BULENT TUNALI
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 30 Ağu 2007
- Mesajlar
- 2,307
- Tepki puanı
- 2
- Puanları
- 0
- Yaş
- 53
- Konum
- BURSA-m.k.paşa
- Web Sitesi
- www.bilsankimya.com
Kur’ân-ı Kerim okurken bazen iç geçirdiğiniz oluyor mu? Büyüklerimizin âyetleri nasıl sahiplendiklerini düşünürken dalıp gittiğiniz anlar oluyor mu?
O ki Rabbin kelamıdır, okuyanla sanki konuşur; kolayına gelenden başlayarak ayetlerle refik olmanı tavsiye eder.
Sevgili Peygamberimiz’in onu mü’minlere sevdirmeye yönelik sözlerini şöyle bir düşünelim. Hadis külliyâtında o inci dânelerinin sıralandığı bölümleri açsanız İhlas suresini, Yasin-i Şerif’i, Duhan’ı Bakara sûresini ve benzerlerini muhabbetle sahiplenmeye can atarsınız. Allah Kelamı’na sarılmakla ilgili içinizde bir şeylerin kıpırdadığını hissedersiniz.
Bugün, çeşitli vesileleri fırsat bilerek âyetleri dilimize vird edinmede ne derece başarılıyız? Aşağıda meali arz edilen âyetleri okurken bunu düşünüyorum.
“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu) ikrar etmişlerdir. (Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.
Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Ehl-i kitap, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allah’ın hesabı çok yakındır.” (Âl-i İmrân, 3/18-19)
Hamdi Yazır, bu ayetin açıklamasında “Herhangi bir davada örfen ve dinen davacı, davalı ve şahit ayrı ayrı kişiler olur. Burada ise Kitab’ı indiren Allah’ın şehadetinde davacı ile şahidin ve hatta şahit ile kendisine şehadet edilenin birliği söz konusudur. O halde bu şehadetin manasını iyi düşünmek lazımdır. Cenab-ı Hakk’ın bu şahitliğe meleklerle birlikte ilim erbabını da dahil etmesini düşünmek lazımdır” diyor ve şöyle devam ediyor.
“Eğer insanda mutlak ve hakiki yakîn ilmi varsa, o da vahdaniyyet-i ilahiyyeye ait olan bilgidir. Çünkü bu, bütün ilimlerin esasıdır ve bundan başka herhangi bir ilimde zaruret-i kamile yoktur. Bu sebeple ilim erbabının dereceleri de yukarıda bahsi geçen şehadete uzak veya yakın olmalarıyla alakalıdır.”
“Allah nezdinde hak din İslâm’dır” cümlesini açıklarken şöyle diyor: “Birinci ayetin son cümlesi olan “Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur” ifadesi, başta zikredilen şehâdetin neticesidir. “Allah nezdinde hak din İslâm’dır” sözü ise bunun gereği olan bir ara cümledir. Çünkü İslam’ın esası O’nun birliğine şahitlik ederek O’nun katından gelenlerin hepsini kabul ve ikrar etmektir. İslam binasını oluşturan diğer yapı taşları ve ayrıntıları hep bu tevhid esasına bağlıdır.”
Gâlib el-Kettan anlatıyor: Kufe’ye ticaret için gittiğimde A‘meş’e yakın bir yere inmiştim, zaman zaman onu ziyaret ediyordum. Bir gece teheccüdde Âl-i İmran sûresi 18. ayetini okuduktan sonra “Allah’ın şehâdet ettiğine ben de şahitlik ediyorum ve bu şehadetimi Allah’a emanet ediyorum ki, O’nun katında gerçek din İslâm’dır” diyordu.
“Her hâlde bu konuda işittiği bir şey var” diyerek böyle yapmasının sebebini sordum. Ancak bunun cevabını almak için bir sene beklemem gerekti, bekledim.
Söz konusu şehadetin sebebini şöyle açıkladı: “Rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Bu şehadetin sahibi kıyamet günü huzura getirilince Allah Teâlâ; “Benim bu kuluma verdiğim bir sözüm vardır ve ben, verdiğim sözü yerine getirmeye en fazla hak sahibiyim. Kulumu cennete koyun” buyurur.
Başka bir rivayette ise Rasûlullah (s.a.v.) bir gün ashabına “Sizden biriniz her sabah ve akşam Allah’tan bir söz almaktan aciz mi?” buyurdular.
“Bu nasıl olur yâ Rasûlallah” diye sorulunca; “Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Rabbim! Senden başka ilâh olmadığına şehâdet ettiğimi sana söylüyorum ve seninle sözleşiyorum. Ancak sen varsın, şerikin yoktur. Muhammed aleyhisselam senin kulun ve rasulündür.
Eğer beni kendi başıma bırakırsan kötülüğe yaklaştırmış, iyilikten uzaklaştırmış olursun. Ancak senin rahmetine güveniyorum. Bana kıyamet günü yerine getireceğin bir söz ver. Muhakkak ki sen sözünden caymazsın” diyerek dua etmelerini talim buyurdular.
Rivayet olunduğuna göre kul bunu okuyunca üzerine mühür basılır ve Arş-ı A‘lâ’nın altına konulur. Kıyamet günü olunca bir münâdî “Allah katında sözü bulunanlar nerede?” diye çağırır ve onlar da cennete girdirilir. (Müsned, I, 412, Vilâyeti, 191)
Sevgili Peygamberimiz “Allah nezdinde hak din İslâm’dır” mealindeki ayet-i kerimeyi okuyunca mübarek dudaklarından “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu kendisinden kabul edilmeyecek” (Âl-i İmrân, 3/85) ayeti dökülür ve “Rabbim, ben de buna şehadet edenlerdenim” buyururdu.
Bu ayetleri sabah akşam okuyarak her okuyuşumuzda Sevgili Peygamberimiz’in öğrettiği şehadetleri hatırlayabilirsek bu, İslâm’dan başka arayışlara karşı dik duruşumuzun ifadesi olacaktır.
OKU DÜŞÜN
Ödedikçe Bereketlenen Borç
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i İmrân, 3/110)
Bu ayet-i kerimeyi okuyunca "Bütün Müslümanlar insanlığa borçludur" diyorum.
Nasıl ki her meslek erbabı sanatını düzgün bir şekilde icra etmekle mükelleftir. Bilgi ve birikimini yerli yerince kullanmak ve gelecek kuşaklara aktarmakla yükümlüdür.
Aynen bunlar gibi ve bunlara ilave olarak bütün Müslümanlar “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” misyonunun bir ucundan tutmakla yükümlüdür. Hepsi de kendi işini iyi ve doğru olarak yapmak, yanlış ve kötü yapmamak durumundadır. Aynı zamanda bu prensibin çevresinde de uygulanmasını gücü yettiğince sağlamakla mükelleftir; borçludur.
Borçlu olmak aslında makbul değildir. Borcun süreklilik arz etmesi veya miktarının fazlalığı insan psikolojisini olumsuz yönde etkiler. Halbuki burada “borç” dediğimiz yükümlülükte durum bunun tam tersinedir. Çünkü kişi insanlığa olan mesuliyetinin şuuruna vardıkça hakikate uyanıyor. Yükün ağırlığını hissettikçe ve borcunun ömür boyu bitmeyeceğini öğrendikçe şevki artıyor.
Müslümanlar bulundukları yerde “şerrin kilidi, hayrın anahtarı” olacaksa ve borç yiğidin kamçısı ise, söz konusu kilitle anahtara işlerlik kazandıracak olan “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” kamçısı olmalıdır.
O ki Rabbin kelamıdır, okuyanla sanki konuşur; kolayına gelenden başlayarak ayetlerle refik olmanı tavsiye eder.
Sevgili Peygamberimiz’in onu mü’minlere sevdirmeye yönelik sözlerini şöyle bir düşünelim. Hadis külliyâtında o inci dânelerinin sıralandığı bölümleri açsanız İhlas suresini, Yasin-i Şerif’i, Duhan’ı Bakara sûresini ve benzerlerini muhabbetle sahiplenmeye can atarsınız. Allah Kelamı’na sarılmakla ilgili içinizde bir şeylerin kıpırdadığını hissedersiniz.
Bugün, çeşitli vesileleri fırsat bilerek âyetleri dilimize vird edinmede ne derece başarılıyız? Aşağıda meali arz edilen âyetleri okurken bunu düşünüyorum.
“Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu) ikrar etmişlerdir. (Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.
Allah nezdinde hak din İslâm’dır. Ehl-i kitap, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allah’ın hesabı çok yakındır.” (Âl-i İmrân, 3/18-19)
Hamdi Yazır, bu ayetin açıklamasında “Herhangi bir davada örfen ve dinen davacı, davalı ve şahit ayrı ayrı kişiler olur. Burada ise Kitab’ı indiren Allah’ın şehadetinde davacı ile şahidin ve hatta şahit ile kendisine şehadet edilenin birliği söz konusudur. O halde bu şehadetin manasını iyi düşünmek lazımdır. Cenab-ı Hakk’ın bu şahitliğe meleklerle birlikte ilim erbabını da dahil etmesini düşünmek lazımdır” diyor ve şöyle devam ediyor.
“Eğer insanda mutlak ve hakiki yakîn ilmi varsa, o da vahdaniyyet-i ilahiyyeye ait olan bilgidir. Çünkü bu, bütün ilimlerin esasıdır ve bundan başka herhangi bir ilimde zaruret-i kamile yoktur. Bu sebeple ilim erbabının dereceleri de yukarıda bahsi geçen şehadete uzak veya yakın olmalarıyla alakalıdır.”
“Allah nezdinde hak din İslâm’dır” cümlesini açıklarken şöyle diyor: “Birinci ayetin son cümlesi olan “Mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur” ifadesi, başta zikredilen şehâdetin neticesidir. “Allah nezdinde hak din İslâm’dır” sözü ise bunun gereği olan bir ara cümledir. Çünkü İslam’ın esası O’nun birliğine şahitlik ederek O’nun katından gelenlerin hepsini kabul ve ikrar etmektir. İslam binasını oluşturan diğer yapı taşları ve ayrıntıları hep bu tevhid esasına bağlıdır.”
Gâlib el-Kettan anlatıyor: Kufe’ye ticaret için gittiğimde A‘meş’e yakın bir yere inmiştim, zaman zaman onu ziyaret ediyordum. Bir gece teheccüdde Âl-i İmran sûresi 18. ayetini okuduktan sonra “Allah’ın şehâdet ettiğine ben de şahitlik ediyorum ve bu şehadetimi Allah’a emanet ediyorum ki, O’nun katında gerçek din İslâm’dır” diyordu.
“Her hâlde bu konuda işittiği bir şey var” diyerek böyle yapmasının sebebini sordum. Ancak bunun cevabını almak için bir sene beklemem gerekti, bekledim.
Söz konusu şehadetin sebebini şöyle açıkladı: “Rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Bu şehadetin sahibi kıyamet günü huzura getirilince Allah Teâlâ; “Benim bu kuluma verdiğim bir sözüm vardır ve ben, verdiğim sözü yerine getirmeye en fazla hak sahibiyim. Kulumu cennete koyun” buyurur.
Başka bir rivayette ise Rasûlullah (s.a.v.) bir gün ashabına “Sizden biriniz her sabah ve akşam Allah’tan bir söz almaktan aciz mi?” buyurdular.
“Bu nasıl olur yâ Rasûlallah” diye sorulunca; “Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Rabbim! Senden başka ilâh olmadığına şehâdet ettiğimi sana söylüyorum ve seninle sözleşiyorum. Ancak sen varsın, şerikin yoktur. Muhammed aleyhisselam senin kulun ve rasulündür.
Eğer beni kendi başıma bırakırsan kötülüğe yaklaştırmış, iyilikten uzaklaştırmış olursun. Ancak senin rahmetine güveniyorum. Bana kıyamet günü yerine getireceğin bir söz ver. Muhakkak ki sen sözünden caymazsın” diyerek dua etmelerini talim buyurdular.
Rivayet olunduğuna göre kul bunu okuyunca üzerine mühür basılır ve Arş-ı A‘lâ’nın altına konulur. Kıyamet günü olunca bir münâdî “Allah katında sözü bulunanlar nerede?” diye çağırır ve onlar da cennete girdirilir. (Müsned, I, 412, Vilâyeti, 191)
Sevgili Peygamberimiz “Allah nezdinde hak din İslâm’dır” mealindeki ayet-i kerimeyi okuyunca mübarek dudaklarından “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki bu kendisinden kabul edilmeyecek” (Âl-i İmrân, 3/85) ayeti dökülür ve “Rabbim, ben de buna şehadet edenlerdenim” buyururdu.
Bu ayetleri sabah akşam okuyarak her okuyuşumuzda Sevgili Peygamberimiz’in öğrettiği şehadetleri hatırlayabilirsek bu, İslâm’dan başka arayışlara karşı dik duruşumuzun ifadesi olacaktır.
OKU DÜŞÜN
Ödedikçe Bereketlenen Borç
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a iman edersiniz…” (Âl-i İmrân, 3/110)
Bu ayet-i kerimeyi okuyunca "Bütün Müslümanlar insanlığa borçludur" diyorum.
Nasıl ki her meslek erbabı sanatını düzgün bir şekilde icra etmekle mükelleftir. Bilgi ve birikimini yerli yerince kullanmak ve gelecek kuşaklara aktarmakla yükümlüdür.
Aynen bunlar gibi ve bunlara ilave olarak bütün Müslümanlar “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” misyonunun bir ucundan tutmakla yükümlüdür. Hepsi de kendi işini iyi ve doğru olarak yapmak, yanlış ve kötü yapmamak durumundadır. Aynı zamanda bu prensibin çevresinde de uygulanmasını gücü yettiğince sağlamakla mükelleftir; borçludur.
Borçlu olmak aslında makbul değildir. Borcun süreklilik arz etmesi veya miktarının fazlalığı insan psikolojisini olumsuz yönde etkiler. Halbuki burada “borç” dediğimiz yükümlülükte durum bunun tam tersinedir. Çünkü kişi insanlığa olan mesuliyetinin şuuruna vardıkça hakikate uyanıyor. Yükün ağırlığını hissettikçe ve borcunun ömür boyu bitmeyeceğini öğrendikçe şevki artıyor.
Müslümanlar bulundukları yerde “şerrin kilidi, hayrın anahtarı” olacaksa ve borç yiğidin kamçısı ise, söz konusu kilitle anahtara işlerlik kazandıracak olan “emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker” kamçısı olmalıdır.