Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Allah Dostlarıyla Birlikte Bir Ömür (5 Kullanıcı)

zekaikc

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
5 Mar 2011
Mesajlar
903
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
41
Radyo Onbeş ve Semerkand Tv programcılarından Adem Topal ile Keyifli Bir Röportaj

Bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

En zor iş kendinden bahsetmektir. Adem Topal 1958, Çamoluk doğumluyum. Lise tahsilimi İstanbul'da, üniversite tahsilimi de Erzurum'da Edebiyat Fakültesinde tamamladım. 1984 mezunuyum. İki yıl Muş'ta öğretmenlik yaptım. 87'den beri de ticaretle uğraşıyorum. Bir kanaatim var, burada onu da belirteyim : "İslam dinine en fazla hizmet edenler, maişetini dinden kazanmayanlardır." Bu benim de hayat düsturumdur. Din yolunda hizmet edeceğim fakat dinden para kazanmayacağım.

1979 senesinden beri de dini ve tasavvufi araştırmalar yapıyorum.


Araştırmalara nasıl başladınız?

İlk olarak, rahmetli Seyda Muhammed Raşid (k.s) hazretlerinin hayatını araştırmaya başladım. Bu zatlara evliya deniliyor. Evliya nasıl olunur? Bu zatlar ne yaparlar? Hayatta evliyalar var mıdır? Hayatta olunca nasıl oluyor? Bunları araştırdık. Hala da araştırmalarımız devam ediyor.


d727e411483239da984.jpg



Programcılık ne zaman başladı peki?

Radyo Onbeş kurulunca, yetkililer tarafından program yapmaya davet edildik. "Hayatın Kalbinden Sözler" adıyla programımız başladı. Altı yüz programa yaklaşıyoruz. Programda Allah dostlarını anlatıyoruz. Hayatlarını, menkıbelerini, sözlerini paylaşarak insanlarla tanıştırıyoruz. Dolayısıyla kendimiz de tanışıyoruz.

Daha sonra Semerkand Tv kuruldu. Bundan sonra da bizzat Allah dostlarının medfun bulundukları, merkadlarını, türbelerini, kabirlerini ziyaret ederek program yaptık. Programa da "Mekan-ı Aşk" ismini verdik. Çünkü Müslüman ölümden korkmaz. Ölüm, Mevlana (k.s) Hazretleri'nin tabiriyle düğün gecesidir, şeb-i aruzdur. Bizler de ölümün cereyan ettiği, noktalandığı yerler ancak aşk mekanları olabilir kanaatinden hareketle, yetkililerle beraber, "Mekan-ı Aşk" ismini verdik programa...

Şimdi her ikisini birlikte götürüyoruz.


Tasavvuf araştırmalarına başladığınızda hayatta olan bir Allah dostunun hayatından yola çıkmışsınız. Fakat daha sonra, toplumdaki genel algıda olduğu gibi, âlemini değiştiren Allah dostlarını anlatmaya devam etmişsiniz...

Zaten programlarımızda söylüyoruz: "O zatlar hayatta olanların referansıdır. Biz şimdi size anlatıyoruz. Bu zatlar yok olup gitmediler. Bunlar gibi, bunların hayatında ne yaşanmışsa, onları yaşayanlar devam ediyorlar."

Fakat Evliyaullah'ın bir hali vardır. Hayattayken kendilerinin bilinmesini çok istemezler. Hatta kaynaklarda hep tembihler görürsünüz onları "Benim bu halimi ölene kadar kimseye söyleme" diye... Olağanüstü bir şey yaşamışsa biriyle ona rica ederler, "bunu sakla" diye. Çünkü halkın çok fazla itibar etmesi, onların belki manevi ilerlemelerine de engel teşkil etmiştir. Tek istisna mürşidlerdir... İrşadla görevli olanlardır.

Evliyalar 4 kısma ayrılırlar.

1. Hem halkın bildiği hem Hakk'ın bildiği. Bunlar mürşid-i kâmillerdir.
2. Kendisinin bildiği, halkın bilmediği,
3. Halkın bildiği ama kendisinin bilmediği,
4. Ne halk ne de kendisi biliyor ancak Allah Teala biliyor. Bunlara havas deniyor. Vefat ettiğinde bohçası açılıyor. Yunus Emre'ye demiş ya Taptuk Emre "Acele ettin Yunus, biz senin bohçanı son nefeste açacaktık."

Biz bazen programlarımızda mürşitlik yapmayanları da anlatıyoruz zaten. Ali hâfız Hazretleri, Mehmed Akif Ersoy Hazretleri gibi...

27aff47b421cd0c4343.jpg


Tv ve radyo programlarının haricinde katıldığınız organizasyonlar da oluyordur muhakkak. Onlardan da bahsetsek biraz...

Yurt içi ve yurtdışında çeşitli konferanslar düzenliyoruz. Daha çok dini ve tasavvufi hayatı anlatarak ve yaşayarak ön ayak olmak istiyoruz. Uluslararası Kardeşlik Barış ve Ahlak Derneği (UKBA) adıyla bir de derneğimiz var. Ben bu derneğin Arap Yarımadası sorumlusuyum aynı zamanda. Bu dernek vasıtasıyla 40 ülkede çalışmalar devam ediyor. Güney Afrika'nın en uç köşelerine kadar ulaştık. Avustralya artık kendi memleketimiz gibi. Türk Cumhuriyetleri, - "Türkî" demedim dikkat ediniz çünkü "Türkî" Türk'e benzeyen demektir, hakaret sayılan ve bizim tabirimiz olmayan bir sözdür.- Müslüman Cumhuriyetleri, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla ortaya çıkan devletler, Balkanlardaki devletler var. Buralarda çeşitli konferanslar yapıyoruz. Geçen Makedonya'da geniş katılımlı bir konferans gerçekleştirdik. Oralarda tasavvufi hayat canlı bir şekilde devam ediyor. Yurt içinde de aynı şekilde devam ediyoruz.

Günümüzde, malumunuz, tasavvuf çok merak ediliyor. Ancak bu alanda doğru yönlendirmeler yapılmıyor. İnsanlar da doğru ve güvenilir bilgiler bulduğunda sahip çıkıyor.


Programlarınız için ve konferanslarınız için kullandığınız kaynaklarınız nelerdir?

Kaynaklarımız meslek sırrıdır. Şu anda benim kütüphanemde, evliyalarla ilgili, yaklaşık 200 ciltlik kitap var. Bunun dışında herhangi bir kaynak da kabulümüzdür. Yalnız okuduktan sonra kalbi bir süzgeçten geçiriyoruz. Yani "doğru mudur, yanlış mıdır?" diye. Bir de Gazi Yaşar şöyle söylüyor : "Bir kimse, bir işle meşgul olursa, beyninde o işle ilgili bir şablon oluşur. Siz o ulaştığınız bilginin doğru olup olmadığını şablonu kullanarak öğrenebilirsiniz." Mesela, bazen insanların çok değer verdiği bilgiler bize ulaşıyor. Ama o bilgileri paylaşmıyoruz. Bazıları velilere yakışmayacak şeyler oluyor çünkü. Mesela, İmam Şafii Hazretleri'nin "Denizden babam çıksa yerim" dediğini söylerler. Ben bunu reddediyorum. Çünkü İmam Şafii gibi bir zât böyle genellemeler kullanmaz. Onun ilmine aykırıdır bu söz. "Denizden şunları yiyebilir şunları yiyemezsiniz" der. Evliya kerametleriyle ilgili anlatılan hadiselere de aynı şekilde bakıyoruz. Doğruluğuna, aynı yöntemlerle karar verdikten sonra kullanıyoruz. Bu manada kaynak sıkıntısı da çekmiyoruz aslında.

Türkiye'de bu konuda yayınlanmış epey eser de var. Zaten otuz küsur İslam Ansiklopedisi var. Buralardaki maddelerde Allah dostları da yer alıyor ama ansiklopedik bilgi bizim programlarımız için yetmez. Çünkü orada çok "kuru" bilgi paylaşımı yapılıyor. Aslında bu noktada ciddi araştırmacılara ihtiyacımız var. Kütüphanelerimizde yer alan kadim eserlerimizi iyice araştırmamız gerekiyor. Çünkü bazı kimseler inandıklarını Allah dostlarını referans göstererek yazabiliyorlar.

Vatandaşlar merak ediyorsa tavsiye edebiliriz. Mustafa Özdamar'ın "Kırk Ambar" diye kitabevi var. Evliyaların hayatlarını anlatan kırk küsur kitap var.


Sadece mezar taşından ibaret Allah dostlarının mezar-ı şerifleri restore ediliyor, gereken önem artık veriliyor galiba...

Kültür müdürlükleri şehirlerinde bulunan, orada yaşamış, Allah dostlarını gün yüzüne çıkarmaya başladılar. 7-8 senedir restorasyon çalışmaları var. Yoğun bir şekilde, Kültür Baklanlığı'nın, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün ve bazı yerlerde belediyelerin o türbeleri, türbelerin yanındaki mescitleri gün yüzüne çıkartma çalışmaları devam ediyor.

Geçen Bursa'ya Rami Çelebi'ye gittik. Sadece mezar taşı olan mübareğin bulunduğu mezar-ı şerifi temizlemişler, hazire haline getirmişler, restore etmişler. Pırıl pırıl bir yer olmuş. Tabi iyi yapılan bir işi de takdir etmek lazım. Biz bazen kötü yapılan bir işi tenkit ederiz fakat iyi bir iş yapıldığı zaman takdir etmeyiz.

Sonra, Molla Fenari'ye gittik. Şimdi onun da mescidi restore ediliyor. Henüz inşaat devam ediyor. Molla Fenari'nin bulunduğu kabr-i şeriften Bursa'ya kuş bakışı bakıyorsunuz. Ulaşım sıkıntısı da var. Dar sokaklardan falan yürüyerek dağın tepesine çıkıyorsunuz ama orada da restorasyon çalışması var, çoğu yerde gördük bu çalışmaları.


9cb6806f9ccff51862.jpg


Amasya'ya Garip Hafız'a gittik. Çok güzel yapmışlar, restore etmişler.

Ilıcahamam'a gittik. Şeyh Ali Semerkandî isminde bir zatın kabr-i şerifini görürdüm. Kaynak bulamamıştım. Arkadaşlar eski bir kitap getirdiler. Gaziosmanpaşa müftüsü yazmış, çok güzel, her şeyi de anlatıyor.

Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri 142 sene yaşamış. Meşhur sığırcık suyu diye bilinen kerameti var. Çankırı'da meydana gelmiş. Bir Ali Semerkandî Hazretleri daha vardır. Mersi'ndedir. Bu zat seyyiddir. Çamlıdere'deki Ali Semerkandî hazretleri Farukidir.


Teberrüken, Şeyh Ali Semerkandî Hazretlerinin kerametlerini anlatır mısınız biraz?

Şeyh Ali Semerkandî Hazretleri Alanya'dan ayrılarak Çankırı-Örenşar (Eskipazar) bölgesine hicret eder. Dervîş kılığında Örenşar'a gelen Şeyh Ali'nin büyük bir veli ve mürşit olduğunu yöre halkı bilmez. Burada ücretsiz olarak sığır çobanlığı yapar. Sığırları, yavruları ile birlikte emzirtmeden otlatır. Hem de ekili tarlalarda otlatırmış. Bazıları rahatsız olmuşlar.

Çok yabani ot varmış o sene ekinlerde. Ekili tarlalarda otlayan sığırlar, tarlalardaki zararlı otları yemiş ama ekinlere dokunmamış. Bu olağanüstü olaylar karşısında ahali hayrete düşmüş. Hatta o sene en verimli ekini almış köylüler. Ambarlar mahsulle dolmuş taşmış, sığmamış ambarlara... Durumu anlayan kişiler şeyhin manevi himmetinden istifade ederek irşad olmuşlar. Bazıları da cehaletinden dolayı şeyhe karşı tavır almış ve asılsız iftiralarda bulunmuşlar. Hatta kinlenen kişiler ve yöneticiler olmuş.

Sığır çobanlığı yaparken günümüzde Eskipazar ilçesi Sadeyaka Köyü yakınında bulunan çeşmeye abdest almak için gelir. Köyün kadınları ise çeşme başında buğday yıkarlar. Şeyh Ali bu kadınlardan abdest almak için su ister. Çeşme başında bulunan kadınlar şeyhe su vermedikleri gibi hakaret ederler. Bu üzücü olay üzerine, namaz vakti de daraldığı için, Şeyh Ali Hazretleri elindeki asayı yere vurur. Vurduğu yerden ırmak büyüklüğünde su fışkırır. Bu suyu gören çeşme başındaki kadınlar şeyhe gelerek, bu suyun mahsullerine ve arazilerine zarar vereceğini, hemen bu suyun kesilmesini isterler. Hatta kendisini sihirbazlıkla suçlarlar. Kadınların bu davranışlarına üzülen Şeyh Ali hazretleri suya "Dur ya mübârek! Bunlara iyilik yaramaz. Çıktığın yerden geri bat, kuruyup gitme. Çık yine bat, olduğun yerde sakin ol. Haşerelerin imhasına vesile ol" der. Bu mübarek su şeyhin emrine uygun duruma gelir. Günümüzde bu su kuyusu Sadeyaka Köyü Şıhlar Mahallesi yakınındadır. Bu suya "Sığırcık Suyu" denilir.

Dinleyenlerin, izleyenlerin geri dönüşleri oluyor mu? Çünkü her yerde velî bir zât yaşamış...

Mekân-ı Aşk'ta Allah dostlarının hayatını anlattığımızı gören vatandaşlar bizleri arayıp kendi beldelerinde bulunan Allah dostlarının da tanıtılmasını istiyorlar.


Son olarak dinleyenlere, izleyenlere söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Şunu söylemek isterim : "Başka hiç bir şey yapamıyorlarsa eğer, Allah dostlarını sevsinler. Sevmek büyük bir kazançtır. Çünkü "Kişi, sevdiğiyle haşrolunacaktır."

Teşekkür ederiz sayın hocam.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
DÖRT TERİMİN ÖNEMİ

Kur'an-ı Kerim'i öğrenmek, anlamının derinliklerine inmek isteyen kimsenin bu dört kavramdan her birinin gerçek anlamlarını bilmesi, tam ve kapsamlı olarak neyi ifade ettiklerini anlaması gerekir.

İnsan
• ilâhın ne olduğunu,
• Rabb'in ne anlama geldiğini,
• ibâdetin neden ibaret olduğunu,
• dinin neye dendiğim anlamazsa,

şüphesiz, Kur'an-ı Kerim'in tamamı onun gözleri önünden, mânâsından hiç bir şey anlaşılmayan, gelişi güzel bir söz yığını gibi geçer gider.
Bu durumda da, tevhidin hakikatini bilemez; şirkin anlamını kavrayamaz; ibâdetini Allah'a tahsis etmeye gücü yetmediği gibi, Din'inde de ihlasla Allah'a yönelemez.
Bu dört terimin ifâde etmek istediği mânâ zihinlerde kapalı, karışık kalırsa ve onların mânâları hakkında insanın bilgisi noksan olursa,tabii ki ona Kur'an-ı Kerim'in hidayet ve irşad adına sunduğu şeyler karışık görünür. Kur'an-ı Kerim'e inanmakla beraber, inancı ile bütün amelleri noksan kalır. Durmadan "Allah'tan başka ilâh yoktur" kelime-i tevhidini tekrarladığı halde Allah'tan başka birçok ilâhlar edinir.
Her zaman Allah'tan başka Rab olmadığını söyler durur; fakat pratikte Allah'ın dışında başka Rablara itaat eder; boyun eğer.
Bütün doğruluk ve ihlası ile Allah'tan başkasına ibâdet etmediğinden, O'ndan başkasına boyun eğmediğinden dem vurur da bunun yanında Allah'tan gayri bir çok ilâhların kulluğuna bağlanır, kalır.
Yine aynı şekilde bütün şiddet ve kuvvetiyle Allah'ın dininin gölge ve himayesinde olduğunu bağıra bağıra söyler. Birisi kalkıp kendisini İslam'dan başka bir dine nisbet ederse, ona hücum eder, savaş açar da, bütün bunlara rağmen çeşitli dinlere bağlanmış olarak yaşar durur.

Şüphesiz ki bu şahıs Allah'tan başkasına dua etmez, O'ndan başkasını ilâh ve rab olarak adlandırmaz. Lakin bunu sadece dili ile yapar.
Bunun yanında bu iki kelimenin kullanıldığı anlamda bir çok ilâhlar, çeşitli rabler edinir de, bundan haberi bile olmaz.

Bu durumdaki birisine, başka başka ilâh ve rableri Allah'a ortak ettiğim ve dinde şirk koştuğunu anlatarak uyandırmak istediğin zaman üzerine hücum eder ve buna şiddetle tepki gösterir. Ama o gerçekte, dinin ve ibâdetin gerçek amaçları bakımından şüphesiz ki Allah'tan başkasına ibâdet etmekte ve O'nun dininden başka bir dine girmiş bulunmaktadır.
Buna rağmen böyle bir kimse, gerçekte işlediği amellerin Allah'tan başkasına kulluk anlamına geldiğini bilmez. Oysa içinde bulunduğu durum, aslında Allah'ın hoşnutluğunu taşımayan başka bir Din'in ifadesidir.


Hatalı Anlayışın Gerçek Sebebi:

Cahiliyet devri ile onu izleyen İslam devirlerine baktığımızda şu gerçeği görüyoruz:
Kur'an Kerim, Araplar arasında nazil olup onlara sunulduğu zaman, onlardan her şahıs ilâh'ın mânâsının ne olduğunu, rabdan neyin kastedildiğini anlıyorlardı. Zira ilâh ve rab kelimelerini öteden beri dillerinde kullanılıyordu. Bu iki kelimenin anlattığı bütün mânâları kuşatan bir bilgiye sahiplerdi.
Bunu için onlara: "Allah'tan başka ilâh yoktur" dendiğinde, ne demek istendiğini ve neye davet olunduklarım tamamen anlıyorlardı.
Belirsizlik ve karışıklığa meydan vermeksizin, konuşanın neyi yok saydığı ve Allah'tan başkasını ne ile vasıflandırmaktan menettiği, hangi şeyi Allah'a tahsis edip, O'na ihlasla has kıldığı insanlar tarafından açıkça anlaşılıyordu. Küfredenler küfürlerinin Allah'tan başkasının ilahlık ve rab lığı ile neyi iptal ettiğini açıkça bilerek küfrediyorlar, iman edenler bu inancı kabul etmenin neleri gerekli kıldığını veya nelerden uzaklaşmalarını öngördüğünü kesin bir şekilde bilerek inanıyorlardı.

Din ve ibâdet kelimeleri de aynı şekilde dillerinde oldukça yaygın idi. "Kulun ne olduğunu, hangi tavır ve duruma "kulluk" denildiğini, "ibâdet" ismi verilen amelî programın neden ibaret bulunduğunu, "din"den neyin kastedildiğini, bu kelimelerin içine aldığı mânâların neler olduğunu tamamen biliyorlardı. O bakımdan onlara: "Allah'a ibâdet edin, tağutlardan sakının, Allah'ın Dini'ne, diğer bütün dinlerle ilişkiyi tümden keserek girin" denildiği zaman, bu Kur'ani davetin mânâsını anlamakta hataya düşmüyorlardı. Bu kelimeleri işittikleri zaman, bu davetin, kendilerinin yaşam tarzlarında ne tür bir değişikliği gerçekleştirmek istediğini gayet iyi anlıyorlardı.

Lakin bu parlak devri takib eden zamanlarda, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu devirdeki insanların arasında bilinen bu kelimelerin mânâları doğru ve gerçek mânâlarından sapmaya başladı.
Hatta bu dört kelimeden her biri, daha önce ifâde ettikleri geniş mânâlarını kaybederek daralmaya başladılar. Böylece kapalı, müphem ifâdeleri ile özel, sınırlı, dar mânâ kalıplarına sıkışıp kaldılar.
Bu durumun iki sebebi vardı:

1.Sonraki devirlerde halis Arapça’nın yozlaşması ve arap zevk-i seliminin azalması.

2.İslam toplumunda doğup yetişenler açısından ilâh, rab, ibâdet, din kelimelerinin, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu zamanki câhili toplumda ifade ettiği etkili anlamın, o boyutta etkili olmaktan çıkmış olması.

Bu iki nokta son devir müfessir ve dilcilerini, Kur'an kelimelerinin çoğunu, asıl anlamları yerine, kendi dönemlerindeki müslümanların anlayışlarına göre açıklamaya sürüklemiştir. İşte bundan örnekler:

• İlâh kelimesini, heykel kelimeleriyle eş anlamlı gibi açıklamaya koyuldular.

• Rab kelimesini, terbiye eden, yetiştiren, halkın eğitimi ile ilgilenen otoritelerle eş anlamlı yaptılar.

• İbâdet kelimesine, mezhep (Religion) kelimesinin anlamını yüklediler.

• Tâğût kelimesini, put ve şeytanla tefsir ettiler.

Neticede insanlar, Kur'an'ın dâvetindeki hakiki gayeyi, öz maksadı idrak edemez oldular.

• Kur'an, onları Allah'tan başkasını ilâh edinmemeye çağırdığı zaman, putları terk etmekle, heykellerden kaçınmakla Kur'an'ın isteklerini hakkıyla yerine getirdiklerini zannettiler.

• Hakikatte ise, ilâh kavramının içine aldığı bütün diğer mânâları ile putlar ve heykellerden başka şeylere yönelmekte devam edip durdular.
Bu amelleri ile, Allah'tan başkasını ilâh edindiklerinin farkına bile varmadılar.

• Kur'an-ı Kerim, "Allah, hakiki Rab'tır. O'ndan gayrisini Rab edinmeyin" deyince:
"İşte biz o kimseleriz ki, Allah'tan başkasının mürebbimiz ve işlerimizi de gözeten olmadığına inanırız. Bununla da tevhid yolunda imanımız olgunluğa ermiştir" derler.
• Ancak onların çoğu, "Rab" kelimesinin kapsadığı ve "mürebbi" anlamı dışında kalan diğer mânâları açısından, Allah'tan başkasının Rablığına teslim olmuş oluyorlar. Kur'an'ın onlara: "Allah'a ibâdet edin, tağutlardan sakının" diye hitâb ettiği zaman: "Putlara tapmayız; Şeytana kin besler, lanetleriz; Allah'tan başkasına huşu duymayız. Kur'an'ın bu emrine tam bir bağlanışla uyarız" derler. Halbuki taşlardan yontulmuş putlar haricinde, nice tâğutların eteklerine, zaman zaman ilâhlığın dışında olmak üzere sımsıkı yapışmakta devam edip dururlar. İbâdetin diğer çeşitlerini, Allah'tan başkasına tahsis ederler.

Bunu din hususunda da söyleyebiliriz. İnsanlar, dini Allah'a samimiyetle has kılmak tabirinden İslam Dini'ne mensup olup, Brahmanist, Yahudi ve Hristiyan v.s. olmamak mânâsını çıkarıyorlar.
Bundan dolayı da, İslam Dini'ne mensup olduğunu söyleyen her şahsın dinini samimiyetle Allah'a has kıldığını zannediyorlar. Oysa ki onlardan birçoğu, din kelimesinin içine aldığı geniş mânâlar yönünden, hiç de dinlerini ihlasla Allah'a has kılan kimseler değillerdir.


CAHİLİYE DEVRİ İNSANLARIN İLAH DÜŞÜNCESİ

Lügatla ilgili bu açıklamadan sonra, Kur'an'ın yok etmek için geldiği, Araplar ve diğer eski milletlerdeki ilâh düşüncesine kısaca göz atmamız yerinde olur.
Allah (c.c) Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:

• "Onlar kendileri için bir izzet ve kuvvet kaynağı olsunlar diye Allah'tan başka düzme ilâhlar edindiler."(Meryem, 81)

• "Onlar Allah'ı bırakıp, güya kendileri yardım(a mazhar) edilecekler ümidi ile ilâhlar edindiler" (Yasin, 74)

Bu iki Ayet-i Kerimeden anlaşıldığına göre câhileye devri insanları kendileri için ilâh olduğuna kanaat getirdikleri varlıkların, şiddet ve sıkıntı anlarında koruyucuları olduklarım,onların himayelerine sığındıklarında da ahdi bozmaktan meydana gelecek sorumluluklardan ve çeşitli korkulardan kendilerini emin kılacaklarını zannediyorlardı.

-"Binaenaleyh Allah'ı bırakıp taptıkları yalancı ilâhlar, Rabb'inin azap emri geldiği zaman, onlara hiç bir fayda vermedi. Ziyanlarını arttırmaktan başka bir işe yaramadı." (Hûd,101)

"Halbuki Allah'ı bırakıp da çağırdıkları, hiç bir şey yaratamazlar. Onların kendileri yaratılıp duruyorlar. Onlar diriler değil ölülerdir. Ne zaman dirileceklerine şuurları da yoktur. Sizin ilâhınız bir tek Hâk'tır." (Nahl, 20-22)

"Allah ile birlikte başka bir ilâh daha edinip tapma. Ondan başka hiç bir ilâh yok."(Burada düşünülmesi gereken şudur: İlâh kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de kullanılışı iki mânâdadır. Birincisi: Mabut, hak olsun bâtıl olsun ayrım yapmaksızın, insanların pratikte kendisine taptığı şeydir. İkincisi: Hakikaten ibadete lâyık olan mabûd. Bu âyette ilâh kelimesi iki ayrı mânâsında da kullanılmıştır.)(Kasas,88)

"Allah'tan başkasına tapanlar dahi hakikatte Allah'a eş tuttukları ortaklara tabi olmuyorlar. Onlar kuru zandan başkasına uymuyorlar; onlar ancak yalandan başkasını söylemiyorlar."(Yunus.66)



Bu ayetlerden anlaşılan bir kaç husus:

a)Cahiliyet devri insanları, ilâh edindiklerini sıkıntılı anlarında dua edip, yardıma çağırıyorlardı.

b) İlâhları sadece cinler, melekler ve putlardan ibaret değildi. Daha önce ölen şahıslar da tapılanlar zümresine giriyordu.Nitekim "onlar diriler değil,ölülerdir.Ne zaman dirileceklerinin şuuruna varamazlar."ayet-i kerimesi buna açıkça delalet etmektedir.
c)Zanlarınca ilâhları dualarını işiten ve kendilerine yardım etmeye güçleri yeten varlıklardı.

Burada okuyucuya, duanın ve insanın ilâhtan beklediği yardımın ne olduğunun hatırlatılması gereklidir.
Bir şahıs mesela susamış olsa, hizmetçisini çağırır ve kendisine su getirmesini emreder. Bir hastalığa yakalansa tedavi için doktor çağırır. Şahsın hizmetçisinden veya doktordan bir şey istemesine dua diyemeyiz. Adamın hizmetçiyi veya doktoru ilâh olarak kabul ettiğini de söyleyemeyiz.
Bu, insanın yaptığı sebep ve netice kanununa göre cereyan eden bir olay olduğu için, bu kanunun hükmü dairesinden de çıkmaz.
• Lakin aynı şahıs, susuzluk veya hastalıktan iyice bunaldığı anda, hizmetçisini veya doktoru çağıracak yerde bir başka veli veya puttan yardım dilese, şüphesiz ki ona bir sıkıntının giderilmesi için dua etmiş ve onu ilâh edinmiş olur.
• Çünkü bu kimse kilometrelerce uzakta, mezarda yatan bir veliye dua etmektedir. Bana öyle geliyor ki söz konusu şahıs, onu her şeyi işiten, gören, sebepler alemi üzerinde bir çeşit egemenliği bulunan kudret ve hüküm sahibi olarak algılıyor, dolaysıyla onun hakkında suyu ulaştırabilir ya da şifa verebilir inancına sahip bulunuyor.
• Aynı şeklide sıkıntılı bir durumda su ve şifa umarak bir puta dua etse, bunu da putun hastalık, sıhhat ve suya hükmünü geçirdiğine, tabiat kanunları dışındaki bir manevi güçle gidermek için gereken sebepler üzerine hükmünü geçirme kudretine sahip olduğuna inanarak yapsa, o şahsı veya putu ilâh edinmiş olur.

Özetle, insanın ilâh edindiği şeye dua etmesine, ondan yardım dilemesine sebep olan düşünce, şüphesiz ki onun tabiat kanunları üzerinde hükmünü geçirmeye ve tabiat kanunlarının nüfuzu haricinde bir kuvvete malik olduğunu kabul etmeye götüren düşüncedir.

-"And olsun ki biz kendi çevrenizde bulunan memleketleri helak ettik. Ayetleri, belki onlar küfürden imana dönerler diye tekrar tekrar açıkladık. O vakit Allah'ı bırakıp da güya O'na yakınlığa vesile edindikleri düzme ilâhlar onların azabını savmaya yardım etmeli değil miydi? Tersine o düzme ilâhlar kendilerinden ayrılıp kayboldular. Bu onların yalanlarıdır; uydurmakta oldukları şeydir." (Ahkâf, 27,28).

"Ben, beni yaratana neden kulluk etmeyecek misim? Siz hepiniz O'na döndürüleceksiniz. Ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer o çok esirgeyici Allah bana zarar vermek isterse (iddia ettiğiniz) o şeylerin şefaati bana hiç bir fayda vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar" (Yasin, 22, 23)

"Onu bırakıp ta kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki:" Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz. Şüphe yok ki Allah, onlarla müminler arasında ihtilaf ede geldikleri şeyler hakkında hükmünü verecektir." (Zümer, 3)

"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar ne bir fayda veremeyecek şeylere toparlar. Bir de; 'Bu putlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir' derler" (Yunus, 18)



Bu ayetlerden anlaşılabilecekler şunlardır:

Cahiliyet devri insanları, ulûhiyetin, ilâh olduklarına inandıkları kimseler arasında paylaşılmadığı ve hepsinden üstün bir ilâh olmadığı inancında değillerdi.

Lügatlarında, Allah kelimesi ile isimlendirdikleri her şeyden üstün bir ilâhın ilâhlığında, onların da biraz nüfuz ve dahli bulunduğunu, isteklerinin bu yüce ilâh huzurunda makbul olduğu, istek ve arzuların, onların şefaatleri sayesinde mümkün olduğu noktasında toplanır.

Bu gibi zanları sebebi ile, onları Allah ile birlikte ilâh edinmişlerdir.

Bunlardan da anlaşılıyor ki, bir insan birisini Allah katında kendisi için şefaatçi edinir, sonra da ona dua eder, ondan yardım isteyerek tazim ve hürmet gösterirse, bu durum cahiliyet devri insanının dilinde onu ilâh edinme, ilâh seçme adını alır

(Burada okuyucunun şunu bilmesi gerekir. Şefaat iki kısımdır: a) Gerisinde bir tür kuvvet ve nüfuz bulunan şefaat. Bu tür şefaatte, şefaat edenin kabul edilmesi zorunludur, b) İsteklerin içtenlikle ve alçak gönüllülükle arz olunduğu, ancak şefaatin kabulünü zorunlu kılan bir güç ve kuvvetin olmadığı şefaat. Birinci anlamda bir kimseyi Allah katında şefaatçi kabul eden kişi, hiç şüphesiz onu ilâh edinmiş ve şefaatçiyi Allah'a ortak koşmuş olur. İşte böyle bir şefaati Kur'an-ı Kerim kesin olarak reddeder İkinci anlamdaki şefaate gelince, başkaları için peygamberlerin, meleklerin ve salih insanların Allah katında bulundukları şefaat çeşididir. Allah böyle bir şefaat talebini dilerse kabul eder, dilemezse kabul etmez.)

"Allah, "iki ilâh edinmeyin. O, ancak bir ilahtır. Onun için benden, yalnız benden korkun buyurdu" (Nahl,51)

"Ben O'na eş tanıdığınız şeylerden hiç bir zaman korkmam. Meğer ki Rabbim, hakkında bir şey dilemiş olsun" (Enam,80)

"Biz ilâhlarımızdan kimisi seni fena çarpmış demekten başka bir şey söyleyemeyiz." (Hud,54)

Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, cahiliye devri insanları şu yönlerden ilâhlarından korkuyorlardı: Şayet her hangi bir sebeple ilâhların öfkesini çekerler veya kendilerine olan iyiliğini ve merhametini kaybederlerse, hastalık, kıtlık, mal ve can noksanlığı gibi musibetlere uğrar ve çeşitli belâlarla karşılaşırlar.(Beli kırılırdı)

"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i ilâh edindiler. Halbuki bunlar da bir olan Allah'a ibâdetten başkası ile emr olunmamışlardır. Ondan başka hiç bir ilâh yok." (Tevbe,31)

"Heva ve hevesini ilâhı edinen kimseyi gördün mü? Şimdi onun üzerine sen mi bir bekçi olacaksın?" (Furkan,43)

"Bunun gibi onların ortakları (olan o putların hizmetçileri) müşriklerden bir çoğuna öz evlatlarını kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermişlerdir" (En'âm,137)

"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden kendilerine şeriat çıkarıp yapan ortaklar mı var?" (Şura,21)

Bu ayet-i kerimeleri düşünen kimse, ilâh kelimesinin, daha önce geçen mânâya geldiğini görecektir. Burada tabiat kanunları üzerine hükmünü geçiren bir otorite tasavvurundan eser yoktur.
İlâh edinilen, ya insanlardan birisi veya bizzat insanın kendi nefsidir. Bunu ilâh edinmeleri, insanların ona dua etmelerinden veya kendilerine zarar ve fayda vereceğine inanmalarından yahut kendisinden mükâfat beklenen birisi olmasından ileri gelmez. Onu ilâh seçmeleri, emirlerini bir hukuk düzeni kabul etmeleri, emrettiğini yapıp yasaklarından sakınmaları, helal ve haram kıldığı şeylerde O'na uyarak, emirlerini kendilerine kanun telakki etmelerinden, bizzat emretme ve yasaklama yetkisine sahip olup, ondan üstün bir otoritenin olmadığı inancına saplanıp kalmalarından doğar.

Birinci ayetten, Yahudi ve Hristiyanların alimlerini ve din adamlarını nasıl Allah'tan başka ilâh edindiklerini açıkça anlıyoruz. Nitekim aynı husus, İmam Tirmizi ve İbn-u Cerir'in, Adiyy b. Hatem (r.a.) den rivayet ettikleri hadis de şöyle açıklanıyor: "Adiyy b. Hatem boynunda altın bir haç olduğu halde Resulullah'ın yanına girdi. Resulullah, yukarıda bahsi geçen ayeti okuyordu. Adiyy diyor ki "Onlar (hıristiyanlar) din adamlarına tapmazlar" dedim. Resulullah: "Hayır taparlar: Din adamları, halka helâli haram, haramı helâl kılar; halk da onlara uyar. İşte Hıristiyanların din adamlarına ibâdeti budur."

İkinci ayetin mânâsı gayet açıktır. Şöyle ki: Nefsinin arzularına uyan ve nefsinin isteklerini her şeyin üstünde gören kimse, nefsini kendisi için ilâh edinmiş olur.

Son iki ayette ise "ilâh" kelimesi yerine "(şürekâ) ortaklar" kelimesi kullanılmıştır. Burada şirkten maksat, uluhiyette Allah'a ortak tutmaktır. Yine bu iki ayete göre, herhangi bir şahsın veya topluluğun Allah'ın emrine dayanmayan bir kanun, bir şeriat, bir belge meydana getirmeleri halinde, bu kanun koyucusu ile Allahu Teala'ya şirk koşmuş oluyorlar.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
ULUHİYET KONUSUNDA MESELENİN ASLI
İlâh kelimesinin yukarıda geçen çeşitli mânâları arasında kesin görüşe sahip bir kimsenin rahatlıkla anlayabileceği mantıkî bir bağ vardır.
• Ne olursa olsun herhangi bir şeyi kendisi için veli, yardımcı, kötülükleri uzaklaştıran ihtiyaçlarını gideren, duasını kabul e-den, zarar ve fayda vermeye gücü yeten bir varlık olarak görürse ve bütün bunları tabiat kanunları çerçevesi dışında mânâlarla anlayıp onlar hakkında kabul ederse, bu inandığı şeyin bu âlemin nizamı üstünde,bir otoriteye sahip olduğunu kabul etmesinden ileri gelmektedir.
• Yine bir kimse birinden korkar, ondan sakınır, gazabının kendisine zarar vereceğine, hoşnutluğunun fayda sağlayacağına inanırsa, onun bu inancının ve hareketinin kaynağı, bu kişinin yaşadığı çevre üzerinde bir otoriteye sahip olduğu düşüncesinin zihninde yer etmesinden doğmaktadır.
• Neticede itibari ile yüce Allah'a inandıktan sonra, Allah'tan başkasına dua eden ve ihtiyaçlarını O'ndan başkasına arz eden kimsenin bu yanlış inancı, uluhiyyet otoritesinin her hangi bir kısmında onun, Allah'a ortak olduğuna inanmanın dışında başka bir sebepten kaynaklanmaz.
• Aynı şeklide kim Allah'tan başkasının hükmünü kanun sayar, emir ve yasaklarını uyulması gereken bir şeriat telakki ederse, onun otoritesini üstün kabul etmiş demektir.
Sözün özü şudur: Ulûhiyetin aslı bir otoritedir. İster insanlar onun hükmünün bu âlemde tabiat kanunlarına hakim olduğuna inansın, isterse insanın dünya hayatında onun emrinin de itaati ve boyun eğmeyi gerektirdiğini kabul etsin veya etmesin netice aynıdır.

KURAN'DA RAB KELİMESİNİN KULLANILIŞI
Rab kelimesi Kuran'da, az önce zikrettiğimiz bütün mânâlarda kullanılmaktadır. Bazı yerlerde bu mânâlardan biri veya ikisi, bazı yerlerde de, daha fazla mânâ kastedilebilir. Bir üçüncü yerde, kelime aynı anda beş mânâda birden kullanılabilir. İşte bu mânâda kullanılan Kuran âyetleri:
Birinci mânâda...
"(Yusuf:) "Allah'a sığınırım. Doğrusu o benim rabbimdir. Beni en güzel şekilde barındırmıştır."(Yusuf,23) (Müfessirlerden bazısının yaptığı gibi, âyette Yusuf (a.s.)'un rabbi kelimesi ile Mısır Azizini kastettiği zannına kapılınmamalıdır. Zira daki zamir, Yusuf (a.s.)'un meazallah sözü ile sığındığı Allah'a aittir. Allah lâfzı, işaret zamirine yakın iken, hangi ihtiyaca binaen yakında zikredilmemiş bir şahsa ait olduğu kabul ediliyor? Eseri Arapça’ya çeviren M. Kâzım Sebbak şöyle diyor: "Üstad Mevdûdî'nin deki zamirin Mısır Azizine raci oluşunu yanlış bulduğu şık, Taberî Tefsiri (V, 108)'nin Mücâhid ve İbn İshak'tan nakledilmeyen rivayetlere dayanıyor. Doğru gördüğü şık ise, et-Taberî'nin Mecmeu'l-Beyan (V, 223)'da rivayet ettiği "Denildi ki, zamir Allah'a racidir." Mânâ: "Allah rabbimdir, bana iyilik etti, beni peygamber kıldı, O'na ebediyyen isyan etmem" şeklindeki ibaresine dayanmaktadır.)
İkinci mânâda...
(Birinci mânâdaki tasavvurlarla beraber)
"İşte o taptıklarınız benim düşmanımdır. Fakat alemlerin Rabbi böyle değil. O (Rab) ki, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. Bana yediren, bana içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur" (Şuara, 77-80).
"Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Sonra size her hangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na tazarru ve feryat edersiniz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit ise içinizden bir takımları, bakarsınız ki Rabblerine eş tutuyorlar"(Nahl,53-54).
"De ki: O her şeyin Rabbi iken, ben Allah'tan başka bir Rab mı arayacağım?" (En'am,164).
"O, doğunun da batının da Rabbıdır. O'ndan başka hiç bir ilâh yok. O halde güvenecek ve dayanacak olarak O'nu tut" (Müzzemmil, 9)

Üçüncü mânâda...

"O sizin Rabbinizdir. Ve nihayet ancak O'na döndürüleceksiniz." (Hûd, 34).
"Nihayet hepinizin dönüp gidişi, ancak Rabbinizedir" (Zümer, 7).
"De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak" (Sebe,26)
"Yerde yürüyen hiç bir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiç bir kuş hariç olmamak üzere, hepsi sizin gibi ümmetlerdi. Biz o kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet hepsi de ancak Rablerine toplanıp getirilirler" (En'am, 38).
"Sûra üfürülmüştür. Artık bakarsın ki, onlar kabirlerinden kalkıp Rablerine doğru koşup gidiyorlar" (Yasin, 51)




Dördüncü mânâda...

(Üçüncü mânâdan bazı tasavvurlarla beraber)
"Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini Rabler edindiler" (Tevbe, 31)
"...Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmeyelim. (Âl-i İmran, 64).
Bu iki ayette Rablerden amaç, genellikle ümmet ve toplulukların önder ve rehber edindikleri kimselerdir. Onlar emir ve yasaklarına boyun eğerler, şeriat ve kanunlarına tabi olurlar, Allah'ın gönderdiği hiç bir delile dayanmaksızın haram ve helal dediklerine inanırlar, bütün bunlardan öte, kendiliklerinden emir ve yasak koyabileceklerine imân ederler.
"İkinizden biriniz efendisine (rabbine) şarap içirecek" (Yusuf- 41).
"Bu ikisinden kurtulacağını bildiği kimseye dedi ki: Beni efendinin (Rabbinin) yanında an. Fakat şeytan efendisine (Rabbine) hatırlatmayı ona unutturdu" (Yusuf 42). "Yusuf’a elçi gelince -Efendine dön de, ellerini kesen o kadınların zoru ne idi? Kendisine sor. Şüphe yok ki benim Rabbim onların fendini hakkıyla bilicidir- dedi" (Yusuf, 50). Yusuf, (s.a) bu ayetlerde Mısırlılara hitaben, Mısır Azizini rab, efendi kelimesi ile isimlendiriyor.
Çünkü Mısırlı'lar onun yüce otoritesine ve merkezi kişiliğine inanıyorlar, emir ve yasak koymaya sahip olduğuna îman ediyorlardı. O günkü pratik hayatta O, onların rabbi durumunda idi. Yalnız Yusuf’un (s.a) Rab kelimesini kendi nefsine nispetle Allah'tan başkası için kullanmıyordu. Zira O, Firavun'un (bu anlamda) Rablığını kabul etmiyordu. En üstün Kudret sahibi, emir ve nehyin gerçek maliki olan Allah'a inanıyordu.

Beşinci mânâda...

"Şu beytin Rabbine ibâdet etsinler onlar. O Rab ki onları açlıktan kurtarıp doyuran, kendilerine korkudan eminlik verendir." (Kureyş, 3-4)
"Galebe sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir" (Saffat, 180).
"Arşın Rabbi olan Allah,onların vasfedegeldikleri her şeyden yücedir,münezzehtir"(Enbiya, 22).
"De ki: Kim o yedi göğün Rabbi ve o büyük Arşın sahibi?" (Müminûn, 86).
"O, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. Doğuların da Rabbidir O." (Saffat, 5)
"Hakikat şu: Şi'ra yıldızının Rabbi de O." (Necm, 49)


YAHUDİLER ve HIRİSTİYANLAR

Firavun'un ailesinden sonra, şimdi de İsrail oğulları ile Yahudilik ve Hıristiyanlığı din edinen diğer kavimleri görelim. Bunlar hakkında, âlemlerin Rabbinin varlığını inkâr ettikleri veya O'nun ulûhiyet ve Rûbûbiyetine inanmadıkları zannım beslemeye imkân yoktur. Zira bizzat Kur'an-ı Kerim, onların Ehl-i Kitap olduklarına şahâdet etmektedir. Onlar hakkında araştırmacının zihninde doğan soru ise şudur: "Kur'an-ı Kerim'in onları ehl-i dalalet sayılmasına sebep olan rûbûbiyet hakkındaki düşünce ve inançlarındaki hatanın sının nereye kadardır?

Bu sorunun özlü cevabını, Kur'an-ı Kerim'de buluruz:

"De ki: Ey Ehl-i Kitap! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış, hem bir çoğunu saptırmış ve hâlâ da dümdüz yoldan ayrılıp sapa gelmiş bir kavmin heva ve hevesine uymayın." (Mâide, 77).

Bu âyetler, hem Yahudi ve Hıristiyanların sapıklığının temelini, hem de geçmiş kavimlerin saplandığı sapıklıklarının dindeki aşırılıklarından ileri geldiğini gösterir:

"Yahudiler: Uzeyr Allah'ın oğludur dediler. Hıristiyanlar da: Mesih İsa, Allah'ın oğludur dediler. (Tevbe, 30).

"Meryem oğlu Mesih İsa, hakikat Allah'ın kendisidir" diyenler, and olsun kâfir olmuşlardır. Halbuki bizzat Mesih şöyle demişti: Ey İsrail oğulları! Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" (Maide, 72).

"Allah hakikaten üçün üçüncüsüdür diyenler and olsun ki, kafir olmuşlardır. Halbuki bir tek tanrıdan başka hiç bir tanrı yoktur" (Maide, 73).

"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edininiz diyen sen misin? dediği zaman O; "Seni tenzih ederim Ya Rab! Hakkım olmayan bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz dedi" (Maide, 116).

"Beşerden hiç bir kimseye yakışmaz ki Allah, kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra O, insanlara: "Allah'ı bırakıp da gelin bana kul olun" desin. Fakat o: Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde rabbaniler olun der. Sizin melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez O. Ya size, siz Müslümanlar olduktan sonra, hiç kâfirliği emreder mi?" (Âli İmran, 79,80).

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, Ehl-i Kitabın sapkınlığı şu iki sebepten ileri geliyordu:

Birincisi:
• Onlar dindeki yüce mevkileri sebebiyle her türlü saygıya layık olan peygamberler, veliler ve melekler gibi mukaddes varlıklara hürmette mübalağa ettiler, onları hakiki makamlarından çok üstte ilâhlık mertebesine yücelttiler.
• Allah'la beraber ortaklar kabul ettikleri gibi, bu alemdeki nizamda etkilerinin varlığına inandılar.
• Sonra onlara ibâdet ettiler, onlardan yardım dilendiler.
• Onların tabiat üstü alemde hükmü geçen rabler ve ilâhlar olduklarına kanaat getirdiler.
• Yine onların, günahlarını affederek yardım etmeye, korumaya güçlerinin yettiğini zannettiler:

İkincisi: "Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini rabler edindiler" (Tevbe, 31).

• Yâni dindeki görevleri, insanlara ilâhi kanunun hükümlerini öğretmek ve
• Allah'ın rızası gereğince onları dünyevi fenalıklarından arıtıp temizlemeye sevk etmekten ibaret olan kimseleri, yavaş yavaş esas mevkilerinden yükseğe çıkartıp,
• dilediklerini kendilerine helal kılan, dilediklerini de haram kılan,
• Allah'ın Kitabı'ndan hiç bir esasa dayanmadan arzularının istediği şekilde emir ve yasaklar koyan,
• nefislerinin arzuladığı şeyleri uyulması lazım gelen bir yol haline getiren üstün varlıklar makamına oturttular.

Böylece bunlar kendilerinden önce Nuh, İbrahim, Ad, Semûd, Medyen vs. kavimlerinin düştükleri tehlikeli iki esas sapıklığa saplandılar. Melekleri ve Allah'a yakın kullan, geçmiş sapık toplumlar gibi, tabiat üstü varlıklar kabul ederek Allah'a ortak koştular.
Yine geçmiş sapık toplumların yaptığı gibi,
• siyâsî ve medenî mânâları ile rubûbiyeti, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'a karşılık insan oğluna tahsis ettiler. Medenî, içtimaî, ahlâkî, siyâsî hükümlerin esaslarının hepsini Allah'tan gönderilen delillerden yüz çevirerek, insanlardan almaya koyuldular.
• Aşırılıkta ve sapıklıkta o dereceye düştüler ki, Kur'an haklarında şu hükmü verdi:

"Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasip verilenlere? Kendileri Cibt ve Tağuta tapıyorlar? (Nisa, 51)

"De ki: Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle Tağuta tapanlardır ki işte bunların mevkii daha kötü, dümdüz yoldan en büyük sapıştır." (Mâide, 60)

Bu iki ayette, Cibt ve Tâğut kelimeleri geçmektedir. Bunlardan:
• Cibt kelimesi, haç, sihir, muskacılık, gözbağcılık, kahinlik, gaybten haber verme, uğursuzluk, falcılık, tabiat kanunlarının dışındaki tesirlerden gelen bütün vehimleri ve hurafeleri içine alan bir kelimedir.

• Tâğut ise, Allah'a karşı azan, isyan eden, kulluk haddini aşarak kendisi için ulûhiyet ve rûbûbiyet iddiasına kalkışan her şahıs, zümre ve idareye denir.

Yahudi ve Hıristiyanlar sözü geçen iki tür sapıklığa duçar oldular:
• Birinci tür sapıklığın sonucu, her tür yanlış düşüncenin akıl ve gönüllerine yerleşmesi oldu.
• İkincisinin sonucunda ise, bilginler, üstatlar, süfiler ve rahiplere, ibâdet aşamasından sonra, zamanla Allah'a açıkça isyan eden despot ve zalimlere ibâdet ve itaate yöneldiler.


ARAP MÜŞRİKLERİ

Şimdi de peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a)'in kendilerine gönderildiği, Kuran’ın ilk hitap ettiği kimseler olan Arap müşriklerden bahsedelim:

• Onların ulûhiyet ve rûbûbiyet konusunda sapıklıkları hangi çeşittendi?
• Alemlerin Rabbi olan Allah'ı bilmiyorlar mıydı?
• Veya O'nun varlığını inkâr ediyorlardı da, Rasulullah onların kalplerine Yüce Allah'ın varlığını yerleştirmek için mi gönderilmişti?
• Allah'ın alemlerin Rabbi ve ilâhı olduğuna inanmıyorlardı da, Kur'an-ı Kerim onları ikna için mi indirilmişti?
• Allah'a ibâdeti ve O'na boyun eğmeyi kabul mu etmiyorlardı?
• O'nun, duaları işiten, ihtiyaçları gideren olduğuna inanmıyorlar mıydı?
• Lat, Menat, Uzza, Hübel ve diğer ilâhların hakikatte şu kainatın yaratıcısı, mâliki, rızık vericisi, idare ve sürekliliğini elinde tutan varlıklar olduklarına mı inanmıyorlardı?
• Yoksa bu ilâhların medeniyet ve ahlâk hususunda kanun koyucu, hidâyet ve irşat kaynağı olduklarına mı kanaat getiriyorlardı?

Bütün bu sorular hususunda Kur'an-ı Kerim'e müracaat ettiğimiz zaman bize olumsuz cevap verir ve açıklar ki, arap müşrikleri
• sadece Allah'ın varlığını kabul etmekle kalmayıp
• O'nun, kendi ilâhları da dahil olmak üzere, bütün alemin yaratıcısı,
• mâliki ve en üstün Rabbi olduğuna inanıyorlardı.
• Ulûhiyet ve rûbûbiyet huşunda da, O'na boyun eğiyorlardı.
• Allah-u Teâlâ, dua ettikleri, kendilerine bir zarar dokunduğu veya bir bela isabet ettiğinde sığındıkları en yüce, en üstün makamdı.
• Sonra Allah'a ibâdet etmek ve boyun eğmekten de çekinmiyorlar di.

İlâhları ve putları hakkındaki inançları ise;
• onların gerek kendilerini, gerek bu kainatı yaratan,
• hepsini rızıklandıran,
• ahlakî ve medenî yaşayışlarında doğru yola ulaştıran ve irşat eden varlıklar oldukları merkezinde de değildi. Aşağıdaki âyetler, onların bu husustaki görüşlerini pek açık aksettirmektedir:

"Onlara de ki: Kimindir o yer ve ondakiler, biliyor musunuz? Allah'ındır diyecekler. O halde iyice düşünüp de ibret almaz mısınız siz? de. Yine de ki: Kim o yedi göğün rabbi ve o büyük Arşın sahibi? Allah'tan başkasına tapmaktan sakınmaz mısınız? De ki: Her şeyin mülkü elinde bulunan kimdir ki; daima O himaye ediyor, kendisi asla himayeye muhtaç olmuyor? Söyleyin, biliyorsanız? Allah'ındır diyecekler. De ki: O halde nasıl olup da böyle büyükleniyorsunuz? Hayır biz onlara hakikati getirdik. Onlarsa muhakkak yalancıdırlar" (Müminun- 84-90).

"O, sizi karada ve denizde gezdirendir. Hatta, gemilerle denize açıldığınızda, gemilerin elverişli bir rüzgârın önünde yolcuları alıp götürdüğünde, yolcular da bununla sevindikleri zaman ona şiddetli bir fırtına gelip çatar, çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları sırada O'na dua ederler."

"And olsun derler, eğer bizi bundan kurtarırsan seksiz şüphesiz şükredenlerden olacağız" Fakat Allah, onları selâmete erdirince bakarsın ki yer yüzünde yine haksız yere taşkınlıklarda bulunuyorlar" (Yunus, 22,23).

"Denizde size bir sıkıntı değdiği zaman, Allah'tan başka bütün taptıklarınız kaybolur. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. İnsan çok nankördür" (İsrâ, 67)

Kur'an-ı Kerim onların ilâhları hakkındaki inançlarını kendi ağızlarından şöyle nakleder:

"Allah'ı bırakıp da kendilerine bir takım dostlar edinenler derler ki:
Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz” (Zümer, 3)

"Bu putlar Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir! derler." (Yûnus, 18).

Sonra onlar, ilâhların hayatî işlerinde kendilerine yol gösterdiğini de zannetmiyorlardı. Allah-u Teâlâ Rasûlüne, Yûnus Suresinin 35. ayetinde: "Sizin ortaklarınızın içinde, hakkı gösterecek bir kimse var mıdır?" sualini sormasını emretti. O, imkân bulduğu her fırsatta bu soruyu sordu. Onlardan hiç biri buna müspet cevap veremedi.
Hiçbiri cesaretle çıkıp da, "Lât, Menat, Uzza ve diğer ilâhlar, bizi akide ve amel yönünden en doğru yola iletirler. Dünya hayatımızda bize adalet, emniyet, selâmet esaslarını öğretirler. Biz onların ilim kaynağından kainatın hakikatlerini öğreniriz" diyemedi." Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Hz. Peygambere der ki:


"Hakkı gösterecek ve ona iletecek Allah'tır. O halde Hakka hidâyet edecek Allah mı, kendisine doğru yolu bulamayan o uydurma tanrılar mı? Ne oluyor size? Nasıl böyle yanlış hükmediyorsunuz?" (Yûnus, 35)
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
Bu, Kur'an hükümlerinden sonra geriye şu sorunun cevabını aramamız kalıyor: Onların rûbûbiyet konusunda sapkınlıkları ne idi ki, Allah-u Teâlâ peygamberini bu düşünceyi doğrulamakla vazifelendirdi ve onları bu fikrin karanlığından hidayetin nuruna çıkarmak için Kitabını indirdi? Bu meseleyi araştırmak için Kur an'a müracaat ettiğimiz zaman, inanç ve ameller hakkındaki, eskiden beri hak yoldan ayrılmış toplumların, devam ede geldikleri yanlışlığın iki çeşidi üzerinde durmak mecburiyetinde kalırız.

• Bir taraftan tabiat âlemi üstündeki rûbûbiyet ve ulûhiyet konusunda Allah'a, başka ilâh ve rableri ortak koşup dururken meleklerin, mukaddes insanların, gökteki yıldızların, bağlı oldukları düzen üstünde, hükmedici selahiyetlerden bir çeşit selahiyete sahip olduklarına inanıyorlardı.
Bunun için duada, yardım talebinde, ibâdetlerin yerine getirilmesinde sadece Allah'a yönelmiyorlar, elleri ile yapıp süsledikleri uydurma ilâhlarına da müracaat ediyorlardı.
• Diğer taraftan da medenî ve siyâsî rûbûbiyet konusunda Allah-u Teâlâ'nın rab olduğunu düşünmeyecek durumdaydılar. Din adamlarını, reislerini, kabile şeflerini bu mânâlarda rabler ediniyorlar, hayat kanunlarım onlardan alıyorlardı.

Birinci çeşit sapkınlıklarına Kur'an-ı Kerim, aşağıdaki âyetlerle şahâdet etmektedir:

"İnsanların kimi de, Allah'a dinin yalnız bir tarafından ibâdet eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, ona yapışır. Eğer bir fitne isabet ederse, yüzü üstü döner. Dünyada da, ahirette de hüsrana uğramıştır o. Bu ise apaçık ziyanın ta kendisidir. O, Allah'ı bırakır da kendisine ne zarar, ne fayda vermeyecek olan şeylere tapar. Bu ise haktan en uzak sapıklığın ta kendisidir. O, zararı faydasından daha yakın olana tapar; taptığı şey ne kötü yardımcı, ne kötü arkadaştır." (Hacc, 11-13).

"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda veremeyecek olan şeylere taparlar. Bir de, bu putlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki: Ey Kavmim! Siz Allah'a gökte ve yerde bilmeyeceği bir şey mi haber veriyorsunuz?^) Haşa, O, eş tutmakta oldukları her şeyden çok uzaktır, çok yücedir" (Yûnus, 18)

(Yani, Ey kavmim! Siz, ilâhlarınızın benim nezdimde tesir ve nüfuzu olduğunu, onların her şefaatinin benim nezdimde kabul edildiğini vehmediyor, bunun için onlara tapıyor, adaklar adıyorsunuz. Lâkin göklerde ve yerde benim huzurumda güç ve çareye sahip olan veya şefaatini kabul etmeye beni zorlaya-bilen bir kimse tanımıyorum. Siz benim tanımadığım şefaatçilerden beni ayıramıyor musunuz? En açık bir gerçektir ki, bir şeyin Allah'ın ilminde olmaması demek, onun varlık aleminde hiç bulunmamış olması demektir.)

"De ki: Gerçekten siz mi o arzı iki günde yaratanı inkâr ediyor, O'na ortaklar katıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir" (Fussilet, 9).

"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar, ne bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki her şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide, 76).

"İnsana bir zarar dokunduğu zaman Rabbine, bütün varlığı ile dönerek, yalvarır. Sonra O'na kendi tarafından bir nimet verildiği vakit ise, evvelce O'na yalvardığını unutur, Allah'a O'nun yolundan saptırmak için eşler katmaya başlar."(Zümer, 8).(Allah'a denk tuttu; yani, "şu sıkıntıyı benden şu mukaddes şeyh giderdi; şu nimeti ise şu velî sayesinde elde ettim" demeye başladı)

"Size ulaşan her nimet, Allah'tandır. Sonra size herhangi bir keder ve musibet dokunduğu zaman ancak O'na yalvarır ve feryat edersiniz. Nihayet O, sizden bu keder ve musibeti açıp giderdiği vakit ise, içinizden bir takımları bakarsınız ki Rablarına eş tutuyorlar. Bunu kendilerine verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etmeleri için yaparlar. Öyle ise eğlenedurun. Yakında bileceksiniz. Kendilerine rızık olarak verdiğimizden onlar, o bilmezler, o putlar için hisse ayırırlar Allah'a and olsun ki, düzmekte olduğunuz bu iftiralardan elbette mes'ul olacaksınız" (Nahl, 53-56).(Yâni, kendilerine herhangi bir ilim ulaşmadığı halde, kötülükleri defedip işleri kolaylaştırdıkları ispatlanmayan bu putlara ikramda bulunuyor, şükrân-ı nimet olsun diye kendilerine adaklar adıyor ve ne tuhaftır,bu harcamalarını bizim verdiğimiz rızıktan yapıyorlar.)

Diğer sapkınlıkların delilleri:

"Bunun gibi, onların ortakları olan o putların hizmetçileri, müşriklerden bir çoğuna hem onları helake düşürmek, hem kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için öz evlatlarını kendi elleri ile öldürmelerini hoş göstermiştir" (En'am, 137).

Bu âyetteki ortaklardan kasıt ilâhlar ve putlar değil, bilakis evlatlarını öldürmeyi Araplara süsleyip gözlerinde haysiyetli bir şeymiş gibi gösteren, bu adî bid'atı İbrahim ve İsmail'in dinine sokmaktan da çekinmeyen başkan ve önderleridir. Şurası açıktır ki Araplar, evren üzerinde egemenliklerine inandıkları veya kendilerine kulluk edip dua ettiklerinden dolayı önderlerini Allah'a ortak koşmuş değillerdi. Aksine onların, dinî, ahlakî, içtimaî ve medenî yaşayışları için gerekli kanun ve nizamları, diledikleri şekilde yapmak suretiyle kendilerine teslim ettikleri için rûbûbiyet ve ulûhiyette Allah'a ortak koştular.

"Yoksa onların Allah'ın izin vermediği şeyleri o fasit dinlerinden çıkartıp; kendilerine şeriat yapan ortakları mı var? (Şuara, 212)

Bu kitapta "Din" kelimesinin mânâlarının tafsilatı yakında Din başlığı altında gelecek. Orada bu âyetin mânâlarını ve kapsamını açıklayacağız. Burada ise anlaşılan şudur: Önderlerin, Allah'ın izin vermediği bir "din" adına olmak üzere ceza ve kanunlar koymaları, Arapların da uyulması gerekir diye bu kanunlara inanmaları, söz konusu önderlerin ulûhiyet ve rûbûbiyette Allah'a ortaklığından ve halkın da bu ortaklığa inanmasından başka bir şey değildir.








KULLUK ve İTAAT ANLAMINDA İBADET
"Ey imân edenler! Size rızık verdiğimiz şeylerin (maddeten ve manen) en temiz olanlarından yeyin. Allah'a şükredin; eğer (hakikaten) O'na kulluk ediyorsanız" (Bakara, 172).

(Taberi Tefsirinde II, 50'de âyeti hakkında şöyle diyor: "Eğer sizler onun enirine boyun eğiyor, dinliyor ve itaat ediyorsanız, o halde size yenmesini mubah ve helâl kıldığı şeyleri yeyin. Onun haram kılınması hususunda, şeytana uymaktan vazgeçin... Şeytan, onu yemelerini teşvik ediyor ve haram olduğuna inanmaktan vazgeçmeğe çağırıyor. Çünkü onu Câhiliyye devrinde haram kılmaları, şeytana itaatleri, geçmiş atalarına ve babalarına uymaları dolayısıyladır.)
Bu ayetin getirdiği hüküm ile İslam öncesi toplum hali arasındaki münasebete gelince:
• İslam’dan evvel Araplar dini önderlerinin emirlerine bağlanmak ve atalarının takip ettiği yola uymak suretiyle, içecekler ve yiyecekleri konusunda bir takım sınırlara bağlı kalarak yaşıyorlardı.
• Müslüman olunca Allah onlara şöyle buyurdu: "Eğer bana ibâdet ediyorsanız, bu kayıtlamaların tümünü bir yana atmalı ve size helal kıldıklarımı afiyetle yemelisiniz." Bunun anlamı şudur: "Siz bilgin ve önderlerinizin kulları değilseniz ve sadece Allah'ın kulları iseniz; ve eğer siz gerçekten önderlerinizi bırakıp Allah'a itaat ediyorsanız helâl ve haram konusunda Allah'ın sizin için çizdiği sınırlara uymanız gerekir; Donların çizdiği sınırlara değil. İşte bundan dolayı İBADET kelimesi, burada "Ubûdiyyet ve itaat" mânâlarında kullanılmıştır.

"De ki: Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle, tâğuta ibâdet edenler ki bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır" (Mâide, 60). (Taberi Tefsiri'nde, III, 13'de Tâğût kelimesi hakkında bazı nakiller yaptıktan sonra şöyle diyor: "Bana göre sözün doğrusu, Allah'a isyan edip de, ya zor kullanarak veya karşı tarafın itaatiyle Allah'ı bırakıp kendisine kulluk ettiren demektir. Bu kendisine kulluk edilen insan, şeytan, put, totem, veya herhangi bir şey olabilir. Ben, Tâğut kelimesinin aslının şöyle kullanıldığını tespit ettim: Bir kimse zulmettiği ve haddi aştığı zaman, onun hakkında "azdı, tuğyan etti" denir.)
"And olsun ki biz, her ümmete "Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının" diye (tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir." (Nahl, 36).
"Tağuttan, ona ibâdetten kaçınıp da Allah yoluna yönelenler gelince) onlar için müjde vardır. O halde kullarıma müjdele" (Zümer, 17). Bu üç ayette, "Tâğut'a ibâdet" sözünden kastedilen mânâ Tâğut'a kölelik ve itaattir. Kur'an-ı Kerim'in kavramsal ifadesinde Tâğut'un mânâsı -ki ona ait açıklama geçmişti- Allah'a karşı haddi aşan ve zulmeden her türlü yönetim, otorite, başkanlık veya komutanlıktır. Allah'ın mülkünde kendi hükmünü uygular, kullarını zorla, aldatarak veya kötü ve bozuk öğretim gibi yollarla kendine itaate mecbur eder. Kişinin bu türlü otoriteye, başkanlığa, liderliğe boyun eğmesi ve ona tapması şüphesiz Tâğut için bir itaattir; başkası için değil

İTAAT ANLAMINDA İBADET
Bu âyetlerden sonra, ibâdet kelimesinin ikinci anlamını ifade eden ayetleri görelim. Allah’u Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey Adem oğulları! Şeytana ibâdet etmeyin diye size emir vermedim mi? Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır" (Yâsîn, 60).
Açıkça görülen şudur: Hiç bir iman sahibi bu dünyada şeytanı ilâh tanımaz; bilakis bütün gücü ile ona lanet eder ve kendisinden uzaklaştırmaya gayret eder. Bunun için, Allah’u Teâlâ'nın kıyamet gününde Âdemoğullarına yükleyeceği suç, dünya hayatında şeytana tapmaları değil, onun emrine itaat etmeleri, hükmüne tabi olmaları ve gösterdiği yollara süratle koşmaları olacaktır.
"Meleklere, O zulmedenleri, onlara eş olanları, Allah'ı bırakıp ibâdet ettikleri şeyleri hep bir araya toplayın da cehennem yoluna götürün (dediler)" (Saffât, 22, 23). "Onlardan kimi, kimine yönelip birbirini mesul tutmaya kalkışırlar" (Saffât, 27). "Hakikat siz, derler; bize sağdan (suret-i haktan) gelirdiniz"
"(Tabi oldukları da) "hayır, siz (esasen) iman ediciler değildiniz" derler" "Ve bizim size karşı bir hakimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz de (bizim gibi) azgınlar güruhu idiniz" (Saffât,27-30). Kur'an-ı Kerim'in hikâye ettiği ibâdet edenlerle, ibâdet edilenler arasındaki bu karşılıklı konuşmaya iyice dikkat edildiği takdirde, açıkça şu görülecektir:
Burada mabutlardan maksat, kavmin taptığı ilâhlar ve putlar değildir. Bilakis onlardan maksat, halka görünüşte iyilik yapıyoruz izlenimini verirken sapıklığa sürükleyen, temiz Hıristiyan aziz görünüşü altında insanların huzuruna çıkarak, şerri ve fesadı, ıslah adı altında yayan liderler ve kılavuzlardır. Onları, cüppe ve tesbihleri ile aldatıp, kendilerine tâbi kıldılar. Onların, hilekarları körü körüne taklit etmelerini onların emir ye hükümlerine uymalarını, yüce Allah bu ayette ibâdet kelimesi ile dile getirmektedir.
"Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini, Meryem'in oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Halbuki bunlar da, ancak bir ilâh (olan Allah)a ibâdet etmelerinden başkası ile emrolunmamışlardır." (Tevbe, 31).
Bu âyette geçen Allah'ı bırakıp haham ve rahiplerini ilâh edinmelerinden maksat, onların emir vermek, yasak koymak yetkisine sahip olduklarına iman edip Allah'tan ve Resul’ünden gelmiş bir delile dayanmaksızın onların kendiliklerinden koydukları hükümlere itaatlerdir.
Bu mânâyı Rasullalah (s.a) sahih hadislerinde bizzat açıklamıştır. Rasulullah (s.a)'a: "Biz alimlerimize ve büyüklerimize ibâdet etmedik" dedikleri zaman, Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştu: "Onların helal kıldıklarını helal, haram kıldıklarını haram saymıyor muydunuz?"
İLAH EDİNMEK ANLAMINDA İBADET
Şimdi de üçüncü anlamıyla, içinde "ibâdet" kelimesi geçen ayetlere bir göz atalım. Bu arada, ilâh edinmek anlamındaki "ibâdet'in, Kur'an'ın ifade buyurduğu gibi iki anlamı kapsadığını hatırda tutmalıyız.
Birincisi: Kişinin bir başkası için tapınma ve kulluk amacıyla secde, rükû, kıyam ve tavaf etmesi, kapı eşiğini öpmesi, adak ve kurban kesme vb. davranışlardan birini göstermesidir.
Bu şekilde kendisine tapınılan kimsenin, başlı başına bir ilâh olduğuna inanılmış olsun veya tüm bu ibâdetler, onun şefaat ve yakınlığının elde edilmesi için yapılmış olsun, yahut yüce ilâha ortak olduğuna ve bu dünya işlerinin yönetiminde yardımı ve katkısı bulunduğuna iman edilmiş olsun, bunun hiçbir önemi yoktur.
İkincisi: Kişinin bir kimseyi, bu alemde var olan nizam üzerinde egemen zannederek isteklerini gerçekleştirmesi için ona dua etmesi, zarar ve felaketler karşısında ondan medet umması, korkuları esnasında malların ve canların yok oluşunda ona sığınması.
Kişinin bu türden tutumlarının ikisi de, ilâh edinip kulluk etmek mânâsına dahildir.
Bunun delili, aşağıdaki Kur'an-ı Kerim ayetleridir.
"De ki: Bana Rabb'imden (akli delilleri takviye eden) apaçık ilâhi deliller gelince, o sizin Allah'ı bırakıp dua ettiğinizde, ibâdet etmekliğimden kesin olarak men edildim.."(Mümin, 66).
"Allah'ı bıkakıp da, kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek kişiye tapmakta olan kimseden daha sapık da kimdir? Halbuki bunlar, onların duasından habersizdirler" (Ahkâf, 5).
"İnsanlar mahşerde bir araya toplandıkları zaman bunlar, onların düşmanları ve onların ibâdetini inkâr ediciler olurlar" (Ahkâf, 6).(Yani şöyle derler: "Onlara bize tapmalarını emretmedik ve bize taptıklarını da bilmezdik.)"
Üç âyetin her birinde Kur'an-ı Kerim bizzat açıklamıştır ki, burada ibâdetten maksat dua ve medet ummaktır.
"...Bilakis onlar, cinlere ibâdet ediyorlardı ve çoğu onlara iman edicilerdi..." (Sebe, 41).
Bu ayette cinlere ibâdet ve onlara imandan kastedilen mânânın ne olduğunu aşağıda gelen Cin Suresi'ndeki âyetler açıklamaktadır:
"Gerçekte şu da var: İnsanlardan bazı kimseler cinlerden bazı kişilere sığınırlar" (Cin 6).(sığınağım
Yukarıdaki âyette açıklanmıştır ki, cinlere ibâdetten maksat,
• onlara sığınmak,
• korkulardan,
• mal ve canların kaybından yine onlara sığınmaktır;
• keza cinlere imandan maksat da, muhafaza ve sığınma hususunda onların kudretine inanmaktır.

"Rabb'in onları da, Allah'tan gayri ibâdet ettiklerini de mahşerde bir araya toplayıp da: Siz mi şu kullarımı saptırdınız; yoksa kendileri mi yollarını sapıttılar"? diyeceği gün" Görürsün ki onlar şöyle demişlerdir: Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da veliler edinmek bize yakışmaz..."(Furkân,17,18)
Bu âyetin ifadesinden, mabutlardan maksadın salihler, peygamberler ve veliler olduğu açıkça anlaşılıyor.
Onların ibâdetlerinden maksat da
1. onların kul olmaktan üstün ve yüce bir mevkide olduklarına inanmak,
2. ilâhlık sıfatı ile nitelenebileceklerine, kötülüğe son verip,
3. gaybî yardım gibi şeylere güçleri yeteceklerine kanaat getirmek,
4. sonra da onların huzurunda onları ilâhlaştırmaya varacak şekilde tazim ve takdis etmektir.

"...Allah onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: Bunlar size mi ibâdet ediyorlardı? diyecek (Melekler de): Seni (ortaklıktan) tenzih ederiz. Bizim velimiz onlar değil, Sensin..." (Sebe, 40, 41). Bu âyetlerde, meleklerin ibâdetinden kastedilen mânâ(Diğer müşrik toplumlar, o melekleri ilâhlar (Gods) olarak kabul etmişlerdi). cahiliye halkının yaptığı gibi, onların hayal ürünü resimlerine ve heykellerine karşı gösterilen kulluk ve ubûdiyettir. Bundan maksatları ise, bu dünya hayatına bağlı işlerinde onların yakınlıklarını ve yardımlarını kazanmak suretiyle onları hoşnut etmektir.
"Onlar Allah'ı bırakıp, kendilerine ne bir zarar, ne bir fayda vermeyecek olan şeylere ibâdet ederler. Bir de: "Bunlar (putlar) Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir" derler." (Yûnus, 18).
"...kendilerine O'ndan başka bir takım veliler edinenler (derler ki): Biz bunlara, ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." (Zümer, 3)
Bu ayette de ibâdetten maksat, ilâh edinmektir. Yine burada onların ibâdetlerindeki gayenin ne olduğu da açıklanmıştır.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
KULLUK , İTAAT ve İLAH EDİNMEK ANLAMINDA İBADET
Takdim ettiğimiz misallerin hepsinde,.kesin olarak anlaşılmıştır ki, Kur'an-ı Kerim'de ibadet kelimesi bazı yerlerde
• kulluk ve itaat,
• bazı yerlerde sadece itaat,
• üçüncü yerde de yalnız "ilâh" mânâsında kullanılmıştır.

Şimdi de ibâdet kelimesinin, her üç mânâyı içine almış olarak geçtiği misalleri sıralamadan evvel, öncelikle zikredilmesi gereken bazı hususlara göz atalım.
Az önce birbiri arkasında sıraladığınız misallerin hemen hepsi, Allah'tan başkasına yapılan ibâdeti kapsamaktaydı.
İbâdet kelimesinin itaat ve kulluk mânâları ile zikredildiği âyetlere gelince:
• Bu âyetlerde mabuddan maksat ya şeytandır;
• yahut Allah'a itaat ve ibâdette alternatif olarak kendilerine itaat ve ibâdeti teşvik eden ve kendilerini Tâğut kılan azgın kişilerdir,
• yahut da Allah'ın Kitabını hiçe sayarak insanları, uygun gördükleri hayat düzeni ve yaşayış tarzına sürükleyen lider ve önderlerdir.

İbâdet kelimesinin "ilâh" mânâsında kullanıldığı âyetlere gelince: Bu âyetlerde mabuddan maksat,
• yol gösterme ve öğretilerine rağmen insanların kendilerine ilâh telakki ettikleri sâlih kişiler,
• peygamberler ve velilerden,
• yahut yanlış anlayışları dolayısıyla tabiat kanunu üzerindeki koruyucu Rab'likte ortak edindikleri cin veya meleklerden ibarettir.
• Veya bunlar, mücerret şeytanın teşviki ile namazlarına kıble ve ibâdetlerine yön teşkil eden heykel ve hayalî kuvvetlerden oluşmaktadırlar.

Kur'an-ı Kerim, bütün bu mabudları batıl sayıyor. İnsanların onlara tapmasını, onlara itaat etmelerini, onların ilâh telakki edilmesini de büyük bir hata sayıyor. Bu ibâdetin, onlara tapınılması, itaat olunması, yahut onları ilâh kabul etmek şeklinde olması aynı şeydir. Kur'an ayıca şunu da vurguluyor: Sizin tapmakta olduğunuz bu şeylerin hepsi Allah'ın kulları ve köleleri olup, ibâdet olunmaya müstahak değildir ve siz de onlara ibâdet etmekle ümitsizlik, alçaklık ve musibetten başka bir şey elde etmiyorsunuz. Hakikatte onların da, yer ve göklerin de gerçek mâliki, bir olan Allah'tır. Bütün işler, bütün otorite ve salâhiyetler O'nundur. İşte bundan dolayı da, ibâdet edilmeye lâyık yalnız O'dur.
"(Ey kafirler!) Allah'ı bırakıp dua (ve ibâdet) ettikleriniz sizin gibi kullardır. Eğer dâvanızda doğru iseniz, haydi onlara dua edin de, isteklerinizi yerine getirsinler" (Araf, 194). (Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, burada icabetten maksat,açıktan açığa cevap vermek değil, bilâkis isteği amelî olarak yerine getirmektir.)
"Sizin Allah'ı bırakıp çağırdıklarınız ise, imdadınıza yetişmeye güçleri yetmediği gibi, kendilerine de yardımları dokunmaz." (Araf, 197)
"O çok esirgeyici Allah bir evlat edindi" dediler. O'nun şanı bundan yücedir; münezzehtir. Hayır! Evlat dedikleri, ikrama mazhar edilmiş kullardır" (Enbiyâ, 26)
"Bunlar, sözleriyle asla O'nun önüne geçemezler. (Bilakis) bunlar, O'nun emriyle hareket ederler" (Enbiyâ, 27)
"Önlerindekini de arkalarındakini de O bilir. Bunlar O'nun rızasına ermiş olandan başkasına şefaat etmezler. Bunlar, O'nun korkusundan titreyenlerdir." (Enbiyâ, 28)(Burada 'dan maksat meleklerdir.)
"Onlar, O çok esirgeyici Allah'ın bizzat kulları olan melekleri de dişiler yaptılar. (Melekler Allah'ın kızlarıdır, dediler)." (Zuhruf, 19).
"Bir de, O'nunla cinler arasında bir hısımlık uydurdular. And olsun ki bizzat cinler dahî, mutlaka (hesap gününde) yargılanacaklarını pek iyi bilmiş(ler)dir" (Saffât, 158)
"Ne Mesih, ne de en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na ibâdetten çekinir ve kibirlenmek isterse, bilsin ki Allah onların hepisini huzurunda toplayacaktır" (Nîsâ, 172).
"Güneş de, ay da hesaplıdır. Nebat da, ağaç da O'na secde ederler" (Rahman, 5, 6).
"Yedi gökle yer ve bunların içinde bulunan melekler, cinler, insanlar O'nu teşbih ve tenzih eder(ler). Hiç bir şey müstesna olmamak üzere hepsi O'na hamd ile teşbih eder. Fakat siz, onların teşbihini iyi anlayamazsınız. O hakikaten halimdir; gerçekten affedicidir" (İsrâ, 44)
"Göklerde ve yerde kim varsa O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicilerdir" (Rûm, 26).
"Yürür hiçbir mahluk hariç olmamak üzere, hepsinin alnından tutan O'dur..." (Hûd, 56).
"Göklerde ve yerde olan hiçbir şey yoktur ki, çok esirgeyici Allah'a kul olarak gelmiş olmasın." (Meryem, 93).
"And olsun ki O, bunları cemiyet olarak da saymış, fertler olarak da saymıştır"(Meryem, 94).
"Her biri kıyamet günü O'na tek başına gelecektir" (Meryem, 95).
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin; mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltır-sın. Hayır yalnız Senin elindedir. Şüphesiz ki Sen, her şeye hakkıyla kadirsin" (Âl-i İmrân, 26).
Böylece Kur'an-ı Kerim, insanların o ibâdet ettikleri şeylerin tümünün Allah'ın kulu ve onun karşısında âciz olduklarını açıkladıktan sonra, insanları ve cinleri ibâdet kelimesinin muhtelif mânâlarıyla yalnız Allah'a ibâdete, sadece O'na kulluk etmeye, ancak O'na itaatte bulunmaya, kişinin O'ndan başkasını ilâh kabul etmemesine ve ibâdetin hangi çeşidi olursa olsun, bir hardal tanesi kadar bile olsa O'ndan başkasına yapılmamasına çağırıyor.
"And olsun ki biz her ümmete, Allah'a ibâdet edin, ve tâğuttan kaçının diye tebligat yapması için, bir peygamber göndermişizdir..." (Nahl, 36).
"Tâğût'tan, (ona) ibâdet etmekten kaçınıp da Allah'a yönelenlere gelince, Onlar için de müjde vardır. O halde kullarımı müjdele" (Zümer, 17).
"Ey Adem oğulları! "Tâğût'a ibâdet etmeyin. Çünkü o, sizi Rabbinizden ayıran bir düşmandır. Bana ibâdet edin. İşte dosdoğru yol budur" diye size emretmedim mi?" (Yasin, 60, 61)
"Halbuki bunlar da,ancak bir olan Allah'a ibâdet etmelerinden başkasıyla emrolumamışlardır." (Tevbe, 31)
"Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yeyin; Allah'a şükredin, eğer hakikaten O'na ibâdet ediyorsanız" (Bakara, 172).
Allah-u Teâlâ, bu âyetlerde boyun eğme, itaat, kulluk ve kölelikten ibaret olan ibâdetin yalnız kendisine has kılınmasını emrediyor. Zaten âyetlerde buna dâir açık işaretler vardır. Çünkü Allah-u Teâlâ bu âyetlerde atalara, rahiplere, bilginlere, şeytanlara ve Tâğût'lara itaat etmekten sakınmayı ve bir olan Allah'a kulluk için gerekeni yapmayı emrediyor.
"De ki: Bana Rabbimden (aklî delilleri takviye eden) apaçık (ilâhî) deliller gelince, o sizin Allah'ı bırakıp dua ettiklerinize (taptıklarınıza) ibâdet etmekliğimden kat'i olarak men edildim. Alemlerin Rabbine teslim olmakla emrolundum." (Mü'min, 66).
"Rabbiniz şöyle buyurdu: "Bana dua edin; size icabet edeyim. Çünkü bana ibâdetten büyüklük taslayıp uzaklaşanlar hor ve hakir cehenneme gireceklerdir" (Mü'min, 60)
"...işte bunları yapan Allah'tır; sizin Rabbinizdir. Mülk yalnız O'nundur. O'nu bırakıp dua ettikleriniz ise, bir hurma çekirdeğinin zarına bile mâlik olamazlar" (Fâtır, 13).
"Eğer onlara dua ederseniz duanızı işitmezler; (şayet) işitseler bile size cevap veremezler. Kıyamet gününde de onlar sizin müşrikliğinizi tanımayacaklardır..." (Fâtır, 14).
"De ki: Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar, ne de bir yarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki her şeyi işiten, her şeyi bilen Allah'ın kendisidir" (Mâide, 76).
Allah-u Teâlâ bu âyetlerde "ilâh edinme" mânâsını içeren ibâdetin kendisine ait olması gerektiğini belirtti. Buna dâir açık işaret, âyetteki "ibâdet" kelimesinin dua mânâsında kullanılmış olmasıdır. Yukarıda geçen ve aşağıda gelecek olan âyetlerde, Allah-u Teâlâ'ya tabiat üstü koruyucu Rabliği konusunda ortak koştukları ilâhlardan söz edilmiş bulunuyor.
Şimdi akl-ı selim sahipleri kolayca anlarlar ki, Kur'an-ı Kerim'de Allah'a ibadetin zikredildiği her âyette, ibâdet kelimesinin çeşitli mânâlarından sadece birine hasredilmesini gerektirecek herhangi bir ifade bulunmuyorsa, o zaman bu gibi âyetlerde ibâdet kelimesinden kastedilen kulluk, itaat ve ilâh edinme mânâlarının her üçüdür. Meselâ şu âyetlere bakalım:
"Şüphe yok ki ben, (evet) ben Allah'ını! Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle ise bana ibâdet et..." (Tâ-hâ, 14).
"İşte Rabbiniz olan Allah! O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Her şeyi yaratandır. O halde O'na ibâdet edin. O, her şeyin üstünde güvenip dayanılacak mutlak bir vekildir" (En'âm, 102).
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden bir şüphede iseniz, (iyice bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da, sizin ibâdet etmekte olduklarınıza ibâdet etmem. Ancak sizin canınızı alacak olan Allah'a ibâdet ederim. Bana mü'minlerden olmam emredilmiştir" (Yûnus, 104).
"Sizin O'nu bırakıp ibâdet ettikleriniz, kendinizin ve atalarınızın takmış oldukları kuru adlardan başkası değildir. Allah bunlara (ilâh olduklarına) dâir hiçbir burhan indirmemiştir. Hüküm Allah'tan başkasının değildir. O, kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emr eylemiştir. Dosdoğru din işte budur..." (Yûsuf, 40).
"Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Her iş, O'na döndürülür. Öyle ise O'na ibâdet et; O'na güvenip dayan..." (Hûd, 123). "...önümüzde, ardımızda ve her ikisinin arasında ne varsa O'nundur. Senin Rabbin unutkan değildir."
"O göklerin, yerin ve onların arasında bulunan şeylerin Rabbidir. O halde sen, O'na ibâdet et ve ibâdetinde de iyice sebat et..." (Meryem, 64, 65).
"...Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa güzel bir amel işlesin ve Rabbine ibâdette hiçbir kimseyi (ve hiç bir şeyi) ortak tutmasın" (Kehf, 110).
Öyleyse ibâdet kelimesinin, bu ve buna benzer ayetlerde yalnız ilâhlık veya sadece itaat ve kulluk mânâlarıyla sınırlandığına dair herhangi bir işaret yoktur. Bilâkis Kur'an-ı Kerim buna benzer âyetlerde davetini en mükemmel şekilde ortaya koymaktadır. Şurası açıktır ki, Kur'an-ı Kerim kölelik, itaat ve tapınmanın tümüyle ve bir arada olmak üzere yalnız ve içtenlikle Allah'a ait olmasına davet etmektedir.
Buna göre, ibâdet kelimesinin sadece bir mânâda dondurulması, doğrusunu söylemek gerekirse Kur'an çağrısının çok dar mânâlara sıkıştırılması demektir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, Kur'an davetini böylesine dar kalıplar içerisinde düşünerek Allah'ın Dini'ne inanan kimsenin, Kur'an'ın öğretilerine ancak sınırlı bir şekilde uyabilecek olmasıdır
KURAN'I KERİM'DE DİN KELİMESİNİN KULLANILIŞI ve ANLAMLARI
Yukarıda geçen açıklamalardan, din kelimesinin yapı olarak dört temele dayandığı, diğer bir deyişle Arapça bilen birinin zihninde dört temel anlam hâlinde bulunduğu anlaşılmaktadır.
Birincisi: Yüce egemenlik sahibinden gelen üstünlük ve galibiyet.
İkincisi: Egemenlik sahibine boyun eğen kimse tarafından itaat etmek, tapınmak, hizmetkârlık yapmak.
Üçüncüsü: Suçlar için öngörülen cezalar ya da sınırlar, kanunlar ve uyulan yol.
Dördüncüsü: Muhasebe, yargılama, cezalandırma veya mükâfatlandırma.
Araplar din kelimesini, İslâm'dan evvel, çeşit lehçelerine göre bu mânâda kullanırlardı. Ancak onların bu dört husus hakkındaki düşünceleri açık, seçik derinlikten mahrum olduğu için, din kelimesinin kullanılışı karışıklık ve kapalılıktan kurtulamamıştır. Bundan dolayı da, din kelimesi, sistemli bir düşünceni kavramlarından biri olma şansına sahip olamamıştı Nihayet Kur'an-ı Kerim nazil olmuş ve bu kelimeyi çeşitli maksatlarını ifâdeye uygun bulmuş; bu sebeple de onu en açık ve en belirgin anlamlarıyla kullanmış, kendisine özgü bir kavram haline getirmiştir. Bu bakın dan "Din" kelimesinin, Kur'an-ı Kerîm'de eksiksiz bir düzeni ifade ettiği görülür. Söz konusu bu düzen, dört unsurdan meydana gelir ki, bu dört unsur şunlardır:
• Hâkimiyet ve yüce egemenlik.
• Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.
• Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî nizam.
• Bu nizâma uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfaat veya karşı gelmek suretiyle isyan etmeğe verdiği ceza.
Kur'an-ı Kerim "Din" kelimesini bazen birinci ve ikinci, bazen üçüncü, bazen da dördüncü mânâda kullanmıştır. Bazen da "Din" kelimesini kullanır ve onun la bir anda bu dört unsurdan müteşekkil mükemmel nizamı kasteder. Bunun anlaşılabilmesi için aşağıdaki âyetlere bakmak gerekmektedir.
Birinci ve İkinci Anlamıyla Din :
"Allah sizin (faideniz) için yeri bir karar(gâh), göğü bir bina yapan, size suret veren, sonra suretlerinizi güzelleştiren, en temiz ve güzel şeylerden sizi rızıklandırandır. işte Rabbiniz olan Allah budur. Demek, âlemlerin Rabbi ne güzeldir"."O, daimî yaşayandır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde O'na dininizde ihlâs ve samimiyet erbabı olarak dua edin. Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah'adır." (Mümin, 64, 65).
"De ki: Ben Allah'a, Din'i O'na hâlis kılarak, ibâdet etmekle emrolundum Bana, Allah'a teslim olan müslümanların evveli olmam emredildi." (Zümer, 11-12).
"De ki: Ben Dini'mi O'na hâlis kılarak, sadece Allah'a ibâdet ederim. Artık siz de, O'nu bırakıp dilediğinize ibâdet edin. (Zümer, 14, 15)
"Tâğuttan, ona ibâdetten kaçınıp da Allah yoluna yönelenler(e gelince): Onlar için de müjde vardır. O halde kullarımı müjdele." (Zümer, 17).
"Habibim! Şüphesiz Biz, o Kitab'ı sana hak olarak indirdik. O halde Allah'a Din'i O'na hâlis kılarak ibâdet et. "Gözünü aç, hâlis din Allah'ındır..." (Zümer, 2, 3).
"Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi O'nundur. Din (itaat) de, dâima O'nadır. Böyle iken hâlâ, Allah'tan başkasından mı korkuyorsunuz?" (Nahl, 52).
"Şimdi onlar, Allah'ın Dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa, hepsi ister istemez O'na boyun eğmiştir. Nihayette O'na döndürülüp götürüleceklerdir" (Âl-i İmrân, 83).
"Halbuki onlar birer muvahhid olup, dini O'na halis kılarak Allah'a ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de budur." (Beyyine, 5).
Bütün bu âyetlerde "Din" kelimesi, yüksek otorite, bu otoriteye boyun eğme, ona itaati ve kul olmayı kabul etme mânâlarında kullanılmıştır. Din'i Allah'a has kılmaktan maksat hâkimiyet, hüküm ve emr konusunda kişinin Allah'tan başkasına boyun eğmemek, Allah'a ihlaslı bir şekilde kulluk ve itaatte bulunmak, bunun sonucu olarak da Allah'tan başka hiç kimseye tapınmamak ve hiçbir kimseye başlı başına ve bağımsız şekilde itaat etmemek demektir.(Bunun mânâsı şudur: Kişinin Allah'tan başkasına itaati,bu kim olursa olsun. Allah'a itaata bağlı ve O'nun için çizili hudud dahilinde olmalıdır. Çocuğun babasına, kölenin veya hizmetçinin efendisine ve benzeri itaatler... bu türdendir. Şayet bu itaat, Allah'ın koyduğu hudutlar içinde oluyorsa (emirler ve nehiyler) Allah'a itaatin tâ kendisidir. Ancak bu itaat Allah'ın hududunun haricinde ise veya kendi başına müstakil bir itaatsa bu tam manâsıyla Allah'a baş kaldırma ve isyan demektir.)
Üçüncü Anlamıyla Din Kelimesi:
"De ki: Ey insanlar! Eğer benim dinimden bir şüphede iseniz, iyice bilin ki ben, Allah'ı bırakıp da sizin tapar olduklarınıza tapmam. Ancak sizin canınızı alacak olan Alla-ha kulluk ederim. Bana mü'minlerden olmaklığım emredilmiştir" (Yûnus, 104).
"Ve; Yüzünü tevhid dinine döndür; sakın müşriklerden olma (denilmiştir)." (Yûnus, 105)
"...Hüküm Allah'dan başkasının değildir. O kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emr eylemiştir. Dosdoğru din işte budur..." (Yûnus, 40)
"Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Hepsi de O'na boyun eğicidirler" (Rûm, 26).
"O size kendi nefislerinizden bir örnek getirdi: Sizi mıhlandırdığımız şeylerde, sağ elinizin mâlik olduğu (köleler) den ortaklarınız olmasını ister de, bu hususta siz (onlarla) müsavi olur, onları kendinizi saydığınız gibi sayar mısınız?..." (Rûm, 28).
"Hayır! O zulmedenler bilgisizce kendi nevalarına tabi oldular..." (Rûm, 29).
"O halde sen yüzünü bir mûvahhid olarak Din'e, Allah'ın fıtratına çevir ki, O insanları bunun üzerinde yaratmıştır.Allah'ın yaratışında hiçbir değişiklik olmaz. Bu dimdik ayakta duran bir Din'dir. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm, 30). (Bu Allah'ın insanı yarattığı fıtratta, insan yaratmada ve rakını ona ulaştırmada Rab olarak işlerini görüp gözetmede yüce Allah'a ortak yoktur. Âdemoğluna Allah'tan başka ilah, melik ve hakiki olarak itaat etmesi gereken hiçbir kimse yoktur demektir. İnsan için uyulacak en doğru ve tabii yol, kulluğunu yalnız Allah'a tahsis edip, ondan başkasına itaattan kaçınmasıdır.)
"Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhirete inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dinini tatbik hususunda acıyacağınız tutmasın..." (Nur, 2).
"Hakikatte ayların sayısı Allah yanında, Allah'ın kitabında -tâ gökleri ve yeri yarattığı günden beri- on iki aydır. Onlardan dördü haram olanlardır. İşte bu en doğru dindir..." (Tevbe, 36).
"...İşte biz, Yûsuf için böyle bir tedbir kullandık. Yoksa O, kralın dinine göre kendisini (rehin olarak) tutabilecek değildi." (Yûsuf, 76).
"Bunun gibi onların ortakları (Yani "bunları yapanlar," Allah'a ilâhlık, hüküm, emir ve kanun koyma hususunda ortak koşan kimselerdir.) (olan o putların hizmetçileri) müşriklerden bir çoğuna -hem onları helâka düşürmek, hem kendilerine karşı dinlerini karmakarışık etmek için (Bu tâbirden maksat, uydurma kanun koyucuların halka, şu günahı süsleyerek bu yaptıklarının eskinden beri devam ettiğini, bunun İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s)'den miras aldıkları dinden bir kısım olduğu hissini vermeleridir.) öz evlatlarını kendi elleriyle öldürmesini hoş göstermiştir. (En'âm, 137)
"Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği şeyleri, o fâsid dinlerinden kendilerine şeriat çıkarıp yapan ortakları mı var?..." (Şura, 21).
"Sizin dininiz size, benim dinim bana" (Kâfirûn, 6).
Bütün bu âyetlerdeki "Din" kelimesinden maksat insanın bağlı bulunduğu kanun, sınır, şeriat (hukuk düzeni), yol, fikrî ve amelî düzendir.
İster bir kanuna, isterse de bir düzene olsun, eğer kişi bunlara ilâhî otoriteye dayalı olduklarından dolayı uymakta ise; bu durumda şüphesiz Allah'ın Din'i üzerindedir. Şayet bu otorite, meliklerden birinin otoritesi ise, kişi, melikin dini üzerinde demektir. Eğer bu otorite, şeyhler ve ruhban sınıfının otoritesi ise, kişi onların dini üzerinde demektir. Yine aynı şekilde bu otorite, ailenin yahut aşiretin ve yahut ümmetin çoğunluğunun otoritesi ise, kişi şüphesiz bunların dini üzerindedir. Sözün kısası: Eğer bir kimse, herhangi bir şahsı en üstün dayanak, hükmünü de nihaî hüküm kabul eder ve onun çizdiği yola ayniyle tâbi olarak, istekleri doğrultusunda hareket ederse, şüphesiz ki bunu yapan kişi onun dinine, yoluna girmiş demektir.
Dördüncü Anlamıyla Din :
"Şüphesiz ki size va'd olunan şeylerin hepsi, elbette doğrudur. Şüphesiz ki Din de elbette vâkidir." (Zâriyât, 5, 6).
"Din'i yalan sayanı gördün mü"? İşte yetimi itip kakan, yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur." (Maun, 1-3).
"O din günü nedir? Bunu sana hangi şey öğretti? O din günü nedir? Tekrar bunu sana hangi şey öğretti. O, öyle bir gündür ki, hiçbir kimse kimseye, hiçbir şeyle fayda vermeye güç yetire yemeyecektir. O gün emir yalnız Allah'ındır" (İnfitâr, 17-19).
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
Rabıta
Kim Tao’ya ulaşmak isterse, meleksi üstatlardan biriyle rabıta kurmak zorundadır. Bu kişi, üstatlarının öğretileri üzerinde çalışmalı, ikilemle ilgili tüm kavramları çözümlemeli, başkalarına hizmet için elinden geleni yapmalıdır. İç temizliğini yerine getirmeli, hocasını gereksiz engellerle rahatsız etmemeli, hocasının ilahi gücü ile manevi rabıtayı korumalıdır. Böylece karşısındaki tüm engelleri aşar, mutlak samimiyetini daima muhafaza eder. Kainatın duyarlılığını andıran alçak gönüllülüğü, azmi ve uyum yeteneği onu ilahi ışıkla doldurur.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
• Katoliklere göre şirk en büyük günahtır.
“Birinci buyruk şirki yasaklar. Allah’tan başka tanrılara inanmak ve Tek olandan başka ilahlara saygı göstermek yasaktır. Putları reddetmek gerekir [2].” Kutsal Kitap’ta şöyle geçer:
“Dinle ey İsrail, Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dir”. (İncil, Markos 12/29).
İsa şöyle demiştir: “Tanrın olan Rabb’e tap, yalnız ona kulluk et.” (İncil, Luka 4/5-8)
İncil’de böyle olmasına rağmen Hıristiyanlar, Allah ile aralarına, İsa’dan 4 asır sonra aracılar koymuşlardır. 325 yılında toplanan İznik Konsili, inanç ilke¬lerini şöyle açıklamıştır:
• “Tanrı’nın biricik oğlu, ezelde Baba’dan doğmuş, nurdan gelen nur, ger¬çek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış ol¬mayıp Baba ile aynı özdendir”.
Katolikler müşrik sayılmamak için Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsünü bir tek Tanrı gibi göstermeye çalışırlar. Şöyle derler: “Kâdir Baba ve Onun biricik Oğlu ve Kutsal Ruh bir tek Tanrı’dır: Çok Kutsal Üçlü Birlik]”.
Ancak bunun ger¬çeği göstermediğini bilirler. Çünkü şöyle derler: “Tanrı’daki kişiler birbirinden farklıdır. Oğul olan kişi Baba değildir. Baba olan kişi de Oğul değildir. Kutsal Ruh olan kişi de ne Baba’dır, ne Oğul. Temellerinden gelen ilişkiler yüzünden bir¬birinden farklıdırlar [5]”.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler tam kâfir oldular. Oysa Tek Tanrı’dan başka tanrı yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan kâfir olanları, elem verici bir azap elbette çarpacaktır.” (Maide 5/72-73)
Müslümanların tarikat ve cemaatlerine göre de şirk en büyük günahtır. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah şirki bağışla¬maz, onun dışında olanı dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)
Kur’ân-ı Kerim’in hemen her sayfasında şirkle ilgili âyetler yer alır. Ama müslümanların inançlarını anlatan kitaplarda bu ayetler üzerinde yeterince durulmamıştır. Hatta bir çok ayetin üstü adeta örtülmüştür. Bunun sonucu olarak bazı tarikat ve cemaatler, şirk konusunda kendi yolunu bırakmış, Hıristiyanların yoluna girmiştir.



PEYGAMBERİ TANRILAŞTIRMA
Şeytan, Allah’a şöyle demişti: “And olsun, insanlar için senin doğru yolunun üstünde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağla¬rından, sollarından sokulacağım. Göreceksin, çoğu sana teşekkür etmeyecektir.” (Arâf 7/16-17) Şeytan, doğru yola girenleri engellemeye çalışır.
• Peygamberi, insan üstü konumda göstermek, onun en önemli tuzaklarındandır. Bu konuda ona destek veren insan şeytanları da vardır. Peygamberi insanüstü göstermek kolaydır Çünkü insanlar, onların kendileri gibi biri olmasını kabulde zorlanmışlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İnsanlara doğru yolu gösteren bir elçi geldiği zaman inanmalarına tek engel, onların şu sözleri olmuştur: “Allah elçi olarak bir insanı mı gönderir?” De ki: “Yeryüzünde dolaşanlar melek olsaydı ve oraya yerleşmiş bulunsalardı, biz de onlara elçi olarak gökten bir melek indirirdik.” (İsra 17/94-95)
Mekkeliler Peygamberimizle ile ilgili şaşkınlıklarını şöyle dile getirmişlerdi: “Bu elçinin özelliği ne ki? O da yemek yiyor, o da sokaklarda geziyor!. Ona bir melek indirilse de birlikte uyarıcılık yapsa olmaz mı?” (Furkan 25/7)
Bu gün bir çok kimse, şu ayet karşısında şaşkına dönüyor:
قُ“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını¬zın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.'” (Kehf 18/110)
Çünkü Peygamberimiz insanüstü bir varlık sanılıyor.
Hıristiyanlar İsa aleyhisselamı tanrı yaptılar. Bu konu daha önce geçti. Mesela Katoliklere göre İsa olmasaydı kainat yaratılmazdı. Göklerde ve yer yüzünde görünen ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar… Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır [1].
Bu yanlış inanç, müslümanların inancına da karışmıştır. Halk tarafından kabul gören bir uydurma hadiste Allah Teâlâ’nın Peygamberimiz için şöyle dediği iddia edilir: “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım [2]”.
• Kimi tarikatlara göre Muhammed aleyhisselam, var oluşun başlangıcıdır. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Hakîkat-i Muhammediye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi olduğundan Peygamber için “öldü” denmez. Allah, var veya yok, ezeli ve hadis (sonradan olma) diye nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediye var ve ezelî diye nitelendirilir. Hakîkat-i Muhammediye bütün peygamberlerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur.
Katoliklere göre “Mesih İsa, gerçek Allah ve gerçek insandır. İşte bu nedenle insanlarla Allah arasında tek aracıdır [4].
Kimi tarikatçılara göre de Allah ile hakîkat-i Muhammediye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir [5]. Bu konuda şöyle bir şiir söylerler:
“Ahad Ahmed’dir, kim mim eder fark,
Bütün âlem o mîm içre olur gark.
Ahad yani Allah’tır [6].”
Ahmed, Muhammed aleyhisselamın Kur’ân’da da geçen isimlerindendir. “Ahad Ahmed’dir” “Ahad Allah’tır” sözünün tabii sonucu, “Allah Ahmed’dir yani Muhammed’tir” olur. Bu şiire göre, Ahad (أحد) ile Ahmed (أحمد) arasında farklı olarak sadece bir mim harfi vardır. Bu fark yazılıştadır ve Ahmed’in lehinedir. Çünkü onlara göre bütün alem o mimin içindedir!.. Bu inancın İslam ile ilgisinin olmadığı açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Muhammed, başka değil, sadece bir elçidir; ondan önce de nice elçiler gelmiştir.” (Al-i İmran 3/144)
“De ki: ‘Ben başka değil, tıpkı sizin gibi bir in¬sanım. Bana; Tanrınızın bir tek tanrı olduğu bildi¬riliyor. Artık ona karşı dürüst olun ve ondan bağış dileyin. Yazık o eş koşanlara.” (Fussilet 41/6)
Başka bir ayettede efendimizden şunları demesi istenir
21- De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm yeter, ne de sizi olgunlaştırmaya.
22- De ki: “Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurta¬ramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bula¬mam.
23- Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gön¬der¬diklerini tebliğdir, o kadar. Artık kim Allah'a ve onun elçisine baş kaldırırsa, ona içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.” (Cin 72/21-23)

DİN BÜYÜKLERİNİ KUTSALLAŞTIRMA
Din büyüğü olarak bilinen kimselerin, halk üzerinde etkisini artırmak için olağanüstü kişiliğe büründürülüp kutsallaştırılması yaygın bir durumdur.
Buna Said Nursî örnek verilebilir. Risal-i Nurlara göre Said Nursî, “yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini tamamlamıştır. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap vermiştir [1].” Çünkü “rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla ona Kur’ân ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiştir [2]”.
Şiilerde de böyle bir iddia vardır. Onlar bunu, Ali’nin soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler: “... İmamlardan hiçbiri bir öğretmene git¬memiş, bir eğitimciden bir şey öğren¬me¬miştir. ...Hiç biri bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medre¬seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so¬rulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için dü¬şünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir... [3]” İmamın ilahî hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtasıy¬ladır... [4]”
Bir insanın böyle bir bilgiye sahip olmasının mümkün olamayacağı açıktır. Bu özellik her hangi bir peygamberde de olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki, ben de tıpkı sizin gibi bir insanım. Bana, tanrını¬zın bir tek tanrı olduğu bildiriliyor. Artık kim Rabbine kavuş¬mayı umuyorsa hemen iyi bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak etmesin.” (Kehf 18/110)
“De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.
De ki: “Beni Allah’ın azabından kimse kurta¬ramaz. Ondan başka bir sığınak da bula¬mam.
Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gön¬derdiklerini tebliğdir o kadar.” (Cin 72/21-23)
Said Nursî daha ileri giderek şunları söyler: “Benim özel üstadım olan İmam-ı Rabbânî, Abdulkâdir Geylâni ile Cevşen-ül Kebir münâcâtını kendilerinden öğrendiğim İmâm-ı Gazâlî ve Zeynelâbidîn (R.A.) bir de otuz seneden beri Hazret-i Hüseyin ve İmâm-ı Ali'den (Kerremallâhü Vechehû) aldığım ders ve özellikle Cevşen-ül Kebîr vasıtasıyla onlarla kurduğum manevi bağ sayesinde geçmiş gerçekleri ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi aldım [5]”.
Said Nursî ile ilgili iddiaların gerçeklerle ilgisi olamayacağı açıktır. Zaten kendi el yazısı ile yazdığı özgeçmişine göre ilk öğrenimden sonra Şeyh Muhammed Celalî’nin ders halkasına katılmış, okunması adet olan kitapları okumuş ve daha sonra Van’da 15 yıl kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur [6].
“Tarihçe-i Hayatı”nda verilen bilgiye göre de; “önce Sarf ve Nahiv ile meşgul olmuş, İzhar’a kadar okumuş, sonra Şeyh Mehmed Celâlî’nin yanına gitmiş, her türlü ilime ait eserleri incelemeye koyulmuş ve İslamî ilimlerle ilgili kırk kadar kitabı ezberlemiştir.
Ayrıca Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim, Şeyh Mehmed Küfrevî, Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah’dan da dersler almıştır [7].
Bu sebeple, onun ilim hayıtını üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası onu kutsallaştırma çabasından başka bir anlam taşımaz.
Kutsallaştırma çabalarının öncüsü bizzat Said Nursî’dir. O, 70 yaşına vardıktan sonra bile şu sözleri söyleyebilmiştir: “Ondört yaşında idim. O zaman diploma sahibi olmanın göstergesi olarak hoca tarafından bana sarık sarılması ve cübbe giydirilmesinin önüne engeller çıkmıştı. Yaşım küçük olduğu için büyük hocalara özel olan giysi bana yakıştırılmamıştı. Diğer yandan büyük âlimler bana hoca değil, ya rakip oluyor, ya da karşımda konuşamıyorlardı. Kendini benim yanımda hoca görecek biri çıkmamıştı. Ben bu hakkı elli altı sene sonra kullanabildim. Bundan yüz sene önce ölmüş Mevlâna Zülcenaheyn Hâlid Ziyaeddin bana, kendi cübbesi ile birlikte bir sarık gönderdi, şimdi o cübbeyi giyiniyorum. Bu mübarek emaneti, Risale-i Nur talebelerinden ve âhiret kardeşlerimizden Âsiye adında bir muhterem hanımın eliyle aldım [8]”.
Said Nursî, 14 yaşında iken rakipsiz bir ilim adamlığı payesine ulaştığını iddia ede dursun Tarihçe-i Hayatı’nda on beş- on altı yaşlarına kadar bütün bilgisinin sünuhat kabilinden olduğu [9] ifade edilmektedir. Sünuhat, kişinin aklına ve hatırına gelen şeylere denir [10]. Onlara ilim dense yeryüzünde alim olmayan kimse kalmaz.
. Yukarıda Hıristiyanlıkta aracılık inancı olduğunu genişce anlatmıştık. Burada onu tekrarlamadan ona benzer bir inancın bir kısım tarikatlarda da olduğunu göstermeye çalışacağız. Aslında incelediğimiz tarikatların tamamında aracılık inancının var olduğunu gördük. Tarikatların hepsini incelemediğimiz için ihtiyatlı bir dil kullanmayı uygun bulduk. Tarikatlardaki aracılar, Hıristiyanlarda ve Taoistlerde olana benzer bir yapı oluşturmaktadır. Bu yapı, yaklaşık olarak şöyledir:



F- İNCELEDİĞİMİZ TARİKATLARDA ARACILAR

Allah’ı tanımlamada sıkıntı yoktur. Sıkıntı, Allah ile ilişkilerde ortaya çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyuru*r:

“Şurası bir gerçek ki, insanı yaratan biziz. Ona şahdamarından da yakın olduğumuzdan biz, içinin ona ne fısıldadığını biliriz.” (Kaf 50/16)

- “Kullarım sana beni sorarlarsa, ben onlara yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. Onlar da bana karşılık versinler; bana güvensinler. Belki olgunlaşırlar.” (Bakara 2/186)

İncelediğimiz tarikatların her birinde, Allah’ın insana şah damarından yakın olduğuna ve içten geçen her şeyi bildiğine inanılır. Hıristiyanlara göre de Allah insanlara yakındır[1] ve her şeyi bilir[2], insanların yüreklerinin derinliklerine iner[3]. Taoistlere göre de Allah her şeyi açıkça görür ve bütün işlerde insanlarla beraberdir[4]. Bunlara rağmen, Allah ile insanlar arasına aracılar konur. İncelediğimiz tarikatlarda aracı yapılanlar şunlardır:



1- Hakîkat-i Muhammediye
2- İnsan-ı kâmil

İncelediğimiz tarikatlarda insan-ı kâmil Muhammed’dir. Ama onun tarihi şahsiyeti değil, Adem balçık halindeyken peygamber olan Muhammed, yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilâhî irade ancak onun aracılığıyla gerçekleşir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi. … İnsan-ı kâmil, maddî-manevi bütün kemâl mertebelerini kapsar. Onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lâ’ya, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya bağlantılıdır[6]”.

Birçok kimse insan-ı kâmil terimini, olgun ve örnek insan diye algılar ama tarikatlar, bu terimle Katoliklerdeki Kilise inancına benzer bir inanç oluşturmuşlardır. Kilise, nasıl yaşayan İsa ise, onlara göre İnsan-ı Kamil de yaşayan Hakikat-i Muhammediye’dir. Her tarikat kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Derler ki: “İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey gizli değildir. O eşyayı ve eş*yanın hikmetini olduğu gibi bilir...” “Bu hakikat, her devirde değişen isim ve suretlerde peygamber veya veli olarak ortaya çıkar[7]. “Said Nursî’ye yakıştırılan olağanüstü özellikler” başlığı altında bu konuya tekrar dönülecektir.

“Mülkte tasarruf” Allah’a ait yetkileri kullanma demektir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Al*lah’a ait mülk demektir[8]. Ceberût da mana alemi ve göklere hakimiyet anlamlarına gelir[9].

Tarikatlar insanları sınıflara ayırırlar. Sırlarını bilenlere havass’ul-havas, az bilenlere havas, diğerlerine avam derler. Bildiklerini iddia ettikleri sırlar, tamamen hayal ürünü şeylerdir. Kendilerini, din büyükleri ve Allah ile ilişkide göstererek farklılıklarını vurgulamaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana vahiy gelir’ diyenden, bir de; ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalimi kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken bir görsen!.. Melekler ellerini uzatır şöyle derler: “Verin bakalım canlarınızı! Siz, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylerdiniz, kendinizi onun âyetlerinden yukarı bir yerde görürdünüz. Ona karşılık bugün alçaltıcı bir cezaya çarptırılacaksınız.
Bakın bize teker teker geldiniz; tıpkı sizi ilk defa yarattığımız gibi. Size yaptığımız ikramları arkanızda bıraktınız. Yanınızda şefaatçilerinizi de göremiyoruz; onların size eşlik edeceğini umuyordunuz. Bakın, aranızdaki bağlar tümüyle kopmuş. Umut besledikleriniz sizden ayrılıp gitmişler.” (En’am 6/93-94)

3- Kutb’ul- İrşad
İmam Rabbânî’ye göre[10] Kutb’ul-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşt, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasip olmaz. Onun nuru, mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin -yönelme sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, yöneliş ve samimiyeti nispetinde nasip alır ve doyar.

İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah’ın zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de – tıpkı o kutba yönelenler gibi- ondan istifade ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. “Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan, ancak rüşt ve hidayetin görünüşüdür (suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler, ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşt ve hidayetin nuru onlara ulaşır[11].

Demek ki, Kutb’ul-irşad denen şahsı inkar eden, Allah’ın zikri ile meşgul olsa dahi gerçek rüşt ve hidayetten mahrum kalırken, onu seven ve ona içten inanan, Allah’ın zikri ile meşgul olmasa bile rüşt ve hidayetin nuruna kavuşuyor. Bunlar, açıkça Allah’a iftiradır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimi kimdir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar ve hallerine tanık olanlar şöyle diyeceklerdir: ‘İşte bunlar, Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’. Bilin ki Allah’ın laneti o zalimlerin üzerindedir.
Onlar Allah’ın yoluna engel koyar, geri çevirmeye çalışırlar. Onlar ahireti göz ardı eden kimselerdir.
Bunlar yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değillerdir. Allah’tan başka dostları da yoktur. Azapları ikiye katlanacaktır. Onlar gerçekleri, ne işitmeye ne de görmeye tahammül edebilirler.
Onlar değerlerini yitirmiş kimselerdir. Uydurdukları şeyler de kaybolup gidecektir.
Hiç şüphesiz ahirette en çok kayba uğrayacak olanlar bunlar olacaktır.
İnanan ve iyi işler yapanlar ve Rablerine içten boyun eğip başka bir arayışa girmeyenler var ya, işte onlar cennetliklerdir; orada temelli kalacaklardır.
Bu iki kesimin durumu, hem kör hem sağır olan ile görmesi ve işitmesi iyi olan kimsenin durumu gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Artık bilgilerinizi gözden geçirmeyecek misiniz?” (Hûd 11/18-24)


Şeytan ve yardımcıları, Peygamberi tanrılaştırdıktan sonra din büyüklerini tanrılaştırmaya koyulurlar. Bunun en kestirme yolu, kendilerinin peygamberi temsil ettiğini söylemektir. Bunu Hıristiyanlar yapmışlar, kimi müslümanlar da onları takip etmişlerdir.

Katoliklere göre İsa’yı Kilise temsil eder. Kilise, hiyerarşik organlardan ve Mesih’in mistik bedeninden oluşan bir topluluktur. Kilisenin, biri insani diğeri ilahi olan iki farklı yapısı vardır[1]. Kilise insanlıkla Allah arasındaki birleşmenin işareti ve aracıdır[2]. Papa’nın bütün Kilise üzerinde tam ve yüce bir yetkisi vardır[3]. Papa, yanılmaz bir otoritedir[4].

Kimi tarikat ve cemaatlerde de insan-ı kâmil diye bir kavram vardır. Onlara göre insan-ı kâmil, Hakikat-i Muhammediyeyi[5] temsil eder ve maddî-manevi bü*tün kemâl mertebelerini kapsar[6]. Her tarikat, kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Maddî-manevi bü*tün kemâl mertebeleri yalnız Allah’ta bulunabileceğinden, onlara göre tarikat şeyhi, Allah’ın ete kemiğe bürünmüş hali olarak değerlendirilir. Allah’ın böyle şeylerle ilgisi olmaz. İnsan-ı kâmil konusuna tekrar döneceğiz.

E- İNSAN SÖZÜNÜ ALLAH’IN SÖZÜ SAYMA

İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği kitaptır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kendilerine İncil gönderilenler onun içinde Allah’ın indirdiği hükümlerle yargılasınlar”. (Maide 5/47) Ama eldeki İncil’e insan sözü karışmıştır. Onun büyük bölümü Pavlus’un[7], bir kısım havarilerin ve kimliği tam bilinmeyen kişilerin mektuplarından oluşur. Katoliklere göre İnciller; bütün bölümleriyle kutsal ve Kilise yasalarına uygundur. Kutsal Ruh’un vahyi ile yazıldıklarından yazarı Allah’tır[8]. Allah, Kilise ile konuşmayı sürdürmektedir. Kilise, İncil’in canlı sesidir. Kilise, inananlıları en yüksek gerçeğe götürmekte ve Mesih’in sözlerinin onlarda iyice yerleşmesine neden olmaktadır[9].

Kur’ân ise Allah’ın Muhammed aleyhisselama indirdiği son kitabıdır. Ona insan sözü karışmamıştır. Çünkü onu korumayı bizzat kendisi üstlenmiştir.
 

sahiner

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
18 Eyl 2007
Mesajlar
410
Tepki puanı
0
Puanları
0
Birçok kimse insan-ı kâmil terimini, olgun ve örnek insan diye algılar ama tarikatlar, bu terimle Katoliklerdeki Kilise inancına benzer bir inanç oluşturmuşlardır. Kilise, nasıl yaşayan İsa ise, onlara göre İnsan-ı Kamil de yaşayan Hakikat-i Muhammediye’dir. Her tarikat kendi şeyhini insan-ı kâmil bilir. Derler ki: “İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey gizli değildir. O eşyayı ve eş*yanın hikmetini olduğu gibi bilir...” “Bu hakikat, her devirde değişen isim ve suretlerde peygamber veya veli olarak ortaya çıkar[7]. “Said Nursî’ye yakıştırılan olağanüstü özellikler” başlığı altında bu konuya tekrar dönülecektir.

“Mülkte tasarruf” Allah’a ait yetkileri kullanma demektir. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Al*lah’a ait mülk demektir[8]. Ceberût da mana alemi ve göklere hakimiyet anlamlarına gelir[9].

Tarikatlar insanları sınıflara ayırırlar. Sırlarını bilenlere havass’ul-havas, az bilenlere havas, diğerlerine avam derler. Bildiklerini iddia ettikleri sırlar, tamamen hayal ürünü şeylerdir. Kendilerini, din büyükleri ve Allah ile ilişkide göstererek farklılıklarını vurgulamaya çalışırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendine bir şey vahyedilmediği halde ‘Bana vahiy gelir’ diyenden, bir de; ‘Allah’ın indirdiği gibi ben de indireceğim’ diyenden daha zalimi kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken bir görsen!.. Melekler ellerini uzatır şöyle derler: “Verin bakalım canlarınızı! Siz, Allah’a karşı gerçek dışı şeyler söylerdiniz, kendinizi onun âyetlerinden yukarı bir yerde görürdünüz. Ona karşılık bugün alçaltıcı bir cezaya çarptırılacaksınız.
Bakın bize teker teker geldiniz; tıpkı sizi ilk defa yarattığımız gibi. Size yaptığımız ikramları arkanızda bıraktınız. Yanınızda şefaatçilerinizi de göremiyoruz; onların size eşlik edeceğini umuyordunuz. Bakın, aranızdaki bağlar tümüyle kopmuş. Umut besledikleriniz sizden ayrılıp gitmişler.” (En’am 6/93-94)

3- Kutb’ul- İrşad
İmam Rabbânî’ye göre[10] Kutb’ul-irşad son derece az bulunur. Uzun zamanlar ve asırlar geçtikten sonra ortaya çıkar, hidayet ve zuhurunun nuru ile karanlık cihanı aydınlatır. Onun irşadı bütün cihana yaygındır. Arştan yeryüzünün merkezine kadar her kime rüşt, hidayet, iman ve marifet ulaşırsa onun yolundan ulaşır ve ondan alınır. Onun aracılığı olmadan bu devlet kimseye nasip olmaz. Onun nuru, mesela büyük okyanus gibi cihanı kaplamıştır da bu denizde hiçbir hareket meydana gelmemiştir, sanki donmuş gibi durmaktadır. Ona yönelen ve samimiyetle inanan, yahut onun yöneldiği talibin -yönelme sırasında- sanki kalbinden bir pencere açılır ve bu yoldan, yöneliş ve samimiyeti nispetinde nasip alır ve doyar.

İnkar ettiği için değil de onu tanımadığı, bilmediği için (doğrudan) Allah’ın zikri ile meşgul olan ve gönlünü Allah’a yönelten kimse de – tıpkı o kutba yönelenler gibi- ondan istifade ederler; ancak birinci durumdaki istifade daha ziyadedir. “Kutbu inkar eden, yahut ondan rahatsız olan kimselere gelince, Allah’ı zikir ile meşgul olsalar bile gerçek rüşd ve hidayetten mahrum olurlar. Onu inkar ve rahatsız etmek kişinin feyz yolunu tıkar, kutub onu faydalandırmamayı, ona zarar vermeyi istemese bile o gerçek hidayetten uzak kalır. Onda bulunan, ancak rüşt ve hidayetin görünüşüdür (suretidir). Manadan uzak, içi boş suretin faydası da azdır. O kutbu seven ve ona içten inanan kimseler, ona gönülleriyle yönelmeseler, Allah’ı zikir ile meşgul olmasalar dahi, yalnızca sevgileri sebebi ile rüşt ve hidayetin nuru onlara ulaşır[11].

Demek ki, Kutb’ul-irşad denen şahsı inkar eden, Allah’ın zikri ile meşgul olsa dahi gerçek rüşt ve hidayetten mahrum kalırken, onu seven ve ona içten inanan, Allah’ın zikri ile meşgul olmasa bile rüşt ve hidayetin nuruna kavuşuyor. Bunlar, açıkça Allah’a iftiradır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimi kimdir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar ve hallerine tanık olanlar şöyle diyeceklerdir: ‘İşte bunlar, Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir’. Bilin ki Allah’ın laneti o zalimlerin üzerindedir.
Onlar Allah’ın yoluna engel koyar, geri çevirmeye çalışırlar. Onlar ahireti göz ardı eden kimselerdir.
Bunlar yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değillerdir. Allah’tan başka dostları da yoktur. Azapları ikiye katlanacaktır. Onlar gerçekleri, ne işitmeye ne de görmeye tahammül edebilirler.
Onlar değerlerini yitirmiş kimselerdir. Uydurdukları şeyler de kaybolup gidecektir.
Hiç şüphesiz ahirette en çok kayba uğrayacak olanlar bunlar olacaktır.
İnanan ve iyi işler yapanlar ve Rablerine içten boyun eğip başka bir arayışa girmeyenler var ya, işte onlar cennetliklerdir; orada temelli kalacaklardır.
Bu iki kesimin durumu, hem kör hem sağır olan ile görmesi ve işitmesi iyi olan kimsenin durumu gibidir. Bunlar hiç eşit olabilirler mi? Artık bilgilerinizi gözden geçirmeyecek misiniz?” (Hûd 11/18-24)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt