kardelen_misali_
Kayıtlı Kullanıcı
- Katılım
- 10 Ağu 2006
- Mesajlar
- 90
- Tepki puanı
- 0
- Puanları
- 0
Ana
Fatih AKARCALI
Uçaktan indirdiğimiz hocamızın cansız bedeni ile camiye gelmiştik. Öğle namazı sonrası cenaze namazı kılınacaktı.
Orta Asya stepleri, son nefesini verdiği yer olmuştu. Ne garip bir tecellidir ki, istediği gibi vefat ederken yanında talebeleri vardı. Onlar da Hakk'a hocaları ile birlikte yürümüşlerdi. Daha bekârdı; yaptığı işle evlenmişti. O'na gönül verdiği günden beri... Dünya zevkleri adına nefsinin yüzündeki peçeyi kaldırmamış bir insandı. Okulundan kimya öğretmeni olarak mezun olalı çok olmamıştı. Gençti, fakat ruhu asırların olgunluğunu taşıyordu sînesinde...
Camide, vefatını telefonla haber verdiğimiz akrabaları, tanıdıkları vardı. Gözlerimiz anne ve babasını aradı; onların tepkilerini merak ediyorduk. Ne de olsa canlarından bir parçaydı. Ailesinin herkesten çok hakkı vardı üzerinde...
Acaba onu görünce ne yapacaklardı? Bağırıp çağırırlar mıydı? 'Çocuğumuza sahip çıkamadınız?' derlerse, ne derdik? 'Orta Asya'ya onu siz götürdünüz, şimdi cansız bedenini getiriyorsunuz!' derlerse, ne cevap verirdik?
Yolda gelirken, bu ve benzeri soruları birbirimize defalarca sorup, cevaplarını düşünmeye çalışmıştık. Ancak ne diyebilirdik ki? 'Oğlunuz Allah rızası için oralara gitti. Talebe yetiştirmek onun idealiydi' dersek, bizi anlarlar mıydı?
Bu düşünceler içinde arabadan inip naaşını ambulanstan indirdik. Çevremize bakarak her yeri meraklı gözlerle rasat ediyor, ailesinden yanımıza yaklaşacak birilerini bekliyorduk.
Çok geçmeden 18-19 yaşlarında bir genç ve muhtemelen onun babası olan biri yanımıza yaklaştı. Gözlerinde, yüz hatlarında ancak bir babanın taşıyabileceği metanet vardı.
Tabuta yaklaştı. Titreyen elleriyle kapağını hafifçe kaldırarak oğluna baktı. Darbe üstüne darbe yiyen sinesinde, gözyaşları öfkesini yutuyordu. Ellerini tabutun üzerinde gezdirdi. Sonra üzerine başını koyup bir süre öyle kalakaldı, için için ağladı. Delikanlı da tabutun diğer yanında hıçkırıklara boğulmuştu. Matemli havayı daha da ağır bir hale getirmişti bu görüntüler.
Bu zor anlarında sakinleşmelerine yardımcı olmaya çalışıyorduk. Bir baba için oğul acısı hiç de kolay değildi. Öfke ve isyanla yanlış şeyler yapmalarından korkuyorduk...
Bir süre tabuta başı dayalı bekleyen baba, gözlerini elinin tersi ile silerek bize döndü:
-Siz mi getirdiniz onu?
Elimiz ayağımız birbirine dolaşmıştı. Arkadaşım benden evvel davranıp bir adım öne atarak:
-Evet efendim!
Baba patlamaya hazır bomba gibiydi. Yumruklarını sıktığını görmüştüm. Kendini zor da olsa frenliyordu. İçini çekerek:
- Nasıl oldu?
-Efendim!.. Hocamız, rehberlik yaptığı talebelerinin velilerini bayramda ziyaret etmek istemiş. İki talebesi ile birlikte yola çıkmışlar. Yolda giderken aracı kendisi kullanıyormuş. Önünde seyreden arabanın hatası sonucu araca çarpmamak için direksi-yonu kırmış. Araç hakimiyetini kaybederek önce yolun kenarındaki kanala girmiş... Birkaç takla atmışlar araba ile... Araba ezilmiş. Kaza sırasında tüm camları parçalanıp, hocamızın ve talebelerinin yüzle-rine saplanmış. Büyük bir ihtimalle orada vefat etmiş.
Acılı baba tek kelime etmedi. O an bizlere ne söylese, ne kadar kızsa, cevap veremezdik... Bugün matem günüydü. Ne diyebilirdik ki?!
Baba ve oğlu tabutun yanından ayrılmadılar. Bir daha da dönüp kimsenin yüzüne bakmadılar.
Hocamızın cansız bedeni temizlenip yıkanırken, hepimizin hissettiği güzel bir koku yayılmıştı etrafa... Üzerinden uzun bir zaman geçmesine rağmen, cam par-çalarının kestiği yüzünden, tâze kan damlalarının geldiğini görüp hayret etmiştik. Güzel yüzü, hiçbir acı hissetmeden Hakk'a yürümüş gibi duran siması, aklımdan gitmiyor... ***
Cenazesinde kimler yoktu ki... Akrabaları, arkadaşları, talebeleri.. hattâ o ülkenin konsolosu bile oradaydı.
Annesini görememiştik. Kim bilir, ne kadar üzgündü... Oğlunun cansız bedenini gö-rünce nasıl karşılayacaktı, bi-lemiyorduk...
Definden önce cenazeyi, rahatsızlığından dolayı yürü-meyecek halde olduğu söylenen annesinin yanına götürdük. * * *
Sonunda cenaze konvoyu evin önüne gelmişti. Biz annesine, evin ikinci katına çıktık.
Bir anneye oğlunun vefatını haber vermek ve bilhassa cansız bedenini getirdiğimizi söylemek ne zormuş Allahım! Sıkıntıdan dakikalarca içeriye giremediğimizi hatırlıyorum. Büyük bir ihtimalle feryatlar yükselecek, annenin çığlıkları gözyaşlarına karışacaktı.
Kapıyı vurup selâm vererek içeriye girdik. Orta yaşlı anne elinde tespih, evin sofasında, pencerenin önündeki sedire oturmuş, dışarıyı süzmekteydi. Tam bir Osmanlı hanımı gibiydi. İçeri girdiğimizi görünce dumanlı gözlerini bize çevirdi. Gözlerinin altı ağlamaktan torbacık olmuştu.
Arkadaşım:
-Anneciğim oğlunu getirdik, definden önce görmek istersen tabutunu yukarı, yanına çıkaralım.
Biz şimşeklerin çakacağı, çığlıkların yükseleceğini düşünürken, o duvara yaslanarak ayağa kalktı. Kaşlarını çatıp, yüzünü büzüştürerek, hiç um-madığımız bir eda ile; 'şehit ayağa getirilmez, ayağına gidilir!' dedi.
Hırkasını alıp, kollarına girmemizi de reddederek duvara tutuna tutuna, sık sık durup nefes alarak aşağıya indi.
Televizyonlardan çok şehit ailesi seyretmiştim. Annelerin kendilerini kaybetmeleri bana normal geliyordu. Sevgili anne, annemiz tabutu görünce:
'Seni yetiştiren ruha kurban olayım, ellerinden öpeyim. Oğlumun hizmet etmek için uzaklara gönde-rilmesine vesile oldu' deyiverdi.
Yürürken bedeninin teklemesine aldırış etmeden, güç belâ tabutun yanına kadar yürüdü. Gözlerinden, kontrol edemediği yaşlar süzülüyordu.
Oğlunun başını okşadı. Ve ayak tarafına yöneldi. Orada bulunan herkesin hıçkırıkları arasında:
'Seni alnından değil, ayaklarından öpüyorum oğlum!' diyerek, ayaklarına sarıldı.
Kimsenin dayanacak mecali kalmamıştı... * * *
O çileli, ızdıraplı, şuurlu ve sabırlı anayı hatırladıkça Hz. Nesibe'yi, Ammar bin Yasir'in anası Hz. Sümeyye validelerimizi ve diğer sahabe analarımızı daha iyi anlıyorum şimdi. Ellerinden öpüyorum hepsinin...
Fatih AKARCALI
Uçaktan indirdiğimiz hocamızın cansız bedeni ile camiye gelmiştik. Öğle namazı sonrası cenaze namazı kılınacaktı.
Orta Asya stepleri, son nefesini verdiği yer olmuştu. Ne garip bir tecellidir ki, istediği gibi vefat ederken yanında talebeleri vardı. Onlar da Hakk'a hocaları ile birlikte yürümüşlerdi. Daha bekârdı; yaptığı işle evlenmişti. O'na gönül verdiği günden beri... Dünya zevkleri adına nefsinin yüzündeki peçeyi kaldırmamış bir insandı. Okulundan kimya öğretmeni olarak mezun olalı çok olmamıştı. Gençti, fakat ruhu asırların olgunluğunu taşıyordu sînesinde...
Camide, vefatını telefonla haber verdiğimiz akrabaları, tanıdıkları vardı. Gözlerimiz anne ve babasını aradı; onların tepkilerini merak ediyorduk. Ne de olsa canlarından bir parçaydı. Ailesinin herkesten çok hakkı vardı üzerinde...
Acaba onu görünce ne yapacaklardı? Bağırıp çağırırlar mıydı? 'Çocuğumuza sahip çıkamadınız?' derlerse, ne derdik? 'Orta Asya'ya onu siz götürdünüz, şimdi cansız bedenini getiriyorsunuz!' derlerse, ne cevap verirdik?
Yolda gelirken, bu ve benzeri soruları birbirimize defalarca sorup, cevaplarını düşünmeye çalışmıştık. Ancak ne diyebilirdik ki? 'Oğlunuz Allah rızası için oralara gitti. Talebe yetiştirmek onun idealiydi' dersek, bizi anlarlar mıydı?
Bu düşünceler içinde arabadan inip naaşını ambulanstan indirdik. Çevremize bakarak her yeri meraklı gözlerle rasat ediyor, ailesinden yanımıza yaklaşacak birilerini bekliyorduk.
Çok geçmeden 18-19 yaşlarında bir genç ve muhtemelen onun babası olan biri yanımıza yaklaştı. Gözlerinde, yüz hatlarında ancak bir babanın taşıyabileceği metanet vardı.
Tabuta yaklaştı. Titreyen elleriyle kapağını hafifçe kaldırarak oğluna baktı. Darbe üstüne darbe yiyen sinesinde, gözyaşları öfkesini yutuyordu. Ellerini tabutun üzerinde gezdirdi. Sonra üzerine başını koyup bir süre öyle kalakaldı, için için ağladı. Delikanlı da tabutun diğer yanında hıçkırıklara boğulmuştu. Matemli havayı daha da ağır bir hale getirmişti bu görüntüler.
Bu zor anlarında sakinleşmelerine yardımcı olmaya çalışıyorduk. Bir baba için oğul acısı hiç de kolay değildi. Öfke ve isyanla yanlış şeyler yapmalarından korkuyorduk...
Bir süre tabuta başı dayalı bekleyen baba, gözlerini elinin tersi ile silerek bize döndü:
-Siz mi getirdiniz onu?
Elimiz ayağımız birbirine dolaşmıştı. Arkadaşım benden evvel davranıp bir adım öne atarak:
-Evet efendim!
Baba patlamaya hazır bomba gibiydi. Yumruklarını sıktığını görmüştüm. Kendini zor da olsa frenliyordu. İçini çekerek:
- Nasıl oldu?
-Efendim!.. Hocamız, rehberlik yaptığı talebelerinin velilerini bayramda ziyaret etmek istemiş. İki talebesi ile birlikte yola çıkmışlar. Yolda giderken aracı kendisi kullanıyormuş. Önünde seyreden arabanın hatası sonucu araca çarpmamak için direksi-yonu kırmış. Araç hakimiyetini kaybederek önce yolun kenarındaki kanala girmiş... Birkaç takla atmışlar araba ile... Araba ezilmiş. Kaza sırasında tüm camları parçalanıp, hocamızın ve talebelerinin yüzle-rine saplanmış. Büyük bir ihtimalle orada vefat etmiş.
Acılı baba tek kelime etmedi. O an bizlere ne söylese, ne kadar kızsa, cevap veremezdik... Bugün matem günüydü. Ne diyebilirdik ki?!
Baba ve oğlu tabutun yanından ayrılmadılar. Bir daha da dönüp kimsenin yüzüne bakmadılar.
Hocamızın cansız bedeni temizlenip yıkanırken, hepimizin hissettiği güzel bir koku yayılmıştı etrafa... Üzerinden uzun bir zaman geçmesine rağmen, cam par-çalarının kestiği yüzünden, tâze kan damlalarının geldiğini görüp hayret etmiştik. Güzel yüzü, hiçbir acı hissetmeden Hakk'a yürümüş gibi duran siması, aklımdan gitmiyor... ***
Cenazesinde kimler yoktu ki... Akrabaları, arkadaşları, talebeleri.. hattâ o ülkenin konsolosu bile oradaydı.
Annesini görememiştik. Kim bilir, ne kadar üzgündü... Oğlunun cansız bedenini gö-rünce nasıl karşılayacaktı, bi-lemiyorduk...
Definden önce cenazeyi, rahatsızlığından dolayı yürü-meyecek halde olduğu söylenen annesinin yanına götürdük. * * *
Sonunda cenaze konvoyu evin önüne gelmişti. Biz annesine, evin ikinci katına çıktık.
Bir anneye oğlunun vefatını haber vermek ve bilhassa cansız bedenini getirdiğimizi söylemek ne zormuş Allahım! Sıkıntıdan dakikalarca içeriye giremediğimizi hatırlıyorum. Büyük bir ihtimalle feryatlar yükselecek, annenin çığlıkları gözyaşlarına karışacaktı.
Kapıyı vurup selâm vererek içeriye girdik. Orta yaşlı anne elinde tespih, evin sofasında, pencerenin önündeki sedire oturmuş, dışarıyı süzmekteydi. Tam bir Osmanlı hanımı gibiydi. İçeri girdiğimizi görünce dumanlı gözlerini bize çevirdi. Gözlerinin altı ağlamaktan torbacık olmuştu.
Arkadaşım:
-Anneciğim oğlunu getirdik, definden önce görmek istersen tabutunu yukarı, yanına çıkaralım.
Biz şimşeklerin çakacağı, çığlıkların yükseleceğini düşünürken, o duvara yaslanarak ayağa kalktı. Kaşlarını çatıp, yüzünü büzüştürerek, hiç um-madığımız bir eda ile; 'şehit ayağa getirilmez, ayağına gidilir!' dedi.
Hırkasını alıp, kollarına girmemizi de reddederek duvara tutuna tutuna, sık sık durup nefes alarak aşağıya indi.
Televizyonlardan çok şehit ailesi seyretmiştim. Annelerin kendilerini kaybetmeleri bana normal geliyordu. Sevgili anne, annemiz tabutu görünce:
'Seni yetiştiren ruha kurban olayım, ellerinden öpeyim. Oğlumun hizmet etmek için uzaklara gönde-rilmesine vesile oldu' deyiverdi.
Yürürken bedeninin teklemesine aldırış etmeden, güç belâ tabutun yanına kadar yürüdü. Gözlerinden, kontrol edemediği yaşlar süzülüyordu.
Oğlunun başını okşadı. Ve ayak tarafına yöneldi. Orada bulunan herkesin hıçkırıkları arasında:
'Seni alnından değil, ayaklarından öpüyorum oğlum!' diyerek, ayaklarına sarıldı.
Kimsenin dayanacak mecali kalmamıştı... * * *
O çileli, ızdıraplı, şuurlu ve sabırlı anayı hatırladıkça Hz. Nesibe'yi, Ammar bin Yasir'in anası Hz. Sümeyye validelerimizi ve diğer sahabe analarımızı daha iyi anlıyorum şimdi. Ellerinden öpüyorum hepsinin...