Her milletin bir tarihi vardır ki o milletin çocukları herhangi bir surette o tarihi yazarlar. Onu kaleme alırken şayet birtakım ha*talar yapacak olurlarsa, okuyucunun onları mazur görebilmesi için yazıldığı dönemin şartlarım yeniden açıklığa kavuşturur, izah ederler. Bu suretle de görevlerini dürüstçe yaptıkları kanaati hasıl olur ve halkın nazarında samimi tarihçiler olarak tanınmış olurlar.
Bu sayede nesiller üstün bir milletin soyundan geldikleri şu*uruna sahip olur, geçmişleriyle iftihar eder, onlarla övünür ve ha*talarından dersler, ibretler çıkarırlar. Bu yanlışlıkları yapmamaya özen gösterirler. Milletin sağlam bir bünye ile devam etmesi için çaba harcarlar. Aynı zamanda gelecek nesiller ve torunlar; ataları*nın tarihte yer alan üstünlüklerini çarpıcı bir şekilde ve berrak bir tablo görünümüyle o milletin büyüklüğünü yansıtmak için daima gösterir ve işlerler. Böylece tarih, nesillere, atalardan ve geçmişten devralman bir övünç kaynağı olarak devam eder.
İslam ümmetine gelince -ne yazık ki- bu ümmetin tarihi, mey*dana gelen çeşitli kamplardan, değişik görüşlü hiziplerden dolayı çok çarpıtılmıştır. Çünkü bu cemaatlerin her biri, diğerlerini da*ima aşağılama çabası içindedir. Onları mütecaviz göstermekte, bu suretle de kendi tutumunu meşrulaştırmakta, kendi üyelerinin üs*tünlüğünü kanıtlamaya çalışmakta, bunların doğru yolda diğerle*rinin ise yanlış yolda olduklarını İleri sürmektedir.
İşte bu sebepledir ki bu ümmet büyüklerinin tarihinde maale*sef rahneler açılmıştır. Sonra aralarında meydana gelen ayrılık se*bepleri deşilmiş, irdelenmiş bu dönemde taraflar arasında ortaya çıkan silahlı mücadeleler çok korkunç işlenmiştir. Öyle ki artık ta*rihimizin bütünü, iki taraf arasında sürekli olarak cereyan etmiş kanlı savaşlardan ibaret hale gelmiştir. Hem sonra bu kanlı müca*delelere tarihte en büyük yer verilmiş, gerçek şeklinden ve oldu*ğundan çok daha fazla abartılarak anlatılmıştır. O kadar ki bu mer*halenin parlak yönleri hemen hiç dile getirilmemiştir. Halbuki bu kanlı mücadelelerin, onların meydana gelmesinde rol oynamış şartlara ve faktörlere bağlanarak değerlendirilmesi gerekir.
Ne gariptir ki Hz. Ali'ye aşırı sevgi gösterenler O'nun durumu*nu kötü yansıtmışlardır. Kabul edilemeyecek olayları ve haberleri O'na maletmişlerdir. Bunlardan bazı kimseler böyle bir aşırı bağlı*lık nedeniyle sırf Hz. Ali'yi yüceltmek için başkalarını aşağılamaya çalışmış, onları zalim ve Hz. Ali ile diğerlerinin hakkına tecavüz eden zorbalar şeklinde tanıtma gayretini göstermiştir. Hatta bu*nunla da yetinmemiş, Hz. Ali'nin torunlarını, "Nas" ile, {îlahi ka*nunla) tayin edilen imamlar olarak ilan etmiştir.
Onları (Peygamberlerin sıfatı olan) masumiyetle nitelemiş peygamberlerle aynı hizaya getirmeye çalışmıştır. Bu gibi abart*malar, îslamın ilk devrinde yoktu. Hicretin üçüncü asrının son ya*rısında bu akımlar başladı. Mesela bu mübalağaları ilk fıkıh alim*lerinin (îmamı Azam, imam Malik, îmamı Şafii ve imamı Hambe-li) gibi müçtehitlerin kanaat ve eserlerinde ilk tarihçilerin kitapla*rında bulamıyoruz.
Keza "Ehl-i Beyt" büyükleri ile halifeler ve ilk müslüman idare*ciler arasında kin güdüldüğüne dair bir emareye rastlayamıyoruz: Daha ötesi var: "Şia" kelimesi o devirde sadece taraftar olmak, des*teklemek gibi manaların Ötesinde hiç de (siyasi ve ideolojik) bir anlam ifade etmiyordu. Fakat zamanla bu ıstılah kendine Özgü bir düşünce ve inanç tarzının adı oldu. Bu düşünceyi meşrulaştırmak ve yaymak amacıyla da geçmişlere, hiç söylemedikleri sözler ma-ledildi. Onlardan öyle haberler öyle fikirler nakledildi ki aslında hiç bir zaman ne böyle şeyleri bilmiş ne de hatırlarından akılların*dan geçirmişlerdi.
Zamanla Hz. Ali taraftarlarının önünde meydan öyle müsait hale geldi ki düşmanlarım, hasım olarak mimlediklerini kötüle*mek, ileri sürdükleri fikirlerin tutunmasını kolaylaştırmak için ne istediyseler yazıp durdular. Bu sebeple müslümanlar arasında kamplaşmalar çoğaldı ve aralarındaki uçurumlar büyüdü. Bu ge*lişmelerden çıkar sağlayan odaklar arttı. Böylece Batınîlik akımı ortaya çıktı. Aşırı düşünceler ve batıl inanışlar alabildiğine yayıldı.
Henüz tarih yazımı da başlamış değildi. Tarih ancak Abbasiler devrinde yazılmaya başladı ki bu devirde de Abbasilerin yegane amacı Emevileri yok etmek onları ortadan kaldırmaktı. Abbasi yö*netiminin meşruluk kazanabilmesi için Abbasilerin en önemli meselesi buydu. Bu da tüm Emeviler aleyhinde genelleme yapma*ya yol açtı ve iş öyle bir dereceye vardırıldı ki Emevilerin, esasen Hz. Osman'ın öcünü almak bahanesiyle yönetime geldikleri ve ik*tidarlarını kan davası üzerinde kurdukları ileri sürüldü.
Bu arada Hz. Ali ile hiç ilgisi bulunmayan şeyler O'na mal edil*meye çalışıldı. Hz. Peygamber (sav)'in dilinden hadisler uydurul*du. Sözde bu uydurma hadislerle halifeliğin Hz. Ali'ye mahsus ol*duğu ileri sürüldü. Dolayısıyla O'ndan önce seçilmiş bulunan Ha*lifelerin zorba oldukları O'nun hakkına zorla el koydukları iddia edildi. Bu halifelerin O'ndan daha üstün oldukları inkar edildi. Birtakım kitaplar yazılarak, Hz. Ali'ye ait olduğu ileri sürüldü. Hal*buki Hz. Ali'nin böyle şeylerle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ve haşa! Ne Hz. Ali ne de O'nun seviyesinde bulunan sahabiler bu uy*durulmuş sözlerle başkaları aleyhinde konuşmuş nede onlara hü*cum etmişlerdir.
işte bu şekilde çeşitli dedikodular ve rivayetler halk arasında yayıldı. Sonra tarih yazılmaya başlandı. Tarihçiler ilim adamı so*rumluluğu ile halktan ne duyuyor idiyseler onu değiştirmeden yazıyorlardı. Atalarının tarihidir diye gelecek nesillere nakledilmek üzere elde ettikleri rivayetleri (Doğru veya yanlış olduğuna bak*madan) kaydediyorlardı. Bu sebepledir ki çeşitli rivayetler arasın*da çelişkiler görülmektedir. Müslümanlar arasında meydana gel*miş bulunan farklı kampların her biri kendilerine ait rivayetçilerin verdiği haberden başkasına itibar etmemekte aynı zamanda di*ğerlerini uydurmacılıkla suçlamaktadırlar
Objektif bir tesbit yapabilmemiz için bu konuyu bizim açımız*dan zorlaştıran bir husus da şudur: Biz günümüzün iletişim ala*nındaki hızı ve asrımız insanının iktidar hırsıyla birbirlerine karşı giriştikleri amansız mücadele ve hücumları ölçü alarak o günkü ihtilaflara bakıyor, zihnimizde yerleşen, tarihteki karşıt düşünceli kamplar arasında cereyan etmiş düşmanlıklardan hareket ederek, o günlerin şartlarını hesap etmeden, araştırıp incelemeden değer*lendirmeler yapıyoruz.
Şu gerçeği gözardı etmemek gerekir ki İslamın ilk döneminde Şam-Medine arasındaki mesafe, bir ay gidiş ve bir ay da dönüş ol*mak üzere ancak iki ayda katedebiliyorlardı. Bir elçi bu mesafeyi gidip dönünceye kadar yeni yeni olaylar meydana geliyor, yeni so*runlar doğuyordu ki bunlarla uğraşmak bu yeni sorunları çözüme kavuşturmak gerekiyor, eskileri artık bir kenara bırakmak, eski olaylar ve problemlerle cemiyeti yeniden huzursuz etmemek icab ediyordu. Konular, şahıstan şahısa, şundan buna intikal ederek ancak uzak yerlere ulaşabiliyordu ki olaylar gerçekten daha başka surette güvenilen habercinin anlattığından daha değişik mahiyet ve anlamda insanlara yansıyordu.
Bazan, bu sebeplerden dolayı anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Zorluklar hasıl oluyor, insanlar şaşırıyor ve bocalıyorlardı. Biz bugün, o devirden bahsederken telefon, telsiz, radyo, uçak ve uydular gibi dakikasında hatta saniyesinde haberleri nakleden ile*tişim araçlarını kafamızda canlandırarak, o zamanın şartlarını hiç düşünmeden konuşuyoruz.
Hakikate bakılacak olursa Raşid Halifeler, insanlar arasında iktidar hırsından en uzak kimselerdi. Hatta, başkalarına olan saygılarından dolayı bir konuda görüşlerini beyan etmekten bile en çok kaçınanlardan idiler. Bazan sahabilerden birine bir soru yö*neltilirdi. O da meseleyi bir diğerine, o da bir başkasına havale ederdi. Bu durum öyle devam eder, öyle döner dolaşırdı ki mesele yine ilk kişiye intikal etmiş olurdu.
Kendilerine danışılan zevatın her biri (bencillikten kaçındığı, sırf kendi görüşünün hakim kılınmasından ve bu sebeple de ma*nevi bir sorumluluk altına girmekten kaçındığı için) fetva verme*meye, görüş beyan etmemeye çalışırdı.
Mesela Sakife gününe (Hz. Ebu Bekir'in devlet başkanı seçil*diği günkü kulise) bir göz atalım:
O gün Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde'den her biri di*ğerini aday göstermeye çalışıyor, dikkati kendi üzerinden uzaklaş*tırmaya, meseleyi üzerinden defetmeye uğraşıyordu. Şimdi de Hz. Ali'nin gayet edebi ve bu amaçla çok kere söylediği şu sözlerini ha*tırlamaya çalışalım:
"Daneyi yeşerten ve rüzgarı yaratan Allah'a yemin ederim ki, eğer bu olaya şahid olmasaydım ve hakkın yanında yer almak konusunda elimde delil bulunmasaydı, zalimin zulmetmesi ve mazlumun ezilmesi karşısında susmayacaklarına dair Allah Te-ala da bilgi sahiplerinden söz almış olmasaydı bu işin peşini bı*rakacak (dünyaya metelik vermeyecektim: En değerli şey olarak bildiğiniz devlet başkanlığı makamına gelmeyi, sıradan bir vatan*daş olmaya asla tercih etmeyecektim.) Hem şu dünyanızın, (tüm servet, saltanat ve debdebesiyle) nazarımda bir keçinin yellen*mesi kadar bile bir değer taşımadığını görecektiniz."
Biz bugünkü çağımızda mevki ve makam hırsı, baş olma sev*dası ve bu uğurda verilmekte olan kanlı mücadeleler, silah zoruy*la değişen iktidarlar, ihtilaller ve devrimlerin zihnimize yerleştirdi*ği imajla o devri düşünüyor ve değerlendirmeye çalışıyoruz. Hal*buki bu çok yanlıştır.
Gerçeğe bakılacak olursa genelde bütün sahabiler ve özellikle Halifeler birbirlerini çok sever, sayarlardı. Hiç bir kimse başka bir kimseyi, Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşı olan Halife'yi sevdiği ka*dar sevmezdi.
Biz burada ne Hz. Ebu Bekir'in gerek Hz. Osman ve Hz.Ali'ye, gerekse diğer sahabilere danışmasından, ne Hz. Ömer'in, Hz. Os*man ve Hz. Ali ile istişare etmesinden, ne Hz.Ömer'in Medine'den ayrıldığı sıralarda Hz. Ali'yi yerine naib bırakmasından, ne de Hz. Osman'ın, birçok meselelerde Hz. Ali'nin görüşlerine başvurma*sından bahsedeceğiz.
Zira olabilir ki -Allah korusun- kimi cahil insanlar "Halifeler çıkarları uğruna sahabilerîe böylece geçinmeye çalışıyorlardı" di*ye, bunu kötü bir niyetle düşünübilirler. Fakat halifelerin sahabi çocuklarını özellikle Ehl-i Beyt çocuklarım ne kadar çok sevdikle*ri noktası üzerinde biraz duracağız. Sonra da bir halifenin kendi*sinden önceki halifeye nasıl baktığım inceliyeceğiz. Buna ek ola*rak da gerek Emevi ve gerekse Abbasi halifelerinin özellikle Ehl-i Beyt'in büyükleri ve genel olarak tüm Ehl-i Beyt efradı hakkında*ki tutumlarına şöyle bir bakacağız ki o devirde iki taraf1 [1] arasında meydana gelmiş olaylarla ilgili olarak kafamıza yerleşmiş bulunan kopyeci kindarlığın gerçek yüzünü anlamış olalım:
Hz. Ömer, bir keresinde Hz. Peygamber (sav)'in sahabilerini giydirdi. Ancak dağıtılan elbiseler arasında Hz. Ali'nin iki oğlu Ha*san ve Hüseyin'e uyacak elbise bulunmadı. Bu sebeple Yemen'e kadar adam gönderip onlara elbise ısmarladı. Getirtip ikisini giy*dirince: "Oh! İşte şimdi rahatladım" dedi.
Yine Hz. Ömer birgün Hz. Hüseyin'i bir iş için çağırmıştı. Hü*seyin diyor ki:
- Halife Hz. Ömer'in emri üzerine gittim. Yolda oğlu Abdul*lah'a rastladım. Ona:
- Nereden geliyorsun, diye sordum. Bana:
- Halife Ömer'in huzuruna çıkmak istedim. İzin verilmedi, diye söyleyince "Öyleyse beni de içeri almazlar diye düşünerek" ben de gerisin geri döndüm. Ancak bu sırada Hz. Ömer'in bizzat ken*disine rastladım. Bana:
- Ya Hüseyin! Seni istemiştim, neden gelmedin, diye sorunca O'na:
- Ya Emir'el-Müminin! Oğlunuz Abdullah'a rastladım. O'nu huzurunuza almamışsınız. Bu sebeple ben de çekindim döndüm, diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana:
"Peki sen benim gözümde Abdullah gibi misin, sen Abdullah t*ibi misin?" (diye serzenişte bulundu) yani sen gözümde O'ndan. daha da ilerisin, demek istedi.
Muhaddis Tirmizi, Hz. Ömer'in, Hz. Ebu Bekir için:
"O bizim efendimizdir, en hayırlımız ve Rasulullah'm en çok sevdiği bir zat-i muhteremdir"dediğini kaydetmektedir.
Gerek Buhari'nin, gerekse İmam Hambelî'nin naklettikleri bir rivayette de şöyle denilmektedir:
"Hz. Ali'nin oğlu Muhammed bin El-Hanefiyye diyor ki: Baba*ma: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, insanların en hayırlısı kim*dir" diye sordum. Bana:
- Ebu Bekir'dir, diye cevap verdi.
- O'ndan sonra kimdir, diye sordum.
- Ömer'dir, dedi. Ben O'nun, "Osman'dır" demesinden çekmi*yordum. Ardından babama:
- Ondan sonra da sensin, öyle değil mi babacığım, dedim. Ba*bam:
- Hayır! Ben sadece müslümanlar arasında sıradan biriyim, di*ye tatlı-sert bir karşılık verdi.
Yine bir gün Hz. Ali'den, O'nun Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki kanaati soruldu. Soran kişiye:
- Bu konuda derin bilgileri olan birine rastladın, dedikten sonra
- Allah'a yemin ederim ki ikisi de birer hidayet rehberiydi. Ken*dileri en doğru yolda oldukları gibi başkalarına da doğru yolda ışık tuttular, ermiş birer mürşid idiler, ıslah edici yapıcı ve kurtarıcı idi*ler. Dünya lezzetinin, haramın ve hiç bir kötülüğün içlerine girme*diği tertemiz bir mide ve gönülle bu dünyadan ayrıldılar, cevabını verdi. Sonra da şunları ekledi:
- Allah Ebu Bekir ve Ömer'i kıyamet kopuncaya kadar O'nlar-dan sonra gelenler için birer örnek ve kanıt haline getirdi. Allah'a yemin olsun ki ikisi de kendilerine fazilette ulaşılamayacak kadar yüceldiler ve kendilerinden sonra yaşayacak insan kitleleri için, ıs*rarla uyulacak ve izlenecek eşsiz birer önder oldular.
Hz. Ali Küfe şehrinde davalara yargı makamında baktığı bir sı*rada adamın biri O'na gelerek:
- Ey insanların en hayırlısı! Şu meseleme de bir bakar mısın? Allah'a and olsun ki senden daha hayırlısını görmedim, diye hi-tab etti. Hz. Ali:
- Şunu yaklaştırın, bakalım, diye talimat verdi. Adam yaklaşın*ca Hz. Ali O'na:
- Sen Hz. Peygamber (sav)'i hiç gördün mü, diye sordu.
- Hayır, cevabını alınca bu kez:
- Peki Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ömer'i gördün mü, diye sordu. Adam yine:
- Hayır, deyince bu kez ona:
- Bak! Eğer "Hz. Peygamber (savj'i gördüm" deseydin, boynu*nu vururdum. Yok eğer "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i gördüm" de*seydin bu sefer de muhakkak incitecek derecede sana bir sopa atardım, dedi.
Hz. Ali'nin yanında Hz.Ebu Bekir'den söz açıldıkça şöyle der-
- O hepimizi geçti. Canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki hangi hayırlı bir işe teşebbüs ediyor idiysek muhakkak Hz. Ebu Bekir bizi o işte geçerdi.
Devamı Sonraki Mesajda...
Bu sayede nesiller üstün bir milletin soyundan geldikleri şu*uruna sahip olur, geçmişleriyle iftihar eder, onlarla övünür ve ha*talarından dersler, ibretler çıkarırlar. Bu yanlışlıkları yapmamaya özen gösterirler. Milletin sağlam bir bünye ile devam etmesi için çaba harcarlar. Aynı zamanda gelecek nesiller ve torunlar; ataları*nın tarihte yer alan üstünlüklerini çarpıcı bir şekilde ve berrak bir tablo görünümüyle o milletin büyüklüğünü yansıtmak için daima gösterir ve işlerler. Böylece tarih, nesillere, atalardan ve geçmişten devralman bir övünç kaynağı olarak devam eder.
İslam ümmetine gelince -ne yazık ki- bu ümmetin tarihi, mey*dana gelen çeşitli kamplardan, değişik görüşlü hiziplerden dolayı çok çarpıtılmıştır. Çünkü bu cemaatlerin her biri, diğerlerini da*ima aşağılama çabası içindedir. Onları mütecaviz göstermekte, bu suretle de kendi tutumunu meşrulaştırmakta, kendi üyelerinin üs*tünlüğünü kanıtlamaya çalışmakta, bunların doğru yolda diğerle*rinin ise yanlış yolda olduklarını İleri sürmektedir.
İşte bu sebepledir ki bu ümmet büyüklerinin tarihinde maale*sef rahneler açılmıştır. Sonra aralarında meydana gelen ayrılık se*bepleri deşilmiş, irdelenmiş bu dönemde taraflar arasında ortaya çıkan silahlı mücadeleler çok korkunç işlenmiştir. Öyle ki artık ta*rihimizin bütünü, iki taraf arasında sürekli olarak cereyan etmiş kanlı savaşlardan ibaret hale gelmiştir. Hem sonra bu kanlı müca*delelere tarihte en büyük yer verilmiş, gerçek şeklinden ve oldu*ğundan çok daha fazla abartılarak anlatılmıştır. O kadar ki bu mer*halenin parlak yönleri hemen hiç dile getirilmemiştir. Halbuki bu kanlı mücadelelerin, onların meydana gelmesinde rol oynamış şartlara ve faktörlere bağlanarak değerlendirilmesi gerekir.
Ne gariptir ki Hz. Ali'ye aşırı sevgi gösterenler O'nun durumu*nu kötü yansıtmışlardır. Kabul edilemeyecek olayları ve haberleri O'na maletmişlerdir. Bunlardan bazı kimseler böyle bir aşırı bağlı*lık nedeniyle sırf Hz. Ali'yi yüceltmek için başkalarını aşağılamaya çalışmış, onları zalim ve Hz. Ali ile diğerlerinin hakkına tecavüz eden zorbalar şeklinde tanıtma gayretini göstermiştir. Hatta bu*nunla da yetinmemiş, Hz. Ali'nin torunlarını, "Nas" ile, {îlahi ka*nunla) tayin edilen imamlar olarak ilan etmiştir.
Onları (Peygamberlerin sıfatı olan) masumiyetle nitelemiş peygamberlerle aynı hizaya getirmeye çalışmıştır. Bu gibi abart*malar, îslamın ilk devrinde yoktu. Hicretin üçüncü asrının son ya*rısında bu akımlar başladı. Mesela bu mübalağaları ilk fıkıh alim*lerinin (îmamı Azam, imam Malik, îmamı Şafii ve imamı Hambe-li) gibi müçtehitlerin kanaat ve eserlerinde ilk tarihçilerin kitapla*rında bulamıyoruz.
Keza "Ehl-i Beyt" büyükleri ile halifeler ve ilk müslüman idare*ciler arasında kin güdüldüğüne dair bir emareye rastlayamıyoruz: Daha ötesi var: "Şia" kelimesi o devirde sadece taraftar olmak, des*teklemek gibi manaların Ötesinde hiç de (siyasi ve ideolojik) bir anlam ifade etmiyordu. Fakat zamanla bu ıstılah kendine Özgü bir düşünce ve inanç tarzının adı oldu. Bu düşünceyi meşrulaştırmak ve yaymak amacıyla da geçmişlere, hiç söylemedikleri sözler ma-ledildi. Onlardan öyle haberler öyle fikirler nakledildi ki aslında hiç bir zaman ne böyle şeyleri bilmiş ne de hatırlarından akılların*dan geçirmişlerdi.
Zamanla Hz. Ali taraftarlarının önünde meydan öyle müsait hale geldi ki düşmanlarım, hasım olarak mimlediklerini kötüle*mek, ileri sürdükleri fikirlerin tutunmasını kolaylaştırmak için ne istediyseler yazıp durdular. Bu sebeple müslümanlar arasında kamplaşmalar çoğaldı ve aralarındaki uçurumlar büyüdü. Bu ge*lişmelerden çıkar sağlayan odaklar arttı. Böylece Batınîlik akımı ortaya çıktı. Aşırı düşünceler ve batıl inanışlar alabildiğine yayıldı.
Henüz tarih yazımı da başlamış değildi. Tarih ancak Abbasiler devrinde yazılmaya başladı ki bu devirde de Abbasilerin yegane amacı Emevileri yok etmek onları ortadan kaldırmaktı. Abbasi yö*netiminin meşruluk kazanabilmesi için Abbasilerin en önemli meselesi buydu. Bu da tüm Emeviler aleyhinde genelleme yapma*ya yol açtı ve iş öyle bir dereceye vardırıldı ki Emevilerin, esasen Hz. Osman'ın öcünü almak bahanesiyle yönetime geldikleri ve ik*tidarlarını kan davası üzerinde kurdukları ileri sürüldü.
Bu arada Hz. Ali ile hiç ilgisi bulunmayan şeyler O'na mal edil*meye çalışıldı. Hz. Peygamber (sav)'in dilinden hadisler uydurul*du. Sözde bu uydurma hadislerle halifeliğin Hz. Ali'ye mahsus ol*duğu ileri sürüldü. Dolayısıyla O'ndan önce seçilmiş bulunan Ha*lifelerin zorba oldukları O'nun hakkına zorla el koydukları iddia edildi. Bu halifelerin O'ndan daha üstün oldukları inkar edildi. Birtakım kitaplar yazılarak, Hz. Ali'ye ait olduğu ileri sürüldü. Hal*buki Hz. Ali'nin böyle şeylerle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ve haşa! Ne Hz. Ali ne de O'nun seviyesinde bulunan sahabiler bu uy*durulmuş sözlerle başkaları aleyhinde konuşmuş nede onlara hü*cum etmişlerdir.
işte bu şekilde çeşitli dedikodular ve rivayetler halk arasında yayıldı. Sonra tarih yazılmaya başlandı. Tarihçiler ilim adamı so*rumluluğu ile halktan ne duyuyor idiyseler onu değiştirmeden yazıyorlardı. Atalarının tarihidir diye gelecek nesillere nakledilmek üzere elde ettikleri rivayetleri (Doğru veya yanlış olduğuna bak*madan) kaydediyorlardı. Bu sebepledir ki çeşitli rivayetler arasın*da çelişkiler görülmektedir. Müslümanlar arasında meydana gel*miş bulunan farklı kampların her biri kendilerine ait rivayetçilerin verdiği haberden başkasına itibar etmemekte aynı zamanda di*ğerlerini uydurmacılıkla suçlamaktadırlar
Objektif bir tesbit yapabilmemiz için bu konuyu bizim açımız*dan zorlaştıran bir husus da şudur: Biz günümüzün iletişim ala*nındaki hızı ve asrımız insanının iktidar hırsıyla birbirlerine karşı giriştikleri amansız mücadele ve hücumları ölçü alarak o günkü ihtilaflara bakıyor, zihnimizde yerleşen, tarihteki karşıt düşünceli kamplar arasında cereyan etmiş düşmanlıklardan hareket ederek, o günlerin şartlarını hesap etmeden, araştırıp incelemeden değer*lendirmeler yapıyoruz.
Şu gerçeği gözardı etmemek gerekir ki İslamın ilk döneminde Şam-Medine arasındaki mesafe, bir ay gidiş ve bir ay da dönüş ol*mak üzere ancak iki ayda katedebiliyorlardı. Bir elçi bu mesafeyi gidip dönünceye kadar yeni yeni olaylar meydana geliyor, yeni so*runlar doğuyordu ki bunlarla uğraşmak bu yeni sorunları çözüme kavuşturmak gerekiyor, eskileri artık bir kenara bırakmak, eski olaylar ve problemlerle cemiyeti yeniden huzursuz etmemek icab ediyordu. Konular, şahıstan şahısa, şundan buna intikal ederek ancak uzak yerlere ulaşabiliyordu ki olaylar gerçekten daha başka surette güvenilen habercinin anlattığından daha değişik mahiyet ve anlamda insanlara yansıyordu.
Bazan, bu sebeplerden dolayı anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Zorluklar hasıl oluyor, insanlar şaşırıyor ve bocalıyorlardı. Biz bugün, o devirden bahsederken telefon, telsiz, radyo, uçak ve uydular gibi dakikasında hatta saniyesinde haberleri nakleden ile*tişim araçlarını kafamızda canlandırarak, o zamanın şartlarını hiç düşünmeden konuşuyoruz.
Hakikate bakılacak olursa Raşid Halifeler, insanlar arasında iktidar hırsından en uzak kimselerdi. Hatta, başkalarına olan saygılarından dolayı bir konuda görüşlerini beyan etmekten bile en çok kaçınanlardan idiler. Bazan sahabilerden birine bir soru yö*neltilirdi. O da meseleyi bir diğerine, o da bir başkasına havale ederdi. Bu durum öyle devam eder, öyle döner dolaşırdı ki mesele yine ilk kişiye intikal etmiş olurdu.
Kendilerine danışılan zevatın her biri (bencillikten kaçındığı, sırf kendi görüşünün hakim kılınmasından ve bu sebeple de ma*nevi bir sorumluluk altına girmekten kaçındığı için) fetva verme*meye, görüş beyan etmemeye çalışırdı.
Mesela Sakife gününe (Hz. Ebu Bekir'in devlet başkanı seçil*diği günkü kulise) bir göz atalım:
O gün Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde'den her biri di*ğerini aday göstermeye çalışıyor, dikkati kendi üzerinden uzaklaş*tırmaya, meseleyi üzerinden defetmeye uğraşıyordu. Şimdi de Hz. Ali'nin gayet edebi ve bu amaçla çok kere söylediği şu sözlerini ha*tırlamaya çalışalım:
"Daneyi yeşerten ve rüzgarı yaratan Allah'a yemin ederim ki, eğer bu olaya şahid olmasaydım ve hakkın yanında yer almak konusunda elimde delil bulunmasaydı, zalimin zulmetmesi ve mazlumun ezilmesi karşısında susmayacaklarına dair Allah Te-ala da bilgi sahiplerinden söz almış olmasaydı bu işin peşini bı*rakacak (dünyaya metelik vermeyecektim: En değerli şey olarak bildiğiniz devlet başkanlığı makamına gelmeyi, sıradan bir vatan*daş olmaya asla tercih etmeyecektim.) Hem şu dünyanızın, (tüm servet, saltanat ve debdebesiyle) nazarımda bir keçinin yellen*mesi kadar bile bir değer taşımadığını görecektiniz."
Biz bugünkü çağımızda mevki ve makam hırsı, baş olma sev*dası ve bu uğurda verilmekte olan kanlı mücadeleler, silah zoruy*la değişen iktidarlar, ihtilaller ve devrimlerin zihnimize yerleştirdi*ği imajla o devri düşünüyor ve değerlendirmeye çalışıyoruz. Hal*buki bu çok yanlıştır.
Gerçeğe bakılacak olursa genelde bütün sahabiler ve özellikle Halifeler birbirlerini çok sever, sayarlardı. Hiç bir kimse başka bir kimseyi, Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşı olan Halife'yi sevdiği ka*dar sevmezdi.
Biz burada ne Hz. Ebu Bekir'in gerek Hz. Osman ve Hz.Ali'ye, gerekse diğer sahabilere danışmasından, ne Hz. Ömer'in, Hz. Os*man ve Hz. Ali ile istişare etmesinden, ne Hz.Ömer'in Medine'den ayrıldığı sıralarda Hz. Ali'yi yerine naib bırakmasından, ne de Hz. Osman'ın, birçok meselelerde Hz. Ali'nin görüşlerine başvurma*sından bahsedeceğiz.
Zira olabilir ki -Allah korusun- kimi cahil insanlar "Halifeler çıkarları uğruna sahabilerîe böylece geçinmeye çalışıyorlardı" di*ye, bunu kötü bir niyetle düşünübilirler. Fakat halifelerin sahabi çocuklarını özellikle Ehl-i Beyt çocuklarım ne kadar çok sevdikle*ri noktası üzerinde biraz duracağız. Sonra da bir halifenin kendi*sinden önceki halifeye nasıl baktığım inceliyeceğiz. Buna ek ola*rak da gerek Emevi ve gerekse Abbasi halifelerinin özellikle Ehl-i Beyt'in büyükleri ve genel olarak tüm Ehl-i Beyt efradı hakkında*ki tutumlarına şöyle bir bakacağız ki o devirde iki taraf1 [1] arasında meydana gelmiş olaylarla ilgili olarak kafamıza yerleşmiş bulunan kopyeci kindarlığın gerçek yüzünü anlamış olalım:
Hz. Ömer, bir keresinde Hz. Peygamber (sav)'in sahabilerini giydirdi. Ancak dağıtılan elbiseler arasında Hz. Ali'nin iki oğlu Ha*san ve Hüseyin'e uyacak elbise bulunmadı. Bu sebeple Yemen'e kadar adam gönderip onlara elbise ısmarladı. Getirtip ikisini giy*dirince: "Oh! İşte şimdi rahatladım" dedi.
Yine Hz. Ömer birgün Hz. Hüseyin'i bir iş için çağırmıştı. Hü*seyin diyor ki:
- Halife Hz. Ömer'in emri üzerine gittim. Yolda oğlu Abdul*lah'a rastladım. Ona:
- Nereden geliyorsun, diye sordum. Bana:
- Halife Ömer'in huzuruna çıkmak istedim. İzin verilmedi, diye söyleyince "Öyleyse beni de içeri almazlar diye düşünerek" ben de gerisin geri döndüm. Ancak bu sırada Hz. Ömer'in bizzat ken*disine rastladım. Bana:
- Ya Hüseyin! Seni istemiştim, neden gelmedin, diye sorunca O'na:
- Ya Emir'el-Müminin! Oğlunuz Abdullah'a rastladım. O'nu huzurunuza almamışsınız. Bu sebeple ben de çekindim döndüm, diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana:
"Peki sen benim gözümde Abdullah gibi misin, sen Abdullah t*ibi misin?" (diye serzenişte bulundu) yani sen gözümde O'ndan. daha da ilerisin, demek istedi.
Muhaddis Tirmizi, Hz. Ömer'in, Hz. Ebu Bekir için:
"O bizim efendimizdir, en hayırlımız ve Rasulullah'm en çok sevdiği bir zat-i muhteremdir"dediğini kaydetmektedir.
Gerek Buhari'nin, gerekse İmam Hambelî'nin naklettikleri bir rivayette de şöyle denilmektedir:
"Hz. Ali'nin oğlu Muhammed bin El-Hanefiyye diyor ki: Baba*ma: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, insanların en hayırlısı kim*dir" diye sordum. Bana:
- Ebu Bekir'dir, diye cevap verdi.
- O'ndan sonra kimdir, diye sordum.
- Ömer'dir, dedi. Ben O'nun, "Osman'dır" demesinden çekmi*yordum. Ardından babama:
- Ondan sonra da sensin, öyle değil mi babacığım, dedim. Ba*bam:
- Hayır! Ben sadece müslümanlar arasında sıradan biriyim, di*ye tatlı-sert bir karşılık verdi.
Yine bir gün Hz. Ali'den, O'nun Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki kanaati soruldu. Soran kişiye:
- Bu konuda derin bilgileri olan birine rastladın, dedikten sonra
- Allah'a yemin ederim ki ikisi de birer hidayet rehberiydi. Ken*dileri en doğru yolda oldukları gibi başkalarına da doğru yolda ışık tuttular, ermiş birer mürşid idiler, ıslah edici yapıcı ve kurtarıcı idi*ler. Dünya lezzetinin, haramın ve hiç bir kötülüğün içlerine girme*diği tertemiz bir mide ve gönülle bu dünyadan ayrıldılar, cevabını verdi. Sonra da şunları ekledi:
- Allah Ebu Bekir ve Ömer'i kıyamet kopuncaya kadar O'nlar-dan sonra gelenler için birer örnek ve kanıt haline getirdi. Allah'a yemin olsun ki ikisi de kendilerine fazilette ulaşılamayacak kadar yüceldiler ve kendilerinden sonra yaşayacak insan kitleleri için, ıs*rarla uyulacak ve izlenecek eşsiz birer önder oldular.
Hz. Ali Küfe şehrinde davalara yargı makamında baktığı bir sı*rada adamın biri O'na gelerek:
- Ey insanların en hayırlısı! Şu meseleme de bir bakar mısın? Allah'a and olsun ki senden daha hayırlısını görmedim, diye hi-tab etti. Hz. Ali:
- Şunu yaklaştırın, bakalım, diye talimat verdi. Adam yaklaşın*ca Hz. Ali O'na:
- Sen Hz. Peygamber (sav)'i hiç gördün mü, diye sordu.
- Hayır, cevabını alınca bu kez:
- Peki Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ömer'i gördün mü, diye sordu. Adam yine:
- Hayır, deyince bu kez ona:
- Bak! Eğer "Hz. Peygamber (savj'i gördüm" deseydin, boynu*nu vururdum. Yok eğer "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i gördüm" de*seydin bu sefer de muhakkak incitecek derecede sana bir sopa atardım, dedi.
Hz. Ali'nin yanında Hz.Ebu Bekir'den söz açıldıkça şöyle der-
- O hepimizi geçti. Canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki hangi hayırlı bir işe teşebbüs ediyor idiysek muhakkak Hz. Ebu Bekir bizi o işte geçerdi.
Devamı Sonraki Mesajda...