bir milleti hakimiyeti altına alıp onu ezmek için sahip olabileceği bir hak ve yetki yoktur.
Bununla beraber insanoğlu diğer varlıkların yanında önemsiz ve değersiz bir yaratık da değildir. Dolayısıyla, diğer varlıkların önünde dize gelmek gerek eski çağlarda gerekse günümüzde gü*neşe, aya, yıldızlara ve ağaçlara ibadet eden putperestler gibi on*lara tapmak durumunda değildir. Bilakis insanoğlu değerli ve yer*yüzünü imar etmekle görevlendirilmiş bir yaratıktır. Ancak ona, bu veraset verilirken istediği her şeyi sonsuz bir hürriyetle yapma yetkisi verilmemiştir. Aksine o, kendisini yaratan, yer yüzüne varis kılan, hayatını düzene sokacak disiplin ve yolu ilham eden Allah Teala'ya karşı her halükârda sorumludur. Yaptığı her işten ve ey*lemlerinin her sonucundan sorumludur. İyi davranırsa elbette ki bunun mükafatını alacaktır, kötülük işlerse hiç şüphesiz ki layık olduğu cezayı görecektir.
Müslüman kişi, Rabbinin gerek kendisine, gerekse elinde bu*lunan her şeye sahip olduğunu ikrar eden ve O'na karşı her fiilin*de sorumlu bulunduğunun şuurunu taşıyan kimsedir. Aynı za*manda o bu statüsüyle ve yeryüzünün varisi olmak sıfatıyla diğer tüm varlıklardan daha üstündür.
Bu noktadan hareketledir ki o ilk örnek İslam toplumunda her ferd îslamı en doğru şekliyle algılamasının ve toplum içindeki ger*çek yerini bilmesinin bir sonucu olarak rolünü çok iyi yerine geti*riyordu. Dolayısıyla her ferd toplum içinde yararlı bir kişi olarak yerini alıyor, birbirini ayakta tutan toplum binasının bir temel ta*şını oluşturuyordu. Ve işte bu sebepledir ki o üstün ve örnek top*lum meydana gelmiş oldu. Yine bu sebeple ve kişinin sahip oldu*ğu üstün müslümanlık anlayışı sayesindedir ki cihada herkes ken*diliğinden katılıyor, şahadet mertebesine erişmeyi arzu ediyordu. Bunun tabii sonucu olarak da büyük zaferler elde edildi, geniş fe*tihler gerçekleştirildi. O devrin sorumluları (ki onlar da halifeler idi.) toplum içinde bu mühim noktaları en çok idrak eden ve veri*lerini en iyi anlayıp değerlendiren kimselerdi. Bunun bir sonucu olarak O devirde insancıl bir medeniyet dünyaya hakim oddu. Top*lumun fertleri mükemmel bir saadet elde ettiler, eşitlik, adalet, güven ve gönül rahatlığı içinde yaşadılar. Arzuları yerine geldi ve re*fah temin edildi.
Bu gerçeği daha iyi aydınlatabilmek için Halifelerle günümü*zün diktatörleri arasında karşılaştırma yaparak birkaç Örnek ver*mek mümkündür. Ta ki Islamm kendi orijinal boyasıyla özellik ka*zanan o seçkin insanlarla, maddenin ve dünyevi çıkarların şımart*mış bulunduğu, bu diktatörler arasındaki açık farkı görebilelim: Dört Halifenin de hayatları hemen hemen aynı özellikleri taşıdığı için, istediğimiz neticeyi elde etmek maksadıyla onların hayatın*dan, halk arasında da meşhur olan sadece birkaç kesiti almakla yetineceğiz.
Müslüman milletlerin bütün halk yığınları, kendileri için Ön*der olarak tanıdıkları dört halifenin hayatlarını çok iyi bilmekte*dirler. Fakat başlarındaki diktatörlerin onlar gibi yaşayıp davran*malarını istemekten çekinmektedirler. Çünkü baskı vardır ve şid*detli zulüm hüküm sürmektedir. Bu sebeple halk cesaret edip ses çıkaramamaktadır. Ayrıca müslüman milletler îslamın bir hayat nizamı olarak uygulanmasını şiddetle arzu etmektedirler. Bu hu*susta en ufak bir fırsat bulduklarında hemen harekete geçmekte bütün samimiyet ve fedakarlıklarıyla mücadele vermektedirler. Bunun en canlı örneğini İran'da görüyoruz. İran Şah döneminde fesadın zulüm ve baskının en uc kertesine ulaşmıştı. Hatta diyebi*liriz ki İran, kötü idare, zulüm ve diktatorya olarak diğer İslam ül*kelerinin tümünü geride bırakmıştı. Şahın kılıcı diğer diktatörlerin hepsinden daha çok millete musallat olmuştu. İran, gizli istihba*rat servisi dünyada mevcut istihbarat Örgütlerinin hemen hepsin*den daha üstündü. Buna ilave olarak, petrole yönelik çıkarları yü*zündün küfür ülkeleri şah diktatoryasmı korumak amacıyla bütün güçlerini en ufak bir İslami harekete karşı onun hizmetine amade kılmışlardı. Buna rağmen halk yığınları İslama dönük bir hareke*tin başladığını ne zamanki gördü, Şah diktasına karşı onu derhal destekledi ve yanında yer aldı. Küfür ülkeleri, İslama doğru hızla ilerlemeye başlayan bu hareketi bir sürpriz olarak karşılarında buldular. Çünkü hiç böyle bir şey beklemiyor ve tahmin edemiyor-lardı. Bu sebeple İslamî hareket onların üzerinde şok tesiri yaptı.
Çünkü çıkarları ziyana uğradı ve İslam Hakim oldu. Dolayısıyla bu hareket, İslam düşmanlarının (Batılıların, Amerika'nın ve dünya Siyonist -Haçlı İttifakçılarının) karşılaştığı en korkunç ve en acı bir hadise oldu.
Dört Halifenin hayatlarından vereceğimiz kesitler, genel top*lumsal hayatı ilgilendirmesi açısından önem taşıyan sosyal yaşan*tılarından örneklerdir.
Raşid Halifeler: (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) gönül alçaklığının ve sadeliğin en üstün örneklerini sergile*mişlerdir. Mesela Hz. Ebu Bekir, devlet başkanlığına seçilmeden önce oturduğu Sinh Mahallesi halkının koyunlarını sağar onlara yardım ederdi. Halife (Yani devlet başkanı) seçilince, civar aileler*den birinin cariyesi [2]"Ebu Bekir artık bundan sonra mahallemi*zin koyunlarını sağmaz" demiş. Hz. Ebu Bekir bunu duyunca:
"Bilakis, hayatım üzerine yemin ederim ki yine de sağaca*ğım. Umarım üstlendiğim görev, ahlak ve alışkanlığımı değiştire*cek bir gayret (ve büyüklenmeye) beni itmez" diye cevap vermiş*tir. Nitekim bu işi o mahalleden Medine'nin merkezine altı ay son*ra taşınıncaya kadar da devam ettirmiştir.
Yine Hz. Ebu Bekir, devesinin yuları elinden düştüğünde, iner ve kendisi alırdı. Yanındakiler O'na:
- Emretseydin biz alır, O'nu sana verirdik, deyince:
- Rasulullah (sav) bize: "İnsanlardan bir şey istemeyin!" bu*yurmuştur, cevabını verirdi.
İşte bir devlet başkanının göstermiş bulunduğu bu eşsiz ve çarpıcı tevazuu, -Allah'ın, merhametiyle muamele buyurduğu kimseden hariç- insanlar artık unutmuş, kaybetmiş bulunmakta*dır. Adama bakıyorsunuz bir mevki elde edince kendini bütün in*sanlardan daha üstün görmeye başlıyor, insanlarla artık duvarla*rın ardından konuşuyor ve burnu büyüyor... İnsanlar, bir takım engelleri atlayarak, nöbetçilerden, sivil ve gizli istihbarat ajanlarından oluşan surları aşabilirlerse ancak onunla görüşme imkanı*nı bulabiliyorlar.
Şimdi de toplumun dertleri, meseleleri ve menfaatleri bakı*mından konuya bakalım. Bu da bize devlet büyüğünün, birinci derecedeki sorumlu olarak vatandaşının hayatıyla ilgilenmesini hatırlatır.
Halifeler gündüzün halk arasına girer, piyasayı dolaşırlardı, halkın durumunu, hal ahvalini araştırır, sorarlardı. Keza gece de dolaşır, bu sefer ihtiyaç sahiplerini yoklar, şehrin civarında konak*lamış bulunan ticaret kervanlarındaki yabancıları, gurbetzedeleri ve bedevileri ziyaret eder, sorunlarını halletmeye çalışırlardı. Bir keresinde Hz. Ömer, gece Medine sokaklarında dolaşırken En-sar'dan bir hanımın tulumla su taşıdığını gördü. Durumunu so*runca bu hanım, kalabalık bir aile annesi olduğunu ve kendilerine su taşıyacak bir hizmetçileri bulunmadığı için işte böyle geceleri ancak çıkabildiğini, çünkü gündüzün dışarıya çıkmayı uygun gör*mediğini anlattı. Hz. Ömer, bunun üzerine, tulumunu alarak evi*ne kadar taşıdı. Sonra da O'na:
- Yarın Ömer'e uğra, sana bir hizmetçi tayin etsin, dedi. Ka*dın:
- Ben Ömer'in huzuruna çıkamam ki, deyince Hz. Ömer:
- Bilakis! O'nu Allah'ın izniyle görebilirsin, cevabını vererek ilgilendi. Kadın gerçekten de ertesi gün Hz. Ömer'e gidince, akşam O'na yardım edenin bizzat kendisi olduğunu görüp mahcup oldu ve hemen geri dönmek istedi. Ancak Hz. Ömer, peşine adam sala*rak O'nu geri getirtti ve kendisine hem bir hizmetçi tayin etti, hem de tahsisat ayırdı.
Hulefa-i Raşidin devrinden bu yana, devletin başındaki adam artık makamından ayrılıp kolay kolay halkın arasına girememekte, hatta akrabalarını ve yakınlarını bile ziyaret edememektedir. Dışa*rıya çıktığı zaman devletin güvenlik güçleri, istihbarat ajanları grup grup onu önden arkadan korumaya çalışmakta, polis kuvvet*leri saf saf geçeceği güzergahlar üzerinde uzun mesafelere kadar uzayıp durmakta, yolunun üzerinde sağlı sollu barikatlar meyda*na getirmektedirler. Devlet başkanının, hangisine bindiği belli ol*masın diye birbirlerine tıpatıp benzeyen bir sürü makam arabala*rı rüzgarla yarışırcasına birbirlerini izleyip gitmektedirler.
Şimdi de iyisiyle kötüsüyle hayatın bağlı olduğu ekonomik cepheden bu karşılaştırmayı yapmaya çalışalım:
Hz. Ebu Bekir ticaretle uğraşan bir kimseydi. Her gün piyasaya çıkar, alım satım yapardı. Halife seçildikten sonra yine bir gün, el*biselik cinsinden mallarını omuzlayıp çarşıya çıktı. Yolda O'na Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde rastladılar:
- Ey Rasulullah'm halifesi nereye böyle, diye sordular.
- Pazara çıkıyorum, diye cevap verdi.
- Ne yapacaksın pazarda? Sen artık müslümanlar tarafından, onları idare etmek üzere seçilmiş bulunuyorsun, diye kendisini uyardılar.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:
- Peki çoluk çocuğumu kim geçindirecek, diye sorunca,
- Yürü bakalım bizimle, gidip sana bir maaş tayin edelim de*diler.
O da kendilerine refakat etti. Gidip konuştular ve kendisine her gün için bir koyunun yansı kadar bir maaş tayin ettiler.
- Er-Riyadun-Nadıra'da şöyle kaydedilmektedir:
Hz. Ebu Bekir'e yıllık maaş olarak ikiyüzelli dinar para ve (ba*şı, işkembe ve sakatatı alınmış) bir koyun tayin edildi. Ancak bu maaş kendisine yetmiyordu. Çünkü devlet başkam olarak seçilin*ce bütün varını yoğunu devlet hazinesine bırakmıştı. Bu sebeple Baki pazarına çıkıp alım satımla uğraşıyordu. Bir gün Hz. Ömer bir grup kadına rastlayıp:
- Ne bekliyorsunuz, şikayetiniz nedir, diye sordu. Onlar da:
- Rasulullah'm halifesiyle görüşmek istiyoruz, dediler. Bunun üzerine Hz.Ömer, Hz. Ebu Bekir'i aramaya çıktı. O'nu pazarda buldu. Elinden tutup:
- Gel bakalım! diye çekip götürmeye çalışırken Hz. Ebu Bekir kızarak:
- Size başkanlık etmeye ihtiyacım yok! Bana bir maaş bağla*dınız, ne bana ne de aileme yetmiyor, diye yakınıp serzenişte bu*lundu. Hz. Ömer:
- Arttırırız, cevabını verince Hz. Ebu Bekir:
- Üçyüz dinar para ve bir koyunun tamamını isterim, dedi. Hz. Ömer:
- işte bu olmaz! diye diretti. Onlar böyle pazarlık ederlerken Hz. Ali çıkageldi ve:
- Ömer! O'na tamamla, diye muvafakatta bulundu. Hz. Ömer:
- Demek öylesini daha mı uygun görüyorsun, diyerek teyidini almak istedi. Hz. Ali de:
- Evet, deyince Hz.Ömer:
- Peki, yaptık. Öyle olsun, deyip onayladı. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir:
- Siz, muhacirlerden sadece iki kişisiniz, bilmem ki Öbürleri de muvafakat ederler mi? diyerek tereddüdünü açıkladıktan son*ra gidip kürsüye çıkarak halka hitab etmek istedi. Etrafını saran halka:
- Ey Ahali! Bakın, benim yıllık maaşım: îkiyüzelli dinar para ve (sakatatı alınmış) bir koyun idi- Ömer ve Ali bunu üçyüz dinar para ve sağlam bir koyuna çıkardılar. Siz de buna rıza gösteriyor musunuz, diye sordu. Bütün muhacirler:
- Evet, diye cevap verirlerken kenarda bulunan bir bedevi:
- Hayır vallahi! Hiç de razı değiliz. Çöldeki halkın hakkı nere*de? diye itirazda bulundu. Ancak Hz. Ebu Bekir:
- Muhacirler razı olduktan sonra artık siz uymak zorundası*nız, cevabını verdi.
Devamı sonraki mesajda...