İZZET, İSTİĞNA ve CESARETİ
Bediüzzaman, çocukluk dönemlerinde dahi izzet ve haysiyetine uygun düşmeyen hallerden kaçınır ve kendisine yapılan ufak bir aşağılamaya bile dayanamaz, hemen mantıki bir cevap verirdi. Ve çok büyük zahmet ve meşakkatlere katlanma uğruna, kesinlikle insanların minneti altına girmezdi. Bunu kendi adına bir zillet kabul ederdi.
Risale-i Nur’un tesirini kırma adına “Milletin sırtından geçiniyor!” iftirasına maruz kalmamak ve insanlara minnet çekmemek için kendisine gönderilen hediyeleri kabul etmez, her hangi biri yemek benzeri bir şey gönderdiği zaman mutlaka ücretini öderdi.
Bediüzzaman’ın kendi tabiriyle “Eski Said”i “Yeni Said”e dönüştüren olaydan sonra Üstad’daki bu benzersiz izzet; tevazu ve hilme dönüşmüştür. Üstad bu yeni döneminde kendisine yapılan en ağır hakaretlere bile karşılık vermemiştir.
Bediüzzaman’ın cesareti ise tek kelimeyle “eşsiz”dir. Bu cesaret, Üstad’ın çocukluk dönemlerinden beri kendisini ağırlığıyla hissettirmiştir. Mesela çocukluk döneminde kendisini dövmeye çalışan arkadaşlarını hocasına şikayet ederken şöyle demiştir: “Hocam, şunlara söyleyin ikişer ikişer gelsinler.”
Bitlis'de iken bir gün kendilerine Vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek, "Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zatın işlediği bu muameleyi kabul edemem!" diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkında bir hadis-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler. Valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat Vali fevkalâde sabırlı ve hamiyetli bir zat olduğundan, katiyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca Valinin yaveri, Genç Said'e, "Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı gerektirir!" der.
Genç Said, "İdam hayalime gelmedi; hapis ve sürgün zannederdim. Her ne ise, bir kötülüğü def etmek için ölürsem ne zararı var?" cevabında bulunur.
Oradan döndükten bir iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla Vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken, Vali hürmet ve tâzimle genç Said'i karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek, "Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın" der.
Bediüzzaman bir vesileyle Sultan Abdulhamitle görüşür. Mevcut sistemdeki bazı eksiklikleri eleştirir. Bundan dolayı Sultan’ın yakınındaki bazı adamlar onu askeri mahkemeye sevk ederler. Bu mahkemede öyle büyük bir cesaretle konuşur ki, mahkeme reisi Bediüzzaman’ın deli olup olmadığını tespit ettirmek için onu bir doktora yollatır. Doktor kendisini muayene ederken Bediüzzaman öyle bir açıklama yapar ki doktor şöyle demek zorunda kalır: “Eğer Bediüzzaman da zerre kadar bir delilik varsa, bütün yeryüzünde tek bir akıllı insan yok demektir.”
Bundan hemen sonra Bediüzzaman Emniyet Müdürlüğüne gönderilir ve Emniyet Müdürü kendisine şöyle der: “Padişah sana selam etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış.” Bediüzzaman da “Ben maaş dilencisi değilim… Kendim için gelmedim, memleketim için geldim” der. Müdürün, “İradeyi reddediyorsun. İrade reddolunmaz” demesine mukabil, o “Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim!” der. Müdür “Bu işin neticesi vahimdir!” deyince de şu müthiş açıklamayı yapar: “Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getrmişim. Ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddi söylüyorum!”
31 Mart hadisesi meydana gelir. Bediüzzaman’ın gizli düşmanları bu hadiseyi bahane ederek, hiçbir alakası olmamasına rağmen onu da mahkemeye çıkarırlar. Bu hadiseye ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde, sert bir şekilde muhakeme olunur. Üstad’ın tavrı ise daha sert olmuştur: “Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî, İstanbul'un güzelliğini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl müthiş bir arzuyla görmeyi ister! Ben de acayip ve garip şeylerin sergisi olan ahiret alemini öyle büyük bir arzuyla görmek istiyorum. Beni oraya sürmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen azaplandırın! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!”
Bediüzzaman bu dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmed'e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidâlarıyla ilerlemiştir.
Bediüzzaman 1. Dünya Savaşında gönüllü alay kumandanlığı yapmış ve talebeleriyle yaptığı müdafaalarla Ermenilerin ve Rusların gönlüne korku salmıştır. Üstad’ın savaştaki hünerleri saymakla bitmez. Ayrıca fevkalade bir şekilde vücuduna pek çok gülle isabet etmesine rağmen kendisine hiçbir şey olmadığı bizzat talebelerinin şahitliğiyle sabittir. Üstad bu savaşın sonunda hem yaralı, hem de ayağı kırık bir şekilde 33 saat su ve çamurun içinde kalır. Fedakar talebeleri de kendisiyle beraberdir. Üstad talebelerine “Beni bırakın, siz kendinizi kurtarın!” demesine rağmen talebeleri kendisini bırakmaz.
Daha sonra Üstad Hazretleri Ruslar tarafından esir edilir. Esir kampında başından şöyle bir olay geçer. Rus orduları Başkumandanı Nikola Nikolaviç esir kampını teftişe gelir. Herkes ayağı kalkar, fakat Bediüzzaman kalkmaz. Nikolaviç bir tercüman vasıtasıyla “Beni tanımadılar mı?” der. Üstad da “Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç’tir” der. Nikolaviç “O halde niçin kalkmadılar?” der. Üstad Hazretleri “Ben İslam alimiyim. Eğer sana kıyam etseydim mukaddesatıma hürmetsizlik etmiş olurdum. Onun için ben sana kıyam etmem” deyince de, Üstad’ın infazına karar verilir. Çevresindekiler kendisine “Özür dile, belki kurtulursun” derler. Fakat Üstad’ın kararı kesindir: “Ben ahiret diyarına göçmek ve Huzur-u Resulullah’a (s.a.v.) varmak istiyorum. Bana bir pasaport lazımdır. Ben imanıma muhalif hareket etmem!”
Üstad Hazretleri infazdan evvel namaz kılmak istediğini söyler. Kendisine izin verilir. Nikolaviç kendisini hayranlıkla izler ve daha sonra Üstad’a şu açıklamayı yapar: “"Beni affediniz. Sizin beni aşağılamak için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini yerine getiriyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dinî salâhatinizden (salihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz."
Bediüzzaman’ın müthiş cesaretine bir misal de, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında Hutuvat-ı Site isimli, İngilizlerin aleyhinde bir risale yazmasıdır. İngiliz Başkumandanı Bediüzzaman’ı idam etmekten alıkoyan tek sebep, Üstad’ın tek bir kılına bile zarar geldiği takdirde doğuda önü alınamayacak bir isyanın patlak verme ihtimaliydi. Yine bu dönemde kendisinden, Anglikan Kilisesi Başpapazı tarafından sorulan altı soruya altı yüz kelime ile cevap vermesi istendiğinde şöyle demiştir: “Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!”
Evet, Bediüzzaman’da cesaret öylesine doruklaşmıştır ki, arkasından çevrilen onca oyuna ve yapılan onca suikaste rağmen boynundaki kefeniyle ölüme meydan okuduğunu göstermiş ve kendisi hakkında söylenmiş bir söz olan “O, mahkumken bile hükmediyordu!” sözünü tamamen hak etmiştir. Mesela bir mahkemede kendisinden sarığını çıkarmasını isteyen bir hakime şöyle kükremiştir: “Bu sarık ancak bu başla birlikte çıkar!”
Başka bir yerde de şöyle demiştir: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, Kuran hakikatine feda olan başlar, inkarcılara teslim-i silâh etmeyecek ve kudsi vazifelerinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”
“Zararlı fikirlerini başkalarına da yayıp bizim dünyamıza karışacak” kuruntusuyla kendisini hapishane hapishane gezdiren bir kesim Üstad Hazretleri hakkında “Said elli bin nefer kuvvetindedir. Onun için serbest bırakmıyoruz” demiş, Üstad Hazretleri de buna cevap olarak şöyle demiştir: “Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana "Çıkmayacaksın" diyebilir. Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'ân'a ait dellâllığımdan ve imanımın manevi kuvvetinden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!