İnsan bir musibete maruz kaldığında sızlar, inler. Bazan, dert yanıp, “Bu belâ da beni nereden buldu? Ne kusurum vardı da başıma geldi? Meğer ben ne kötü adammışım…” gibi bir sürü şikâyeti peşpeşe yağdırır.
Öyle mi olmalı? Olmamalı şüphesiz.
İnsana düşen “Rahmeti sonsuz Rabbim, eğer bu musibeti bana vermişse zulüm olsun diye vermiş olamaz. Yine rahmetiyle vermekte. Ben görünüşte musibet gözüken bu olayın arkasındaki sırları çözmeliyim” diye sabır ve tahammülle karşılayıp, soğukkanlılıkla musibetin sır ve hikmetlerini düşünerek üstesinden gelmek, kazançlı konuma girebilmektir.
Yunus Emre “Nârın da hoş, nurun da hoş” demiyor muydu? Aziz Mahmud Hudayî de “Hoştur bana Senden gelen / Ya gonca gül yahut diken. / Ya hil’atu yahut kefen, / Lütfun da hoş, kahrın da hoş” diyordu. “Lütf-u kahrı şey-i vahid bilmeyen çekti azap, / Ol azaptan kurtulup sultan olan anlar bizi” mısraları da Niyazi-i Mısrî’ye ait.
İmanda terakkî etmiş insanların gözünde musibetlerle nimetler arasında bir fark yok. Nimetle şükrettiren Allah, musibetle de sabrettirerek kulunu yine kazançlı hâle getirir.
Lütuf ve kahrı herkesin fark ettiğini söyleyen Mevlânâ, “Ancak kahırda gizlenmiş lütfu veyahut lütuf içindeki kahrı çok az kişi anlar” der. Bundan dolayı da, “Ey bütün ziyanları kâr eden! Sen varken bizim ziyandan ne korkumuz olur?” demeyi de ihmal etmez.
Musibetin bütün bütün şer olmadığına, bazan saadetin felâket olduğu gibi bazan felâketten de saadet çıktığına dikkat çeken Bediüzzaman da, her musibette bir cihet-i rahmet olduğunu söylüyor. Nefsi susturan fıkralarından beşincisinde de, “Hem, yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim!” diye seslendiği nefsine şunları söylüyor: “Kat’î kanaatim gelmiş ki, zahirî musîbetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiyenin çok tatlı neticeleri var. ‘Umulur ki hoşlanmadığınız birşey sizin için hayırlı olabilir’1 çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî senin hatırın için—pek geniş kanun-u Kaderî—değiştirilmez.”2
Musibeti gülerek karşılamalı. Tâ ki küçülsün, tükensin. Mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, düşmanlığın barışa, husumetin şakaya dönüştüğünü, düşmanlığın küçülüp mahvolduğunu söyleyen Bediüzzaman, tevekkülle musibeti karşılamanın da böyle olduğunu söyler.3
Sonra görünüşteki musibetlerin altında ve sonucunda inayet-i İlâhiyenin çok tatlı sonuçları olduğunu düşündüğümüzde önümüze bir çok hakikatler, tatlı neticeler çıkar.
Musibetlerin geçici olduğu rahatlatır bizi. “Keyf gider. Sıkıntı ve zahmetin ise öyle lezzetli faydaları var ki o zahmeti hiçe indirir.”4
Şu sonuç da büyük ölçüde tesellî kaynağı: “En büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”5
Demek bütün mesele musibetlere takılıp kalmamak, arkasındaki rahmet izlerini görebilmek.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 216. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 173. 3- Lem’alar, s. 19. 4- Şuâlar, s. 267. 5- A.g.e., s. 650.