nakşibendi
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 12 Mar 2006
- Mesajlar
- 1,946
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Müslüman olmak yani Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini, sıfatlarını anlamak için, kimseyi taklide ihtiyaç yoktur. Fen bilgilerini iyi öğrenen, aklı başında bir kimse, yalnız düşünmekle, Allahü teâlânın var olduğunu anlar, imana kavuşur. Eseri görerek müessirin yani eseri yapanın varlığını anlamamak, ahmaklık olur. Her insanın böyle düşünerek imana gelmesini dinimiz emretmektedir.
Yeni Müslüman olan veya akıl ve baliğ olan Müslüman evladının, önce Kelime-i şehadeti söylemesi, bunun manasını öğrenip, inanması lazımdır. Sonra, Ehl-i sünnet alimlerinin kitaplarından iman edilmesi lazım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması gerekir. Daha sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarındaki fıkıh bilgilerini yani İslam’ın beş şartını, helal, haram olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lazımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lazım olduğuna inanmayan, ehemmiyet vermeyenin imanı gider. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinde olmayan kimsenin imanı bozulur. Ya bid’at sahibi veya imanı gidip mürted olur. Bunun her ikisi de, tövbe etmeden ölürse, Cehenneme gider.
Kalb hastalıklarından birisi de, kişinin, tanımadığı kimseleri taklit etmesidir. Ehl-i sünnet alimi olduğu anlaşılmayan kimsenin sözlerinin, kitaplarının yaldızlı, ateşli propagandalarına aldanarak, buna tabi olmak caiz değildir. Nasıl kimse olduğunu araştırmadan, onu güvendiği kimselere sormadan, itikadında, sözlerinde ve ibadetlerinde ona uymak, insanı felakete götürür. Hadika isimli kitapta buyuruluyor ki:
“İtikatta, taklit ederek, işittiğine iman etmek caiz ise de, inceleyip araştırmadığı için, günah işlemiş olur. Amelde, ibadetlerde, araştırmadan, bir mezheb imamına tabi olmak, sözbirliği ile caizdir. Herhangi bir din kitabını okuyarak ve din adamı geçinen herkese sorup anlayarak, din bilgisi öğrenmek caiz değildir. Din adamı denilenler arasında cahiller, din bilgisi olarak kendi düşüncelerini yazan zındıklar, fasıklar, münafıklar, İslamiyet’i içeriden yıkmak isteyenler ve bunlara alet olarak geçinenler her zaman vardı. Hakiki din adamı olmak için, hem ilim, hem amel, hem de ihlas, yani takva lazımdır. Din adamının, insanı saadete kavuşturabilmesi için, en önce Ehl-i sünnet itikadında olması lazımdır. Eshab-ı kiramın izinde bulunması ve icma-i ümmete uyması lazımdır.”
Müslümanın, amellerde, ibadetlerde, ictihad derecesine yükselmiş olan alimlerden birini seçerek, her işinde bunu taklit etmesi lazımdır. Dört mezhepten biri taklit edildiğinde, maksat hasıl olur.
İctihad, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri anlamak, açıklamak demektir. İctihad yapmak şartlarına malik olan derin alimlere, Müctehid denir. Hicretten dörtyüz sene sonra, müctehid yetişmemiştir. Zaten Müctehide ihtiyaç da kalmamıştır. Çünkü Allahü teâlâ ve Onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan hükümlerin hepsini bildirmişlerdir. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıklamışlardır. Sonra gelen alimler, bu hükümlerin, yeni hadiselere nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. Müceddid denen bu alimler, kıyamete kadar mevcut olacaklardır. “Fen vasıtaları değişti. Yeni hadiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsirler yazılmalı, yeni ictihadlar yapılmalıdır” diyerek, değişiklikler yapmak lazım olduğunu savunanların İslam düşmanı oldukları anlaşılır.
Netice olarak, alim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitabına uyarak amel etmek caiz değildir. Ehl-i sünnet alimlerinin kıymetli kitaplarından toplanmış, tercüme edilmiş fıkıh, ilmihal kitaplarını okumalıdır. Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihal kitaplarını ve uydurma tefsirleri okumak, insanı dünya ve ahiret felaketlerine sürükler.
“... O halde nasıl oluyor da gerçeklerden sapıklığa döndürülüyorsunuz.” (Yunus: 10/32)
“... Biz kitapta tek bir şeyi bile ihmal edip eksik bırakmadık.” (Enam: 6/38)
“... ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve peygamberine götürün.” (Nisa: 4/59)
“Şüphesiz benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, diğer yollardan gitmeyin ki sizi onun yolundan ayırıp saptırmış olurlar.” (Enam: 6/153)
“Ey peygamber de ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.” (Al-i İmran: 3/31)
Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hutbe irad ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, “Düşman sabah ve akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz” diye ordusunu uyaran kumandan gibi öfkesi artar ve şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek:
“Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim” derdi. Sonra da sözlerine şöyle devam ederdi:
“Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.” Sonra da şöyle buyurdu:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim görevimdir.”
Yeni Müslüman olan veya akıl ve baliğ olan Müslüman evladının, önce Kelime-i şehadeti söylemesi, bunun manasını öğrenip, inanması lazımdır. Sonra, Ehl-i sünnet alimlerinin kitaplarından iman edilmesi lazım olan bilgileri öğrenip, bunlara inanması gerekir. Daha sonra Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinin kitaplarındaki fıkıh bilgilerini yani İslam’ın beş şartını, helal, haram olan şeyleri öğrenmesi, bunlara inanması ve uygun yaşaması lazımdır. Bunları öğrenmek ve uymak lazım olduğuna inanmayan, ehemmiyet vermeyenin imanı gider. Ehl-i sünnetin dört mezhebinden birinde olmayan kimsenin imanı bozulur. Ya bid’at sahibi veya imanı gidip mürted olur. Bunun her ikisi de, tövbe etmeden ölürse, Cehenneme gider.
Kalb hastalıklarından birisi de, kişinin, tanımadığı kimseleri taklit etmesidir. Ehl-i sünnet alimi olduğu anlaşılmayan kimsenin sözlerinin, kitaplarının yaldızlı, ateşli propagandalarına aldanarak, buna tabi olmak caiz değildir. Nasıl kimse olduğunu araştırmadan, onu güvendiği kimselere sormadan, itikadında, sözlerinde ve ibadetlerinde ona uymak, insanı felakete götürür. Hadika isimli kitapta buyuruluyor ki:
“İtikatta, taklit ederek, işittiğine iman etmek caiz ise de, inceleyip araştırmadığı için, günah işlemiş olur. Amelde, ibadetlerde, araştırmadan, bir mezheb imamına tabi olmak, sözbirliği ile caizdir. Herhangi bir din kitabını okuyarak ve din adamı geçinen herkese sorup anlayarak, din bilgisi öğrenmek caiz değildir. Din adamı denilenler arasında cahiller, din bilgisi olarak kendi düşüncelerini yazan zındıklar, fasıklar, münafıklar, İslamiyet’i içeriden yıkmak isteyenler ve bunlara alet olarak geçinenler her zaman vardı. Hakiki din adamı olmak için, hem ilim, hem amel, hem de ihlas, yani takva lazımdır. Din adamının, insanı saadete kavuşturabilmesi için, en önce Ehl-i sünnet itikadında olması lazımdır. Eshab-ı kiramın izinde bulunması ve icma-i ümmete uyması lazımdır.”
Müslümanın, amellerde, ibadetlerde, ictihad derecesine yükselmiş olan alimlerden birini seçerek, her işinde bunu taklit etmesi lazımdır. Dört mezhepten biri taklit edildiğinde, maksat hasıl olur.
İctihad, Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş, kapalı bildirilmiş olan bilgileri anlamak, açıklamak demektir. İctihad yapmak şartlarına malik olan derin alimlere, Müctehid denir. Hicretten dörtyüz sene sonra, müctehid yetişmemiştir. Zaten Müctehide ihtiyaç da kalmamıştır. Çünkü Allahü teâlâ ve Onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan hükümlerin hepsini bildirmişlerdir. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıklamışlardır. Sonra gelen alimler, bu hükümlerin, yeni hadiselere nasıl tatbik edileceklerini, tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirirler. Müceddid denen bu alimler, kıyamete kadar mevcut olacaklardır. “Fen vasıtaları değişti. Yeni hadiselerle karşılaşıyoruz. Din adamları toplanarak yeni tefsirler yazılmalı, yeni ictihadlar yapılmalıdır” diyerek, değişiklikler yapmak lazım olduğunu savunanların İslam düşmanı oldukları anlaşılır.
Netice olarak, alim görünen ve din adamı denilen herkesin sözüne veya kitabına uyarak amel etmek caiz değildir. Ehl-i sünnet alimlerinin kıymetli kitaplarından toplanmış, tercüme edilmiş fıkıh, ilmihal kitaplarını okumalıdır. Böyle tercüme edilmemiş, kafadan yazılmış ilmihal kitaplarını ve uydurma tefsirleri okumak, insanı dünya ve ahiret felaketlerine sürükler.
“... O halde nasıl oluyor da gerçeklerden sapıklığa döndürülüyorsunuz.” (Yunus: 10/32)
“... Biz kitapta tek bir şeyi bile ihmal edip eksik bırakmadık.” (Enam: 6/38)
“... ve herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve peygamberine götürün.” (Nisa: 4/59)
“Şüphesiz benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun, diğer yollardan gitmeyin ki sizi onun yolundan ayırıp saptırmış olurlar.” (Enam: 6/153)
“Ey peygamber de ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah’ta sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.” (Al-i İmran: 3/31)
Câbir radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hutbe irad ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, “Düşman sabah ve akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz” diye ordusunu uyaran kumandan gibi öfkesi artar ve şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek:
“Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim” derdi. Sonra da sözlerine şöyle devam ederdi:
“Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.” Sonra da şöyle buyurdu:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim görevimdir.”
Esselâmü aleyküm ve rahmetullàhi ve berekâtühû!.