Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Dört Halife Devrine Genel Bir Bakış (1 Kullanıcı)

_SeNaToR_

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
25 Ağu 2008
Mesajlar
1,220
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Her milletin bir tarihi vardır ki o milletin çocukları herhangi bir surette o tarihi yazarlar. Onu kaleme alırken şayet birtakım ha*talar yapacak olurlarsa, okuyucunun onları mazur görebilmesi için yazıldığı dönemin şartlarım yeniden açıklığa kavuşturur, izah ederler. Bu suretle de görevlerini dürüstçe yaptıkları kanaati hasıl olur ve halkın nazarında samimi tarihçiler olarak tanınmış olurlar.

Bu sayede nesiller üstün bir milletin soyundan geldikleri şu*uruna sahip olur, geçmişleriyle iftihar eder, onlarla övünür ve ha*talarından dersler, ibretler çıkarırlar. Bu yanlışlıkları yapmamaya özen gösterirler. Milletin sağlam bir bünye ile devam etmesi için çaba harcarlar. Aynı zamanda gelecek nesiller ve torunlar; ataları*nın tarihte yer alan üstünlüklerini çarpıcı bir şekilde ve berrak bir tablo görünümüyle o milletin büyüklüğünü yansıtmak için daima gösterir ve işlerler. Böylece tarih, nesillere, atalardan ve geçmişten devralman bir övünç kaynağı olarak devam eder.

İslam ümmetine gelince -ne yazık ki- bu ümmetin tarihi, mey*dana gelen çeşitli kamplardan, değişik görüşlü hiziplerden dolayı çok çarpıtılmıştır. Çünkü bu cemaatlerin her biri, diğerlerini da*ima aşağılama çabası içindedir. Onları mütecaviz göstermekte, bu suretle de kendi tutumunu meşrulaştırmakta, kendi üyelerinin üs*tünlüğünü kanıtlamaya çalışmakta, bunların doğru yolda diğerle*rinin ise yanlış yolda olduklarını İleri sürmektedir.

İşte bu sebepledir ki bu ümmet büyüklerinin tarihinde maale*sef rahneler açılmıştır. Sonra aralarında meydana gelen ayrılık se*bepleri deşilmiş, irdelenmiş bu dönemde taraflar arasında ortaya çıkan silahlı mücadeleler çok korkunç işlenmiştir. Öyle ki artık ta*rihimizin bütünü, iki taraf arasında sürekli olarak cereyan etmiş kanlı savaşlardan ibaret hale gelmiştir. Hem sonra bu kanlı müca*delelere tarihte en büyük yer verilmiş, gerçek şeklinden ve oldu*ğundan çok daha fazla abartılarak anlatılmıştır. O kadar ki bu mer*halenin parlak yönleri hemen hiç dile getirilmemiştir. Halbuki bu kanlı mücadelelerin, onların meydana gelmesinde rol oynamış şartlara ve faktörlere bağlanarak değerlendirilmesi gerekir.

Ne gariptir ki Hz. Ali'ye aşırı sevgi gösterenler O'nun durumu*nu kötü yansıtmışlardır. Kabul edilemeyecek olayları ve haberleri O'na maletmişlerdir. Bunlardan bazı kimseler böyle bir aşırı bağlı*lık nedeniyle sırf Hz. Ali'yi yüceltmek için başkalarını aşağılamaya çalışmış, onları zalim ve Hz. Ali ile diğerlerinin hakkına tecavüz eden zorbalar şeklinde tanıtma gayretini göstermiştir. Hatta bu*nunla da yetinmemiş, Hz. Ali'nin torunlarını, "Nas" ile, {îlahi ka*nunla) tayin edilen imamlar olarak ilan etmiştir.

Onları (Peygamberlerin sıfatı olan) masumiyetle nitelemiş peygamberlerle aynı hizaya getirmeye çalışmıştır. Bu gibi abart*malar, îslamın ilk devrinde yoktu. Hicretin üçüncü asrının son ya*rısında bu akımlar başladı. Mesela bu mübalağaları ilk fıkıh alim*lerinin (îmamı Azam, imam Malik, îmamı Şafii ve imamı Hambe-li) gibi müçtehitlerin kanaat ve eserlerinde ilk tarihçilerin kitapla*rında bulamıyoruz.

Keza "Ehl-i Beyt" büyükleri ile halifeler ve ilk müslüman idare*ciler arasında kin güdüldüğüne dair bir emareye rastlayamıyoruz: Daha ötesi var: "Şia" kelimesi o devirde sadece taraftar olmak, des*teklemek gibi manaların Ötesinde hiç de (siyasi ve ideolojik) bir anlam ifade etmiyordu. Fakat zamanla bu ıstılah kendine Özgü bir düşünce ve inanç tarzının adı oldu. Bu düşünceyi meşrulaştırmak ve yaymak amacıyla da geçmişlere, hiç söylemedikleri sözler ma-ledildi. Onlardan öyle haberler öyle fikirler nakledildi ki aslında hiç bir zaman ne böyle şeyleri bilmiş ne de hatırlarından akılların*dan geçirmişlerdi.

Zamanla Hz. Ali taraftarlarının önünde meydan öyle müsait hale geldi ki düşmanlarım, hasım olarak mimlediklerini kötüle*mek, ileri sürdükleri fikirlerin tutunmasını kolaylaştırmak için ne istediyseler yazıp durdular. Bu sebeple müslümanlar arasında kamplaşmalar çoğaldı ve aralarındaki uçurumlar büyüdü. Bu ge*lişmelerden çıkar sağlayan odaklar arttı. Böylece Batınîlik akımı ortaya çıktı. Aşırı düşünceler ve batıl inanışlar alabildiğine yayıldı.

Henüz tarih yazımı da başlamış değildi. Tarih ancak Abbasiler devrinde yazılmaya başladı ki bu devirde de Abbasilerin yegane amacı Emevileri yok etmek onları ortadan kaldırmaktı. Abbasi yö*netiminin meşruluk kazanabilmesi için Abbasilerin en önemli meselesi buydu. Bu da tüm Emeviler aleyhinde genelleme yapma*ya yol açtı ve iş öyle bir dereceye vardırıldı ki Emevilerin, esasen Hz. Osman'ın öcünü almak bahanesiyle yönetime geldikleri ve ik*tidarlarını kan davası üzerinde kurdukları ileri sürüldü.

Bu arada Hz. Ali ile hiç ilgisi bulunmayan şeyler O'na mal edil*meye çalışıldı. Hz. Peygamber (sav)'in dilinden hadisler uydurul*du. Sözde bu uydurma hadislerle halifeliğin Hz. Ali'ye mahsus ol*duğu ileri sürüldü. Dolayısıyla O'ndan önce seçilmiş bulunan Ha*lifelerin zorba oldukları O'nun hakkına zorla el koydukları iddia edildi. Bu halifelerin O'ndan daha üstün oldukları inkar edildi. Birtakım kitaplar yazılarak, Hz. Ali'ye ait olduğu ileri sürüldü. Hal*buki Hz. Ali'nin böyle şeylerle uzaktan yakından ilişkisi yoktu. Ve haşa! Ne Hz. Ali ne de O'nun seviyesinde bulunan sahabiler bu uy*durulmuş sözlerle başkaları aleyhinde konuşmuş nede onlara hü*cum etmişlerdir.

işte bu şekilde çeşitli dedikodular ve rivayetler halk arasında yayıldı. Sonra tarih yazılmaya başlandı. Tarihçiler ilim adamı so*rumluluğu ile halktan ne duyuyor idiyseler onu değiştirmeden yazıyorlardı. Atalarının tarihidir diye gelecek nesillere nakledilmek üzere elde ettikleri rivayetleri (Doğru veya yanlış olduğuna bak*madan) kaydediyorlardı. Bu sebepledir ki çeşitli rivayetler arasın*da çelişkiler görülmektedir. Müslümanlar arasında meydana gel*miş bulunan farklı kampların her biri kendilerine ait rivayetçilerin verdiği haberden başkasına itibar etmemekte aynı zamanda di*ğerlerini uydurmacılıkla suçlamaktadırlar

Objektif bir tesbit yapabilmemiz için bu konuyu bizim açımız*dan zorlaştıran bir husus da şudur: Biz günümüzün iletişim ala*nındaki hızı ve asrımız insanının iktidar hırsıyla birbirlerine karşı giriştikleri amansız mücadele ve hücumları ölçü alarak o günkü ihtilaflara bakıyor, zihnimizde yerleşen, tarihteki karşıt düşünceli kamplar arasında cereyan etmiş düşmanlıklardan hareket ederek, o günlerin şartlarını hesap etmeden, araştırıp incelemeden değer*lendirmeler yapıyoruz.

Şu gerçeği gözardı etmemek gerekir ki İslamın ilk döneminde Şam-Medine arasındaki mesafe, bir ay gidiş ve bir ay da dönüş ol*mak üzere ancak iki ayda katedebiliyorlardı. Bir elçi bu mesafeyi gidip dönünceye kadar yeni yeni olaylar meydana geliyor, yeni so*runlar doğuyordu ki bunlarla uğraşmak bu yeni sorunları çözüme kavuşturmak gerekiyor, eskileri artık bir kenara bırakmak, eski olaylar ve problemlerle cemiyeti yeniden huzursuz etmemek icab ediyordu. Konular, şahıstan şahısa, şundan buna intikal ederek ancak uzak yerlere ulaşabiliyordu ki olaylar gerçekten daha başka surette güvenilen habercinin anlattığından daha değişik mahiyet ve anlamda insanlara yansıyordu.

Bazan, bu sebeplerden dolayı anlatılanlara inanmak mümkün değildi. Zorluklar hasıl oluyor, insanlar şaşırıyor ve bocalıyorlardı. Biz bugün, o devirden bahsederken telefon, telsiz, radyo, uçak ve uydular gibi dakikasında hatta saniyesinde haberleri nakleden ile*tişim araçlarını kafamızda canlandırarak, o zamanın şartlarını hiç düşünmeden konuşuyoruz.

Hakikate bakılacak olursa Raşid Halifeler, insanlar arasında iktidar hırsından en uzak kimselerdi. Hatta, başkalarına olan saygılarından dolayı bir konuda görüşlerini beyan etmekten bile en çok kaçınanlardan idiler. Bazan sahabilerden birine bir soru yö*neltilirdi. O da meseleyi bir diğerine, o da bir başkasına havale ederdi. Bu durum öyle devam eder, öyle döner dolaşırdı ki mesele yine ilk kişiye intikal etmiş olurdu.

Kendilerine danışılan zevatın her biri (bencillikten kaçındığı, sırf kendi görüşünün hakim kılınmasından ve bu sebeple de ma*nevi bir sorumluluk altına girmekten kaçındığı için) fetva verme*meye, görüş beyan etmemeye çalışırdı.

Mesela Sakife gününe (Hz. Ebu Bekir'in devlet başkanı seçil*diği günkü kulise) bir göz atalım:

O gün Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde'den her biri di*ğerini aday göstermeye çalışıyor, dikkati kendi üzerinden uzaklaş*tırmaya, meseleyi üzerinden defetmeye uğraşıyordu. Şimdi de Hz. Ali'nin gayet edebi ve bu amaçla çok kere söylediği şu sözlerini ha*tırlamaya çalışalım:

"Daneyi yeşerten ve rüzgarı yaratan Allah'a yemin ederim ki, eğer bu olaya şahid olmasaydım ve hakkın yanında yer almak konusunda elimde delil bulunmasaydı, zalimin zulmetmesi ve mazlumun ezilmesi karşısında susmayacaklarına dair Allah Te-ala da bilgi sahiplerinden söz almış olmasaydı bu işin peşini bı*rakacak (dünyaya metelik vermeyecektim: En değerli şey olarak bildiğiniz devlet başkanlığı makamına gelmeyi, sıradan bir vatan*daş olmaya asla tercih etmeyecektim.) Hem şu dünyanızın, (tüm servet, saltanat ve debdebesiyle) nazarımda bir keçinin yellen*mesi kadar bile bir değer taşımadığını görecektiniz."

Biz bugünkü çağımızda mevki ve makam hırsı, baş olma sev*dası ve bu uğurda verilmekte olan kanlı mücadeleler, silah zoruy*la değişen iktidarlar, ihtilaller ve devrimlerin zihnimize yerleştirdi*ği imajla o devri düşünüyor ve değerlendirmeye çalışıyoruz. Hal*buki bu çok yanlıştır.

Gerçeğe bakılacak olursa genelde bütün sahabiler ve özellikle Halifeler birbirlerini çok sever, sayarlardı. Hiç bir kimse başka bir kimseyi, Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşı olan Halife'yi sevdiği ka*dar sevmezdi.

Biz burada ne Hz. Ebu Bekir'in gerek Hz. Osman ve Hz.Ali'ye, gerekse diğer sahabilere danışmasından, ne Hz. Ömer'in, Hz. Os*man ve Hz. Ali ile istişare etmesinden, ne Hz.Ömer'in Medine'den ayrıldığı sıralarda Hz. Ali'yi yerine naib bırakmasından, ne de Hz. Osman'ın, birçok meselelerde Hz. Ali'nin görüşlerine başvurma*sından bahsedeceğiz.

Zira olabilir ki -Allah korusun- kimi cahil insanlar "Halifeler çıkarları uğruna sahabilerîe böylece geçinmeye çalışıyorlardı" di*ye, bunu kötü bir niyetle düşünübilirler. Fakat halifelerin sahabi çocuklarını özellikle Ehl-i Beyt çocuklarım ne kadar çok sevdikle*ri noktası üzerinde biraz duracağız. Sonra da bir halifenin kendi*sinden önceki halifeye nasıl baktığım inceliyeceğiz. Buna ek ola*rak da gerek Emevi ve gerekse Abbasi halifelerinin özellikle Ehl-i Beyt'in büyükleri ve genel olarak tüm Ehl-i Beyt efradı hakkında*ki tutumlarına şöyle bir bakacağız ki o devirde iki taraf1 [1] arasında meydana gelmiş olaylarla ilgili olarak kafamıza yerleşmiş bulunan kopyeci kindarlığın gerçek yüzünü anlamış olalım:

Hz. Ömer, bir keresinde Hz. Peygamber (sav)'in sahabilerini giydirdi. Ancak dağıtılan elbiseler arasında Hz. Ali'nin iki oğlu Ha*san ve Hüseyin'e uyacak elbise bulunmadı. Bu sebeple Yemen'e kadar adam gönderip onlara elbise ısmarladı. Getirtip ikisini giy*dirince: "Oh! İşte şimdi rahatladım" dedi.

Yine Hz. Ömer birgün Hz. Hüseyin'i bir iş için çağırmıştı. Hü*seyin diyor ki:

- Halife Hz. Ömer'in emri üzerine gittim. Yolda oğlu Abdul*lah'a rastladım. Ona:

- Nereden geliyorsun, diye sordum. Bana:

- Halife Ömer'in huzuruna çıkmak istedim. İzin verilmedi, diye söyleyince "Öyleyse beni de içeri almazlar diye düşünerek" ben de gerisin geri döndüm. Ancak bu sırada Hz. Ömer'in bizzat ken*disine rastladım. Bana:

- Ya Hüseyin! Seni istemiştim, neden gelmedin, diye sorunca O'na:

- Ya Emir'el-Müminin! Oğlunuz Abdullah'a rastladım. O'nu huzurunuza almamışsınız. Bu sebeple ben de çekindim döndüm, diye cevap verdim. Bunun üzerine Hz. Ömer bana:

"Peki sen benim gözümde Abdullah gibi misin, sen Abdullah t*ibi misin?" (diye serzenişte bulundu) yani sen gözümde O'ndan. daha da ilerisin, demek istedi.

Muhaddis Tirmizi, Hz. Ömer'in, Hz. Ebu Bekir için:

"O bizim efendimizdir, en hayırlımız ve Rasulullah'm en çok sevdiği bir zat-i muhteremdir"dediğini kaydetmektedir.

Gerek Buhari'nin, gerekse İmam Hambelî'nin naklettikleri bir rivayette de şöyle denilmektedir:

"Hz. Ali'nin oğlu Muhammed bin El-Hanefiyye diyor ki: Baba*ma: "Hz. Peygamber (sav)'den sonra, insanların en hayırlısı kim*dir" diye sordum. Bana:

- Ebu Bekir'dir, diye cevap verdi.

- O'ndan sonra kimdir, diye sordum.

- Ömer'dir, dedi. Ben O'nun, "Osman'dır" demesinden çekmi*yordum. Ardından babama:

- Ondan sonra da sensin, öyle değil mi babacığım, dedim. Ba*bam:

- Hayır! Ben sadece müslümanlar arasında sıradan biriyim, di*ye tatlı-sert bir karşılık verdi.

Yine bir gün Hz. Ali'den, O'nun Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki kanaati soruldu. Soran kişiye:

- Bu konuda derin bilgileri olan birine rastladın, dedikten sonra

- Allah'a yemin ederim ki ikisi de birer hidayet rehberiydi. Ken*dileri en doğru yolda oldukları gibi başkalarına da doğru yolda ışık tuttular, ermiş birer mürşid idiler, ıslah edici yapıcı ve kurtarıcı idi*ler. Dünya lezzetinin, haramın ve hiç bir kötülüğün içlerine girme*diği tertemiz bir mide ve gönülle bu dünyadan ayrıldılar, cevabını verdi. Sonra da şunları ekledi:

- Allah Ebu Bekir ve Ömer'i kıyamet kopuncaya kadar O'nlar-dan sonra gelenler için birer örnek ve kanıt haline getirdi. Allah'a yemin olsun ki ikisi de kendilerine fazilette ulaşılamayacak kadar yüceldiler ve kendilerinden sonra yaşayacak insan kitleleri için, ıs*rarla uyulacak ve izlenecek eşsiz birer önder oldular.

Hz. Ali Küfe şehrinde davalara yargı makamında baktığı bir sı*rada adamın biri O'na gelerek:

- Ey insanların en hayırlısı! Şu meseleme de bir bakar mısın? Allah'a and olsun ki senden daha hayırlısını görmedim, diye hi-tab etti. Hz. Ali:

- Şunu yaklaştırın, bakalım, diye talimat verdi. Adam yaklaşın*ca Hz. Ali O'na:

- Sen Hz. Peygamber (sav)'i hiç gördün mü, diye sordu.

- Hayır, cevabını alınca bu kez:

- Peki Hz. Ebu Bekir'i ve Hz. Ömer'i gördün mü, diye sordu. Adam yine:

- Hayır, deyince bu kez ona:

- Bak! Eğer "Hz. Peygamber (savj'i gördüm" deseydin, boynu*nu vururdum. Yok eğer "Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'i gördüm" de*seydin bu sefer de muhakkak incitecek derecede sana bir sopa atardım, dedi.

Hz. Ali'nin yanında Hz.Ebu Bekir'den söz açıldıkça şöyle der-

- O hepimizi geçti. Canımı elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki hangi hayırlı bir işe teşebbüs ediyor idiysek muhakkak Hz. Ebu Bekir bizi o işte geçerdi.

Devamı Sonraki Mesajda...
 

_SeNaToR_

Yasaklı Kullanıcı
Katılım
25 Ağu 2008
Mesajlar
1,220
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
35
Bir gün adamın biri Hz.Ali'ye:

"Ya Emir'el-Müminin! Muhacirler ve ensar, nasıl oldu da Hz. Ebu Bekir'i seçtiler de seni seçmediler?" diye sordu Hz. Ali O'na şu cevabı verdi: '

"Hz. Ebu Bekir dört üstünlükten dolayı benden önce seçildi ki bu dört şey bende yoktu:

O benden önce müslüman olduğunu baştan beri açıkça ilan etme cüretini gösterebildi. Benden önce hicret etti ve Hz. Peygam*ber (sav) ile birlikte mağarada bulundu. Allah'a yemin ederim ki eğer Ebu Bekir meziyetlerini kaybetmiş olsaydı İslam dini iki dam*la gözyaşından daha ileri gidemeyecekti. İnsanlar da Talut'un ayak takımı seviyesinde kalırlardı. Yahu bilmiyor musun! Allah Te-ala insanları Kur'an-ı Kerim'de kötülerken Ebu Bekir'i övmüş bu*lunmaktadır. Şöyle buyuruyor:

"Muhammed'e yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler O'nu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah O'na yardım etmişti. Arkadaşı Ebu Bekir'e "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu. Allah Ebu Bekir'e rahmet ey*lesin.

Emevi ve Abbasi devirlerinde de ister Hz. Abbas'ın, ister Hz. Ali'nin soyundan gelsin, genel olarak tüm Haşimoğullarına karşı saygı gösterilirdi. Bu saygıya hem halk hem de resmi çevrelerde toplumun her seviyesi katılırdı. Bu meyanda Halifenin huzuruna Haşimilerden biri girdiği zaman O'na ilgi gösterir, yakınında bir yere oturtarak O'nu ağırlamaya çalışırdı. Ayrıldığı zaman da O'nu değerli ihsanlarla uğurlardı.

Bu konuda Abbasi halifelerinden Me'mun diğerlerinden daha da ileri gitmişti. Çünkü Hz. Ali soyunun o günkü büyüğü Ali Rıza'yı kendine veliaht seçmişti. Bu tutum hiç şüphesiz O'nun Hz. Ali so*yundan gelenlere ne kadar saygı gösterildiğini kanıtlamaktadır.

Ancak bu sülaleden gelenler de gerçekten önder, birer hidayet rehberi, alicenap ve ehli takva idiler. Bu sebeple de onlara layık ol*dukları değer veriliyordu. Bu durum, Hicretin üçüncü asrının son yarısına kadar, yani birçok kimsenin bu soydan geldiğini ileri sür*düğü, Batınilik akımlarının başını alıp yürüdüğü, Karmatiler, Zen*ci Hareketi ve Ubeydiler gibi bir takım sapık hareketlerin karışık*lık çıkarmaya başladıkları döneme kadar sürdü. Bu siyasi cereyan*ları organize edenlerin hepsi de Hz. Ali'nin soyundan geldiklerini ileri sürüyorlardı.

Halbuki bu doğru değildi. Bunlar başta kurulu düzeni tehdit etmeye ve müslüman toplumu karıştırıp anarşi çıkarmaya başla*dılar. Aynı zamanda bu akımlara paralel olarak, müslümanlardaki cihad ve mücadele ruhunu söndüren, zühd ve tasavvuf kisvesine bürünmüş başka akımlar da ortaya çıktı. Bunların amacı tekke miskinliği ile müslümanları uyuşturmak, İslam toplumunun dina*mizmini öldürmek ve böylece yıkıcı faaliyetlere karşı onları tepki ve direnç göstermeyecek duruma getirmekti. Aslında köken olarak tüm bu akımlar arasında ortak bir bağ bulmak mümkündür. Çün*kü hepsi de temelde îran Mecusiliği'ne dayanıyordu.

Bunun yanında Tenasüh, (İnsanın öldükten sonra ruhunun başka bir bedenle yeniden dünyaya gelmesi) ve Hulul (Haşa Al*lah'ın insan ve eşya ile birleşmesi) gibi ortak felsefi karakterler gös*teriyorlardı. Keza heves ve şehevi arzulan doyuma ulaştırmak açı*sından da İbahiyeciliği (cinsellikte sınırsız özgürlüğü ve mülkiyet*te ortaklığı) benimsiyorlardı. Bunu fırsat elde ettikleri zaman açık*ça savunuyor, imkan bulamadıkları zaman da gizlice uyguluyor*lardı. İşte o devirlerden itibaren bu sapık akımlarla müslümanlar arasındaki açı gitgide büyümeğe başladı.

îlk ayrılıkçı gruplar, kendilerine Ehl-i Şiat (Şiiler, yani Hz. Ali taraftarları) sıfatını yakıştırdılar. Bunların karşısındaki kitle ise müslümanlardı ki Ehl-i Sünnet olarak tanındılar.

Sonra müslümanlarca bilinmeyen bir takım yabancı fikirler, çeşitli felsefeler ortaya çıkıp yayıldı.

Hz. Ali'yi destekleyen ancak inançlarına herhangi bir şaibegirmemiş olanlar değişik isimler altında birtakım kamplara men*sup olmalarına rağmen yine de müslüman sayılıyorlardı. Buna mukabil, inançlarına yabancı ve batıl fikirler karışmış fırkalar da vardı ki müslüman ya da şii olduklarını ileri sürmelerine rağmen müslüman değildiler.

Gerek Emeviler, gerekse Abbasiler döneminde Ehl-i Beyt'in [2] uğradıkları baskı, işkence ve katliamlara gelince, aslında bu fela*ketler onlarla sınırlı kalmadı.

Bilakis Ehl-i Beyt olsun veya olmasın iktidar sevdasında olan*ların ve ayaklanan halk kitlelerinin hepsini birden kapsadı. Mese*la bu olaylarda kurban giden Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin Ehl-i Beyt'ten idi, ama Zübeyir Bin Avam'ın oğlu Abdullah Ehl-i Beyt'ten değildi.

Keza Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd Bin Ali Ehl-i Beyt'ten idiyse de Amr Bin Said Bin El-As Ehl-i Beyt'ten değildi. Ehl-i Beyt üzerin*deki bu korkunç baskılar Abbasiler devrinde de devam etti.

Mesela Halife Mansur, Hz. Hasan'ın torunları olan Muhammed ve kardeşi İbrahim'i öldürdüğü gibi kendi öz amcası Abdullah Bin Ali'yi de öldürdü. Keza Ebu Müslim'i Horasanî'yi de öldürdü. De*mek ki bu siyasi cinayetler sadece Ehl-i Beyt ile sınırlı değildi.

Bilakis hangi sülaleye mensub olursa olsun yönetime karşı olan herkesi tehdit ediyordu. Baş olma sevdası her şeyin üzerinde ve en büyük amaç haline gelmişti öyle ki bu uğurda boyuna kanlar akıtılıyordu. Kişi kendi aile efradına, kendi çocuklarına karşı bile kanlı mücadeleler veriyordu.

Bütün bu şartlara rağmen yönetime karşı ses çıkarmayan, si*yasi olayların içine girmeyen Ehl-i Beyt'den diğer zevat, sosyal mevkilerini ve saygınlıklarını koruyorlardı. Statüsü ne kadar yük*sek olursa olsun hiç bir kimse bu zevata dokunamaz, yıpratamaz, prestijlerini düşüremezdi.

Mesela bunlardan: Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelabidin, Mu-hammed Bakır, Cafer-i Sadık, Ali Rıza, Muhammed El-Cevad, Aliyyül-Hâdî, Hasan El-Askeri ve bunlardan önce yaşamış olan Hz. Ali'nin oğulları Hz. Hasan ve Muhammed Bin El-Hanefiyye bu gibi durumlara maruz kalmamışlardır. Nadiren aleyhlerinde bir ihbar olmuşsa da Halife araştırmış nihayet gerçeği öğrenmiş ve gördükleri çirkin muameleden dolayı onlardan özür dilemiş, hat*ta kendilerini uygun ihsanlarla memnun etmiştir.

Sırf müslümanları bölmek, onları zıt kamplara ayırmak ama*cıyla abartılarak sansasyonel biçimde zaman zaman anlatılan bu zulümler aslında onların dışındakilere yapılanların aynısıydı.

Hakikatte aralarında bir inanç ve düşünce ihtilafı da yoktu. Di*ni inanç farkları daha sonraları garazkâr ve kötü niyetli odaklar ta*rafından îslama karıştırıldı.

Devirler sonra yaşayan nesiller bu meseleleri iyi araştırıp doğ*ru şeklini tesbit etmedikleri için onları oldukları gibi kabul etmek gafletinde bulundular.[3]

--------------------------------------------------------------------------------
[1] İki taraf dan maksat Hz. Ali İle Muaviye'dir. (Mütercim)

[2] Eh!-i Beyt: Hz. Peygamber'in torunları Hasan ve Hüseyn'in soyundan gelenlere denir. Ayrıca Hasan'ın soyundan gelenlere Şerif, Hüseyn'in soyundan gelenlere Seyyid denir. (Mütercim)

[3] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/297-308.
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt