İBN-İ KEMÂL FETVASI
Yavuz Sultan Selim (1512-1520 yılları arasında hüküm sürdü) ve Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566 yılları arasında hüküm sürdü) devirlerinde Şeyhülislâm’lık yapan, daha önce Yavuz Sultan Selim’in hocalarından Mevlâna İbn-i Kemâl Hazretleri… “Müfti-üs Sakaleyn: İns ve Cinnin Müftüsü” namıyla maruf, meşhur… Hepimizin bildiği: Yavuz Sultan Selim, Hocası’nın atının ayağından sıçrayan çamurun kaftanını kirletmesi ve onun özür tavrı üzerine, “üzülme Lala; senin gibi ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için süstür!” demekle kalmamış, öldüğü zaman bu kaftanın tabutunun üstüne örtülmesini vasiyet etmiştir. Neticede yerine getirilen bir dilek… KİTSAN Kitabevi’nin RİSALELER (1) isimli MUHYİDDİN-İ Arabî Hazretlerine âit bir tercüme Kitab’ta, o meşhur Ulemâ’ya âit bir FETVA: Muhyiddin-i Arabî’nin görüşü hakkında… Hülâsa ederek alıyorum: Muhyiddin-i Arabî Hazretleri, hayret veren menakıbında mevcud olan harikulâde kerametleri, müridler, âlimler ve fazıl kişiler tarafından kabul edilmiş bir büyük zâttır. İnkâr edenlerin çok büyük hata edecekleri ve inkârda ısrar edenlerin çok dalâlete düşecekleri aşikârdır. Emirleri tebliğ ve yasaklardan sakındırmaya memur ehillerin, bu bâtıl inanç sahiplerinin hâllerini düzeltmelerine ve itikadlarını değiştirmelerine teşvik ve tedib, boyunlarına bir borçtur… Muhyiddin-i Arabî’nin bazı ibarelerinin derecelerinin yüksek olması, yani keşif ve tevhid ehlinden olmayanların idraklerinin fevkinde olması bakımından, amaçlanan mânâyı idrak edemeyen ve tasavvuf ehli olmayanlar için sükûtu gerektiren, bunun yanında itirazdan da kaçınılması gereken bir mahiyet arzeder. Büyüklerden biri şöyle demiştir: “Kim tasavvufî hakikatlerin ehli ile beraber oturursa ve onların ortaya koydukları hakikatlerin bazısını inkâr ederse, Allah imân nurunu kalbinden söküp alır.”… Muhyiddin-i Arabî, hâlen, ilmen, tarikat şeyhi ve hakikat ehlinin büyüğü olduğu gibi, bunun ilim müessesesini bina edendir. Cenab-ı Şeyh, öyle ucu bucağı olmayan bir denizdir ki, sahilini görmeye beşer gözü, dalgalarının çalkalanırken çıkardığı sesi işitmeye beşer kulağı acizdir. İnci tâneleri olan sözleri ise, Yar’dan uzak olanların ellerine ulaşıp ziyân olmaktan korunmuş ve gönül ehline neş’e bahşolacak feyizleri ile dopdoludur. İbn-i Arabî’ye mensub olan taife, (VAHDET-İ Vücüd’a inananlar), mümtaz bir topluluktur. Sözleri ve tasavvufî ıstılahları, diğer tasavvuf ehli gibidir. Hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Hilâli görmeye kusurlu gözlerin müsait olmaması gibi, onu herkesin idrak etmesi mümkün olmayabilir. Allah’a yeminle beraber beyan olunur ki, Şeyh-ül Azam bin Arabî, ilminin ihâta etmediği şeyi yazmamıştır; ilmi ise, malûmatın şekillerini hakikati vechile rüyetle-görmekle hasıl olmuş, ilm-i şühûddur. Durum şudur ki, bir şeyi bilmemek ve görmemek, o şeyin inkârını gerektirmez. Hususiyle Rical-ul Gayb hakkında Hadîs vârid olmuştur; Onların, çaresiz kalanlara Allah’ın emriyle yardımları meşhurdur. Şu satırları yazan ben dahi, bu ruhanî yardımlara mazhar olmuşumdur. Münasib olan Şeyh-ul Ekber Muhyiddin-i Arabî ve Abdülkadîr Geylanî Hazretleri’ni uygun tâbirlerle yadetmektir. Örtüp gizledikleri ibareleri idrak edememekten dolayı inkâr doğru değildir. CİFİR, NÜCUM ve İKSİR ilmi gibi mevzuları avamdan gizlemişlerdir. Ekserî sözleri vicdanîdir ve tatmayan bilmez kabilindendir. Bilinmelidir ki, Allah dostları ve Allah’tan haber getiren herkes, TEK görüş üzerindedir. Allah’tan getirdikleri bilgiye ne bir şey eklerler, ne eksiltirler, ne de birbirlerine muhalefet ederler; aksine, onlar birbirlerini doğrularlar. Bizlere düşen, “Bilmiyorsanız bir bilene sorun” İlâhî hükmüne uymaktır ki, bu hüküm İslâm’ın şartlarındandır.