Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Domuzlar Diktatoryası" (1 Kullanıcı)

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
"Biyolojik Silah Kulanmamaya" dair andlaşmayı en son imzalayan devletin ABD olmasına kimse bakmıyor, ama herkes bir devletin en mahrem noktalarına kadar biyolojik-kimyevi silah aranmasını son derece hukuki görüyor. Irak'ın en mahrem yerlerine kadar inceleme yapan ABD, gücünden kaynaklanan fiilî durumunu-zorbalığını, "bizim gayemiz Irak'a demokrasi götürmektir." diyerek kılıfına-hukuka uydurup, sözüm ona "meşru hukuk zeminine" oturtuyor. Uzun söze ne hacet?.. Hâkim S. Mirzabeyoğlu'nun hükmü: «(...) Batı'nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell'ın ünlü eseri "Domuzlar Diktatoryası"nda geçtiği gibi, "hepimiz eşitiz ama, bazılarımız daha eşit" anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır.» (4)
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Bulantı
Uğur YAMAN
«şaşırmadım, biliyorum ki, bu dünya idi, kendini birden bire gözler önüne seren çırılçıplak dünya ve ben kızgınlıktan çatlıyordum.» (*)
Yazının gerek başlığı ve gerekse ilk cümlesi, “Varoluşculuk veya Sartre'a dair bir yazı” intibaını uyandırabilir. Ancak yazının yazılmasındaki temel saik; bu konuyu ehline havale etmek suretiyle, kendi tekâmülünü tamamlamakla mükellef olup yeryüzünde Allah'ın (c.c.) Halifesi olan insana “eşya” muamelesi yapılmasına, bunun yanında insana eşya muamelesi yapılması suretiyle yapılan zulmün kılıfı-paravanı olan Uluslarası Hukuk'a ve bu hukuka göre tanzim edilen düzende, T.C.’nin yerine dairdir.
"Savaşmayı, yönetmeyi ve para kazanmayı" içeren eylemin ve bu eylem(ler)in doğuracakları sonuçların doğrulanıp haklı çıkarılmasının nihaî gaye olduğu, bu uğurda insanlara eşya muamelesi yapmakla kalmayıp, dünyayı lüzûmsuz, sebepsiz ve mutlak bir saçmalık olan bir varlık haline getirildiği bir düzene karşı duyduğumuz öfke, bize; Bulantı romanının kahramanı olan yazar Roguentin'edünyayı; "lüzûmsuz, sebepsiz ve mutlak bir saçmalık olan bir varlık." olarak tanıtan Sartre'ı tedaî ettirdi. Tedaî bu ya...
«Hukuk “olması gereken” olarak, ahlâkın pıhtılaşması ve zorlayıcı müeyyideler hâlinde kendi müesseseleriyle tecelli eden bir nizamdır... Bunu belirttiğimiz ânda, hukukun, kurucu, koruyucu ve yönlendirici rolünü, şartlara nisbetle tecelli babında siyasî karakterini, tedbir, tatbik ve tertib gerektiren her meseleye şamil bir ifade mânâsıyla da ancak vasıflandırmalarla ele alınabileceğini belirtmiş oluruz... Öyleyse, hukukun ahlâk ile alâkası kendiliğinden görünüyor: Her toplum ve medeniyet, ruhî muvazenesi nisbetinde, benzer zihniyetteki insanların birliğidir... Her toplumda, içtimaî sınıflar ve gruplar, değişik tondaki zihniyetleri temsil ederler; ve her zihniyet bütünüyle ve genellikle, parçaları birbirini belirleyen ve aralarında "inanç" bağlarıyla bağlanmış olan mantıkî bir yapı meydana getirirler...»(1) “(...) gerçek kimliğinden zor ya da hile kullanarak uzaklaştırılmadığı sürece hukuk, değerin gerçekleşmesine yönelmekte, ne var ki bu amacına da ancak normu kullanarak ulaşabilmektedir.” (2) Hukukun "olması gereken" olarak, ahlâkın pıhtılaşması ve zorlayıcı müeyyideleri hâlinde kendi müesseseleriyle tecelli eden bir nizam olması ve "değer gerçekleştirme amacı" tabiî olarak göz ardı edilemez. Zira, hakların ve yükümlülüklerin özünü bu değerler oluşturur.
Şayet, gerçekleştirilmesine yönelinilen "değer"; "güçlünün haklı", birilerinin "daha eşit" olduğu değerse o değerin gerçekleşmesi için tecelli eden müesseselerin ne derece "adil" olduğu gündeme gelir. Ve şayet, değerlerin ve o değerlerin tezahürü halinde beliren müesseselerin ne derece adil olduğu tartışılıyorsa ve adil olup olmadığı tartışılan değer(ler)e ulaşmakta kullanılan "norm"lar dahi hiçe sayılıp, hukukun ırzına geçiliyorsa mütecavizlerin hukuku hakkında hüküm verilir: Zorba hukuku
Emperyal saiklerle hareket edilmesi, hukukun gerçekleştirmeye yöneldiği “değer”lerin temelinde zorbalığın olması, uluslararası hukukun sözleşmelere dayanması- gelişmesi ve halihazırda kodifiye edil(e)memesi, sözleşmelerin-sözleşme şartlarının “hakka” göre değil de “güç”e göre belirlenmesi, uygulanan uluslararası hukukun yapılan zorbalığa paravan vazifesi görmesi gibi tabiî bir sonucu doğuruyor. Görünürde herşey kılıfına-hukuka uygun bir vaziyette yürüyor. Kılıfına uymadığı-uydurulamadığı vakit de “ben yaptım oldu” deniliyor.
Böylesi bir durumun, Hıristiyan-Yahudi Batı Emperyalizmi'nin gerektiğinde kendi normlarını dahi hiçe saymasının nedenlerinin temeline indiğimizde -elbette- Roma Nizamı'nın varlığını görüyoruz. Torunları gibi Romalı içinde önemli olan "savaşmayı, yönetmeyi ve para kazanmayı" içeren eylem ve bu eylemlerle doğacak sonuçların “doğrulanıp” haklı çıkarılmasıydı. “Roma gerçekliği”nden söz edilmesinin nedeni de bu olsa gerek. Gerek Romalı ve gerekse onların torunları için önemli olan; kılıcın çözüme kavuştur(a)madığı sorunların hukuk yoluyla çözümüdür. Bütün mesele; savaşmayı, yönetmeyi ve para kazanmayı içeren eylemin, güç yoluyla halledilmesi ve bu eylem(ler)in doğuracakları sonuçların "güç"e göre belirlenen hukuk yoluyla çözüme kavuşmasıdır.
Yetkili organlar tarafından ve usulüne uygun biçimde çıkarılmış her yasanın "hukuk" olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmek gerekir. Çünkü hukuk kuralının meşruiyeti usule ilişkin bulunan şeklî geçerliliğin üstündedir. Paravan vazifesi gören uluslararası hukukta da her şeyin usule uygun olması, o yasaların "hukukî" olduğu anlamına gelmez. Çiçeron'un iki bin yıl önce verdiği, "atını senatör olarak atayan imparator" örneğini hatırlamanın tam yeridir. İmparator'un atının senatör olarak atanmasını içeren "atama yasası", biçimsel açıdan hukuk kuralıdır ve usule son derece uygundur, ama hukukî değildir. Aynı şekilde, "Roma'da uzun bir süre sözleşmenin yapıldığı sırada şiddet kullanılmış olması, ceza hukuku kapsamına girecek bir suç sayılmak bir yana, sözleşmenin geçersiz sayılması sonucunu bile doğurmamıştır." (3)
"Biyolojik Silah Kulanmamaya" dair andlaşmayı en son imzalayan devletin ABD olmasına kimse bakmıyor, ama herkes bir devletin en mahrem noktalarına kadar biyolojik-kimyevi silah aranmasını son derece hukuki görüyor. Irak'ın en mahrem yerlerine kadar inceleme yapan ABD, gücünden kaynaklanan fiilî durumunu-zorbalığını, "bizim gayemiz Irak'a demokrasi götürmektir." diyerek kılıfına-hukuka uydurup, sözüm ona "meşru hukuk zeminine" oturtuyor. Uzun söze ne hacet?.. Hâkim S. Mirzabeyoğlu'nun hükmü: «(...) Batı'nın demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell'ın ünlü eseri "Domuzlar Diktatoryası"nda geçtiği gibi, "hepimiz eşitiz ama, bazılarımız daha eşit" anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır.» (4)
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Ubi socioto, ibi jus" (Neredetoplum varsa, orada hukuk vardır.) der, Batı medeniyetinin isnat ettiği noktalardan olan Roma Nizamı'nı tanzim eden Romalı hukukçular. Bir soy biçiminde örgütlenen Roma toplumu kabaca incelendiği vakit; siyasî yapıda yer almak için toplumun benimsediği bir gens'e (bir soya) üye olmak gerektiği dikkatleri çeker. Bir "yurttaş" koruması altında bulunup ona hizmet etme yükümlülüğüyle bağlanmış olan ve daha sonra “pleb” sınıfı içinde yer alan ve ayrı bir sosyal kategori oluşturma özelliğini yitiren kişilere "client" (sığınma-yanaşma) deniliyordu. Client'lerin yanında Roma'nın bütün devirlerinde etkin rol oynayan ve bir "eşya" muamelesi gören "köle"ler vardı. Kölelerin yanında, borçlandığı kişinin borcunu ödeyemediği için "nexum" (borç kölesi) durumuna düşen ayrı bir sınıfın varlığı ayrıca dikkatleri çeker. Bu sosyal tabakaların yanında, Cumhuriyet döneminin Roması'nda Imperıum yetkisiyle donatılmış consullerce olağanüstü durumlarda atanan ve kadir-i mutlak olan "dictatör"lük vardı. Tıpkı Roma'da olduğu gibi kimilerinin hikmetinden(!) sual olun(a)mayan "dictatör", kimilerinin "client", kimilerinin "nexum" veya "köle" muamelesi gördüğü günümüz uluslararası hukuk düzenini; Romalı hukuçulardan ilhamla, "nerede Hristiyan-Yahudi Batı Emperyalizminin hukuku varsa orada kan, gözyaşı, nefret vardır." şeklinde nitelendirebiliriz.
"(...) hukukun hiç değişmeyen özelliği, gerçekleştirmeye yöneldiği değerlere, onlarda açıkca görülmeyen bir nesnelik kazandırmasıdır.(Antik Yunan yaklaşımı ahlâk yasalarını, kentin "sütunları" Herkaklit ise "kale duvarları" olarak adlandırmaktadır. Bu kuralların kamuya duyurulabilmesi; "resmi" olarak açıklanmalarına bağlı görülmekte ve bunların içinden yalnızca küçük bir bölümünün yaptırımları bulunmaktadır. Bkz: VILLEY, Mıchael, Phılosophıe du droit, C:1, Deuxieme edition, Dalloz, Paris 1978, s.60-61)" (5) Bir yazımızda, ABD'nin Irak'a yapacağı saldırıdan bahisle, "Yunan aklı, Roma nizamı ve Hristiyanlık ahlâkı" olarak formule edilen Batı medeniyeti'nin, sömürmek üzere gerçekleştimeye yöneldiği değerlerin "nesnelik kazanmış" şekli olan ve zorbalığa paravan vazifesi gören uluslararası hukukdaki "self-determination" (milletlerin kendi mukadderatlarını bizzat tayin hakkı) ilkesi çerçevesinde, "zorba hukuku"nu değerlendirmeye çalışmıştık. Kan, gözyaşı, nefret olarak ifadesini bulan değerlerin "nesnellik kazanmış şekli" olan düzende T.C.'nin yerine gelirsek...

Zilyet-Zîllet ya da Zilyetlik-Zelillik
"Zilyet: Elmen; bir şeyi fiilen elinde bulunduran kişi; bir şeyda tasarrufta bulunan kişi,
Zilyetlik: Bir şey üzerindeki fiili tasarruf biçiminde ortaya çıkan hâkimiyet; elmenlik.
Zilyet yardımcılığı: Bir malın asıl zilyed adına kullanılması.
Zilyet yardımcısı: Vazıülyed; zilyetliği bir başkası namına kullanan kişi (...). "(6)

Zilyetlik, bir eşyayı zilyet alma iradesi (animus) ile fiilî hakimiyet (corpus) altında bulundurma olarak tanımlanabilir. Animus (zilyetlik iradesi); bir eşya üzerinde devamlı bir hakimiyet kurma iradesi olarak tanımlanabilir.Corpus (fiilî hakimiyet), eşya üzerindeki fiilî hakimiyet az veya çok ama belirli ölçüde devamlılık taşıması halinde sağlanır.
Zilyetlik yardımcılığı sıfatının doğması için ise dört koşulun gerçekleşmesi gerekir:
". Zilyed yardımcısı, asil zilyedin emir ve talimatıyla hareket eder. Onunla arasında, altlık-üstlük ilişkisi vardır.
.Zilyed yardımcısı ile zilyed arasındaki bağlılık (altlık-üstlük ilişkisi), dışarıdan açıkca görülebilir nitelikte olmalıdır.
.Zilyed yardımcısı eşyayı kendi için değil, zilyedin bir hizmetini ifa etmek için kullanır.
Zilyed yardımcısı, eşya üzerinde bir aynî veya şahsî hak iddiasında bulunmamalıdır." (7)
Zelil: Yanılan; aşağılanan; horgörülen.
Zillet: Hakirlik; horluk; aşağılık; alçaklık.

Hukuk sosyologu Eugen Ehrlich'in, hukuku, sosyal olgulardan özellikle dört tanesi üzerinde temellendirmesi ve bu sosyal olgulardan birisinin de "zilyetlik" olarak belirtmesinin bizim için şu anda ayrıca önemi vardır. Zira; bir ülke; yüksek oranda enflasyon ile beraber anılan ve bir ekmek için çantalar dolusu paranın taşındığı Weimar Cumhuriyeti'ni andırıyorsa, bir ülke de; geçim sıkıntısı son raddeye varmışsa, geçim derdinde olan halk, uygulanan ulusal programın çerçevesinin, içeriğinin hatta birçok teknik detayların dahi belirlendiğini bilmiyor, "iktidar partisi" seçtiği zannıyla sandığa gidip oy kullanıyorsa, aslında yapılanın "hükümet etme" işlevini üstlenmekten ibaret olduğunu gör(e)meyip "bu yapılan seçim sadece ve sadece aldatmadır. Attığınız her oy, meşruiyeti tartışılan bir yapıya meşruiyet kazandırıyor." ikazına kulak tıkayıp bu seçimin sadace "idari seçim" olduğunu anlayamıyorsa, bunlar yetmezmiş gibi bir ülke devletbaşkanı'nın yatak odasına kadar girme pervasızlığını gösteren ABD'nin 80.000 (seksen bin) askeri Müslüman Anadolu coğrafyasına gelme planları yapıyorsa ve o ülkede tartışılan en önemli hususlardan birisi de, zelilce bir şekilde, "gelen 80.000 ABD askerinin işledikleri-işleyecekleri suçlardan dolayı hangi yasaya tabi olacağı"na ilişkinse, o ülkeye- ülke insanlarına biçilen paye; ya "nexum" (borç kölesi) ya da üzerinde fiillî hakimiyetin tesis edilmesi ile beraber hakların kazanıldığı "eşya" olacaktır.
Halkının, borçlu olduğu kişiye borcunu ödeyememesinden dolayı, borçlu olduğu kişinin üzerinde kişinin üzerinde fiilî hakimiyeti olduğu nexum ya da eşya durumunda olduğu, yöneticilerinin ise "aslî zilyed" adına işgören "zilyed yardımcısı" durumunda olduğu, Anadolu evlâtları üzerinden pazarlıkların yapıldığı bir durumda Hristiyan-Yahudi Batı Emparyalizmi'nin "fiilîhakimiyet" durumunu görmezden gelerek bize; "sen koskoca ülkeyi ve orada yaşayan insanları nasıl bir "eşya" gibi görürsün?.." diyen olursa, onlara; "biz bir davayı ispata çalışan müddei (davacı) değil, "Anadolu, Hristiyan-Yahudi Batı Emparyalistleri'nin istediğini istediği şekilde yapacağı bir coğrafya değildir. Eğer bir ülke, ülkesinde işlenen suçlara müeyyide olarak kendi hukukunu uyguluyamıyorsa o ülke ancak "sömürge eyaleti"dir." diye haykıran ve "ben 80.000 askerimi senin topraklarına yollarım, benim askerim istediğini yapar ve şayet senin toprağında bir suç işlerse onun cezasını(!) senin egemenlik alanında dahi ben veririm." diyenlere karşı hasım (düşman) olduğumuzu tekrar hatırlatırız. Bu tavır biline... Öyle; Uluslarası Hukuk- Devletler Hukuku vb. zırvalamalara geçit yok. Zira; Uluslarası Hukuk'da devleti tanımlayan en önemli üç ögeden birisi de; "egemenlik"tir. Eğer bir ülkede elin 80.000 Coni'si suç işliyorsa ve o ülke işlenen suçtan dolayı suçluları mahkemeye çıkartıp hakkında hüküm veremiyorsa "egemenlik"ten bahsedil(e)mez. Hem, fiilî hakimiyetin varlığına rağmen, zilyetlik iradesinin yokluğunu iddia eden, bunu isbatlamakla mükelleftir. Gerçi bunca zelîlce bir durumun varlığına rağmen, zelîlce durumu görmezden gelenlere de beyyine (isbat) külfeti yüklenemez. Ve onların isbatlarına(!) (T.C. laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir... vb.) itibar edilmez. Çünkü beyyine külfeti, temyiz kudretini haiz olan mümeyyizlere ilişkindir. Zelîllere değil.
Dipnotlar:
(*) J.P. Sartre, La Nausé, s.190 (akt: Prof. Dr. Kenan GÜRSOY, "J.P. Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler", Akçağ Yay., s.82)
1- Salih MİRZABEYOĞLU, "HUKUK EDEBİYATI -Nizam ve İdare Ruhu- ", İBDA Yay., -Aralık 1989, s. 17-18
2- Prof. Dr. Cahit CAN, "Hukuk Sosyolojisinin Antropolojik Temelleri ve Genel Gelişim Çizgisi", Seçkin Yay., Nisan 2002, s.83-84
3- DURKHEIM, Emile. Deux lois del'evolotion penale, L'annce SocologiueIV, Paris 1901, s.86 (akt: Prof. Dr. Cahit CAN, ..... s. 30)
4- Salih MİRZABEYOĞLU, "BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-, İBDA Yay., Şubat 1995, s.100-101
5- Prof. Dr. Cahit CAN, "Hukuk Sosyolojisinin ....." s.82-83
6- Prof. Dr. Ejder YILMAZ, "Hukuk Sözlüğü", Yetkin Yay., Ankara 2001, s.962
7- Prof. Dr. Şeref Ertaş, “Eşya Hukuku”, Seçkin Yay., Şubat- 2002, s.34
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Bulantı–II
Uğur YAMAN
Son Söz ya da Lex Fori (Hâkimin Hukuku)
"Yüzünüz Mütefekkir'e dönük olsun!.."
Bu ikaz; güneşten rahatsız olan yarasa fıtratlıların son demlerini yaşadığı şu günlerde, Mütefekkir'den şimdiye kadar bîhaber olanlar için çok ama çok önemlidir. Yani; yüzünüz-yönünüz; O'nu sönük bir el feneri ile gösteren insan(lar) olarak, biz(ler)e değil, O'na dönük olsun. Zira; "zelîlliğe" asla rıza göstermeyen ve "İzzet"li bir mücadelenin "remz şahsiyeti" olan İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu'dur.
Bu -bizce- önemli hatırlatmadan sonra, yazımızı; 1700'lü yılların sonunda I. Kant'ın kaleme aldığı "Ebedî Barış Üzerine Felsefî Deneme" adlı kitabından yapılan zulümlere paravan vazifesi gören "zorba hukuku"na dair söylenenleri destekler mahiyette olması ve ibret alınması ve doğan İbda Çağı'nın Hakîm'i Salih Mirzabeyoğlu'nun "İzzet"li mücadelesinin ardından gelecek olan, insan haysiyet ve şerefine yaraşır bir Çağ'a-İbda Çağı'na erenlerden olma ümidi ile, Mütefekkir'den iktibas(lar)la bitirelim:
«Vahşilerin, hukukî bir müeyyideye bağlanacakları yerde, hiçbir kaideye tâbi olmıyan bir bağımsızlık aşkı içinde, durmaksızın dövüşmeyi üstün tutmalarına, böylece çılgınca bir hürriyeti, bir esâs teşkilât düzenine dayanan makul bir hürriyetten üstün tutmalarına derin bir hor görme duymadan bakabiliyor muyuz? Eğer bu, barbarlık, medeniyet noksanlığı, insanlığın kaba bir alçalışı sayılıyorsa, herbiri bir devlet teşkil eden medenî milletler bu kadar aşağılık bir durumdan, daha da kuvvetli sebeplerle, çıkmak için acele etmek zorunda değil midirler? Halbuki ne görüyoruz? Böyle yapacaklarına, her devlet kendi haşmetini (zira bir halk haşmetinden bahsetmek yersizdir) dışarıdan gelecek herhangi bir müeyyideye boyun eğmemekten ibaret sayıyor. Hükümdar da, kendisin hiçbir tehlikeye atmadan, zaferini, kendilerini ilgilendirmeyen bir dâva uğruna hayatlarını veren binlerce insanı dilediği gibi kullanmakta buluyor. Amerika vahşileri ile Avrupa'dakiler arasındaki esaslı fark, birincilerden bazı kabilelerin düşmanları tarafından yenmiş olması, ikincilerin ise yenilenenlerden daha iyi yararlanmayı bilerek onları, tebaalarının sayısını artırmak ve böylece, daha geniş fetihlerde kullanacakları âletlerini çoğaltmak üzere saklanmalarıdır.
Medenî-kanunî bir teşkilâtta hükümetlerin müdahaleleri yüzünden kendini gizleyen, fakat milletlerin birbirleriyle münasebetlerinde kendini bütün çıplaklığı ile ortaya seren insan tabiatının sapıklığı düşünülürse, hukuk sözünün hâlâ harpçı-politikacılar tarafından ukalâca bir terim sayılarak bir kenara atılmamış ve bu doktrini ilân edecek kadar gözü pek bir devlettin ortaya çıkmamış olmasına şaşmamak mümkündür; zira devletler Hugo Grotius, Pufendorf, Vattel gibi milletlerin haklarını savunan diğer zavallı tesellicileri, bir harp ilânını haklı göstermek için daima anıp durmuşlardır; halbuki, bunların tamamiyle felsefî veya diplomatik bir zihniyetle kaleme almış oldukları düsturların, müşterek yüce bir müeyyide kabul etmemiş devletler için hiçbir bağlayıcı kuvveti olmamıştır. Bir devletin, bu derece saygıya değer otoritelere dayanarak, iddialarından vazgeçtiğinin tek bir örneği bile yoktur. Bununla beraber, bütün devletlerin hukuk fikrine, hiç olmazsa sadece sözle saygı göstermeleri, insanda, henüz uyanmamış olmasına rağmen, ahlâka doğru bir eğilimin varlığına ve bunun kötülük prensibine zamanla üstün geleceğine delil sayılabilir. Böyle olmasa idi, harbe girişmek isteyecek devletler hukuk sözünü ağızlarına ya hiç almazlar, ya da Galya'lı bir prensin yorumladığı gibi, yalnız alay için, şu anlamda kullanılırdı: "Hukuk, tabiatın en kuvvetliye, daha zayıfları kendisine itaat ettirmek için sağladığı üstünlüktür.» (1)
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
"Kamu Hukuku- Amme Hukuku
(...)
Birbiriyle çelişen hükümlerin birbiriyle örtüşmesi şeklindeki müphemlik ortamında görünen bir husus hâlinde belirtelim ki, "emperyalizmin yeni yüzü" diye devletler arasında oligarşiye dayalı bir monarşi çekişmesi olarak dünyayı kuşatıcı "kamu düzeni"nden bahsedilirse de, "devletlerarası hukuk"tan bahsedilemez; sözkonusu "kamu düzeni", hukukî değil, fiili bir durumun ifâdesidir. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı da, âlemşüműl hukuk prensiblerinin ışığında vücut bulmuş ve bu prensibleri yaşatan bir oluşum değil, sözkonusu fiili durumu bu prensiblerle perdelemeye çalışan bir örgüttür. Demokrasi prensibleri ve âlemşüműl hukuk prensiblerinin eşdeğer mânâda ele alınıyor olmasına nazaran, bugün dünyada belirli güç odaklarının niçin demokrasi havariliği yaptığının sırrını da böylece çözmüş oluyoruz!..
**
Batı kültür ve medeniyetinin, "Yunan aklı, Roma nizâmı ve Hıristiyan ahlâkı" olarak formüle edilişinden bahsetmiştik... Bunun yanında, Büyük Doğu İdeolocyası'ndaki, Batılı bir düşünce adamından altı çizilen husus:
-"Batı düşünce ve yaşayışının ulaştığı her yer Batı'dır!"
Birleşmiş Milletler Teşkilâtını aracı kılarak veya doğrudan hareket eden güç odaklarının âlemşüműl hukuk prensibleri ve bununla örtüşen içtimâî-siyasî bir düzen teklifi hâlindeki "demokrasi prensibleri" adına çeşitli ülkelere karşı müdahil olrak harekete geçmesi, onları Batılılılaştırma çabaları, Batının aslını temsil edenlere nisbetle, büyük şehirler etrafındaki gecekondulaştırma faaliyetinden farklı değildir... Dikkat edilsin: Köyünden koparılan ama şehirli de olamayan gecekondu bölgesindeki yığınlar gibi, kendi kültüründen koparılan ve Batı kültürüne nisbetle gübrelik mevkide köksüz bırakılan bu milletler hurdalığı, bir kısmıyla dünya çapındaki bir köşk düzeni içinde şoförlük, ahçılık, bulaşıkçılık, hizmetçilik, bahçıvanlık, bekçilik gibi bir hizmet kadrosu ve kadro namzedi rolüne uygun görülürken, bir kısmıyla da bu role can atan ama bu düzende kendisine sadece "yok" düşen bir keyfiyet belirtirler... Adını "yeni dünya düzeni" koydukları bu düzen, millet sınıflarını birbirinden haşin duvarlarla ayırma yerine aşılamaz tebeşir çizgileriyle belirlemiş bir kast sistemidir; tıpkı birinden diğerine geçilmesi imkânsız kılınmış sınıflar ayırımını gösteren Hindistan'daki kast sistemi gibi... Üste geçilemez kastlardan meydana gelmiş Hindu içtimaî sistemi misâline nazaran, hem Batı'nın niçin kendi düşünce ve yaşayışını empoze ettiğini, hem bunun yayıldığı yerlerin "Batı bütünü" içinde ne mânâya geldiğini göstermiş oluyoruz!..
**
Milletlerarası (devletlerarası) hukuk meselesi, başlıbaşına ele alınması gereken bir mevzu: Meselenin bir yönü, felsefî görüşler ışığında ve hukukun genel ve mevzuun kendine mahsus hususiyetleriyle, diğer yönü de milletlerarası teamül ve andlaşmaların tesbit ve yorumuyla ilgili... Teorik plânda ve sözkonusu meselelerle ilgilenen mânâsına bir milletlerarası hukuktan bahsedilebilirse de, bu ilginin belirli bir metod ve formasyona ulaşmış ve genel geçerli hükümler vazeden ergin bir ilim dalı olduğu söylenemez... İşin pratik plânına bakınca, ne milletlerarası genel geçerli hukuk kaidelerini vazeden bir teşri organının, ne de bunun icrâ organının mevcut olmadığını görüyoruz... Birleşmiş Milletler Teşkilâtına gelince; bu Teşkilât, bir kamu düzenini şemsiye altına almış bir anayasanıın teşekkül ettirdiği veya böyle bir anayasayı doğuran teşrî organı olmadığı gibi, müeyyidelerini uygulayacak icrâ ve icrâya tâbi zorlayıcı gücü de yoktur... Birleşmiş Milletler Teşkilâtı hakkında söylediklerimiz, miletlerarası hukukun bulunmadığını da gösteren bir husustur: Teşkilâtın Genel Kurulu'na nisbetle Konsey'in durumunu ve yapısını ele alınca, bir nevi hükümet mevkiindeki bu organın -kendi çıkarları bâki unsurlardan müteşekkil- oligarşik bir yapı belirttiğini söylemiştik. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'na vücut veren müessir güçler, Konsey'in daimi üyesi olma ayrıcalığı ve işlerine gelmeyen bir husus karşısında veto etme imtiyaziyle, "güçlü olan haklıdır" anlayışını gösteren daimi uygulamalarıyla, hak ve mükellefiyeti belirli hukukî bir "süje-şahsiyet" olmadıklarını göstermişlerdir. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı adına yapılan cebrî uygulamalar ise, Teşkilâtın cebrî gücüne veya Teşkilâtın kararını uygulatmak idealizmiyle onun emrinde hareket eden bir niyete değil, adamına göre muamele hesabıyla davranan büyüklerin gücüne ve çıkar hesabına dayanmaktadır. Netice olarak: Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, milletlerarası hukuk yokluğu zemini üzerinde vücut bulduğu gibi, aldığı kararları ve uygulamaları da hukukun hakkaniyet ve nasafet kuralları içinde değerlendirilebilir niteliklerde değildir.
**
Âlemşüműl hukuk prensiblerinin bugün zımmî olarak demokrasi prensibleri ile eşdeğer mânâda kullanılıyor oluşundan bahsetmiştik; bunun yanında, sözkonusu prensiblerden mülhem bir "dünya kamu düzeni" gayesi bakımından bir araç mevkiindeki "Birleşmiş Milletler Teşkilâtı"nın ne demokratik ve ne de hukukî yönden tutarlı bir yapı belirtmediğini de söylemiştik. Hukukî olmaktan çok fiilî bir durumların geçerli olduğu "dünya kamu düzeni" zemininde, özellikle "liderliğe oynayan kanatlardan" biri olarak Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra, meydan Amerika Birleşik Devletlerine terkadilmiş görünmektedir; "dünya kamu düzeni"ne yakıştırdığımız "monarşi" vasfının biraz daha ayân olduğu bir durum!.. (...)" (2)
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
"Biz Ve Onlar
(...)
"Ve Büyük Doğu Mimarı'nın "İdeal" başlığı altında çerçevelediği biz... Düne kadar bir idealimiz vardı. İdeallerin ideali... Ölümsüzlük idealiydi bu... Dünyayı ve ötelerini fethetme ideali... Bu ideal, Osmanlı devleti plânında 14. asrın başından 16. asrın ortalarına kadar ikibuçuk asır, olanca revnak ve haşmetiyle devam etti. Bu çığır içinde ve bu ideal yüzü suyu hürmetine, üç kıtayı Tevhid kıskacıyla bitiştirdik ve İslâm damgasıyla mühürledik. O devrin, nakil ve iaşe vasıtaları gibi dar ve kıt teknik imkânlarına pes dedirtecek şekilde de, medeni dünyanın ancak 19. ve 20. asırlarda toplayıp yürütebildiği büyük ordulara vücut ve hareket verdik. Bu ordular, evvelki ve sonraki orduların saçkıran gibi en kıymetli eserleri yerlebir etmesine karşılık, geçtiği yollara, ardından nakış nakş bir halı serercesine kal'alar, hanlar, kervansaraylar, câmiler, medreseler ferşederek yol aldı. Öz vatanını işgal altında tutan -bugünkü T.C. gibi- sürüler değil, o vatanın maddî ve mânevî işgal ve istilâ hakkını temsil eden ulvî kuvvet manzumeleriydi bunlar... Bizi dünya fatihliğine erdiren ideal 17. ve 18. asırlar boyunca gölgelendikçe gölgelendi: Aşk ve şevkini kaybetti. Bu hâl ile beraber bozgun çığırımız açıldı, aşk ateşi kabuk bağladı ve meydan mukaddes ölçülerin kabuk tekerlemecilerine kaldı. Ve ordu, dışarıda düşmana mağlup, içerideyse milletine galib bir şekavet ocağına döndü... Tanzimât hâmlesi, Batı'nın madde dünyası üzerindeki nakışlarını, bu nakışları vücuda getiren ruhtan ve onun oluş seyrinden habersiz olarak dışından kopya etmeyi ideal zannedici sığların sığı bir hareketti; ve dünyalar arası hiçbir muhasebe ve murakebeye girişemediği için, ideal getirici olmak şöyle dursun, ideal götürücü, mevcut ve pörsük ideali büsbütün kaybettirici oldu... Bizde ideal ihtiyacının ilk sezildiği ve onsuz hiçbir şey yapılamayacağı anlayışına varılır gibi olduğu ân, İttihat ve Terakki hengâmesi... İttihat ve Terakki komitecilerinin Türkçülük mefkûresi, topyekûn varlığımızı borçlu olduğumuz İslâm ve idealiyle bir değiş-tokuş unsuru olarak, sırf onun yerini almak için getirilmiş; ve milliyetçiliğin özü ruhî muhtevada aranmak ve dine dayalı olmak gerekirken, başta fikirlerini devşirdikleri Dürkaym bulunmak üzere bütün Batı mütefekkirlerine zıt yoldan ve tersine yürütülmüştür... Böylece, hem ustanın fikirlerini tahrib etmesi bakımından ilmî, hem de zâhirde saygılı göründüğü İslâmiyete hakikatte düşmanlığı bakımından dinî, iki büyük suç sahibi Ziya Gökalp milliyetçiliği, esasen bir ideoloji olmayıp psikoloden ibaret bulunan ırkçılığın hiçbir zaman engin bir ideal ufku açamayacak dar ve inkisarcı akameti bir tarafa, çocuk oyuncağı bir fantazyayı aşamamış ve eski "Mehmed"ler, "Ali"ler, "Osman"lar yerine "Alp"li, "Tekin"li, "Mete"li birtakım çeyrek aydınlara İslâm nefretini aşılamaktan başka bir şeye yaramamıştır. Yani kavmiyetçilik (miiliyet, ruh birliği keyfiyetine ait İslâmî bir mefhumdur ve posacıların cevhere bağlı bu kelimeyi kullanmaya hakkı yoktur) kendi başına bir ideal olamazken, İttihat ve Terakki Türkçülüğü, asıl kurtaılması gereken idealler idealinin batırıcısı olmuştur.
Derken Milli Kurtuluş hareketi ve Cumhuriyet... Milletimizin idealler idealinden kalıntı hâlindeki İslâmî ruhla şahlanışı sayesinde mekân (madde) plânında kurtarılıp, zaman (ruh) plânında o idealden büsbütün koparılışı... Hattâ bazı devrelerde -İkinci Dünya Savaşı ve sonrası- maddede kurtarılmış bir milletin ruhta tam bir katliâma uğratılmasına ve batırılması...
Cumhuriyet ne getirmiştir?..
İdare şekli: Bu bir ideal değil, "manüel-basit bilgilerin el kitabı" seviyesinde kuru bir çerçevedir ve her şey onun içindeki mânâya bağlıdır.
Muasır Medeniyet seviyesine erişme davası: Bu, gerçek ve eksiksiz bir dünya görünüşünün hedefi olunca bir idealdir, yoksa dıştan kopya işi kaldıkça basit bir heves...
İnkılâplar: Hiçbiri ruha sindirilememiş ve süpürüp attığı şeylerin yerini tutamamıştır.
Demokrasi: Bizdeki şekliyle, maddî ve mânevî bütün otoritelerin pabucunu dama atmış olarak, en kanlı istibdatlardan beter bir başıboşluk felâketi...
Netice şudur ki:
Bunca tarihî çile ve maceradan sonra idealsizlik, son devrinde büsbütün üzerimize çökmüş; siyasî, idarî, içtimaî, iktisadî, ahlakî, inzibatî, harsî ve ruhî bütün iflâslarımızın, kökleri derinlerde tek müessiri olmuş ve bugünkü manzarayı doğurmuştur... Efendiler! Bu manevî ana-baba gününde artık şu hakikati kafalara dank diye çarpmanın zamanı gelmiştir:
-"İnkılâplarınızın hiçbiri, dünya görüşü, ideolji, dolayısıyla ideal mahiyetinde değildir. Öyleyse, balığın su ihtiyacı gibi hayatî eksiğinizi kabul edin de, ondan sonra bizim için millî idealin ne olabileceğini konuşalım!" (3)
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
"Noktalamalar
İslâm'da ehliyet ve istişare bahsine dair ölçüler bahsini, dinamik bir şekilde çerçeveleemk istersek, Allah Sevgilisi'nin şu sözü:
-"Cebrail bana gelip dedi ki: Allah, Ebu Bekr ile istişare etmeni emrediyor."
Ve yine Allah Sevgilisi'ninşu sözü:
-"İçinde Ebû Bekir'in bulunduğu kevme, ondan başkasını imam edinmek layık olmaz."
İstişâre, ehliyle yapılır... Ehliyet, seçme işinde olduğu kada, nasbetme-tâyin hususunda da geçerlidir.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Allah Resûlü defnedilirken, Ehl-i Sünnet, Sakîfe toplantısındaki Müslümanların tavırlarından çıkardıkları sonuca göre, halife seçilmesinin vâcip, hattâ her şeyden önce geldiği neticesine vardılar.. Said bin Zeyd'e soruldu:
"Resulullah'ın vefatına şahit oldun mu?"
-"Evet!"
-"Ebû Bekir'e ne zaman bey'at edildi?"
-"Resulullah'ın vefat ettiği gün Müslümanlar başsız ve dağınık cemaat görüntüsü düşüncesinden birkaç gün için bile olsa nefret ettiler!"
-"Onun seçilmesinde kimse ihtilâfa düştü mü?"
-"Hayır; ancak mürted (dinden çıkanlar) ve Ensar'dan bazıları ki, eğer Allah onları kurtarmasaydı neredeyse mürted olacaklardı."
-"Muhacirlerden kimse ona bey'at etmekten kaçındı mı?"
-"Hayır! Muhacirleri kimse çağırmadan kendileri peşpeşe gelerek ona bey'at ettiler."
Sekîfe toplantısında olup bitenlere kıyasla şu neticelere varılmıştır: İmam olmaya ehliyeti bulunan ve bunun şartlarını taşıyanlar, diğer yanda da imamı seçme şartlarını taşıyanlar... Ve gerisi, bu iki grubun dışında kalanlar.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
İktidarı bir "kaymak yeme yeri" olarak görenlerle, vazife ve mesuliyet yeri olarak görenler arasındaki farkı da, yukarıda ki tablodan çıkarılan bir netice olarak gösterelim:
-"Mâverdi bu bahiste şöyle demektedir: Hâlife seçimi farz-ı kifayedir. (Yani birilerinin yerine getirmesiyle, herkesin mesuliyetinden kurtulduğu iş.) Başka bir ifâde ile, hilâfete ehil kişi, görevini ifâ ederse, herkes üzerinde farz olan zorunluluk düşer. Şayet kimse bunu üzerine almazsa halktan iki grup ayrılır: Bunların bir kısmı seçme liyakatine sahip olanlar, bir kısmı da imam olamanın şartlarına sahip olanlardır.İmamın seçilmesindeki gecikmede, ümmet içindeki bu iki grup dışında kimseye ne günah ne de haram sözkonusudur. "
Yukarıdaki mesele yanında bir de şunu düşünün: Ne yüreği, ne kültürü ne aklı ve ne de bileği yetmezken, cihad farzını yerine getirenlere karşı en azından duacı olması gerekirken, onları karalayan adamların hâli... Adam olur mu canım? Bunlar teyze adamlar!...
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
"İşi ehline vermek ve emaneti" ve "emanetin sahibine verilmeyişinin kıyamet habercisi" oluşuna dair ölçüler malûm... Hanbeli mezhebini kurucusu büyük İmam'dan ikazımızı pekiştirelim ve değerlendirme ölçüsü verelim... İmam Ahmed bin Hanbel'e sorulmuş:
-"Şu iki adamdan hangisi savaşta kumandan olmalı: Onlardan biri cesur ve kuvvetli, fakat günahkârdır... Diğeri ise, kâmil mümin, fakat zayıf ve acizdir. Hangisi kumandan yapılır ve hangisi ile savaşa çıkılır?"
İmam Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin cevabı:
-"Birincisinin kuvveti müslümanlara günahı ise kendinedir. İkincinin ise, kâmil müminliği kendine, acz ve zayıflığı müslümanlaradır. Bence müslüman fakat günahkâr kuvvetli, harplerde kumandan tayin edilir ve onunla savaşa çıkılır."
Her faydanın bir ilim olması bakımından, "içtimai fayda"nın da bir ilim olması bu misâlde... "Fert" ve "toplum" muvazenesi bu misâlde... "Fert hakikati" ile "toplum hakikati" bu misâlde... "İşin işe" ve "adamın adama bağlılığını" ince idrakla yerine oturtma, bu misâlde... "Samimi" ile "sahtekârın" birbirinden ayırma ve ölçüleri yerli yerinde kullanma sanatı, bu misâlde... Bu misâlde, "topluluk hakikati"nin renk renk daha ne pırıltılarını bulabiliriz.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Gerek Kur'ân'da ve gerekse Hadîslerde, müslümanların belirli bir hükümet şekline uymaları istenmemiştir: Lider, ehliyet, şûra, adalet ve topyekün dünya meselelerini kucaklayıcı ölçülerin belirttiği hükümet zorunluluğu çerçevesinde, toplum maslahatına ve zamanın şartlarına uygun, "esas"ta sabit, şekilde icada kalmış bir iş... Kısacası, İslâm'da "idare şekli yok, idare ruhu vardır"... Lâfın gelişinden gidişinden sahte mânâ türetmeye alışık ahmak ve hainleri gözönünde tutarak bildirelim ki, "İdare şekli yok" demek, "İslâm'da idare yok-devlet yok" demek değildir; "Ölçülerle belirli bir idare şekli tayin edilmemiştir" muradı kastedilmektedir.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Hazret-i Ebû Bekir, müslümanlar tarafından "Resûlullah'ın Halifesi" diye adlandırılırdı. Bu isim, sözkonusu ortamın ve şartların, gerek Hazret-i Ebû Bekir'in Allah Resûlü'nün işaretine mazhar olması ve sevilmesi, gerekse doğrudan doğruya ve en başta Allah Resûlü'nün sevilmesi ve onu hatırlayıcı bir isim olarak yoruımlanabilir... Hazret-i Ebû Bekir'den sonra Hazret-i Ömer hilâfet makamına geçinçe, Sahabiler ona "Resûlullah'ın Halifesinin Halifesi" lâkabını takdılar. Allah Resûlü, "Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz" diye buyurmuştu; ve Hazret-i Ebû Bekir'in, Hazret-i Ömer'in halifeliğe geçmesi için ölüm döşeğindeyken tâyini malûm... Başta işaretlediğimiz yoruma nisbetle, "Resûlullah'ın Halifesinin Halifesi" lâkabının kendisini seçenlerce takılmasının sebebi de anlaşılıyor. Hazret-i Ömer, "bu uzun lâkaptır; bana sadece Emür-ül Mü'minin deyin" diye buyurdu; Müminlerin Emiri... Müminlerin Emiri ve "Ulülemr" diye isimlendirilen büyük içtimaî irade ve icra makamı, aynı şey; demek ki iş klişede değil, mânâda... Başyücelik Devleti'nde sözkonusu mânâları kapsayan isim, "Başyüce"dir... Şu hâlde "Hilâfet" kelimesini kullanmak, İslâmi bir vecibe değildir ve İslâm hükümet şeklinin gereklerinden biri değildir.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Galiba açık oldu: İslâm devletinde, devletin başı, tabiî olarak halifedir de... Hilâfet müessesinin ayrı bir yapılanma gibi zannedilmesinin sebebi, müslüman toplulukların ayrı ayrı devletler hâlinde görünmesi ve bunlardan hangisinin başının kapsayıcı olduğunun belirtilmesi zarurretinden doğmuştur... Gerek coğrafya ve gerekse temsil liyakati ve güç unsurunun kendinde görünmesi bakımından doğan ayrılık, neticede hilâfet çekişmesine sebeb olmuş; ve hilâfet şurada, hilâfetsiz iktidar burada ikliği doğmuştur... Yani aslolan, dünyadaki müslüman toplulukların tek devlet ve lider etrafında birleşmeleridir; coğrafya uzaklığı, güçsüzlük vesaire gibi arızî sebebler bir yana, ayrı ayrı İslâm devletleri olmaz... "Asillerin dilinden asiller anlar" hesabı, muradı sadece İslâm olan asil ruhlulurın anlayabileceği bir incelik olarak belirtelim: Yavuz Sultan Selim ve Memlûk Sultanı Tomambay arsındaki savaş misâli, Hilâfet kavgası, bir saltanat ve adi nefs savaşı değil, bayrağın lâyk olanda kalması hasbî duasıyla Allah'ın rızası -Ümmetin birliği ve güçlenmesi- kaygısıyla yapılmıştır... Şunu söylemek istiyoruz: Hilâfet bahsinde her şahıs ve kişi, uydurma genellemelere gidilmeden, iyi niyetiyle, kötü niyetiyle, şartların zorunluluğuyla vesaire, ona mahsus ahvâli ile değerlendirilir... Bir işaret daha: "Tek İslâm devleti" meselesini işaretlemememizden dolayı, bir takım uyduruk kafalar, ortada bir teki bile yokken, içinde bulunduğumuz mücadele şartlarını saptırmak için "İslâm birliği kurmalıyız" zekâiliğini ortaya atmasınlar... İslâm birliği, İslâm devletinden sonraki iştir; uyduruk İslâm Konferansı cinsinden cansız teşkilatların fonksiyonu ne ise, görünür şartlardaki her türlü İslâm birliği de o olur... Neticenin neticesi de şu: Dünya İslâm birliğini sağlayacak olan husus, hemen içinde bulunduğumuz şartlarda, var gücümüzle İslâm devletini kurma zorunluluğunu ve mesuliyetini ihtar etmektedir.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Başyücelik Devleti: Devletimizin şekli ve ismi bu... Evvelâ şu incelik: Geçmişteki müslümanların devletlerine baktığımız zaman, bunların hiçbirinde, "ümmet" anlayışından dolayı kavmi öne çıkarıcı bir isim yoktur. Emeviler, Abbasiler, Eyyubiler, Selçukîler, Osmanlılar vesaire... Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere, isim kavim değil de, iktidarı elinde bulunduran Ülülemr'in -içtimaî irade ve icra makamını temsil eden şahsiyetin- adı ile anılmışttır; bu durumda sözkonusu isim, belirli ve fâni bir şahıs sultasının değil, içtimaî irade ve icrâ makamının ismidir ve ismin tanımaya mahsus rolünden başka bir mânâ ifade etmez... Ve aynı neseb zinciri çinde elden geçen bayrak tutan sürecinde, sürecin toplamı bir remz olarak devam eder gider... Büyük Doğu idealinin çizdiği devlet modelinin monarşiye dair bir yönü -yani saltanat- olmamasına nazaran, büyük içtimaî irade ve icrâ makamının ismi, en lâyık şahıs tarafından doldurulacak bir mücerret isim olarak; Başyücelik'tir. "Başyücelik"in bir isim ifâde etmesinin yanında, sıfat belirten bir rolü de vardır; devlet'in hükmî şahsiyet olması ve "sıfat"ın da "bir şahıs ve şeyin hâl ve vasfı, keyfiyeti, nişan ve alâmeti" mânâlarına gelmesi, durumu izaha yeter... "Başyücelik", evvelâ bir isim; bu bakımdan da, bir devletin kendisini "enfes, sevimli, güzel" der gibi sifatıyla isimlendirilmesindeki hafif edaya uzaktır. Bu mesele şu bakımdan mühimdir ki, "İslâm Devleti" gibi bir isimlendirme, sanki devletin zâtı İslâm'ın kendisiymiş gibi tahdidi bir mânâya yol verirken -ki daha önce belirttiğimiz gibi, esas sabit ve şekilde zamanın ihtiyaçlarına nisbetle değşkendir-, ortaya çıkan her olumsuzluk da İslâm'ın imiş gibi intibâ doğurmaktadır... Nitekim, bırakın müşahhas devleti, "İslâm Devleti" diye kaleme alınan kitapların çokluğundak hafiflikler, onu ele alan adama değilde, İslâm'ın zâtına aitmiş gibi idrak edilmektedir; bir takım İslâmî klişeleri gevelerken ve kendi salaklığını pedelemek için İslâmî motifleri kalkan olarak kullanırken, doğrudan doğruya İslâmı küçük düşürme durumunda olan adamların cinayetini düşününüz... "İslâm Devleti" yerine "İslâmî Devlet" yani, yani "İslâm" isminin bir sıfat ekiyle "İslâmî" diye kullanılmaı ve böylece "devlet"in niteliğini belirtmek daha doğru olsa da, yukarıda belirttiğimiz veçhile, sıfatla isimlendirme gibi bir hafifliğe düşülmüş olur; kereste dükkânının üzerine "eczahâne" tabelâsı asmanın onun niteliğine dair bir değiştirme getirmemesi gibi, acűzeye "güzel" demenin de ona bir faydası yoktur... Bütün bu anlattıklarımıza nazaran ikinci mesele: Devletimizin isminin "Bayücelik" olması, devletlerin "idare şekilleri"nin onlara isim olması bakımından da, hem doğru ve hem de güzeldir... İslâm, bir idare şekli değildir; "Başyücelik" ise, İslâm'a nisbetle kurulmuş bir idare şeklidir.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
“Başyücelik Devleti”mizin hususiyetine dair, "Cumhurî ve Şahsî İdareler" bahsinden süzülmesi gereken hikmetler, Üstadım'ın kaleminden:
Bütün garp ve şark irfan kökleri üzerinde pösteki saymış ve çile doldurmuş bir kalem sıfatıyla kaydediyorum ki, irfanın ne demek olduğunu, gelsinler de büyük İslâm mutasavvıflarında görsünler... Bu münasebetle meşhur Şiblî'den bahsetmek isterim... Mansur (Hallâç) için:
-"Biz ilâhi sırları, izbelerde ve mahzenlerde konuşurken, o, halkın karşısına çıktı, meydanda boy gösterdi ve esrarı fâşetti!"
Diyecek kadar bâtın aleminin ve ötelerinin, bütün edepleriyle mütehassıs olan Şiblî, yeryüzüne ve halk idaresinin de bütün incelikleriyle ustasıydı... Bakınız cumhurî ve şahsî idare tarzları hakkında nu muazzam ölçüler koyuyor:
-"Cumhurî idareyi şahsî idareden uzak tutan başlıca ayrıcı sıfat, halkın memleket idaresi üzerinde mâlik bulunduğu nufuzdur. Halkın, Hükűmeti murakebe hususunda mâlik olduğu hak ne kadar büyük olursa, idaredeki cumhurî ruh da o kuvvetli olur. Devlet büyükleri, şahsî kuvvetlerini kaybederek icra heyetinin ancak birer uzvu oldukları zaman, halkın murakabesi en ileri haddine varmış demektir... Mutlak idarelerde -ismi ne olursa olsun-, bütün iktidar bir ferdin veya birkaç mensubun elinde toplanır ve bundan da şu neticeler çıkar: Mücerret liyakat ve iktidar diye ortada bir şey kalmaz. İnsanlar da, zarurî olarak, davaların değil, birkaç şahsın etrafında kümelenir. Şahıslarla beraber herşey kaybolur... Millet, devleti işlerini murakabe vaziyetinden düşünce esirler sürüsüne döner... Muhalif sınıflar ve topluluklar, kendilerini hükűmet idaresinde müşterek görmedikleri için halklarını koruyamazlar. İdareyi ellerinde tutanlar ise o haklara riayet etmezler... Böylece, işleri milletçe mütalâa etmek melekesi mihver olur; ve herkes, kendi başının derdine düşer... Halka istinat eden gerçek cumhurî idarelerde ise bu neticelerin aksi hâsıl olur."
Allah ve dünya sırlarının en bâkir mıntıkalarına kadar varmış olan bu velînin işte bu tarifinden üstün, inanınzız ki, demokrasi bahsi üzerinde Haymana ovasını dolduracak kadar kitaba mâlik olan garp irfânında tek bir misâl hatırlamıyoruz.
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
Batı hâkimiyetini çelici ve "Yeni Dünya Düzeni"ne İslâmı teklif edici, yani bizim "Yeni Dünya Düzenimiz"i belirtici "Başyücelik Devleti" modelimiz, her unsuru yerli yerinde bir ideolocya manzumesi olarak Büyük Doğu-İbda sisteminde mevcuttur... Bu çekirdek, bulunduğu toprakta köklerini perçinledikten sonra, dünyanın her tarafından fışkıracak kökleri ve hava tabakasına yayılacak dallarıyla dünya nizâmı olmaya taliptir... Çepeçevre gösterilen "Anayasa"mız, her coğrafi bölge ve kavim özelliklerine nisbetle, bir iç teşkilâtlanma mevzuu olarak ikinci, üçüncü, beşinci derecede kalan "esası" zedelemez teferruat hâlindeki bütün ayrımları toplayarak, birbirine eklenen halkalar hâlinde pratiğe nakşolunmayı ister!..
**
 

hayallerdeyim

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
17 Mar 2009
Mesajlar
35
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
42
İslâm dünyasının bugün derece derece benimsemesi, benimsetmesi ve kavgasını yapması gereken husus, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı'nı reddetmek; bizim için de buna ek olarak Avrupa Ortak Pazarı'na girilmesine şiddetle karşı çıkmaktır... Bunun, başkasının "ol!" dediği şeye sadece "olmam!" demekten ibaret aciz bir tavır belirtmemesi için tek tezi de, bizim "Başyücelik Devleti" modelimizdir; yani, Büyük Doğu-İbda anlayışının otoritesini benimsemek ve hâkim kılmak!.." (4)

Dipnotlar:
1- Immanuel KANT, "Ebedî Barış Üzerine Felsefî Deneme", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yay., No: 113-95, Ankara 1960, s.23
2- Salih MİRZABEYOĞLU, "BAŞYÜCELİK DEVLETİ -Yeni Dünya Düzeni-, İBDA Yay., Şubat 1995, s.36-40
3- a.g.e., s.92-95
4- a.g.e., s.214-222
 

kimkimdir

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
9 Şub 2009
Mesajlar
6,610
Tepki puanı
2
Puanları
0
Yaş
54
"Asillerin dilinden asiller anlar" hesabı, muradı sadece İslâm olan asil ruhlulurın anlayabileceği bir incelik olarak belirtelim: Yavuz Sultan Selim ve Memlûk Sultanı Tomambay arsındaki savaş misâli, Hilâfet kavgası, bir saltanat ve adi nefs savaşı değil, bayrağın lâyk olanda kalması hasbî duasıyla ALLAH'ın rızası -Ümmetin birliği ve güçlenmesi- kaygısıyla yapılmıştır... Şunu söylemek istiyoruz: Hilâfet bahsinde her şahıs ve kişi, uydurma genellemelere gidilmeden, iyi niyetiyle, kötü niyetiyle, şartların zorunluluğuyla vesaire, ona mahsus ahvâli ile değerlendirilir... Bir işaret daha: "Tek İslâm devleti" meselesini işaretlemememizden dolayı, bir takım uyduruk kafalar, ortada bir teki bile yokken, içinde bulunduğumuz mücadele şartlarını saptırmak için "İslâm birliği kurmalıyız" zekâiliğini ortaya atmasınlar... İslâm birliği, İslâm devletinden sonraki iştir; uyduruk İslâm Konferansı cinsinden cansız teşkilatların fonksiyonu ne ise, görünür şartlardaki her türlü İslâm birliği de o olur... Neticenin neticesi de şu: Dünya İslâm birliğini sağlayacak olan husus, hemen içinde bulunduğumuz şartlarda, var gücümüzle İslâm devletini kurma zorunluluğunu ve mesuliyetini ihtar etmektedir.
 

mürmüdük

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
7 Tem 2009
Mesajlar
6,952
Tepki puanı
1
Puanları
0
Yaş
54
Web Sitesi
anadoluhaber.blogcu.com
"Asillerin dilinden asiller anlar" hesabı, muradı sadece İslâm olan asil ruhlulurın anlayabileceği bir incelik olarak belirtelim: Yavuz Sultan Selim ve Memlûk Sultanı Tomambay arsındaki savaş misâli, Hilâfet kavgası, bir saltanat ve adi nefs savaşı değil, bayrağın lâyk olanda kalması hasbî duasıyla ALLAH'ın rızası -Ümmetin birliği ve güçlenmesi- kaygısıyla yapılmıştır... Şunu söylemek istiyoruz: Hilâfet bahsinde her şahıs ve kişi, uydurma genellemelere gidilmeden, iyi niyetiyle, kötü niyetiyle, şartların zorunluluğuyla vesaire, ona mahsus ahvâli ile değerlendirilir... Bir işaret daha: "Tek İslâm devleti" meselesini işaretlemememizden dolayı, bir takım uyduruk kafalar, ortada bir teki bile yokken, içinde bulunduğumuz mücadele şartlarını saptırmak için "İslâm birliği kurmalıyız" zekâiliğini ortaya atmasınlar... İslâm birliği, İslâm devletinden sonraki iştir; uyduruk İslâm Konferansı cinsinden cansız teşkilatların fonksiyonu ne ise, görünür şartlardaki her türlü İslâm birliği de o olur... Neticenin neticesi de şu: Dünya İslâm birliğini sağlayacak olan husus, hemen içinde bulunduğumuz şartlarda, var gücümüzle İslâm devletini kurma zorunluluğunu ve mesuliyetini ihtar etmektedir.

__________________
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt