ferahhfeza
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 18 Ağu 2007
- Mesajlar
- 10,922
- Tepki puanı
- 8
- Puanları
- 0
- Yaş
- 47
- Web Sitesi
- ferahhfeza.blogcu.com
Daha önce de dediğimiz gibi bazı zatlar, el-Cevşenü’l-Kebîr okumaya verilen sevaplar ile ilgili rivâyetlerin uydurma olabileceği düşüncesiyle Cevşen’i de inkâr yoluna gitmişlerdir. Biz bunlara kısaca cevap vermiştik. Bediüzzaman’ın hayatında da aynı hâdise cereyan etmiş ve şöyle cevap vermiştir:
- "Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,
Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhûr duâ-i Nebevî olan el-Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl hâricindeki sevap ve fazîletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: "Râvî, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübâlağa görünüyor. Meselâ, içinde der: "Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir". Hem "Göklerdeki büyük melâikeler, o duâ sahibini gördükçe kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler". Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez" diye, Risâle-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlar’dan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutâbık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmâlini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:
Evvelâ: Yirmi Dördüncü Söz’ün üçüncü dalında on adet "usûl" var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izâle eder. Ona bak, cevabını al.
Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenât ona işlenen ve bütün ümmetin saâdetlerine yardım eden ve ism-i a’zâm’ın mazharı ve kâinatın çekirdek-i asliyesi, hem en mükemmel ve câmi meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duânın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrâîl Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde sevap, zât-ı Ahmediye’nin velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duânın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i A’zâm mazharı olan Zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvâzene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Sâlisen: O duâ, nasil ki zât-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübâlağadan münezzeh ve aynı hakîkat oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnâ’nın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübâlağa, belki onların nihâyetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün, ve gelebilen feyizlerin nihâyetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra, mürûr-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkkî edilmiş.
Râbian: Yirminci Lem’a-i ihlâsda, bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki, o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl husûsî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.
Demek bazı fevkalhad, harika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikate bakar.
Hem İslâmiyet’te her sevabın, her fazîlet-i a’mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duâda bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye (s.a.s.), husûsî virdler ve duâlar ve şeriat ve risâlet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umûmî olmayan derslerinden kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebâiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder.
"Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir" dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillâhilhamd, kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye size de gönderdim. Umûmunuza binler selâm...".
R.N.Külliyatı, II,1745-1746 (Emirdağ Lâhikası I)..
- "Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,
Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhûr duâ-i Nebevî olan el-Cevşenü’l-Kebîr hakkında ve akıl hâricindeki sevap ve fazîletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: "Râvî, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübâlağa görünüyor. Meselâ, içinde der: "Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir". Hem "Göklerdeki büyük melâikeler, o duâ sahibini gördükçe kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler". Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez" diye, Risâle-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlar’dan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutâbık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmâlini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:
Evvelâ: Yirmi Dördüncü Söz’ün üçüncü dalında on adet "usûl" var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izâle eder. Ona bak, cevabını al.
Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenât ona işlenen ve bütün ümmetin saâdetlerine yardım eden ve ism-i a’zâm’ın mazharı ve kâinatın çekirdek-i asliyesi, hem en mükemmel ve câmi meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duânın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrâîl Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde sevap, zât-ı Ahmediye’nin velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duânın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i A’zâm mazharı olan Zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvâzene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Sâlisen: O duâ, nasil ki zât-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübâlağadan münezzeh ve aynı hakîkat oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnâ’nın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübâlağa, belki onların nihâyetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün, ve gelebilen feyizlerin nihâyetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra, mürûr-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkkî edilmiş.
Râbian: Yirminci Lem’a-i ihlâsda, bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki, o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl husûsî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.
Demek bazı fevkalhad, harika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikate bakar.
Hem İslâmiyet’te her sevabın, her fazîlet-i a’mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duâda bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye (s.a.s.), husûsî virdler ve duâlar ve şeriat ve risâlet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umûmî olmayan derslerinden kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebâiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder.
"Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir" dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillâhilhamd, kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye size de gönderdim. Umûmunuza binler selâm...".
R.N.Külliyatı, II,1745-1746 (Emirdağ Lâhikası I)..