Neler Yeni

Hoşgeldiniz İslami Forum Sayfası

Tüm özelliklerimize erişmek için şimdi bize katılın. Kaydolduktan ve oturum açtıktan sonra, konular oluşturabilir, mevcut konulara yanıtlar gönderebilir, diğer üyelerinize itibar kazandırabilir, kendi özel mesajınızı edinebilir ve çok daha fazlasını yapabilirsiniz. Ayrıca hızlı ve tamamen ücretsizdir, peki ne bekliyorsunuz?
Blue
Red
Green
Orange
Voilet
Slate
Dark

Allah c.c mekandan münezzehtir (2 Kullanıcı)

Leyla_Ebedi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Şub 2008
Mesajlar
331
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
17
Allah c.c ın ezeli ebedi sermedi ve zati ile kaim sıfatları vardır bunları herkes bilmekle mükelleftir
o sıfatlar ne allahdır nede allahdan başkasıdır

tenzihi sıfatları

Allah Teala birdir zatında sıfatlarında isimlerinde fiillerinde ve mülkünde ortağı yoktur allah c.c cisim ve cevher değildir şekil hudut ölçü sayı ve parçalanma kabul etmez herhangi bir yer işgal etmediği gibi mürekeb ve sonu olan bır varlıkda değildir ölçüde ve taksımde başka varlıklara benzemez allah herhangi bir şeye hulul etmediği gibi allah a da herhangi bir şey hulül etmez

Allah C.C araz değildir ve arazlardan uzaktır ne kendisi mevcuda benzer nede mevcud O na O nun
benzeRİ yoktur O da başkasına benzemez

ölçüye sığmaz ne herhangi bir bölge nede
yönler o nu ihata edemez yer gök onu içine alamaz zaman ve mekandan münezzehtir bir mekana da sabit olması düşünülemez
zaman an gece gündüz O nun üzerine cereyan etmez hadiselerdeden müteessir olmaz bütün sıfatları zevalden münezzehtir sıfatlarının kemala ermeye ihtiyacı yoktur acizlik ve kusurluktan uzaktır uyuklama ve uyku O nu tutmaz ölüm ve yokluk O nun hakkında varid olmaz bütün hadiselerin tasarrufu yedi kudretindedir
malumatının ve ve kudretının nihayeti yoktur

keyfiyyet cinsiyet hal ahval gülmek üzüntü tebessüm güler yüzlülük keder sevinç hüzün ıztırap çekmek ve acı duymak gibi şeylerle
sıfatlanamaz gelmek gitmek ileri veya geri gitmek
bitişmek aylırmak toplamak ve dağılmak gibi şeylerle tavsif olunmaz inmek çıkmak bir yerde karar kılmak oturmak kalkmak yatmak hareket etmek sakin durmak artmak eksilmek büyümek
ve küçülmek gibi şeylerlede vasfedilmez

unutmak hata etmek dehşete kapılmak bir illet veya hastalığa düçar olmak zafiyet müsibet
meşakkat fütür zillet sabırsızlık korku gibi haller allah a isabet etmez

Allah c.c inatçılık alçaklık başıboşluk acelecililk
kabalık suç işlemeye meyletmek cehalet geri zekalık bir şeyi gizlemek cimrilik tamahkarlık ve hırsa kapılmak gibi beşeri sıfatlardan münezzehtir

çoğalmak uzamak sayılmak parçalanmak
uzuv sahıbı olmak çeşitli maddelerden meydana
gelmiş olmak var olmak için herhangi bir unsura
muhtaç olmak allah .c.c hakında düşünülemez

o doğurmadı başkasındanda doğma dı onun dengi
ve benzeri yoktur ..
zatı diğer varlıkların zatına benzemediği gibi
sıfatlarıda diğer yartıkların sıfatlarına benzemez
O arş üzerinde kendisinin beyan ve murat ettiği
şekilde müstevidir bununla beraber orada cismi
bir şekilde yerleşmek karar kılmak hulül etmek
ve dolaşmak gibi şeyler düşünülemez O arş yer
gök her şeyin üzerindedir bu üzerinde olmak
O nu arş ve sema üzerine yaklaştırıp
yerden uzaklaştırmak manasında değildir
bununla beraber O her varlığa yakındır
nitekim kuranı kerimde şöyle buyurulmuştur [/size]

biz ona (insana ) şah damarından daha yakınız kaaf süresi 16;



taha süresinin 5 inci ayeti celilesinde

maelen "rahman ARş ı istiva etmiştir" .

keramiyye mezhebi mensupları istikrar
yani arz üzerine oturup yerleşme manası ver vermişler bu görüş tamamen yanlıştır ve allah a mekan izafe etmektir.. bu küfürdür..



bize (matrudi itikadına)göre buradaki istiva istila yanı allahın kuvvet ve galabesi ile arş ı istila etmesi manasındadır

Allah c.c ye mekan izafe edenlerin görüşerini

reddeden diğer görüşler şunlardır

"enes bın malık istivanın manası meçhul değildeir

keyfiyetini idrak etmeye aklın gücü yetmez bu

şekılde iman etmek vacib soru sormak ise buyuk

hatadır demiştir" .

Allah c.c ARş ı yaratmadan önce vardı arşı yarattıktan sonra oraya intıkal etti demek caiz değildir çünkü intikal mahlukatın sıfatıdır allah ise yarattıklarının sıfatlarından münezzehtir

eğer Allah c.c arş üzerinde istikrar etse idi
o zaman şöyle denilmesi gerekirdi allah c.c
arş büyüklüğündedir veya allah .c .c arştan büyüktür bu iki görüşte küfürdür


"hazreti Ali k.v Allah Teala arşı yaratmadan önce

neredeydi ? diye sorulduğunda şöyle cevap

vermiştir nerede kelimesi mekan ifade eder

Allah c.c mekandan münezzehtir demiştir"
 

KASIMasna

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2008
Mesajlar
19
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Yazinizi ömerünnesefi Ismli Kitaptan Mi Emalii Den Mi Aldiniz. çok Güzel Ama çok Uzun Yüreğinize Sağlik. Mevlam Razi Olsn.mesnatlerini Yazarsaniz Daha Etkili Olur Kanaatindeym Tabi Siz Daha Iyi Bilirsnz.bununla Alakali Tavsiye Edebileğiniz Kitab Var Mi?teşekkürler
 

Leyla_Ebedi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Şub 2008
Mesajlar
331
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
17
ŞERHU'S SUNNE-İMAM BERBEHARİ-14.DERS(Allah’ın rahmeti üzerine olsun bil ki; Allah hakkında (ilimsiz) konuşmak muhdes, bidat ve sapıklıktır. Allah’ı (esma ve sıfatları hususunda) Kuran ve Rasulullah’ın ashabına beyan ettiği gibi öylece vasıflandırmak gerekir. O, en büyük övgüye layık olan Allah tektir, onun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, işiten ve görendir.)

Müellif, bu sözle, Allah’ın esma, sıfatı, fiilleri hakkında selefin usulünü öğretmektedir. Allah’ı, kuran ve sünnetin vasıflandırmadığı bir tarzda vasıflandırmanın, ona kuranda ve sünnette varid olmayan bir esma, sıfat, fiil vermenin, dinde muhdeslik ve bidatlik olduğunu, bunun neticesinde, kişinin sapıklığa düştüğünü bildirmektedir.



Müslüman, Allah’ı isimlerini, sıfatlarını, fiillerini hakkıyla kuranın ve sünnetin kendisine bildirdiği tarzda tatil, tahrif, temsil, teşbih, tekyif, tecsim yoluna gitmeden, selefin vasıflandırdığı gibi vasıflandırması gerekir. Allah’a kuran ve sünnet nasıl isimler verdiyse ve sıfatları layık gördüyse öylece tanımak lazımdır, aklımızın, hevamızın, batıl mezheplerin, yunan ve hint felsefesinin etkisiyle tanımaya gitmek şer’an caiz değildir.



Rasulullah, ashab, onları en güzel tarzda izleyen selef imamları Allah hakkında kuranın ve sünnetin vasıflandırdığının dışına çıkmamışlar, risalelerinde bu akide esasına davet etmişler, yeri gelmiş bu akide uğruna acılara ve çilelere düşmüşlerdir. Bu yüzden müslüman bu konularda muhdes, bidat çıkartan değil tabi olan, musaddık, ve Müslim olan olmalıdır.



Kimileri, Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın tahir sünnetinde sabit olan “Rahman Arşa istiva etti ” (Taha-5) ayetini inkar, tevil, tahrif ederek veya görmezlikten gelerek veya inandığı itikadi mezhebinin batıl görüşüne taassupla sarılarak şöyle der “Allah her yerdedir ” Bununla aklını, hevasını, batıl mezhebini kuranın ve sünnetin önüne alırlar, kendi havalarını nassların önünde çalıştırırlar, işte Böyleleri muhdes inanç, bidat bir akide taşımış olurlar.



Kimileri de, Cehmiyye ve Muattıla mensupları, Allah’ın kuran ve sünnette sabit olan esmalarını ve sıfatlarını inkar ederek “ Allah hakkında el, yüz, göz, gülme, rıza, inme, istiva, sıfatları Allah’a layık görülebilir mi ” diyerek inkar cihetine yönelmişler, muhdes ve bidat yolar oluşturmuşlardır.



Kimileri ise günümüzde selefin görüşünü bile bile görmezlikten gelerek, çokça yaygın ve tehlikeli bir tarzda sıkça şöyle derler “ Allah’a mekan tayin edilir mi, Allah mekandan münezzehtir, Allah için sınır olamaz” diyerek batılla hakkı iç içe getirerek konuşurlar, akaid ilminin muktedası içinde konuşmazlar, işte bu da muhdestir, ve bidattir.



Kimileri de bunlar Eş’arilerdir şöyle derler “ Allah ne gökte, ne yerde, ne içerde, ne dışarıda, ne kuzeyde, ne batıda” böylece varlığı zatıyla kaim olan şanı ve şerefi yüce olan Allah’ı madum/yok saymak etmektir ki, bu yapılan apaçık ise, nassları inkar ve hevayı öne çıkartmaktır ki bidattir, hem de çok tehlikelidir.



Kimi sapık fırkalar Allah’ın iradesini hiçe sayarak kulda irade vardır diyerek batıl ve akla dayanan bir yolla bidatlere düşerler.



Kimileri de günümüzde müslüman gençlere ve cemaat ehli olanlara uhuvveti, feraseti, hikmeti hiçe sayarak şöyle der “ Günümüzde Vehhabiler var dikkatli olun, Allah’a insanın azaları gibi azalar isnad etmektedirler, batıl isimler ve sıfatlar vermektedirler, sakın onların tuzaklarına ve düşüncelerine kapılmayın, dikkatli olun.” Diyerek müslüman toplumu selefin çok güzel ve ilmi delillere dayanan akidevi ve ameli yollardan uzak tutarlar, işte buda muhdestir, bidattir, sapıklıktır.



Bir gün bu insanlardan birileri benim hakkımda şöyle demiştir “ Aman yanına gitmeyin, sizi sözüyle büyüler kardeşim, adam konuştuklarını hemen kendine benzetmektedir” ne kadar da zavallı ve cahilce bir yaklaşım değil mi ? Biz ne konuşuyoruz ? hevaya ve akla dayanan neler anlatıyoruz ki gençleri benden ve selefin yolundan soğutmaktasınız ? İşte bu kişiler bidat işlemektedirler, Allah onlara hakkı hak, batılı da batıl olarak göstersin.



Allah’ın esma ve sıfatı konusunda en sağlam yolu Ehl-i sünnet ve’l Cemaat akidesi belirlemiştir. Kim Rasulullah’ın, Ashabının, Tabiinin, gittiği itikad ve amel yolunda gitmez, hevasına, aklına, mantığına uygun itikad eder ve amel ederse Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’ten sayılmaz. Zira, Ehl-i Sünnet Cemaatinden olabilmek için Kuran-sünnet-ashab-tabiin menhecinde iman ve amel etmeyi gerekli kılar. Bu yolda gidenler, az bile olsalar onlar menheçlerini Rasulullah ve ashab üzerine bina etmişlerse Ehl-i Sünnet sayılırlar. Abdullah İbn Mesud diyor ki “ tek bile olsan hak üzerinde isen sen bir cemaatsin.”



Allah’ın zatını, Allah ve Resulünün sıfatlandırdığı gibi sıfatlandırarak aşağıda gösterilen dört esas ile iman edeceğiz.[1]

1-Tahrif etmeden iman edeceğiz.

2-Tatil etmeden iman edeceğiz.

3-Tekyif etmeden iman edeceğiz.

4-Teşbih etmeden iman edeceğiz.



Değerli kardeşlerim,

Allah ve Resulü bize anlamını bilmediğimiz sıfatlar indirmemiştir. Bu yüzden, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, sıfatların manasını kabul ederler, anlamını bilirler, sıfatların manasını Allah’a havale etmezler. Onlar, nassların manalarını Kitab ve Sünnetin zahir manaları ile alır ve kabul ederler. Onlar anlamı kabul ederken, keyfiyetini sormayı kabullenmezler. Örnek İstiva’nın manasının yükseldi, yukarda oldu, oturdu olarak kabul ederler. Fakat bu yüksekte olmanın nasıllığını bilmezler.



Şeyhulislam Akidetu’l Vasıtıyye’de şöyle der “Bu sebepten ötürü onlar yüce Allah’ın kendi zatını nitelendirdiği vasıfları ondan nefyetmezler, kelimeleri kullandıkları yerlerinden (açık anlamlarından) uzaklaştırmak yoluna gitmezler. Onlar Allah’ın isim ve ayetlerine ilhada sapmazlar. Onun sıfatlarını, yaratıklarının sıfatına benzetmezler ve keyfiyetlendirmezler.”



Yine Şeyhulislam Akidetu’l Vasıtıyye’de şöyle der “Gerek Allah aziz kitabında kendisini, gerekse Resulü Muhammed(s.a.v.) O’nu ne ile nitelendirmiş ise bunlara tahrif, tatil, keyfiyetlendirme ve temsil (örneklendirme) söz konusu olmaksızın inanmak da Allah’a iman etmenin kapsamı içerisindedir. Bilakis yüce Allah’ın: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur ve O her şeyi işitendir, görendir.”(eş-Şura, 11) buyruğunda dile gerçeğe iman ederler.”



O halde, bilelim ki; Allah kendi zatına hangi isim ve sıfatları ispat ve nefy etmişse öylece ispat etmek ve nefyetmek esastır. Kim Allah ve Resulünün ispat ve nefyettiği isim ve sıfatları ispat etmeyerek ve nefyetmeyerek kelimeleri kullanılması gereken yerde kullanmazsa sapar. Bir kimse, Allah’ın elini kudret, istivayı istila gibi tahrif ederek kullanılması bir sapıklıktır. Bu yüzden Ehl-i Sünnet Allah’ın isim ve sıfatları hususunda; Allah’ın ispat ettiğini ispat eder, nefyettiğini nefyeder, kelimeleri kullanılması, bilinmesi gereken manada kullanır, isim ve sıfatlarda inkara yönelmez, Allah’ın sıfatlarını mahluklara benzetmez, sıfatlar hususunda keyfiyetlendirmeye gitmez.

İmam Berbahari der ki, “O, en büyük övgüye layık olan Allah tektir, onun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, işiten ve görendir.”

Allah, şanı ve şerefi yücedir, o en güzel hamda layıktır, zatıyla tektir, eşi benzeri yoktur, akıllar ona isim aramamalıdır. O’nun ismi gibi bir isme layık, o ismi hak edecek bir benzeri yoktur. [3] Yani İbn Abbas’ın dediği gibi;Onun ismine benzer, aynı, tıpkı bir isim yoktur.[4] Allah’ın benzeri, tıpkı aynı ismi ve dengi yoktur. Onun sıfatlarından birini mahlukatın sıfatına benzetmek, dengi olduğunu söylemek, sıfatlarını taşıyan aynı isimde zat olduğunu söylemek, caiz değildir.[5]



1.Delil: Allah ayetinde, “ Onun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şura, 11) (Allah bu ayette temsili reddetmektedir.)

2.Delil: Allah ayetinde, “O’nun adıyla anılan bir kimse biliyor musun ? (Meryem,65) (Allah benzeri olmadığını ispat etmektedir.)

3.Delil: Allah ayetinde, “ Kimse O’nun dengi değildir.” (İhlas, 4) (Allah dengi olmadığını söylemekle temsili olmadığını ispat etmektedir. )

4.Delil: Allah ayetinde, “ Artık Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın” (Nahl, 74)





“onun benzeri hiçbir şey yoktur ve O, işiten ve görendir.” (Şura-11)

Allah şura 11. ayetinde beyan ettiği sıfatların varlığını “ispat etmek” için beyan eder. Allah zatına Semi ve Basir sıfatlarını layık görür. Allah bu sıfatlarını zatına verdiği gibi kullarına da vermiştir. Fakat kullarının işitmesi ve görmesi asla Allah’ın işitmesi ve görmesi gibi değildir. Diyelim ki, bir sinekte, karıncada işitir, peki sinek ve karıncanın işitmeleri insanın işitmesi gibi denile bilinir mi ? Asla denilemez. Sonra kim diyebilir insan ve karınca işitmesi birbirinin aynısıdır, işitmeleri tıpatıp birbirinin dengidir ? Allah’ın işitmesinin insanın işitmesiyle aynı olduğu da söylene bilinir mi ? Allah işitme ve görmeyi ispat etmekle işitmenin ve görmenin zatına layıklığını ve benzeri olmadığın ispat etmiştir. Asla denk olduğunu, bir mahlukun kendi gibi işittiğini değil. Buradaki ispata “ispatu’l vucud denilir, ispatu’l musave” denilmez.



Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat Akidesinin sıfatlar hususunda ki düsturu şura 11. ayeti kerimeye dayanır. Allah ayetinde iki temel esası beyan ederek iman ve inkar edilmesi gerekenleri belirler.

1.Esas: Allah’a yaraşır kuran ve sünnetin ispat ettiği (kabullendiği) tüm isim ve sıfatları ispat eder.

2.Esas: Allah’a yaraşmayan Kuran ve sünnetin nefyettiği (reddettiği) tüm isim ve sıfatları nefy eder.

Ehli Sünnet bu iki esas üzerine bina ettiği sıfatlar konusunda; Hak yoldadır. Zira, diğer sapık fırkalar ve bidatçi itikadi akımlar kuranın ve sünnetin sınırını aşmışlardır. Fırkalardan kimileri Allah’ın sıfatlarını(Semi-Basir) ispat edersem Allah’ı beşere benzetmiş olurum diyerek inkara yönelmiş(Muattıla), kimileri de Allah’ı beşere benzeterek(Müşebbihe) sapık şirk yola yönelmiştir. Hak yol ise, Allah’ın sıfatlarını 7 yola kaçmadan, Allah ve Resulünün ispat ve nefyettikleri gibi öylece kabul etmektir.



Selametle…..



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Salih Ali Şeyh, Şerhu’l Akidetu’l Vasıtıyye, sf-.24

[2] Salih Ali Şeyh, Şerhu’l Akidetu’l Vasıtıyye, sf-.24

[3] Salih fevzan el-Fevzan, Şerhu muhtasar ale’l Akideti’l Vasıtıyyeti. Sf-.9

[4] Salih Ali Şeyh, Şerhu’l Akidetu’l Vasıtıyye, sf-40

[5] Mecmua Fetava, 6/516


ÇOK ÖNEMLİ BİR KONU HAKKINDA BİLGİ İSTEDİNİZ TABİKİ UZUN OLCAK TAM AÇIKLAMA İÇİN GEREKLİ .... :)
Amin ecmain inşallah
 

KASIMasna

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
30 Ocak 2008
Mesajlar
19
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
38
Teşekkür Ederim çok Müsmir Oldum Allah Razi Olsn Sağolun Gerçekten Zamanimizin Sizin Gibi Imani Tam Itikadi Tam Ilmi Güzel Olan Kişilere Ihtiyaci Var. Bunlari Sizi övmek Için Değil Böyle Olduğunuz Için Söylüyorm.gerektiği Zaman Takdir Gerektiği Zamanda Tekdir Etmeyi Bilmeliyiz.mevlamiza Zatinin Safaatinin Esmaainin Ve Ef'alinin Hudutsuzluğunca şükürler Olsun.sevinçliyim çünkü Gerektiğinde Itikadina Samimiyyetine Inandiğim Siz Varsnz Sağolun Var Olun Size Artik Güveniyorum...
 

Leyla_Ebedi

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
2 Şub 2008
Mesajlar
331
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
17
Estagfurullah

Rabbim cümlemizden razı olsun hidayet üzere sabit kılsın ..cümlemizin ilmini şevkini artırsın razı oldugu sevdigi kullarından eylesin .. son nefeste razı olarak emanetini yanına alsın inşAllah ... iman ile iman ile ...
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
-Bir uyarı-

Selamun aleyküm arkadaşlar Leyla-Ebedi arkadaşımızın ilk yazısında dediği gibi Allah mekandan münezzehtir,Amenna ve Saddekne...
Yalnız ikinci ŞERHU'S SUNNE-İMAM BERBEHARİ- alınma yazı Vehhabi akidesini yansıtmakta Ehli Sünnete laf söylemektedir, ve ilk yazıyla tenakuz içindedir.Lütfen Vehhabi zihniyetli İmam Berbehari'nin yazısını kaldırırsanız insanların kafası karışmaz.Ciddi araştırma yapılmadan yapıştırılan bu yazı gerçekten tehlikelidir,Bakın Vehhabi zihniyetli Berbehari yukarıda ne diyor;

Kimileri ise günümüzde selefin görüşünü bile bile görmezlikten gelerek, çokça yaygın ve tehlikeli bir tarzda sıkça şöyle derler �Allah� mekan tayin edilir mi, Allah mekandan münezzehtir, Allah için sınır olamaz�diyerek batılla hakkı iç içe getirerek konuşurlar, akaid ilminin muktedası içinde konuşmazlar, işte bu da muhdestir, ve bidattir.

Kimileri de bunlar Eş�rilerdir şöyle derler �Allah ne gökte, ne yerde, ne içerde, ne dışarıda, ne kuzeyde, ne batıda�böylece varlığı zatıyla kaim olan şanı ve şerefi yüce olan Allah� madum/yok saymak etmektir ki, bu yapılan apaçık ise, nassları inkar ve hevayı öne çıkartmaktır ki bidattir, hem de çok tehlikelidir.


Allah'ın mekandan Münezzeh olmasını bidat görüyor,Halbuki Eşariler Ehli sünnettir ve yukarıdaki sözleride de haktır.Daha ayrıntılı bilgi için Leyla-Ebedi arkadaşımızın ilk yazısına bakınız.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
AKİDETÜ'T-TENZİH
O’nun benzeri hiçbir şey yoktur!

.
Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat âlimlerinin icmâıyla Allâhü Teâlâ mekân,zaman,cihet, hulul ve intikalden münezzehtir

Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur;

''Sen zahirsin, senin Üstünde hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, senin Altında hiçbir şey yoktur ''
(Ebu Davud,K.el-Edeb,bab:98, Hadis no:505/ Müslim,K.ed-Dua,bab: 61, Hadis no: 2713 / Tirmizi,K.ed-Da’vat bab: 19,Hadis no:3400)

İmam Beyhakî rahimehullah demiştir ki,

Dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: "Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır" demişlerdir.
(“El-Esmâ ve’s-Sifât“2.cilt/s.144)

İbni Hacer Askalani rahimehullah Fethu'l-Bari'de derki;

''Allahü teâlâ hareket intikal,hulul,mahlukatın içine girmek gibi şeylerden münezzehdir.''

Kâdî Beydâvî rahimehullah Bakara/255 tefsirinde diyor ki:

"Allahü teâlâ bir mekânda bulunmaktan ve âleme hulûl etmekten münezzehdir."

Aliyyül Kârî rahimehullah Fıkhu'l Ekber şerhinde diyor ki;

''Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir''


.........................................................................................................................................................................

اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحي
Hamd, ancak Allah’a mahsustur. Salat ve selam Resulune, O’nun ehline, Ashabına ve Kıyamet’e kadar onların yoluna uyanlara olsun.Sadece dört imam değil, tüm imamlar ve ümmetin selefi eimme-i müslimin aynı hak itikat üzeredirler. Çünkü onların hepsi bu konuda ilmlerini direkt Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’den alan sahabenin mezhebi üzeredirler.Sahabe (Allah hepsinden razı olsun) Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında tek bir itikat üzerine idiler.

Allahü Teâlâ'ya mekân yön,intikal,hudud,hulul isnad etmek caiz değil ise,şüphecilerin Allah nerede? sorusu ne anlama gelir ?.....

Bazı şüphecilerin sorduğu ‘Allah nerede?’ sorusuyla karşılaştığımızda doğal olarak “Tövbe estağfirullah, bu ne biçim soru! Allah’a haşa, sümme haşa mekan mı tayin ediyorsun?Allah mekandan münezzehdir!”dediğinizi duyar gibiyiz.Maalesef bazıları da tam aksine “Allah zatıyla her yerde”, “Allah mü’minin kalbinde”, “Allah nerede anarsan orada”, kimileride “Allah zatıyla arş'da,orada oturmuş,yerleşmiştir”, “Allah gökte ama bizim bildiğimiz gökte değil”, “Allah semadadır ” gibi yanıtlar vereceklerdir.Müslümanların kafası şunlarla karıştırıldı.Bu risaliyede günümüzdeki Allah'u teala'nın (haşa!) mekan,yön isnad eden Mücessime/Müşebbihe artıklarına ve Allah'u teala'nın (haşa!) mekanın içine girdiğini ve zatıyla heryerde olduğunu söyleyen Hululiye/Cehmiyye artıklarına Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşlerinden nakiller ile cevap vereceğiz. el-Hak!Allah Mekandan Münezzehtir ilmi ise herşeyi kuşatmıştır ve Allâhu Teâlâ'yı mekândan ve cihetten münezzeh olarak bilmek Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'in akidesidir.

Bu risaleyede inşâellah şüphecilerin dillerine doladıkları 2 hadisi ve bir ayeti ulemanın görüşleri ile açıklarken Müteşabih ayet ve hadislerin nasıl anlaşılması gerektiğini ve Neden dua esnasında eller yukarı kaldırılır gibi bir çok şüpheye Ehl-i Sünnet'in Selef ve Halef alimlerinden cevaplar verirken sonunda anlaşılacağı üzere Allah'u teala'nın mekanlardan cihetlerden intikalden münezeh olduğuna dair icma olduğudur.

Bu konuda Şüphecilerin iddialarına cevap;

ŞÜPHECİ; Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vessellem Allah hakkında ‘nerede?’ diye sorduğu sahih kaynaklarca sabittir . Müslimde geçen hadiste O, cariyeye: “Allah nerededir?” diye sormuştur. Bu soruya nasıl karşı çıkılır.Bir kimsenin mü'min olup olmadığını öğrenmenin yolu, ona "Allah nerededir?" diye sormaktır. Çünkü Efendimiz (s.a.v), rivayette geçen cariyenin mü'min olup olmadığını tahkik etmek için ona böyle sormuştur. Bu sorunun muhatabı olan kişi eğer "Allah göktedir" derse, mü'min olduğuna hükmedilir. Çünkü cariye Allah Teala'nın gökte olduğunu söylemiş, Efendimiz (s.a.v) de bu cevap üzerine –kendisinin kim olduğu sorusuna da doğru cevabı aldıktan sonra– onun mü'min olduğunu söylemiştir.

CEVAP; Bu "tak'îd"in (kaideleştirme) ne kadar sağlıklı olduğunu görmek için bahse konu hadisin durumunu yakından incelemek gerekir. Bunun için hoşgörünüze sığınarak bazı teknik ayrıntılara kısaca girmek durumundayız. İlgili rivayetin bu varyantında Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye, "Allah nerededir?" diye sorduğu nakledilmektedir. Cariye bu soruya "Allah göktedir" diye cevap verir. Ardından gelen "Ben kimim?" sorusuna, "Sen Allah'ın Resulüsün" cevabını alınca, efendisine dönerek, "Onu azat edebilirsin; zira mü'mindir" buyurur. (Müslim, "Mesâcid", 33; Ebû Dâvûd, "Salât", 166; en-Nesâî, "Sehv", 20; "el-Muvatta", "Itk", 6; Ahmed b. Hanbel, V, 447-9; İbn Ebî Şeybe, "el-Musannef", VII, 215.)

Bu rivayeti mahrecinden, yani olayın kahramanı sahabî Mu'âviye b. el-Hakem es-Sülemî (r.a)'den nakleden kişi Atâ b. Yesâr'dır. Ancak aynı ravinin, aynı olayı "Allah nerededir?" sorusunun yer almadığı değişik bir lafızla naklettiğini görüyoruz. Buna göre Efendimiz (s.a.v), "Semada kim var?" diye sorarcasına elini yukarıya kaldırarak işaret buyurmuştur. (ez-Zehebî, "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm", I, 254.)

Yine Atâ b. Yesâr'dan aynı rivayet şu lafızla da rivayet edilmiştir: "Cariyeye "Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi. "Muhammed'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" diye sordu. Cariye "Evet" dedi..." (Abdürrezzâk, "el-Musannef", IX, 175

Aynı lafız, Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd isimli tabiî tarafından, "Ensar'dan bir adamdan" nakledilmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; "el-Muvatta", "Itk", 6; Abdürrezzâk, a.g.e., a.y.; Ahmed b. Hanbel, III, 452.)

Her ne kadar bu haliyle zahiren mürsel ise de, bu varyant, mezkûr Ubeydullah'ın Ebû Hureyre (r.a)'den rivayeti olarak muttasıl bir senetle de nakledilmiştir. (Bkz. İbn Abdilberr, "et-Temhîd", IX, 114-5.)

Bu muttasıl senet Ahmed b. Hanbel (II, 291) ve Ebû Dâvûd ("Eymân", 16) tarafından zikredilmiş, ancak metinde Efendimiz (s.a.v)'in cariyeye "Allah nerededir?" diye sorması üzerine cariyenin eliyle yukarıyı işaret ettiği zikredilmiştir. (Ayrıca bkz. Abdürrezzâk, IX, 176; İbn Huzeyme, "Kitâbu't-Tevhîd", 123; el-Beyhakî, "es-Sünenu'l-Kübrâ", VII, 388; ez-Zehebî, a.g.e., I, 260)

Bir diğer varyantta Efendimiz (s.a.v) cariyeye, "Rabbin kim?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiştir. (İbn Huzeyme, a.g.e., a.y.)

Bir başka varyantta cariye Efendimiz (s.a.v)'in sorularına sadece işaretle cevap vermiştir. Buna göre Efendimiz (s.a.v) "Allah nerededir?" diye sormuş, cariye eliyle yukarıyı işaret etmiş, "Ben kimim?" sorusuna cevaben de cariye, "Sen Allah'ın Resulüsün" anlamında eliyle önce Efendimiz (s.a.v)'i, sonra da yukarıyı işaret etmiştir. (Ebû Dâvûd, "Eymân", 16; Ahmed b. Hanbel, II, 291)

Bütün bu varyantlar bir noktayı açık biçimde göstermektedir: "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen bu rivayet kesinlikle mana ile aktarılmıştır. Bir diğer deyişle, Efendimiz (s.a.v) ile cariye arasında geçen konuşmanın, raviler tarafından kendi anladıkları lafızlarla aktarılması sonucunda, teknik tabiriyle "ızdırab" dediğimiz durum ortaya çıkmıştır ki, ehlince malum olduğu üzere, senedi sahih de olsa herhangi bir rivayetin metninde bulunan bu tür bir "uyuşmazlık", hadisi sıhhat derecesinden zaaf derecesine düşürür.

Yukarıda, Mu'âviye b. el-Hakem (r.a)'den Atâ b. Yesâr kanalıyla nakledilen rivayetin "muzdarib" olduğunu, mana ile rivayet edildiğini, dolayısıyla ihticaca (delil olarak kullanılmaya) elverişli olmadığını ortaya koymaya çalıştım. Zikrettiğim hususlardan, mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine getirilen cariyeye Efendimiz (s.a.v)'in ne sorduğunu, tek başına o rivayeti veya onun varyantlarından sadece birisini esas alarak ortaya çıkarmak mümkün görünmemektedir.

-Öyleyse yapılması gereken şey, böyle durumlarda Efendimiz (s.a.v)'in, kendisine getirilen kişiye mü'min olup olmadığını tesbit için ne sorduğunu, benzer vakaları araştırarak tesbit etmektir.-


Sahabe'den eş-Şerîd b. Süveyd (r.a)'den nakledilen rivayet bu konuda bize yol gösterici mahiyettedir. Ahmed b. Hanbel (IV, 222, 388-9) ve İbn Hibbân'ın (I, 419) rivayet ettiğine göre eş-Şerîd b., Süveyd (r.a), Efendimiz (s.a.v)'e gelerek, annesinin mü'min bir cariyeyi özgürlüğüne kavuşturmasını vasiyet ettiğini, kendisinin de siyahi bir cariyesi bulunduğunu söyler ve onu azat etmekle bu vasiyeti yerine getirmiş olup olmayacağını sorar. Efendimiz (s.a.v) cariyeyi kendisine getirmesini söyler. Cariye gelince Efendimiz (s.a.v), "Rabbin kim?" diye sorar. Cariye "Allah" der. Ardından "Ben kimim?" diye sorar. Cariye "Allah'ın Resulü'sün" diye cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v), cariyeyi getiren sahabîye dönerek, "Onu azat edebilirsin, zira o mü'mindir" buyurur.

Bu rivayette zikredilen soruyu ed-Dârimî ("Nuzûr",10), hemen aşağıda İbn Ebî Şeybe'den naklen zikredeceğim lafızla sevk etmiştir. Dolayısıyla eş-Şerîd (r.a) rivayetinin de mana ile rivayet edildiğini söylemek mümkündür.

Benzeri bir olay İbn Ebî Şeybe tarafından (VII, 215) rivayet edilmiştir. buna göre bir adam Efendimiz (s.a.v)'e gelerek annesinin mü'min bir köleyi azat borcu (adağı) olduğunu ve kendisinin de bir cariyesi bulunduğunu söyler. Efendimiz (s.a.v) cariyenin kendisine getirilmesini ister. Cariye gelince "Allah'tan başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorar. Cariye "Evet" deyince, sahabîye "Onu azat et" buyurur.

Yine benzeri bir olay el-Hâkim tarafından (III, 258) nakledilmiştir. Bu sefer Efendimiz (s.a.v)'e gelen bir kadındır ve yanında siyahî bir cariye vardır. Efendimiz (s.a.v), mü'min olup olmadığını öğrenmek için cariyeye şu soruları sorar: "Rabbin kim? Dinin ne? Ben kimim? Namaz kılıyor musun? Benim Allah katından getirdiklerimin hak olduğunu ikrar ediyor musun?" Cariyenin bütün bu sorulara olumlu cevap vermesi üzerine "Onu azat et" buyurur.

Ramazan hilalini gördüğünü söyleyen bir adamın mü'min olup olmadığını tesbit için Efendimiz (s.a.v) kendisine şöyle sormuştur: "Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" Adam "Evet" deyince oruca başlanmasını emir buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, "Sıyâm", 14; en-Nesâî, "Sıyâm", 8; et-Tirmizî, "Savm", 7; İbn Mâce, "Sıyâm", 6; Abdürrezzâk, VI, 35; İbnu'l-Cârûd, "el-Müntekâ", 157; el-Hâkim, I, 297, 424...)

Efendimiz (s.a.v), Yahudi bir anne-babanın çocuğu ölüm hastalığındayken yanına gitmiş ve kendisine "Allah'tan başka ilah bulunmadığına şahitlik eder misin?" diye sormuş, çocuk "Evet" deyince, "Muhammed'in de Allah'ın Resulü olduğuna şahitlik eder misin?" buyurmuş, çocuk yine "Evet" diye cevap vermişti. Bir süre sonra çocuk vefat ettiğinde Efendimiz (s.a.v) ve Sahabe onu yıkayıp defnettiler. (et-Taberânî, "el-Mu'cemu'l-Kebîr", VIII, 67. el-Heysemî, "Mecma'u'z-Zevâid"de (II, 323) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.)

Keza başta el-Buhârî ve Müslim olmak üzere pek çok kaynakta zikredilen İbn Sayyâd kıssasında Efendimiz (s.a.v)'in, İbn Sayyâd'a, "Benim Allah'ın Resulü olduğuma şahitlik eder misin?" diye sorduğu nakledilmiştir.

Bu örnekler, Efendimiz (s.a.v)'in, karşısındaki kişinin mü'min olup olmadığını tesbit için kendisine "Allah nerededir?" diye sormak yerine, Allah Teala'nın birliğine ve kendisinin de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şahitlik edip etmediğini sorduğunu göstermektedir. "Eynellah hadisi" veya "cariye hadisi" diye bilinen söz konusu rivayet dışında Efendimiz (s.a.v)'in, muhatabının mü'min olup olmadığını ortaya çıkarmak için kendisine "Allah nerededir?" diye sorduğunun nakledildiği bir başka rivayet bilmiyoruz.

Esasen "Allah inancı" gibi bütün hassasiyetlerin başını teşkil eden bir meselede muhtelif raviler ve kaynaklar tarafından birbirinden oldukça farklı lafızlarla aktarılan "muzdarib" bir rivayettense, muhtelif bağlamlarda varit olmuş yukarıdaki rivayetleri ve benzerlerini esas almak akla da, dinî hassasiyete de, Hadis tekniğine de en uygun olan yoldur. (Dr.Ebubekir Sifil'in sözü bitti) İşte mana ile rivayet,hadiste gördüğünüz şekilde ızdırabı ortaya çıkarmıştır. Keza hadis imamlarımızın görüşleri de farklı değildir.

Hafız Abdullâh b. Muhammed el-Harari
“Şerhus Sıratul Mustekim” adlı kitabında şöyle diyor: ”Bu hadis iki sebepten dolayı sahih değildir:

1-Bu hadis Muzdarıb bir hadistir. Çünkü birbirinden farklı rivayetleri vardır. Bir rivayet göre “Allâh nerede?” diye sormuş, başka bir rivayette “Rabbin kimdir?”, başka bir rivayette “Allâh’tan başka İlâh olmadığına şahadet ediyor musun?” ve başka bir rivayette de “Dilsiz olduğu için semayı gösterdi” şeklindeki rivayetleri Muzdarıb olmasına bir sebeptir.

2-Bu rivayet usul kurallarına aykırıdır. Çünkü dinimizin kurallarına göre Kelime-i Şahadet’i söyleyen mü’min ve Müslüman olur. Sadece “Allâh semadadır” demekle değil. On beş sahabenin rivayet etmiş olduğu mütevatir bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor: “İnsanların, Allâh’tan başka İlâh olmadığına ve benim Allâh’ın Resulü olduğuma şahadet edinceye kadar savaş etmeye emrolundum.”

Bu hadisi zahirine göre alındığı takdirde mütevatir hadise muhaliftir. O zaman ya te’vil edilir ya da reddedilir. Çünkü muhaddisler ve âlimler mütevatir hadislere muhalif ve te’vil kabul etmeyen reddedilir. O zaman İmam Malik’in rivayeti usule uygundur. Bu rivayet şöyledir; (Benim bir mü'mine cariyem var, Eğer cariyemin imanlı olduğu kanaatinde isen onu azat edece*ğim) “Peygamber efendimiz o cariyeye: ‘Allâh’tan başka ilâh olmadığına şahadet ediyor musun?’ diye sordu. O da “Evet” dedi. Peygamberimiz tekrar ‘Muhammed’in Allâh’ın Resulü olduğuna şahadet ediyor musun?’ diye sordu. O da “Evet” dedi. Peygamberimiz devamında‘Onu azat et’ dedi.” ((Malik,Muvatta)Hafız el-Harari’nin sözü burada bitiyor.)

Bu hadis hakkında Hafız Abdullâh B. Ahmed el-Ğumâri “el-Fevâid el-Maksudah” adlı kitabında şöyle demektedir: ”İlk önce bu hadis Şaz’dır. Çünkü mütevatir hadislere muhaliftir''.

Hafız Beyhaki “el-Esma’ve's-Sıfat” adlı kitabında şöyle diyor:-''Bu hadis uzundur, cariye kısmına kadar sahih çıkartmıştır. Rivayetçiler, hadisin metni konusunda ihtilaf ettikleri için bu bölümü sahih kısmında saymamıştır.” -

Son Asrın Muhaddisi Muhammed Zahid el-Kevseri
bu kitabı tahkik ederken bu bölüm hakkında şöyle dedi:-''Ellerimizde bulunan Sahih Müslüm’deki bu cariye olayı sonradan eklenmiş olabilir. İmam Beyhaki bu hadisin Muzdarib olduğunu zikretmiştir. İmam Beyhaki “es-Sünen el-Kubra” adlı kitabında Muaviye B. el-Hekem’in (Allâh nerede) rivayetine muhalif olan rivayetleri zikretmiştir.”-

Bunlardan önce bu hadisi İmam Buhari “Sahih”inde rivayet etmemiştir. Bunu “Halk Efaalul İbad “adlı kitabında rivayet etmiştir.Bu kitaptaki bütün hadisler sahihtir dememiştir,sonra İmam Müslim bu hadisi “İman Bölümü”nde değil “Namazdaki Sözler Bölümü”nde rivayet etmiştir. Bundan dolayı Hafız Subki “es-Esakil” adlı kitabında bu hadis için “Amellerde alınır ama itikatlarda kullanılmaz” demiştir.

Buhari Şarihi İbni Hacer'de şu noktaya dikkat çekmiştir ;-'Yahudilerden tecsim inancında olan birisi ''kendisinden başka ilah olmayan Allah göktedir'' dese bu sözüyle iman etmiş olmaz.Âmmeden birisi aynı sözü söylese (tecsimin mânâsını bilmeyecek derecede bilgisizse) İslam’a girişi sahih olur. Cariye hadisindeki durum da bu çerçevededir..''-.(Fethu'lBari).''

Ehli Sünnet ve'l Cemaat âlimlerinin icmâıyla Allâh, mekândan münezzehtir.O halde (farklı varyantları ve mütevatir hadisleri dikkate alarak) bu hadisi kabul eden âlimler şöyle dediler: Peygamber efendimiz o cariyeye “Allâh nerede?” derken bu hâşâ mekân hakkında bir soru değildir. Çünkü Arapçada أين (eyne, yani nerede) sadece mekân için kullanılmamaktadır. “Şanı nerededir”, yani “ne kadardır” diye sormuş manasında olup, o cariye de “Semadadır” derken, yani “çoktur” veya “çok yüksektir manasındadır” şeklinde tevili yapılmaktadır.Bu kelime أين hem mekân için kullanılır hem de Mekanet (Şan). Bu hadiste geçen أين kelimesi mekânla değil şanla açıklayan alimlerin bazıları şunlardır:

1-İmam Râzi-Esasut Takdis
2-Hafız Subki-es-Seyfus Sakil
3-Hafız İbni Forak-Muşkel el-Hadis ve Beyanuhu
4-İmam İbni Arabi-el-Kabes Şerh el-Muvatta
5-İmam İbni Arabi-Şerh et-Tirmiz
6-Hafız İbnil Cevzi-el-Baz el-Eşheb
7-İmam Kurtubi-et-Tezkar
8-İmam Nevevi-Şerh Sahih Müslim
9-Hafız Suyuti-Şerh Sünen Tirmizi
10-Hafız Suyuti-Tenviril Havâlik Şerh Muvatt’a Mâlik
11-Müfessir İmam Ebu Hayyan Endelusi-el-Bahrul Muhit tefsiri
12-İmam et-Taybi-Şerh et-Taybi
13-Molla Ali Kâri-Mirkatul Mefatih Şerh Mişket el-Mesabih
14-Hafız Askalani-Riselet el-Kazvini
15-İmam Ebul Velid el-Bâci-el-Muntekâ
16-İmam Kevseri;Bununla beraber, ‘eyne’/‘nerede?’ kelimesi bazen ‘mekân’, bazen de ‘mekânet’/‘rütbe’ için bir suâl olur. Buna göre hadîsin ma’nâsı ‘sence Allah'ın makamı ve rütbesi nedir?’ demek olur. Nitekim bunun tafsîlâtını Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin Ârıdatü’l-Ahvezî’sinde bulacaksın. Arablar arasında ‘fülânın mekânı semâdadır’ sözü bilinen bir sözdür. (Bununla), aslâ ne semâyı ve ne de orada yer tutmayı düşünmeden, o kişinin şânının yüceliğini kasd ederler. Benî Ca’d’ın Nâbiğa’sı radıyellâhu anhu’nun (aşağıdaki) sözü bu kabîldendir:

Semâya ulaştık, büyüklüğümüz, şerefimiz ve tâlihlerimiz…(göklere vardı)…
Şübhe yoktur ki biz, elbette, bunun üstünde bir mazhar istiyoruz- [Hârisî, İbnu Hacer el-Askalanî, el-Metâlibu’l-Âliyye:4/100, H:4065, Heysemî, Muhtasaru İthâfi’s-Sâdeti’l-Mehâreh, zayıf bir isnâd ile:8/328,]

-"Nerde, sorusu bir mekân anlamında alınırsa bir yer'i hatıra getirir. Mekân ise, maddî varlıklar için söz konusudur. Allah nerde, suali, Allah da diğer var-lıklar gibidir, onların bir mekânı vardır, şu halde Allah’ın da bir mekânı olmalı, muhakemesinin ürünüdür. Eğer Rabbimizi bir maddî varlık gibi düşünürsek, daha baştan yanlış yapar ve çıkmaza gireriz."Halbuki, Allah ne maddedir, ne cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şu: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekânda olması gerektiğini düşünüyor. Çünkü, daima bir mekânda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekânı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor. Allah tasavvurunda da bildiklerinden yola çıkıyor; mekândan münezzeh olan Allah'ın da, bir mekânı olması gerektiğini düşünüyor. Bu sebeple, kâinatın içinde veya dışında bir yer arıyor. Kâinatın içinde veya dışında olmak yaratılanlar için söz konusudur. Nerde? diye mekan anlamında sorduğun zaman, daha suali sorarken, Allahın bir yeri olmalı, diye bir kabulle yola çıkıyorsun."-(Ömer Sevinçgül"Felsefî Kavramlar Üzerine" Zafer yay)

Müslim Şarihi İmâm-ı Nevevî
Câriye Hadisi ismiyle meşhur olan Hadis hakkında şöyle diyor :'' Bu Hadîs-i Şerîf Sıfat hadislerindendir (yani Mevlâ’nın Sıfatlarıyla ilgilidir). Bu hadislerin açıklaması hakkında iki mezheb (yol) vardır. Bunları kitabın İmân bahsinde bir çok yerde zikrettik.

Bu yollardan ilki : Bu sözlere manasını araştırmadan,Allâh-u Te’âlâ'nın misli hiç bir sey olmadığını ve yaratıkların özelliklerinden münezzeh olduğunu bilerek îmân etmek.

İkinci yol ise: Bu sözleri Kendi Şân’ına layık bir şekilde tevil etmek. Bu yolu tutanlar dediler ki : Bu sözden murad köle kadının tek ilâha inandığını imtihan etmektir. Yâni her şeyi yaratan ve yönetenin, her istediğini yapanın yalnız Allâh-u Te’âlâ olduğunu kabul ettiğini bilmek içindir. Ve Allâh-u Te’âlâ’ya dua etmek isteyen kişi göğe yönelir, tıpkı namaz kılacak olan kişinin Kâbe’ye yöneldiği gibi. Bu Allâh-u Te’âlâ’nın gökle sınırlı olduğu manasına gelmez. Kâbe cihetinin O’nu sınırlamadığı gibi. Fakat gök dua edenlerin kıblesi olduğundandır. Kâbe’nin namaz kılanların kıblesi olduğu gibi. Veya o câriye puta tapanlardandı. Kendi etrafındaki putlara tapanlardan. Ve o:“fi-s semâ” (gökte) dediğinde onun putlara tapmayan ve tek ilâha tapan biri olduğu anlaşıldı.'' (Sahih-i Muslim Şerhinin 5.cildinin 26.ve 27. sayfalarında)

İmâm Nevevî Müslim Şerhi’nde birinci mezhebi/tenzîhle beraber tefvîd’ı Selef’in Cumhûruna ve Kelâmcılardan bazısına, ikinci mezhebi de Kelâmcıların çoğu ile Selef’den bir takım topluluklara nisbet etmiştir. (Nevevî) o/ikinci mezheb burada Mâlikden ve Evzâî’den hikâye edilmiştir, dedi.

Birkaç şüpheye dikkat çekmeden önce bu hususa değinmek yerinde olucaktır.Selef ve Halef ulemasından vereceğimiz görüşler arasında İmam Nevevi'nin tasnif ettiği gibi ''Tenzih'' asıl olmak üzere Müteşabihata iki farklı yaklaşım görmekteyiz.Selef ve Halef uleması arasındaki icma ise noksanlık ve hudusa delalet edebilecek zahiri manaları almamalarıdır.

1- Selefin yaklaşımı;(et-tevhid maa't-tenzih) Allah'u Tealâ'yı şanına uygun olmayacak vasıflardan tenzih etmekle beraber (kendine sıfat olarak zikretmiş vasıfların hakikatini Allah'a havale etmek,yorum ve açıklamaya girişmemektir.Diğer bir ifadeyle Allah için sıfatlarını dil ile söyleyip anlamına dalmaksızın ,maksadının ne olduğunu söylemeyip zevahirinden tenzih etmektir. Allah'ın indirdiği şekilde iman edip,onların hakikatını Allah'a havele ederler.Mesela istivâ kelimesinin zahiri on küsür manasından biri olan ''istikrar''ı almamak gibi ,''nuzülü'' bir yerden bir yere intikal ve yukarıdan aşağıya inme anlamında almamak gibi ,muradı ilahiye karışmamaktır.Açıkça bu lafızların ne olmadığını söylemelerine ise Te’vîl-i icmâlî denir.

Haberi sıfatlara iman ettikten sonra manalarının Allah’ın ilmine havale edilmesi, Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafiilerin seleften naklettikleri görüş ve anlayıştır. Ehl-i Sünnet bu ana çerçevede ittifak halindedir.

2-Halefin yaklaşımı; (et-tevil maa't-tenzih) Bu tür ayetlerin zahirine yapışan tecsim ve teşbih akidesine ilhat edenlerin yayılmasını engellemek için illa bir mana anlatılacaksa ilgili kelimeleri arap lisanın müsaade ettiği manaları arasından tenzih akidesine en uygun olanı seçip manalandırırlar.Mesela ''istiva'' yı on kusur anlamından ''istirar''(yerleşti) veya ''celese''(oturdu) değilde, istila (malik oldu) manasını alırarak Te’vîl-i Tafsîlî yoluna giderler .Ve bu mananın mutlak olarak Allah'ın muradı olduğunu iddia etmeden Allahu alem (En doğrusunu Allah bilir) derler.

Lügavi açıdan bu lafızların manalarının bilinmesinden o manaların Allah’ın muradı olduğu neticesine varılamaz. Çünkü luğat açısından başka manalara gelmesi de söz konusudur.Şüpheciler bu lafızlara ve ayetlere Allah'ın muradı üzere iman edip ,bunların manalandırılmasında Selef gibi sukut etselerdi kimse onları suçlayamaz,onlar hakkında teşbih,tecsim,temsil gibi mahzurlu şeyler söz konusu olamazdı.Anlaşılan birinci nokta, her iki yaklaşımı benimseyen ulema Allah'u tealâ'yı mahlukatına benzetmekten tenzih etmekte ittifak ettiler. İkinci nokta, her ikisi de varlıklar için konulmuş olan şu lâfızların, Allah'u tealâ hakkında zahir (insanların anladığı açık) manadan başka bir manaya geldiğini kabul ettiler, işte her ikisinin de ittifakı, teşbihi ref, Allah'ı bir şeye benzetmekten kaçınmak içindir.''Bu yüzdendir ki Cüveyni selef ve halef alimlerinin benimsedikleri “tefvid” ve “te’vil” sistemlerinin Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir ''.(Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d.not:1),s.377)
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
''Allah kendini nasıl vasıflandırdıysa bizde o şekilde vasıflandırırız- Rab, kendi Kitabı'nda, kendisi icin isbatladığını gördüğümüz isim ve sıfatı biz de isbatlarız. Kendinden reddettiğini ise biz de reddederiz.–sözü de bir takım izahlara ihtiyacı vardır.Bu kimilerinin zahirini alırken kimilerininde fikir dünyana uymuyor diye tevil ederek olmaz. Şüphecilerin benimsediği bir şerhte şu ifadeler yazılıdır;'' Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellemin maksadının herhangi bir ifrat ve tefrit’e gidilmeden anlaşılması icab eder. Onun sözlerine ifadelerin kaldıramayacağı anlamlar yüklenmemesi gerektiği gibi, onun maksadına ve maksad olarak gözettiği hidayet ve beyanına aykırı manalar da çıkartılmamalıdır. Çünkü böyle bir şey ihmal edildiği için ve bu maksat gözetilmediği için pek çok sapıklıklar ortaya çıkmıştır. Yüce Allah’tan başkasının bilemediği türden, doğrudan ayrılmalar ve sapmalar meydana gelmiştir. Hatta Allah ve Rasûlünden gelenlerin kötü anlaşılması İslam tarihinde görüle gelmiş her türlü bid’at ve sapıklığın esasını teşkil eder. Fer’î ve aslî bütün hususlardaki hataların temel sebebi budur. Hele bir de buna kötü maksat ta ilave edilecek olursa... Allah’tan yardımını taleb ederiz.'' (İbni Ebi'l-İzz'in Akidetu’t-Tahaviyye 431)

Kur'an'ın belağatını göz arda edenlerden ard niyetli biri çıkarda '' biz de onları bugün öyle unuturuz. ''(Araf 51) ve ''Allah da onları unuttu.''(tövbe 67) vb.ayetlerini getirir ve ona Haşa! ''Unutma'' sıfatı yüklerse ne olacak.? O unutur ama bizim unutmamıza benzemez derse? Yine kendine Kur'an'da izafe ettiği ''Ruh'' ve esma-i hüsnadan ''Nur'' ile ilgili tevilleri ve nasıl anlaşılması gerektiğini tefsirlerden bakabilirsiniz.Allâme Kudâî’nin de dediği gibi,'' Allah teâlâ;اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ= ”Allah göklerin ve yerin nûrudur,” (Nûr:35) buyurdu. Seleften hiçbir kimse bu nûrun duvarlardan ve havadan süzülüp gelen ve yayılan bir ışık olduğunu anlamamıştır. Allah'ı ve kitabını tanıyan alimlerin makamı bu avamca olan zahiri manayı anlamaktan çok üstündür''.Yine Peygamberimizin (sav) ''Siz usanmadıkça Allah usanmaz'' (Buhari iman 32,1,16 Teheccüd 18 II,48 vd) hadisinde İmam Tahavi şöyle der;''Peygamberimiz bu sözü siz usanır ve bıkarsınız .Ancak Allah'ın daha önceden de bıkma ve usanma niteliği bulunmamaktadır.O sizin bıkmanızdan ve usanmanızdan sonra bile hali üzere kaimdir.''(Tahavi,Müşkil II,118)

Ard niyetli kişiler tarafından cariye hadisinin aksi bir manada anlaşılacak hadislerde mevcuttur.Bunlara birkaç örnek verelim;

''Muhammed'in canını elinde bulundurana yemin ederim ki, şayet siz (imkân bulup da) birisini iple en aşağı yer tabakasına sarkıtacak olsaydınız, mutlaka Allah'ın üstüne inerdi. Sonra Efendimiz şu ayeti okudu: "O el-Evvel'dir, el-Âhir'dir, ez-Zâhir'dir, el-Bâtın'dır; O her şeyi hakkıyla bilendi''r.(Tirmizi, K. Tefsiri el-Kur’an, Sure: 57, bab: 1, Hadis no: 3298 Ahmed b.Hanbel, II, 370; el-Beyhaki, el-Esmâ ve's-Sıfât, 401.)

Sünenu't-Tirmizî'ye Ârıdatu'l-Ahvezî adıyla yazdığı şerhte Ebû Bekr b. el-Arabî, zikri geçen "ip sarkıtma hadisi"ni zikrettikten sonra el-Hasenu'l-Basrî'nin münkatı (senedinde kopukluk bulunan) rivayetlerinin de muttasıl (senedi kesintisiz) rivayetleri gibi sahih olduğunu söylemiş ve bunu da onun, sadece haberi kabul edilecek kimselerden rivayet alan bir ravi olduğunu söyleyerek gerekçelendirmiş ise de, hemen arkasından şunları ilave etmiştir: "Bu rivayette anlatılmak istenen şudur: Allah Teala'nın yönler içinde "yukarı"ya nisbet edilmesi, "aşağı"ya nisbet edilmesi gibidir. Çünkü Allah Teala, zatıyla bu yönlerin herhangi birisine nisbet edilemez."[Ebû Bekr b. el-Arabî, Ârıdatu'l-Ahvezî, XII, 185.]

Açıktır ki, böylesi hassas bir meselede her ne kadar itikada medar kılınan rivayetin hem bu tarz bir sübut problem taşımaması, hem de delaletinin açık olması gerekir.En küçük bir sübut problemi taşıyan rivayetlerin itikadda "belirleyici" konuma taşınmaması gerekir. Delalet konusunda ise tenzih ifade eden muhkem nasslara aykırılık ifade etmemesi gerektiği açıktır.

el-Beyhakî de şöyle der: "Bu hadisin son kısmında, Allah Teala'dan mekânın nefyine (Allah Teala'nın bir mekânda bulunduğunun söylenmesinin doğru olmadığına) ve kulun, nerede olursa olsun, Allah Teala'ya uzaklık-yakınlık bakımından aynı durumda olacağına işaret vardır. Buna göre O (c.c) ez-Zâhir'dir, deliller vasıtasıyla idraki sahihtir; el-Bâtın'dır, herhangi bir mekânda olduğu düşünülmek suretiyle idraki sahih değildir..."[el-Beyhakî, el-Esmâ ve's-Sıfât, 400.]

Diğer bazı hadisler ''Her biriniz namazı‎na durduğu vakit ‏şüphesiz Rabbi ile münâcât eder. Rabbi kendisiyle kı‎blesi arası‎ndad‎ır. O halde hiçbiriniz k‎ıblesine kar‏‎şı tükürmesin.''(Sahihtir.Müslim,Buhari 242 .)

Nefsin tezkiyesi (temizlenmesi,iyiliği) nerede olursa olsun Allah'ın onunla beraber olduğunu bilmesidir.
(Sahihtir.Beyhaki es-Sünenü'l Kübra 4/95,Tabarani,el Mucemus-Sağir no 55..)

Yine Hululiye'nin batıl akidesine delil getirdiği Sahih bir kudsi hadiste Allah'u teala şöyle buyurur;''Kulum nafile amelllerle bana yaklaşmaya devam ederse,ben onu severim.Onu sevdiğim zaman da, onun duyan kulağı ,gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı olurum'' (Buhar‎, VII, 190, (Rikaak 38)Müslim,İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yay‎nlar‎: 153-154.)
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Şüphecilerin ''Nassları zahiri üzere anlamak ve tevil etmemek'' ilkesini son hadisi esas aldığımızda Haşa! ''Alllah'u teala kuluna hakiki yani mesafesel anlamda yaklaşınca kulunu sever,O'nu sevdiği zamanda hakiki anlamda onun duyan kulağı,gören gözü,tutan eli,yürüyen ayağı olur .Lakin biz keyfiyetini bilmeyiz.'' demeleri gerekki bu akla zulmetmektir.Tekyif (keyfiyet)içeren bir cümlenin keyfiyetini bilmeyiz demek gibi birşey söylemiş oluruz.Adeta tenzih içinde teşbih/tecsim veya teşbih/tecsim içinde tenzih ve hulul gibi çelişkili bir durum söz konusu olur.Bu zorlamalara gerek kalmadan Selefiyye ekolün buna benzer hadisleri Halef gibi tevil etmekten başka şansı kalmamaktadır.Akıl ve nakilde bunu gerektirir,bu ise Tahrif değildir.Oysa bizim aktardığımız ve aktaracağımız Ehli sünnet'in prensiplerini dikkate aldığımızda sakıncalı olmayan şu bakış açıları ile karşılaşırız;

Selefi Salihin;(et-tevhid maa't-tenzih)
bakış açısıyla baktığımızda;Kul nafile amellerle Allah'a yaklaşır,bu yaklaşmanın keyfiyetini bilmeyiz,Allah'a yaklaşmak ise mesafe kat etmekle olmaz,Allah'u Teala'nın kulun gören gözü ,duyan kulağı ,tutan eli ve yürüyen ayağı olurum derken maksadı ne ise ona iman ederiz..Yoksa bunlar uzuvların yerini almak değildir.Bu kesinlikle hulul, sınır ve keyfiyet içermez.manasını Allah'u teala bilir diyerek tevfid eder ve varid olduğu üzere iman eder ,zahiri ilk akla gelen manasından Allah'u teala'yı tenzih ederler.Bu ise tahrif değildir.Binaenaleyh kimse onları tecsim gibi mahzurlu şeylerle suçlayamaz.

Halef ise; (et-tevil maa't-tenzih) Arap dilinde böyle temsili anlatımların bulunduğunu örneklerle belirtirek manalandırırlar.Ayrıca .Beyhakî Kitabu'z-Zühd'de Ebu Osman el-Cizi'den naklen şu yorumu kaydeder: "Hadiste Cenab-ı Hak: "Ben, kulumun kulağıyla ilgili dinlemedeki, gözüyle ilgili nazardaki, tutmayla ilgili eldeki, yürümeyle ilgili ayaktaki ihtiyaçlarını süratle görürüm." buyurmaktadır.Diğer hadisleride '' İlmine ulaşır'' ve ''ilmiyle beraberdir'' vb.diyerek tevil etmişlerdir.

Açıktır ki, Selef ve mezhebi ile kendilerine “Selefiyye” ismini veren şüphecilerin mezhebleri ayrı ayrı şeylerdir. Selefe ve Mezhebine evet ama, Selef ve mezhebiyle alakasız olan Selefiyye ve bir çeşit Mücessime olan mezheblerine hayır.Bu çerçevede Selefiyye kendilerine Ehl-i Sünnet camianın büyük çoğunluğunun yönelttiği eleştiri ve uyarıları dikkate almalı ve hayru’l hataiin et-tevvabun ölçüsü çerçevesinde dinde aslı olmayan bu görüş ve ayrıntılardan uzaklaşarak Selef’in mezhebini nefislerinde ihya etmelidirler..Ehl-i sünnet vel Cemaat âlimlerinin icmasını reddeden bu grup insanlar, her konuda işlerine ne gelirse o şekilde hareket etmektedirler. Örneğin işlerine geldiği zaman “Tevil” konusunda “Tevil’i” reddederken işlerine geldiği zamanda “Tevil” yapmada kendilerine toz kondurmamaktadırlar

Aynı şekilde işlerine geldiği yerde arap dilinin genişliğinden faydalanmaları ilmi objektiflikle bağdaşmamaktadır. Haberî sıfatları ihtiva eden rivayetler için için «bunlar Allah'tan (C.C.) başka bir kimsenin manasını bilemediği müteşabih hadisler» dedikten sonra «onları zahirine hamlederiz.» gibi bir söz sarfetmişlerdir. Bazı lâfızları bir yerde te'vil ederken, bir başka yerde te'vil etmemişler. dir. «Bana yürüyerek gelene ben koşarak gelirim» mealindeki hadisi kudsideki «koşarak» gelme»yi «iman etme» manasında bir deyimdir gibi benzer , tarzda te'vil'de etmek zorunda kalan şüphecilerde vardır. .Hatta bazen cahil olduklarını öyle ortaya koyuyorlar ki, “Te’vil, Tatildir(inkârdır)” diye batıl olan görüşleriyle insanları zehirlemekten geri kalmazlar...

Te’vîl, önce Hakk ve Bâtıl diye ikiye ayrılır. Bâtıl bellidir. Hakk olan Te’vîl de iki çeşittir. Birincisi, bir sözün ne demek olmadığını gösteren te’vîldir ki buna âlimlerin çoğu tarafından “Te’vîl-i İcmâlî” ismi verilir. İkincisi de, ne demek olduğunu gösteren ve tâ’yîn eden te’vîldir ki, buna “Te’vîl-i Tafsîlî” denir.

Görülen o ki , bu şüpheciler meselâ «istiva.» 'yi lâfzın zahiri ile tefsir etseler «oturma,bir mekanda yerleşme,bir mesafe yükselme vb.» sıfatlar doğar ki bu durumda Allah'ın (c,c) cisim olması kaçınılmaz olur. Aynı kelimeyi hislerimizle algıladıklarımızdan başka bir «oturma,bir mekanda yerleşme,bir mesafe yükselme vb.» ile tefsir etseler, bu defa da te'vil yapmış, yasak ettikleri fiili işlemiş olurlar. Hülâsa her iki halde de Selefin yolu olan «durma» ve tefvid'e uymamış olurlar.

Ehl-i sünnetin Halefi'ni tevile sevk eden en önemli gerekçe, teşbih vartasına düşülmesini engellemektir. Okumuş-yazmış insanların bile "el", "yüz"...dendiğinde bilenen/zahir manaları anladığı bir zaman ve ortamda avamın bunları nasıl algılayacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Tevil edilen mana kelimenin aslıyla yakın ilişkili olmalı, Arap dilinde kullanımı bulunmalı ve yapılan tevilin kesinlik ifade ettiği iddia edilmelidir.

İşte bu, Selef ile Halefi birbirine yaklaştıran, daha doğrusu iki tavır arasında büyük bir farklılık bulunmadığını söylememizi mümkün kılan ve dahi günümüzde şüphecilerle yaşanan ayrışmayı ortadan kaldırmamızı sağlayabilecek noktadır...

Kur'an'da, "Secde et ve yaklaş"[96/el-Alak, 19.] buyurulur. Yani kul secde ederek Allah Teala'ya yaklaşacaktır. Keza Efendimiz (s.a.v) de, "Kulun Allah'a en yakın olduğu durum secde durumudur"[Müslim, "Salât", 215.] buyurmuştur. Eğer Allah Teala'nın belli bir yönde, mesela "yukarı" tarafta olduğunu söylemek doğru olsaydı, bu nasslar muvacehesinde –haşa– O'nun aşağı cihette olduğunun söylenmesi icap ederdi! Çünkü kul, Allah Teala'ya ancak yüzünü en aşağı seviye olan yer seviyesine indirdiğinde yaklaşabilmektedir!

Öte yandan bir kısım Kur'an ayetlerinin zahirinden hareketle Allah Teala'nın "semada" olduğunu söyleyenler, neden başka bir kısım ayetlerin zahirini görmezden gelmektedir?

Mesela Hz. İbrahim (a.s), "Ben Rabbime gidiyorum"[37/es-Sâffât, 99.] diyerek Filistin toprağına gitmişti. Allah Teala'nın orada olduğunu mu söylememiz gerekiyor? Keza Hz. Musa (a.s)'a dağın sağ yanından[19/Meryem, 52.] ve vadinin sağ yanındaki bir ağaçtan[28/el-Kasas, 30.] seslenen Allah Teala'nın oraları mekân tuttuğunu mu söylemeliyiz? Bunları söylemek ne kadar abes ise, Allah Teala'nın zatıyla semada olduğunu veya Arş'ın üzerini mekân tuttuğunu söylemek de o kadar abestir.

Günümüzde kendilerine Selefî ismini takanlar, özde değil de sözde Selefîlerdir. Şunların başları ile birçokları, Te’vîl’i ve Kur’ân’da, (sözün hakîkî ma’nasında kullanıl-masına mâni’ yeter bir delîl bulunması sebebiyle o manada kullanılamayıp da başka bir manada kullanılması demek olan) Mecâz bulunduğunu inkâr ederler.[İbnü Teymiyye, el-Îmân:99-108] Peki, Te’vîl’in her çeşidini ve Mecâz’ı inkâr etmelerinin altında yatan maksad nedir? Allah en iyisini bilir; ama görünen odur ki, maksad Allah’ı yarattıklarına benzetebilme-nin yolunu açmaktır. Böyle olmasaydı, onların Allah Teâlâ’ya cisim ve cismiyyet ile şekil ve sûret yakış-tırmaları nasıl mümkin ola-caktı? Öte yanda da her çeşit Te’vîl’i kabûl edenlerin maksad küplerinden dışarıya sızan, nass-ların asıl manalarından kurtularak canlarının istedikleri ma’nâları verebilmek için böyle yapmakta olduklarıdır.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Allâme Muhyiddîn Kâfiyeci şöyle diyor: “Bazılarının iddiâ ettiği gibi, ondan (“Allah Arş’a istivâ etti” âyetinden) murâd edilenin, “Arşın üzerinde yer tutmak, yerleşmek, oturmak” demek olduğunu söyle-mek hiçbir delîle uymayan ve teşehhî/nefsin arzusuna uyma yolu üzere yapılan bir rey ile tefsîr olur. Böyle bir tefsîr yapanlar, hakla-rında, “kim Kur’ânı reyi ile tefsîr ederse cehennemden yerini hazır-lasın” denilenlere dâhil olurlar.” (Et-Teysîr fî Kavâidi Ulûmi’t-Tefsîr:131)

İmam Şatibi rahimehullah der ki;''Ancak bizce (en) doğrusu, SeIef-i sâlihin ;(et-tevhid maa't-tenzih) üzerinde olduğu yoldur. İmam el-Gazzâlî, bu görüşün doğruluğunu çeşitli deliller getirerek savunmuştur. Bunun için "İlcâmu'l-avâm" adlı kitabına bakınız. '' (Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/93-94)

İmam-ı Gazzâli nassların zahirine bakarak Allah Teala’ya hâdis varlıklara ait fiilleri isnat eden Haşviyye’nin “selef itikadı üzerine oldukları” iddiasını çürütmek ve selef akidesinin esaslarını ortaya koymak için kaleme aldığı “İlcamu’l-avam an İlmi’l-Kelam” adlı eserinde 7 ilkeden bahsetmektedir:

1-Takdis: Allah Teala’yı “cisimlere ait özelliklere sahip olmak” gibi şanına yaraşmayan hususiyetlerden tenzih etmek.

2-Tasdik: İsim ve sıfatlardan, Allah Teala’nın şanına uygun anlamların kastedildiğini, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakk’ı vasfederken de yanılmadığını kabul edip, öylece iman etmek.

3-Aczi itiraf: Nasslarda bildirilen müteşabihattan kastedilen ilahi muradı bilmenin, kul olarak kendi idrak sınırını aştığını itiraf etmek.

4-Susmak: Müteşabihatın anlamının ne olduğunu sorma ve bu konuda fikri tartışmalara dalmanın bidat olduğunu kabul etmek.

5-İmsak: Müteşabihat hakkında yorum yapmak, onları başka bir dile tercüme etmek, ilave ya da eksiltmede bulunmak, birleştirme ve ayrışmaya tabi tutmak da caiz değildir. Müteşabihat ancak mevcut sîgalarıyla telaffuz edilebilirler.(Bkz.Şehrestânî 'nin el-Milel ve'n-Nihal'i ve İmamı Azam'ın Fıkhu'l Ekber'i )

6-Keff: Müteşabihat ile kalben meşgul olmamak,(ne olduğu) haklarında fikir yürütmemek.

7-Ehline havale etmek: Avam, yetersiz olduğundan dolayı anlamaktan aciz kaldığı müteşabihatı, Allah Rasûlü’nün (sallAllahu aleyhi ve sellem), peygamber, alim ve velilerin bildiğine kanaat getirir.( İlcamu’l-Avam an İlmi’l-Kelam, ( Mecmûat-u Resaili’l-İmami’l-Gazzali içerisinde), Beyrut, 19994, s. 41 vd.)

Şemsül-Eimme İmam Serahsî rahimehullah şöyle diyor:“Ehl-i Sünnet vel-cemaat nasla, yani kati âyetler ve kesin delâ-letlerle bilinen aslı ispat ettiler, sıfatların aslını ispat ettiler, fakat müteşabih olan keyfiyeti üzerinde ise bir şey söylemeyip sustular. Bununla beraber sıfatların keyfiyetini aramakla meşgul olmayı caiz görmediler.(Aliyy'ul Kari'den Fıkhu'l Ekber Şerhi)

Şüpheci,Selefin lafızlara mana vermeden iman etmelerine ''Bu Anlamsız boş sözlere inanmaktır'' der ise,Hanbeli Alim İbni Kudame 'den bir iktibasla cevap verelim ; Bu konudaki mükellefiyetimiz onlara iman etmenin ötesine geçmez. İman etmek için de manalarının bilinmesine ihtiyacımız yoktur. Bazı şeylere imanda manalarını bilmeden iman etmek caizdir ve vakidir. Meleklere, kitaplara, önceki peygamberlere onları görmeden de iman ediyoruz. Bu îmân, isimlerine îmân etmekten başka manası olmayan bir imandır. Ayette; “Allah’a, bize ve İbrâhîm’e indirilene iman ettik, deyin”,[Bakara:136] buyurulması buna açık delildir...(Tahrimu’n-Nazar: sh. 52/ 51) Şüphecilerin iddia ettiği gibi zahiri ilk akla gelen teşbih ve tecsim çağrıştıran manalarını almak Selefin tavrı değildir.Ve bu genel tasnifin aksine bazen Seleften Tevil eden olduğu gibi Haleften de sukut edip manasını Allah'a havele etme tafvid görüşünü benimseyenler vardır.Şüpheciler ''Biz bunları alırken mahlukata benzetmeyi redediyoruz'' demeleri yeterli değildir.Benzer münasebetle Gazzali derki;Her akıl sâhibi, bu müteşâbih lafzlardan ma’nâlar murâd edildiğini ve her ismin bir müsemmâsı kasd edildiğini bilir. O hâlde haber verilen şeyin haber verildiği üzere doğru olduğuna i’tikâd etmek mümkindir. Bu icmâl yolu ile ma’kûldür. Bu lafzlardan mufassal değil, mücmel işleri anlamak ve tasdîk etmek mümkindir. “Evde canlı vardır” denildiğinde, bu söze, insan mıdır, at mıdır veyâ başka bir canlı mıdır bilmeden,evde bir canlının olduğunu tasdîk etmek mümkindir. Hattâ “Evde birşey vardır” denildiğinde, o şeyin ne olduğunu bilmese de, evdeki şeyin varlığını tasdîk etmek mümkindir. Bunun gibi, meâl-i şerîş (Rahmân Arşa istivâ etmişdir) olan, Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesini duyan kimse,istivâ lafzından, mücmel olarak Arşa özel bir nisbet irâde edildiğini anlar. Bu nisbetin Arş üzerine istikrâr, mahlûklarına dönüş, Arş-ı a’lâ ile ittihâd[birleşme], Arşı istîlâ etme [hükmü altına alma] veyâ nisbete delâleteden başka bir ma’nâya geldiğini bilmeden de, istivâdan murâdın Arşa özel bir nisbetin olduğunu tasdîk etmesi mümkindir.(İlcamül Avam an İlmil Kelam)

Lakin aşağıda geleceği üzere kimi şüpheciler İstiva'nın on kusür anlamından biri olan ''celese'' (oturmak) manasında alıp mahlukata benzemeyen bir oturmadan bahsetmiştirler.Bu Allah'u teala'nın istiva etmeden önce haşa! ayakta idi de sonra oturdu anlamında kabul edilmesi mümkün olmayan nice problemleri peşinden getirir.Kimi şüphecilerin celese anlamına itiraz edip ''teşbih'' olarak bakmaları sizi yanıltmasın.Zira ''istiva'' ya ''istikar'' (yerleşme) ve bir yerden bir yere mesafesel bir yükselme anlamında ''irtifa'' ve bir yerden bir yere mesafesel bir iniş anlamında ''nuzul'' manalarını verip ,sonrada bu manalarda ''mahlukatı gibi değildir keyfiyetini bilmeyiz tevil etmeyiz, tatil etmeyiz,benzetmeyiz bu yüzden bu teşbih değildir'' sözlerinin batıllığına delildir.Çünki celese (oturdu) anlamını verenlerde ''mahlukatı gibi değildir keyfiyetini bilmeyiz tevil etmeyiz, tatil etmeyiz, benzetmeyiz bu teşbih değildir'' demişlerdir. Sıfatları ispata -bir şey söylemeyip,susmanın selef yoluna uygun olduğu hallerde- işte böyle aşırıya gittiklerini görüyoruz.

Trajikomik olan ise şu şüphecilerin Selef mezhebinde olduklarını iddia etmeleridir.Hatta bazıları ''Cehmiyye'nin alameti ehli sünnete Haşviyye/ müşebbihe/ mücessime adını vermeleridir''diye bir savunma yaparlar.Risaleyemizde geçen isimlerdeki alimlerde bu sözü naklederler .Lakin Cehmiye'nin ve Mutezile'nin sıfatları isbat eden ve Mahlukata ve mahlukatın özelliklerine benzemekten tenzih edip manasını /işin iç yüzünü Allah'u tealaya havale eden ehli sünneti bu isimlerle zikretmesi başka bir şey,bu tür sıfatların zahirini yapışıp sözler söyleyen ve selefin arkasına gizlenen teşbih ve tecsim akidesine sahip şüphecilerin bu alameti farikaya sarılmaları başka bir şeydir.

Öyleki İzz b. Abdusselam'ın dediği gibi söz edilmesi gereken bir gerçek daha varki ''Müşebbihenin ya yiyecekleri bir haram için, yahut da alacakları değersiz bir dünya malı için Selef mezhebi görünümünde gizlenmişlerdir. Selef mezhebi tevhid mezhebi olup tecsim ve teşbih mezhebi değildir''. (Mulhatü’l-İ’tikâd)Bu gerçeği İbni Teymiyye'de itiraf eder. ''Haşeviyyeler iki kısma ayırılır Bir kısmı haşv,teşbih,ve tecsimden kaçınmaz.Diğer bir kısmı ise Selefin mezhebi arkasına gizlenmişlerdir. Oysa Selefin mezhebi ''Selef mezhebi tevhid mezhebi olup tecsim ve teşbih mezhebi değildir'' (bknz.Mecmüu'l Feteva 4/144 Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.236 dip not 315) Haşviyye/Müşebbehe/Mücessime'nin bir kısmının alameti kendilerini Selefe nispet etmeleridir.Burada yapılması gereken Ehli sünnet alimlerin cumhuru hangi niteliklerin ''Teşbih/Tecsim'' kabul ettiklerini hangi nitelikleri ise ''Selefin akaidi'' olarak gördüklerine bakmak lazım.Zaten risaleyemizde bu amaca matuf olarak hazırlanmıştır..Tabi birileri çıkarda şu risaleyedeki isimleri Muattıla/ Cehmiyye mensubu olarak görmezse...

Gerek Ehl-i Hadîs ve Ehl-i Tasavvuf'tan gerekse bazı mezhep imamlarına tâbi olanlar arasında tesbîh/tecsim hastalığından etkilenenler olmuştur. Ancak bunların sayısı hem çok azdır, hem de bizzat Hadis ve Kelam ehli tarafından kendilerine gereken cevap süratle verilmistir. Hanbeli muhaddis İbnu'l Cevzi'nin Hanbeli mezhebine tabi olduklarını iddia eden mücessime taifesine şu şekilde seslenir;''Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) 'in mezhebinde olmayan şeyi, mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir. Bununla beraber ,kendileri güya bir şeyi Allah'a benzetmekten veya benzetmeyi Allah'a izafe etmekten kaçınıyorlar. Bir kısım cahillerde onların bu inançlarına uymuşlardır''.(Def-u Şübbetü't-Teşbih)Aşağıda geleceği üzere İbnu'l Cevzi bu sözleri Tavfid üzere değilde zahiri manaları alan kişilere söylemiştir.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
İmam-ı Azam Ebu Hanife'nin bu konudaki görüşleri ve Şüphecilerin yanılgıları

1-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu'l Ebsat'ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna ''Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ''nerede'' mefhumu mevcut değilken Allah vardı. O her şeyin yaratıcısıdır '' cevabının verilmesini ister. (İmam-ı Azamın 5 eseri,Fıkhu'l Ebsat terc.Mustafa Öz Marmara Üniversitesi İlahiyyat Fakültesi Vakfı yayınları-İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Eserleri Fıkh-ı Ebsat sh.102 ,ter.şerh Doç.Dr.Abdülvehap Öztürk-Şamil yay.)

2-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el -Vasiyye'de şöyle demiştir:"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir."(İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye 73.Abdulgani el-Meydani Şerhu'l-Akideti't-Tahaviyye,74.el-Beyadi,el-Usülü'l Münife,52)

3-İmam-ı Azam Ebu Hanife rahimehullah el-Fıkhu'l-Ebsat'ta şöyle diyor:"Rabbimin gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum diyen kimse kâfir olur. Aynı şekilde, "Allahü teâlâ Arş'ın üzerindedir, Arş'ın gökte mi yoksa yerde mi olduğunu bilmiyorum" diyenin durumu da böyledir." (İmam-ı Azamın 5 eseri Şamil yayınları sh.94)

Bazı Şüphecilerin İmam Ebû Hanîfe'nin, bu (üçüncü) sözüne sarılarak Allah Teala'nın –haşa– gökte olduğunu söylediğini ileri sürmeleri doğru değildir. Zira burada İmam, Allah Teala'nın gökte veya yerde olduğunu söylemekle O'na bir mekân isnad edilmiş olacağını vurgulamaktadır. Buradaki tekfirin anlamı budur,şöyleki;

1-Molla Aliyyül Kârî İmam-ı A'zam Ebu Hanife'nin bu sözü hakkında şu açıklamayı yazmaktadır:-"İmam İzz bin Abdusselâm, Hillu'r-Rumûz adlı kitabında İmam Âzam'ın şu sözünü kaydediyor: Kim Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum derse, kâfir olur. Çünkü bu söz, Allah'ın bir mekânı olduğu düşüncesini akla getirir. Allah'ın mekânı olduğunu düşünen kimse ise Allah'ı yaratıklara benzeten kişidir. Şüphe yok ki İbn Abdusselâm alimlerin büyüklerinden biri olup sika (güvenilir) bir âlimdir."- (bkz. Fıkh-ı Ekber Şerhi, "Miraç ve Allah'a Mekân İsnadı")

2-el-Bayâdî rahimehullah İşârâtu’l-Merâm’ında bunu şöyle îzâh eder:-"Bunun sebebi, kâilin bu söz ile Hâlık-ı Zülcelâl (celle celâluhû)’ya cihet ve hudud tâyin etmesidir; zîra ciheti ve hudûdu olan her şey bizzarûre mahlukdur. Binâenaleyh bu söz, Allah (celle celâluhû)’ya kusûr atfetmekdir. İlâhî cismâniyyete ve cihete inanan o kimsedir ki, hevâss ile idrâk edilemeyen her şeyin varlığını münkîrdir. Onlar, fevkettabî‘a olan ulûhiyyet cevherini reddederler. Bu da onları kat‘î sûretde îmânsızlığa götürür." (el-Kevserî, Makâlât, s.368-369; nakleden: Yusuf Hanîf)

3-Yusuf-i Nebhanî de bunu şöyle îzâh eder:"Bir kimse, "Allah'ın yerde mi gökte mi olduğunu bilmiyorum" derse, kâfir olur. Zira bu söz, Allahü teâlâ için bir mekân var da o kimse bunda şüphede imiş vehmini verir." (Şevahidü'l-Hakk, s.218)

4-Muhaddis Ebul Mehâsin el-Kavukci “El-İtimad Fi'l İtikad” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh, yönlerden ve cisim olmaktan münezzehtir. O’nun hakkında; sağı, solu, arkası, önü vardır, Arş’ın üstünde, altında, sağında, solunda bulunmaktadır, Âlemin içinde veya dışındadır demek caiz değildir. O’nun yerini O’ndan başka kimse bilemez de denmez. Ve her kim “Bilmiyorum Allâh gökte midir, yerde midir? der ise küfre düşer. Çünkü bu iki yerden birini Allâh’a mekân olarak nispet etmiş olur.”

5-Şarih Ebu'l Leys Semerkandi bunun illetini şöyle göstermiştir;-''Çünkü o,bu sözü ile Allah'u teala'nın bir mekanı olacağını söylemek istemiş ve bu yüzden müşrik olmuştur.Çünkü Allah'u teala var iken mekan yoktu.Allah var iken;ne mekan,ne halk ne de başka bir şey vardı.O,her şeyin Halikıdır.Binaenaleyh mekan ancak sonradan olan şeyler için düşünülür.Bu hususta imam Tahavi şöyle demiştir;''Kim nefy'den (Allah'ı yok saymaktan) ve teşbihten (Allah'ı mahluka benzetmekten) sakınmassa,ayağı kayar ve Allah'ı gereği şekilde noksanlıklardan tenzih etmemiş olur.'' Zira Rabbimiz celle ve ala vahdaniyet sıfatları ile mevsuf,ferdaniyyet sıfatları ile nitelidir.Mahluktan hiçbiri bu manada tasavvur edilemez.O'nun hududu,sınırı, rükünleri,azaları ve aletleri yoktur.Diğer varlıklarda olduğu gibi altı ciheti yoktur(sağ,sol,ön,arka,alt üst).'' -(Zahit el-Kevseri'nin neşrinden İmam-ı Azamın 5 eseri Şamil yayınları sh.94)

Allah'ü teâlâya cihet ve mekân isnad eden Haşviyye taifesi, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe'nin sözlerini saptırmaları boşadır. İmam-ı Azamın Fıkhu'l Ebsat'taki şu sözünün şerhlerini vermemize rağmen ,şüphecilerin batıl akidelerine delil olacak bir şey bulunması imkansızdır.Bu sözün ardından Ebu Hanife ''Allah'a dua ederken yukarıdan yönelinir, aşağıdan değil. Çünkü aşağının rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur'' dedikten sonra cariye hadisini vermesi,bunu (s.94) ''şanı nerededir?'' manasında aldığının delilidir.Âlem bir küre şeklindedir. Bize nisbetle "üst" olan cihet, yeryüzünün diğer tarafında oturan kimselere nisbetle "alt'dır. Bunun aksi bir cihetle (yönle) kayıtlı ve sınırlı olsaydı, bu cihet, kimi insanlara göre üst olsa bile, diğerlerine göre alt olurdu. Alimlerin ve akıllı kimselerin ittifakı ile sabittir ki, ma'bûd'un eşyanın "alt" yönünde olduğunuda söylemek caiz değildir.Bu sözden maksat ise yüce Allah'ın tazim edilmesi, aşağıda ve alt*ta oluştan tenzih edilmesidir. Buna karşılık yücelik ve azametle nitelendirilmesidir. Yoksa mekân, cihet ve sınırlarla nitelendirmek değildir. Çünkü bunlar cisimlere dair sıfatlardır.

Yine Fıkhu'l Ebsat'taki şu sözlerinin devamında Allah nerede? sorusuna verdiği cevabı yukarıda zikretmiştik.'' Nerede mefhumu, mekan ve bütün mahluklar yok iken Allah vardı,yani O şimdi de mahlukatı yaratmadan önceki gibidir.'' manasında cevap verdikten sonra bu sözleri başka yere çekmek mümkin değildir. Şüphecilerin iddiaları örümcek ağından daha sağlam olsaydı,Ebu Hanife bu soruya ''Semada /Gökte'' yada "Arş'ın üstünde" veyahut cihet itibariyle yukarıda cevabını neden vermedi? Hasbinallahu nimel vekil... (Ancak şüpheciler bu cevabı kendi eserinden bulamayınca, aşağıda vereceğimiz uydurulmuş bir isnada yapışacaklardır.) ''Neden dua esnasında eller yukarı kaldırılır?'' başlığında ulemadan zikredeceğimiz üzere, Allah'a dua ederken ellerin yukarıya kaldırılaması dua'nın kıblesi,rahmetin inme yeri ver rızık deposu olduğundandır. Yer,ayaklarımızın altı ise Allah'ın yüceliğini ifade etmediği için rubûbiyet ve ulûhiyet vasfı ile ilgisi yoktur.

Ayrıca İmam-ı Azam el-Vasiyye adlı eserinde buyuruyor ki:"Cennet ehlinin Allahü teâlâya keyfiyet, teşbih ve cihet olmadan mülaki olmaları haktır." derken ciheti inkarı açıktır.Ahirette keyfiyet ,teşbih ve cihetten Allah'u tealayı münezzeh tutan Ebu Hanife, nasıl oldurda şimdi O'na cihet idda edecek? Şu şüpheciler, acaba Ebu Hanife'nin Fıkhu'l Ekber'inde ''Allah'ın yakınlık ve uzaklığı, mesafenin uzunluk ve kısalığı ile değildir ''sözünü bilmezler mi acep?

Buna rağmen Firavun'un şüphesini doğru bulan şüpheciler -"Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır''- diyecek kadar nasıl ileri gidebilmektedirler? Maalesef inançları bunu gerektirmektedir. İşte Buhari şarihi İbni Hacer Fethu'l Bari'de -''Allah’ın yakınlığı mesafe yakınlığı mânâsında değildir''-''Kulun Allah’a yakınlaşmasının mânâsı değerinin Allah katında yükselmesidir.'' der. Umudumuz şudur ki, taassup,hizipçilik ve inatçılıktan biraz sıyrılabilenler,bağnaz olmayan sözde selefi kişiler bu gerçeği açıkça göreceklerdir. Hâsılı O (Ebu Hanife), Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve Selef gibi bir yanda Te’vîl-i Tafsîlî yapmamakla Tefvîd’e giderken /lafzın ma’nâsının ilmini Allah’a bırakıyordu. Öte yanda da Te’vîl-i İcmâlî ile tenzîh yapıyor; yani Allah’ı, O’nu, yaratılmışların sıfatlarından kendine yakışmayacak sıfatlardan uzak tutmuş oluyordu.Usülcülerin ifadesiyle ''İsbat bila teşbih ü temsil,Tenzih bila ta'til ü inkar''. Zâten Selef’in de tatil ve temsil arasındaki yolu buydu.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Hakîm es-Semerkandî rahimehullah, İmam-ı A'zam Ebû Hanife rahimehullah'ın akidesini açıklayan "er-Reddü'alâ eshabi'l-hevâ el-müsemmâ Kitâbu's sevadi'l-a'zam 'alâ mezhebi'l-İmâmi'l-A'zam" kitabında şöyle demektedir:"Mü'minin Allahü Teâlâ’ya mekân, gelmek, gitmek ve mahlukların sıfatlarından herhangi bir sıfatı isnad etmemesi lazımdır. ...Kul, Cenâb-ı Hakkın bir mekânda bulunmadığını, mekâna ihtiyacı olmadığını, Arş’ın onun kudretiyle ayakta durduğunu bilecek, gidip gelme (intikal) gibi sıfatları kendisine izafe etmeyecek." (Hâkim Semerkandî, Sevâdi'l-A'zam, 46. mesele, Bedir Yayınevi, s.78)

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî rahimehullah diyor ki:"Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi,s.118)

Allâme İbni Hacer el-Heytemî rahimehullah diyor ki;"(Göklerde oturana inandım) dese câiz olmaz, çün*kü bu ifadede Allah'a mekân isbatı vardır. Allahü Teâlâ göklerin de ilâhıdır, yerlerin de ilâhıdır. Bunun için Allah'a cihet isbat çoğunluğa göre küfürdür. Küfrü ifade eden bir kavram ise iman alâ*meti olamaz..“Gökte olana” demek, saltanatı göklerde hüküm süre*ne demek olur ki, halef ve selef âlimleri tarafından tevil edilen Kur'an-ı Kerim'in lafzına uygun düşer. Ancak Hanâbile'den sapık bir fır*ka buna muhalefet etmiştir. Halef, “Biz bu tevili tayin eder ve za*hiri ona sarf etmeyiz”, derler. Selef ise, “Biz icmâlen tevil eder fakat belirli bir şeyi tayin etmeyi içyüzünü Allah'a havale ederiz.” derler. Muteahhirînin bir kısmı da bu görüştedir. Diğer bir kısmı ise zahire ve Arap lügatinin kaidelerine uygun ve yakın olanı tayin ve tercih ederler. Böyle bir imkân bulunmadığı vakit tevil eder ve asıl mura*dı Allah'a havale ederler. Âyet ve hadîsler üzerinde araştırmalar ya*pan kimse bunların tevile şehâdet ettiklerini görür. Çünkü bunlan tevilsiz oldukları gibi kabul etmek tenakuza yol açar. Bu kuşkuyu kaldırmak için tevil kaidelerine uyarak tevil etmek vacip olur. Me*selâ:“(Allah) sonra Arş üzerine istiva etti.”''Biz ona şah damarından daha yakınız.”“Nerede olursanız olun. O sizinle beraberdir.”âyetleri ile Resûl-i Ekrem'in:“Eğer konağın ipini sarkıtsanız Allah üzerine düşerdi.” Hadisinden birini tevil zorunluluğu vardır. Çünkü hiç kimse bunların zahir an*lamlarında olduğunu iddia edemez. Bir yandan, “Allah Arş üzerin*dedir.”, “bir yandan, “O, size şah damarınızdan yakındır.”, öteyandan, “Nerde olursanız olun, O sizinle beraberdir.” âyetleri ile “îpi sarkıtsanız Allah'a değecek.” hadîsi tevilsiz kabul edilemezler. Bazı âyet ve hadîslerde tevil zorunluluğu olduğuna göre, bu gibi müteşâbihâtın hepsinde tevil vacip olur. Mâlik, Cafer ve benzerleri gibi selefin hepsi bu tevili kabul etmişlerdir.Hulâsa; bu meselede Ehl-i Hakkın görüşü, benim anlattığım gibi, Allahu Teâlâ'ya noksanlık getiren ve hatta ne noksanlık ve ne de ke*mal getirmeyen bütün sıfatlardan O'nu tenzih edip her yönden ke*mal sıfatları ile tavsiftir. O'nu, zâtında sıfatında, esma ve ef'âlinde mutlak ve en üstün kemal sıfatları ile tavsif etmek lâzımdır. İşte Al*lah hakkında ve birinci şehâdet, budur.(Ez-zevâcir An İktiraf'il-Kebâir, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1997; s.73)

Muhammed Hâdimî rahimehullah diyor ki:-“Allahü teâlâ bize Arş'tan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allah'ın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” -(Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)

Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. ... "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. ...Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. ..." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)

Molla Aliyyü'l Kârî rahimehullah diyor ki:-"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır....-( Fıkh-ı Ekber Şerhi)

Molla Aliyyü'l Kârî
rahimehullah aynı eserde diyor ki:-''Sözün kısası, varlığı kendinden olan, varlığı başkasından olana benzemez. Varlığı başkasından olan da varlığı kendinden olana ben*zemez. Öyle ise Allah Teâlâ, sınırlı değildir, sayılmış değildir, şekillenmiş değildir, parça değildir, bir mekânda yerleşmiş değildir, mü*rekkep değildir, sonlu değildir. Maiyet,mâhiyet, keyfiyet, renk,tad,koku, hararet, soğukluk, yaşlık, kuruluk ve benzeri beşeri vasıflar*la vasıflanmaz. Allah bir mekânda değildir.Yukarıda değildir, aşa*ğıda değildir,başka cihetlerde değildir.Allah Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir''-(Fıkh-ı Ekber Şerhi)

ŞÜPHECİ; Aliyyu'l Kari'nin bu sözleri Allah'ın varlığını kabul etmemekdir,bu yokluğu tariftir.Rabbi'nin nerede olduğunu bilmemektedir.Böyle diyenler rablerini kaybetmişlerdir.Var olduğunu kabul ettiğin bu nitelikteki rab ile hiç olmayan,yok olan arasındaki farkın ne olduğunu bize göster..

CEVAP;Peygamberimizin (sav) '' Allah vardı,O'ndan önce başka bir şey yoktu...'' .hadisi şerifi .(Buhari, Megazi, 67,74,Bed'ul-Halk 1,Tevhid 22;Tirmizi, Menakıb,3946) gereği İmam-ı Azam Ebu Hanife Fıkhu'l Ebsat'ta Allah-u Teala nerededir? sorusuna ''Yaratılmadan önce mekan yoktu,halbuki Allah vardı. Mahlukattan hiçbiri yokken , ''nerede'' mefhumu mevcut değilken Allah vardı.O her şeyin yaratıcısıdır '' cevabının verilmesini ister. ( Fıkh-ı Ebsat sh.102 -Şamil yay.)Bu demektir ki ezelde (başlangıçsızlıkta) Allâh'tan başka hiç bir şey yoktu. Allah vardı, mahlukattan başka bir şey yoktu,zaman , mekan ve cihet mahluktur.Ne zaman, ne de mekân ne insan ne de melek ne hayvan ne de cin ne gök ne de yeryüzü.. İmam Suyuti,İbni Hacer ve diğer muhaddislerin dediği gibi;-Allah hareket, intikal, hulul, mahlukatın içine girmek gibi şeylerden münezzeh-(Fethu'l- Bari 7/156) ise artık Allah'u teala hakkında bir değişiklik düşünmek doğru değildir. Allâh mekân yokken vardı, O şimdi de olduğu gibidir. Buradan hareketle mahlukatı yaratmadan önce var olan Allah(c.c), nasıl ki ciheti yaratmadan önce yukarıda ve altta değildi,alemi yaratmadan önce içerisinde olmadığı gibi dışında da değildi,bitişik değilken ayrıda değildi.Bu durumda hepimiz Allah'ın mahlukatı yaratmadan önce var olduğunu söylerken ,nasıl olurda şimdi bu sözlerle Allah'ı (c.c) anlatan ehl-i sünnet alimlerine ''Bu sözler Allah'ın varlığını kabul etmemekdir, bu yokluğu tariftir'' denilmektedir. Hayret!!!

Madem ki mekân yaratılmazdan evvel Cenâb-ı Hak mekâna muhtaç değildi, mekânsız olarak var idi. Mekân yaratıldıktan sonra da ona (içinde ve dışında olmaya)ihtiyacı yoktur.Her hangi bir cismi anlatsak, şüphecilerin sözleri doğru olabilirdi. .İşte o zaman o cismin yokluğunu tarif etmiş oluruz., bu birbirine zıd şeylerden birini kabul etme niteliğine sahip olan varlığın bu birbirine zıd şeylerin dışında kalması imkansızdır.Ama gördümüz gibi Allah (c.c) birbirine zıt bu şeylerden mahlukatı yaratmadan önce münezzeh olduğunu Peygamberimizin (sav) ve Ebu Hanife (r.a) 'den nakillerle gördük.Rasûlullâh sallallâhu âleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Ya Allâh sen zahirsin senin üstünde bir şey yok ve sen bâtınsın senin altında bir şey yoktur" Beyhakî demiştir ki, dostlarımız bu Hadisi delîl göstererek: "Üstünde ve altında bir şey bulunmayan mekansız olarak vardır" demişlerdir.Sonra şu şüpheci kimse, "Sen, Allah'ı, yok olan bir şeye benzetiyorsun. Çünkü yok olan, bir mekânda değildir" diyor, halbuki, O'nu bir mekâna veya içinde/dışında olmaya muhtaç kıldığı için kendisi O'nu madûm (yok olan) bir varlık haline getirdiğini bilmiyor. Çünkü, muhtaç olduğu şeyin bulunmamasına nazaran, her muhtaç da yoktur.

Denilirse ki;
Böyle bir varlık anlaşılmamaktadır.Deriz ki;Anlaşılmamaktan kastın,hayel edemediğin, tasavvur edemediğin,her hangi bir kuruntaya ifade edemediğini söylüyorsan isabet ettin .Çünkü o varlık ,kuruntuya ,tasavvura ve hayale sığmadığı gibi rengi ve ölçüsü olmayanın hayali tasavvur edilemez.«O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur!» (Şüra, 42/12).(Gazzali'den feyzle)

Bütün mahlukatı olduğu gibi, mekânı da yaratan Allah Teala'dır. O, yarattığı diğer varlıklara muhtaç olmadığı gibi, mekâna da muhtaç değildir. Eğer şüpheciler, "Allah Teala, ihtiyacı bulunmaksızın bir mekâna hulul etmiş, mesela Arş'a (üzerine yerleşip mekân tutmak anlamında) istiva etmiştir demenin ne sakıncası olabilir?" diye sorulacak olursa şöyle deriz: Bir mekânda yer tutmak cisimlere mahsus bir özelliktir. Dolayısıyla her ne ki bir mekânda bulunmaktadır; o kaçınılmaz olarak cisimdir.

Eğer şüpheciler "Mekânı ve ciheti yaratmadan önce O'nun zatını mekânla ve cihetle bağlantılı düşünemediğimiz halde, Arş'a istiva ettiğini haber verdikten sonra O'nun Arş'ın üzerinde olduğunu (mekân tutmak anlamında ve yukarı işaret ederek) söyleyebiliriz" denirse bu, O'nun, Arş'ı yarattıktan sonra cisimlere mahsus bir özelliğe büründüğünü (bir yönde olmak,mekan tutmak vb.) –haşa– söylemek anlamına gelir. Bu ise kemal halinden nakıs hale intikal demektir ki, Allah Teala hakkında böyle bir şey tasavvur olunamaz.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
İmam Ebu Hanife'ye isnad edilen gerçek dışı söylemler

ŞÜPHECİ ; Bir kadının Ebu Hanife'ye geldiği ve ''Dinini terk ettiğin halde insanlara çeşitli meseleleri öğretmeye kalkışan sen misin? Kendisine ibadet edilen ilahın nerede?'' dediği .Ebu Hanife'nin de susup 7 gün sonra ''Şüphesiz Allah yerde değil ,semadadır'' demiştir.

CEVAP; Ebu Hanife'nin kendi eserinde bu soruya verdiği cevabı görmüştük.Lakin bu iddiaları dillerine pelesenk yapan Selefiyye ekol mensuplarının tassubu bilinmektedir.Bu yüzden kendi meşreblerinden,saygı duydukları Albani'nin Zehebi'in Uluvv'un tahkikinde söylediklerine bakalım:''Derim ki (Albani) ; Hem bu nasıl sahih olabilir ki bunu rivayet eden uydurmakla itham edilmiş bulunan Nuh el-Cami 'dir. Hatta bazıları ; O doğrunun dışında her şeyi toplamıştır demiştir.''

İmam Malik'in veciz bir sözü üzerine şüphe uyandırılması

İmam Beyhaki'nin sahih bir isnat ile : “İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir..

Mezhep müntesiplerinden bid'at pisliğini reddetmesi ,Medine Alimi İmam Malik'in mezhebinin özelliklerindendir.Malikiler arasında i'tizal ve Teşbih bid'atini görmemekteyiz. Zannımızca İmam Malik'in sıfatlarla ilgili haberlerin rivayetini yasaklamış olması ,bunu sağlamlaştırmıştır.'' (Kevseri-Mezheplerin doğuşuna bir bakış- sh;44 ) Buna rağmen iki farklı yorumlama biçimiyle karşı kaşıyayız;.

Birinci yorum:
İstivâ Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da kullanılan Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında sıfatı olarak kullandığı bir kelimedir. Bu mânâda malumdur. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiş midir? Etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu haber veriyor. Peki nasıl istivâ etmiştir? İşte onu bilemeyiz. Keyfiyeti meçhul çünkü. Sadece Kur’ân’da haber verildiği için biliyoruz ki istivâ diye bir şey vardır. Ama nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu Ehl-i Sünnet kelâm alimlerinin anlama biçimidir.

İkinci yorum ; İbn-i Teymiye’nin ve takipçilerinin anlama biçimi var. Onlara göre istivâ malumdur demek “istivânın ne anlama geldiğini biliyoruz o mânâda istivâ malumdur” demektir. Yerleşmek, istikrar etmek, mekan tutmak, kurulmak bu anlamda istivâ malumdur. Ama nasıl yerleşti, nasıl kuruldu nasıl mekan tuttu,bilemeyiz. Bu anlamda keyfiyet meçhuldür. Hatta günümüzde bir takım Selefi ekolden görünenler işi dahada öteye taşımıştırlar.Şüphecilerde itikat birliği olmadığından dolayıdır ki İmam Malik'in sözü şuralara kadar çekilmiştir; Abdulaziz b. Faysal er-Racihi adlı şüphecinin çıkardığı bir kitapta ;İstiva'nın ''culus'' anlamına geldiği ile ilgili rivayetler yapar.Bununlada yetinmez -''bu doğru bir sözdür,bunda toz bile yoktur,istivanın anlamlarındandır, Arşın üzerine yükseldi ve oturdu. Lakin oturur ama celaline ve kamaline yaraşır şekilde oturur, nasıl oturduğunu düşünmeyiz,tevil etmeyiz,tatil etmeyiz, benzetmeyiz bu İmam Malik'in ''İstiva malum''sözünün manasıdır ''- der.(Şüphecilerden Salih ibn Fevzan bu kitap için takriz bile yazmıştır.Elbani istva'ya istikrar etti yerleşti demek caiz değil derken - el-Uluvv li'l Aliyyi'l -Azim Ümmül Kurra sh.26,-İbni Useymin ise yükseklik ve istikrar (Yerleşme ,karar bulma) demektedir,-Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.97- sonrada dildeki anlamı malumdur demelerini hatırla ! Buna rağmen bir anlamda birleşememeleri,sonrada birbirlerini teşbih ile suçlamaları arızalı bir bakışı yansıtır.)

Şimdi burda iki farklı anlama biçimiyle karşı karşıyayız. Allah Teâlâ dileseydi arş'a istivâsını bize daha net ifadelerle haber verebilirdi. Ebûbekir bin Arabi diyor ki: İstivâ kelimesinin Arap dilinde on küsur tane anlamı vardır. Bunlardan hangisi?el-Avâsım mine’l-Kavâsım’da anlatıyor : Bazı Hanbeliler bir yolculuk esnasında yolunu kesmişler. Israrla sormuşlar: “Allah nasıl istivâ etti?” diye. Demiş ki: “İstivanın oturmak, mekan tutmak, yerleşmek anlamlarına geldiğini söylememi istiyorsunuz. Ama istivâ kelimesinin on küsur tane anlamı vardır. Niye bunların içerisinde diğerleri değil de bunlar ?,Yahut bu onbeş anlamdan hangisinin ''zahir anlam'' olduğunu iddia ediyorsunuz? ”

İkinci yorumun sahipleri "Arş'ı istiva, keyfiyetsiz bir şekilde Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kişinin, buna iman etmesi ve bunun (nasıl olduğunun) bilgisini Allah'a havale etmesi gerekir." dedikten sonra sözü bu noktada bırakmış ve tevile sapmamış olsalardı,hem kendileriyle çelişmemiş hemde itiraza muhatap olmaktan kurtulurlardı. Önce sıfatlar konusundaki nassları, zahir ifadelerini esas alarak anlamak ve tevile sapmamak gerektiğini söylemekte, ancak daha sonra yine bizzat kendileri, "istiva" kelimesinin "oturmak, yerleşmek" anlamında kullanıldığı rivayetleri ileri sürerek, daha önce de gördüğümüz gibi fiilen tevil yapmış olmaktadırlar.

Birinci yorumun doğruluğu ;“İmam Malik’e bir adam “Allâh, Arş’a nasıl istiva etmiştir?” diye sormuştur. İmam Malik de adama “Allâh’ın istivası malumdur, yani sabittir (Kur'an'da geçtiği ve bir benzetme içermediği malumdur). Keyfiyet ise imkânsızdır ve ona iman edilmesi farzdır. Bunun hakkında "Nasıl" diye soru sormak bid’at’tır” diye cevap vermiştir. Bu*rada İmam bu kelimenin Kur'ân'da mevcut olduğunun kesinlikle bilindiği*ni, ve Kur'ân'da bulunan bir şeye iman etmenin vacip olduğunu söyledik*ten sonra, bu kelime hakkında sual sormanın yasaklanmasını savunmuş ve onu bid'at olarak kabul etmiştir. Bu sözler nass'ın bulunduğu noktada durmanın gerekliliğine delâlet eder. İbn-i Cevzî de selefin bu konuda te*vakkuf ettiğini (durduğunu) nakletmiş ve Ahmet b. Hanbel'i de böyle kabul etmiştir.Nitekim aşağıda gelecektir.

Molla Aliyyu’l-Kârî ,İmam Mâlik’in bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bunu büyük İmamımız Ebû Hanîfe de tercih etmiştir.” (Mirkâtü’l-Mefâtih 8/251) Fıkh-ı Ekberi şerh ederken ise açıkça ;-''Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. Allah Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi Allah Teâlâ'ya havale eder.'' burdan anlamaktayız ki Molla Aliyyu’l-Kârî'de İmam Malik'in bu sözünde zahiri manasının herhangi birisini tercih etmediği görüşünü desteklemektedir.

Müteşabih konusunda selefin tavrını özetleyen Hanbeli alim İbn-i Kudâme derki,-''.Haberi sıfatların manalarının tevil ya da tefsir edilmesinden sükût edilmesi” gereği ve ma'nâlârının yalnızca Allah teala tarafından bilinilebileceği hakîkati, Kitâb’ın, Sünnet’in ve Selef’in ittifakıyla sabittir.[Tahrimu’n-Nazars. 47,48,49,50]Peygamberimiz bu ayetlerin manalarının bilinmesinin vacib olduğunu söylememiştir. Kendisi de açıklamamıştır [Age. s.50)Bu konuda tevile girişmek Allah’ın zatı hakkında bilgisizce söz söylemek olacaktır. Luğavi açıdan bu lafızların manalarının bilinmesinden o manaların Allah’ın muradı olduğu neticesine varılamaz. Çünkü luğat açısından başka manalara gelmesi de söz konusu olduğu gibi, Allah’ın muradının o mana olduğunun iddiasının onayı da gerekir. Bu onay peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in vefatıyla imkan haricine çıkmıştır. Diğer taraftan Allah kendisi hakkında bilmediğimiz halde konuşmamızı haram kılmıştır. Bu sebeple bu lafızların manalarına girilmemeli, Allah’ın muradı üzerine iman edilmelidir. [Age. s.51]''-.Sahâbe-i Kiram bu ayet ve lafızların manaları hakkında sükut etmişler, konuşmamışlardır. Peygamberimiz, “benim sünnetim ve benden sonraki Raşit halifelerimin sünneti üzerine olun, böyle olmaya çok dikkat edin sonradan ortaya çıkanlardan (bidatlerden) uzak durun,(Age. s.51)Diğer taraftan bizim susmamız ve manalarını Allah’ın bilgisine havale etmemiz, zaten bize söz nisbet edilmesini engeller mahiyyettedir. Susana söz nisbet edilemez(İbn Kudame, Tahrimu’n-Nazar:s.55)

İbn-i Kudâme’nin naklettiğimiz şu sözlerinden, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye’nin sonradan gelen kimi âlimlerinin muhkem ayetler ve şu sıfatların lugat manaları ışığında, kesin hükme varmadan, bir takım yakın te'vîllerinin dahî Kitâb’a, Sünnet’e, hâsılı Selef’in yoluna ters olduğuna inandığımız anlaşılmamalıdır. Ümmet fertlerinin iman ve yakîninin zayıflaması ve teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine müteşabihatın, akla, muhkem nasslara ve Arap dili kurallarına aykırılık teşkil etmeyecek tarzda tevili kaçınılmaz olmuştur. Halef uleması (müteahhirun) bunu yaparken de, müteşabihata tevilsiz imanın asıl olduğunu da belirtmiştir.

Maksadımız, müellifin bu husûstaki sözlerini naklederek Selef iddiasında olanların aslında kötü birer te'vîlci olduklarını ortaya koymaktır. Yoksa, Mâtürîdiyye mensûbları olarak bizler de, her ne kadar tenzîh/icmâli te'vîl (bunların ne olmadığını söylemek) ile berâber, ne olduklarının bilgisinin Allah’a (c.c)havâle edilmesini kabûl ediyor ve zorakilikler taşımayan yakın te'vîlleri yapanları hakkın dışına taşmakla suçlamıyoruz. Çünkü onlar lugat ma'nâsından hareketle muhkem âyetlerin ışığında böyle bir te'vîl yapmakla murâd-ı ilâhînin ta'yînini kesin iddia etmemekte, işin hakîkatini Allah’a (c.c)havâle etmektedirler. Kesin bir ta'yîn cihetine gitmiş olsalardı, İbn-i Kudâme’nin sözünü ettiği mahzurlar doğmuş olabilirdi. Ancak böyle bir şey olmadığına göre onları bu noktada suçlamak ma'nâsız olur.(İbn Kudame, Tahrimu’n-Nazar:Çev:Muhammed Önder.Bkz.Gureba derg.2.sayi) İmam Nevevi' nin Şerhus Sahih-i Müslim’deki sözleri konuyu daha anlaşılır kılacaktır.-'' Selefin ekserisinin müteşabihlerin te’villerinin bilinemeyeceği fikrinde oldukları nakledilir. Onların bundan maksatları şu idi: Müteşabihlerin kesin mânâlarını bilmek, onlardan ˜murad-ı ilâhi budur’ demek doğru değildir. Yoksa onlar âlimlerin o âyetleri te’vil etmeye teşebbüs etmeleri doğru değildir, o âyetlerden hiçbir şey anlamamız mümkün değildir” demek istememişlerdir.-'' der.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Birinci yorumun doğruluğu ;

İmam Şehrestânî 'de el-Milel ve'n-Nihal' de diyor ki;-''Ancak Seleften bazıları, sıfatların isbâtı noktasında aşırıya giderek onları muhdes varlıkların sıfatlarına benzetme hatasına (teşbihe) düşmüşler*dir. Bazıları ise sadece fiillerin delâlet ettiği, nasla bildirilen sıfatları kabul etmişlerdir. Bu topluluk iki gruba ayrılmıştır: İlk grup, söz konusu sıfat*ları lafzın kaldırabildiği ölçüde tevil etmiştir. İkinci grup ise tevile yanaş*mayarak şöyle demiştir: Akıl sayesinde şunu anladık ki, Allah Teâlâ'nın benzeri yoktur. Yaratılmışlardan hiçbirine benzemez ve hiçbir varlık da O'na benzetilemez. Bize göre bu kesindir. Ancak bu sıfatlara delalet eden lafızların anlamlarını kesin olarak bilemeyiz. Örneğin "Rahman Arş'a istiva etti" (Tâhâ, 20/5), "Ellerimle yarattım" (Sâd, 38/75) ve "Rabbin geldi" (Fecr, 89/22) gibi ayederde geçen sıfatlar böyledir. Biz, bu ayetlerin tefsir ve tevili ile mükellef kılınmadık. Aksine bunlara olduğu gibi inanmakla ve Allah Teâlâ'ya ortak koşmamakla emrolunduk. O'nun benzeri yoktur. İşte bu sıfatlara böyle bir yakîn ile İnandık.

Sonrakilerden (müteahhirün) bir topluluk Selefi Salih'in görüşüne şu ilâvede bulunmuşlardır: ''Söz konusu nasların zahirleri üzerine irca edil*mesi şarttır.'' Bu görüş onları mutlak teşbihe düşürmüştür. Bu ise, Selefin inancının aksidir. Teşbihin mutlak ve saf biçimde uygulanışı Yahûdîler'de yaygındır. Onlarda kurrâ :) okuyucular) olarak bilinen bir fırka teşbihte bulunmuştur. Çünkü bunlar Tevrat ayetleri arasında teşbihe delâlet eden birçok ibare görmüşlerdir.(...)

Seleften bir topluluk da söz konusu sıfatların ''zahirî tefsirine'' meylederek teşbihe düşmüşlerdir.Selef içinde hem tevile bulaşmayan hem de teşbih hatasına düşmekten sakınanlar da olmuştur. Mâlik b. Enes bunlardan biridir ve şöyle demiştir: "İstiva malûm , nasıl olduğu ise meçhuldür. Ona olduğu gibi inanmak vacip, hakkında soru sormak ise bidattir." Ahmed b. Hanbel, Süfyân es-Sevrî, Dâvud b. Ali el-İsfahânî ve onları izleyenler de bu görüştedir.Abdullah b. Saîd el-Küllâbî, Ebu'l-Abbâs el-Kalânisî ve el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrine gelindiğinde bunlar Seleften bir topluluk olarak Kelâm ilmine dalmış ve Selefî akideleri kelâmı deliller ve usûlî burhanlarla desteklemeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kitaplar telîf etmiş, bazıları da tedrisât faaliyetinde bulunmuştur. Örneğin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî ile hocası arasında salâh-aslah meselesinde bir münazara yaşanmış ve aralarındaki görüş ayrılığı açığa çıkmıştır. el-Eş'arî bu son gruba meyletmiş ve onların görüşlerini kelâm yöntemleriyle desteklemeye çalışmıştır. Onun tarafından ortaya konulan bu çabalar Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinin temellerini oluşturmuştur.(...)

İmam Şehrestânî Müşebbihe başlığında ise şu calibi dikkat nakilleri yapar;'' Davud el-Cevâribî'nin şöyle dediğini de aktarmıştır: Avret mahalli ve sakal konusunda beni mazur görün. Bunun dışındakiler! sorabilirsiniz. Yine ona göre ma'bûd -hâşâ Allah Teâlâ- cisim olup et ve kandan oluşur. El, ayak, kol, baş, gözler, kulaklar ve dil gibi organları vardır. Bununla beraber O, diğer cisimler gibi olmayan bir cisme, diğer etler gibi olmayan bir ete, diğer kanlar gibi olmayan bir kana sahiptir. Öbür sıfatları için de aynı şey geçerlidir. Bu anlamda yarattıklarından hiçbirine benzemediği gibi hiçbir şey de O'na benzemez. O, en üstünden sinesine kadar içi boştur. Kısa saçı ve siyah favorileri vardır.(Gördüğünüz gibi Müşebbihe ,kendilerinin teşbih inancında olmadıklarını söylüyorlardı,öyle ya hiç birşeye benzetmiyorlar..)

Kur'an-ı Kerİm'de vârid olan istiva, vech (yüz), yedeyn (eller), cenb (yan), meşiet (geliş), ityân (gidiş), fevkıyye (üstte olma) gibi isim ve fiillere gelince Müşebbihe'ye göre bunların hepsi zahir anlamlarına yorulur. Hadislerde zikredilen benzer hususlar için de aynı hüküm geçerlidir.(..) Müşebbihe, bu ve benzeri isim ve fiilleri olduğu gibi zahir anlamına yormuşlardır.Müşebbihe kendi görüşleri istikâmetinde birçok asılsız rivayet de uydurmuş ve bunların çoğunu Yahudilerden iktibas etmiştir. Bilindiği üzere teşbih Yahudilerin tabiatı haline gelmiştir..''-(el-Milel ve'n-Nihal)

Yine mezhep tarihçilerinden Ebu'l-Muzaffer el-İsferayni rahimehullah, Ehl-i Sünnet'in itikad ilkelerini zikrettikten sonra Ebu Hanife, eş-Şafi'i, Malik, el-Evza'i, Davud ez-Zahiri, ez-Zühri, el-Leys b. Sa'd, Ahmed b. Hanbel, Süfyan es-Sevri, Süfyan b. Uyeyne, Yahya b. Ma'in, İshak b. Rahuye, Muhammed b. İshak el-Hanzali, Muhammed b. Eslem et-Tusi, Yahya b. Yahya, Muhammed b. el-Fadl el-Beceli, Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer, Ebu Sevr ile Ehl-i re'y ve Ehl-i Hadis olarak anılan diğer Hicaz, Şam, Irak, Horasan ve Maveraunnehir imamları ve onlardan önceki Sahabe, Tabiin ve Tebe-i Tabiin kuşaklarının bu itikad üzere olduklarını söyler ve ekler: "Ehl-i re'y ile Ehl-i Hadis arasında bu saydığımız hususlarda herhangi bir ihtilaf bulunmadığını tahkik etmek isteyen kimse, Ebu Hanife'nin Kelam konusunda kaleme aldığı el-Alim ve'l-Müte'allim'e, el-Fıkhu'l-Ekber'e, el-Vasıyye'ye ve eş-Şafi'i'nin eserlerine baksın. Onların eserlerinde (itikadi meseleler hakkında) asla bir farklılık bulamayacaktır..."(et-Tabsir fi'd-Din'de (113-4)).

Birinci yorumun doğruluğu
;Hanbeli Alim İbnu'l Cevzi derki; -''Eğer sizler hadisi şerifleri (ve ayetleri) kabul edip manalarından konuşmayıp suküt ediyoruz demiş olsaydınız ,hiç kimse size itirazda bulunamaz ,inkar edemezdi.Fakat böyle hadisleri zahirine hamletmeniz çirkindir.Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) 'in mezhebinde olmayan şeyi,mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir.. Kim,Allah teala Arş'a mukaddes zatı ile istiva etmiştir derse ,O'nun duyularla idrak edilebileceğini söylemiş olur...Bununla beraber ,kendileri güya bir şeyi Allah'a benzetmekten veya benzetmeyi Allah'a izafe etmekten kaçınıyorlar.Bir kısım cahillerde onların bu inançlarına uymuşlardır. Sonra sizler,-Peygamberin hadisleri zahirlerine göre hamd edilir- dediniz.Mesela;bir hadisi şerifte geçen (kadem) kelimesinin zahiri manası ayaktır.Bu mana ,Allahu teala hakkında muhaldir.Bu durumunuz ,Hristiyanların durumu gibidir.Çünkü İsa (as)'ya ruhullah denilince Hıristiyanlar Allah-u teala için ,bir sıfatı da ruhtur.Yani ruhu vardır.O sıfatı Meryeme dahil olmuştur...Bu hadisler,müteşabih hadis kısmından olup manaları bilenemez dediniz.Vay acaba Allah'tan başkasının manasını bilmediği kelimenin manası nasıl zahir olur?... Kendiliklerinden Allah'a sıfat isnad ettiler,Halbuki hak celle va ala'nın sıfatlarını isbatı,zatının isbatı gibi ancak kat'i delille olur.Onlar hadislere hissin ,aklın muktezası üzere mana verip demişlerdir ki; Allah'ın gökten nuzulu hadisinin manası ,Allah bizatihi iner.Bir yerden yere naklonur.Sonrada Allah iner ama bizim düşümdüğümüz gibi değildir dediler .Böylece hadisi şerifi işiten kimseyi şaşırtıp hisse ve akla zulmetmekle müteşabih hadisleri zahiri manalarına hamletmişlerdir... Bu görüşlerin İmam Ahmed'e isnad edilmemesi için onların reddi lazım geldiği kanaatindeyim..Sukut edip de reddetmezsem ,dediklerine benim de itikad etmiş olduğumu söyleyecekler..Gerçekten İmam Ahmed'in mezhebi o hurafelerden tenzih edip ,ondan rivayet olan yalan nakilleri ve akli hezeyanları hiç kimsenin sözünü taklid etmeden asılsızdır diye ispatladım''- (İbnul Cevzi Def-u Şübbetü't-Teşbih'den naklen Bkz. Ebu Hamid bin Merzuk,Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi,sh.43)

(Şüphecilerin İbn'ul Cevzi ve Aliyyu'l Kari'nin Mevzuat (uydurma hadisler) adlı eserlerine itimatları malumdur.Acaba bu itimatın yarısını İbnu'l Cevzi'nin Def-u Şübbetü't-Teşbih'inde Ahmed b. Hanbel hakkındaki rivayetlerin uydurma olduğunu isbatlamasına ve onun naklettiği akidesine olucakmıdır? Veya Aliyyu'l Kari'nin Fıkhu'l Ekber şerhinde Ebu Hanife'den naklettikleri sahih akideye olacakmıdır? )

Birinci yorumun doğruluğu; İmam Nevevi rahimuhullah diyorki; Bil ki,ilim ehlinin ,sıfatlarla ilgili ayet ve hadisler konusunda iki görüşü vardır.
Birincisi Selefin büyük bir çoğunluğunun veya tamamının görüşüdür.Onlar,bu sıfatların manası hakkında konuşmazlar.Aksine şöyle derler ;Bize gereken ,bunlara inanmak ve iman etmektir.Bu sıfatların ,Allah teala'nın celal ve azametine layık manası vardır.Bununla birlikte bizler kesin bir şekilde inanırız ki,Allah teala'nın benzeri hiç bir şey yoktur..O tecessüm (cisim özellikleri taşımaktan),(bir mekandan diğerine) intikalden ,bir yönde bulunmaktan ,mekan işgal etmekten ve mahlukatın diğer sıfatlarından münezehtir.Bu,Kelamcılar'dan bir gurubunda mezhebidir.Kelamcılar'ın muhakkiklerinden bir cemaatta da bu görüşü seçmiştir.En sağlıklı görüşde budur.
İkinci görüş ise Kelamcıların büyük çoğunluğuna aittir.Buna göre bu türlü ayet ve hadisler ,yerine göre ve layıkı veçhi ile tevil edilir.Bunların tevili ancak Arap dilini,usul ve fürua ait kaideleri hakkıyla bilen ehil ve ilimde temrin sahibi kimselere caizdir...(en-Nevevi,''el-Minhac'',III,19)
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
ŞÜPHECİ;İmam Malik'in ''İstiva bir bilinmez değildir'' sözü;Yani dilde anlamı bilinmez değildir.Çünkü anlamı yükseklik ve istikrardır.(Yerleşme,karar kılma) demekdir.

CEVAP;Herkes bilmelidir ki, “istivayı” inkâr eden kâfir olur. Çünkü bu husus Kur’an’da sabittir.Nasıllığı ise bilinemez .Halbuki şüphecilerin ''Allah'ın arşın üzerine istikrar (yerleşme) olduğunun nispet edilmesi hakkında hiçbir delil bulunmamaktadır..Buna itikat etmek caiz değildir.İstiva keyfiyetsizdir.Ehli sünnetin görüş gayet nettir;

İbni Rüşd, Şerh el-Utbiyye'de diyor ki:"İmam Malik rahimehullahü teâlânın duruşu şudur: (Arş, Allahü teâlâ'nın istikrar yeri değildir.)" (bkz. Fethul Bârî, 1959 baskısı,7:124, 3592).

İmam-ı Azam Ebu Hanife el-Vasıyye'de şöyle der-"Allahü teâlâ, kendisi için ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme) söz konusu olmaksızın Arş'ı istiva etmiştir. O, Arş'ı da, Arş'tan başkasını (diğer yarattıklarını) da korumaktadır. Eğer (Allahü teâlâ Arş'a ve bir yerde yerleşmeye) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olmazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ın yaratılmasından önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan (bir yere yerleşmek ve orayı mekân tutmaktan) münezzehtir" -(Bkz. el-Vasıyye, 73. Çev: E.Sifil Bkz.İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 2004; c.1, s.74-81Çağdaş Dünyada İslami Duruş, 168 vd)

İmâm-ı Âzam istiva’nin kesinlikle bir yerleşme (istikrar) veya oturma (culûs) olmadığını açıklıyor.. Bu halde, niçin bugün bazıları kalkıpta istiva’yı Selef Ulemasının bize ögrettiği şekilde değilde Allâh-u Te’âlâ’nın yerleşmesi (!) olarak algılayabiliyorlar ?

İbni Hacer Askalani'de Fethu'l Bari'nin çeşitli yerlerinde diyor ki;-''Arş’a istivâ, Allah’ın arşa istikrar etmesi mânâsında değildir.--Allah zâtıyla arştadır, itikâdı yanlıştır.--Mânânın Allah’ın ilmine havale edilmesi evla olan metoddur.--İstivâ müteşâbihtir, mânâsı Allah’a tafvid edilir.--Allah’ın semâda oluşu sözünün zâhiri murad değildir. Zira Allah bir mekana girmek ve hülûl etmekten münezzeh olduğundan bu sözden zâhiri (ilk akla gelen mânâsı) kasdedilmemiştir, deriz.--''-

Hüccetü'l-İslam İmam-ı Gazzalî rahimehullahü teâlâ İlcâm-ül avâm an ilm-il kelâm'da buyuruyor ki:-''Bu konuda hak, doğru olan Allahü teâlânın ve Resûlünün sallallahü aleyhi ve sellemin buyurduklarıdır. Allahü teâlâ Tâhâ sûresi beşinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Rahmân Arş üzerine istivâ etdi) buyurmuş ve doğru söylemişdir.Kat’î olarak bilinmelidir ki, istivâ, cisme mahsûs olan oturma ve karâr kılma değildir. istivâ kelimesi ile Allahü teâlânn murâdının ne olduğunu bilmeyiz ve bilmekle de mükellef değiliz. Allahü teâlâ, En’âm sûresi, onsekizinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (O kullarının fevkinde yegâne kudret ve tasarruf sâhibidir) buyurmuşdur. Bu da doğrudur. Burada mekân olarak fevkiyyet, üstde olmak muhâldir. Çünki, O mekândan önce vardı, şimdi de dahâ önce olduğu gibi vardır. Fevk ile ne murâd etdiğini biz bilmeyiz. Ey suâl soran, bu ma’nâyı bilmek senin de bizim de üzerimize lâzım değildir.''-

Oysa İmam Mâlik'in "İstiva malumdur" derken, "istivanın sözlük anlamı malumdur" değil de, "Allah Teala'nın bir fiili olarak istiva malumdur" demek istemediğini nereden biliyoruz? Şurası kesin ki, Allah Teala'nın, "anlamı malum bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz" demektense, "Allah Teala'nın, bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz" demek tenzihe daha uygundur....

İmam Mâlik de Allah Teala’nın varlığı için şüpheciler tarafından zikredilen hususların söz konusu edilemeyeceğini belirtir ve “Sınır tayinine gitmeksizin ve teşbihe düşmeksizin” diyerek zaten genel ilkeyi çizmiştir..(Ebû Bekr b. el-Arabî Ahkâmu’l-Kur’ân, IV, 1740.E.Sifil)

İmam eş-Şâfi'î rahimehullahü teâlâ el-Fıkhu'l-Ekber isimli eserde şöyle der: "Eğer "Allahü teâlâ, "Rahman Arş'a istiva etmiştir" buyurmuştur" denirse şöyle cevap verilir:-"Bu (türlü) ayetler bunlara ve benzerlerine, ilimde derinleşmek arzusunda olmayan kimseleri cevap vermede şaşkınlığa sürükleyen müteşabihattandır. Yani bu kimseler bu türlü ayetleri olduğu gibi kabul edip, araştırma yapmamalı ve bunlar üzerinde konuşmamalıdır. Çünkü kişi ilimde rüsuh (derin kavrayış) sahibi olmadığı zaman şüpheye ve vartaya düşmemekten emin olamaz. Onun, Allahü teâlâ'nın sıfatları hakkında, zikrettiğimiz gibi inanması gerekir. Allahü teâlâyı hiçbir mekân ihata edemez. O'nun üzerinden zaman geçmez. O, hudut ve son noktalara sahip olmaktan münezzehtir; mekân ve yönlerden müstağnidir. "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (42/eş-Şûrâ, 11)''- (İmam eş-Şâfi'î, el-Fıkhu'l-Ekber, 17. Not: "Fuad Sezgin hoca Târîhu't-Turâs'da (I, 491) Ezher kütüphanesinde bu eserin hicrî 292 yılında istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu belirtir." -Dr. E. Sifil, Milli Gazete - 8 Ocak 2006)

İmâm Ahmed b. Hanbel
rahimehullahü teâlâ'ya gelince onun şöyle dediğini nakledilmiştir: "Allah Teala Arş'a, kendisi için bir sınır söz konusu olmaksızın, sıfatsız (keyfiyetsiz) olarak, vasfedilmeyecek bir tarzda, dilediği gibi ve dilediği şekilde istiva etmiştir."[Bunu el-Kevserî, el-Hallâl'ın es-Sünne'sinden nakletmiştir. Bkz. İbnu'l-Cevzî'nin Def'u Şübehi't-Teşbîh'i, 28 -1 nolu dpnt).

“İstiva”
kelimesinin diğer manalarından bazıları şöyledir:
1-Düz olmak ve kuvvetlenmek.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ
(El-Fetih /29).
Anlamı: “Gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış.” (Ebu Hayyen-tefsiri, Beyzavi- tefsiri, İmam Nesefi- tefsiri ve İmam Kurtubi- tefsiri )
2-Olgunlaşmak.
Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَاسْتَوَى
(el-Kasas /14)
Anlamı: ” Musa yiğitlik çağına erip olgunlaşınca.” (İmam Tabari, İbni Kesir, el-Ferra’, Muhtarus Sihah, Lisanul Arap)
3-Pişmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.”
4-Kastetmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir” ve İbni Manzur Lisanul Arap.”
5-Eşit olmak: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
6-Yükselmek: İbni Manzur “Lisanul Arap.”
7-Kast etmek: El, Feyyümi- el-Mısbah el-Münir, İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
8-Kahretmek: El- Feyyumi “el-Mısbah el-Münir.
9-Temellük, yani mülkiyetine almak. Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”
10-Murada ermek: Hafız Zebidi “ Tac el-Arus”,İbni Manzur Lisanul Arap” ve “Muhtar es-Sıhah”
11-Bitirmek ve son vermek:İbn Hazm ‘’ed-Durre’’ sh.233
12-İstilâ:
A-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an”,
B-İmam Ez-Zaccac ”Meanil Kur’an”,
C-Hanefi olan İmam Maturidi “Te’vilat Ehli Sünne”
E-Müfessir Maverdi “En-Nuket vel Uyun”
F-İmam Suyuti ”El-Kenzul Medfun”
Burada “İsteva”, “İstila etti” manasında da kullanılabilir. Yukarıda beş zâtın isim ve kitaplarını yazdık. Kontrol etmenizi tavsiye ediyorum. Hocalarınıza sorar adı geçen zatların kim olduğunu öğrenebilirsiniz. Daha fazla istiyorsanız şu anda bizde birçok zatın kitabı var ve hepsi “İstiva” sözcüğünü, “istila” veya “hükmetme” anlamlarıyla açıklamışlardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
1-Ehli Seleften olan İbnil Mübarek “Garibul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” demiştir.
2-Hanefi İmam Cassas “Ehkamul Kur’an” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
3-Şafii İmam el-Cuveyni “el-İrşad” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani hükmetti” dedi.
4-İmam Ragib el-İsfahani “el-Mufradet” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
5-Hanefi İmam Nesefi “Tebsiratul Edilleh” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
6-İmam Fahrur Razi “Tefsir”inde bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
7-Hanbelî İmam Seyfuddin el-Emidi “Ebkerul Efkar” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
8-İmam Suyuti’nin hocalarından imam Muhammed el-Kâfici “Et-Teysir” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
9-İmam Kastalani “İrşadus Seri Şerh Sahih Buhari” adlı kitabında bu ayet hakkında “isteva, yani İstila etti” dedi.
10-İmam Beyzavi’nin “Tefsir”inde bu ayet hakkında ”isteva, yani İstila etti” demiştir.
11-İmam İz b.Abdusselam el-İman,s.233-247 “isteva, yani İstila etti” dedi.

Sonraki âlimler gibi mecburiyet kesbetmesine binaen tutup bunlardan birisini tercih edeceksek en azından diğer muhkem ayetlerle örtüşecek olan manayı seçip ayeti tevil etmeliyiz.Selef bundan bile kaçınmış müteşabih ayetlerin manalandırılmasında muradı ilahi budur demeyi doğru bulmamıştır.

Umarım ki, aklıselim sahibi olan her kimse yukarıda geçen zatların görüşlerini okursa bizim yazdıklarımıza inanır. Yine de bu kadar delili yeterli görmüyorsanız daha fazlasını da yazabiliriz. Peki hangi ayette ve hangi sahih haberde Allah'ın ''zatıyla'' istiva ettiği,''oturduğu'' ya da hasımları gibi '' her yerde'' olduğu söyleniyor?

Zahiri anlamlarından böyle bir şey çıkarıp acaba kendi çıkarlarına uygun olanı tevil ederken ,diğerini tevil etmeden hudusa delalet eden zahiri lafızları almaları hangi aklı evvilin işi? Bu hatalarıyla beraber Allah'u tealayı hadislere (sonradan var olanlara)benzetmekten tenzih edenleri Cehmiyelikle,Muattıla olmakla lakaplandırıyorlar. Sorarız onlara şu risaleyedeki ismi geçen imamlardan hangisi sıfatları inkar eden muattıla?Ya da hangisi zatıyla bütün mekanlarda ,heryerdedir diyen hululiye? İnsanlara akılları hibe edeni (Allah c.c) layık olmayan şeylerden tenzih ederiz.

"O'dur ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a istiva etti. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni, ona çıkanı bilir. Nerede olsanız O sizinle beraberdir..." (57/el-Hadîd, 4)

Zira bu ayette Allah Teala'nın Arş'ı istivası ile "maiyyet" (kullarla birliktelik) bir arada zikredilmiştir.İstivanın mekansal bir karar kılma ve yerleşme manasına gelmediğinin kesin bir delilidir. Neden şüpheciler tarafindan buradaki "maiyyet"i, "ilmi ile kulların yanında olmak, onların her yaptığını görmek, işitmek, bilmek..." diye tevil etmek doğru ve gereklidir de, "istiva"yı "hükümranlığı altına almak" vb. bir şekilde tevil etmek yanlıştır?

Neden şüpheciler bu ayette Allah Teala'nın "maiyyet" (kullarla birliktelik)'' zatıyla olmadığı tevilini normal karşılarken,Allah zâtıyla arşta değildir diyenlere şiddetle karşı çıkarlar?Şüphecilerin peşinden gidenlerin bu soruları iyice düşünmeleri gerekir.İşte bunda ibret alacak herkese bir ibret vardır.

Berâber olmakta asıl ve zâhir/açık olan “zât ile berâber olmak”tır. Ama buna rağmen buradaki beraberliği şüpheciler de şu aslından ve zâhirinden çevirip “zâtı ile değil de ilmiyle berâber olma”yla te’vîl ediyorlar. Çünki -ayıbdır söylemesi- aksi halde helâda olduğumuzda da Allah’ın zâtıyla bizimle olacağı şeklindeki inancı kılıflayacak bir kılıf bulamazlardı.Bu tarz ayet ve hadisleri görünce kendi fikirlerine göre tevil ederler,sanki kendi çıkarlarına uygun olan tevil/tefsir mubah olup başkalarına haramdır.Nerede kaldı şüphecilerin Allah kendini nasıl vasıflandırdıysa bizde o şekilde vasıflandırırız iddiası?

Ehli sünnet hakikatte Allahu teala burada kendini zahiri (insanların ilk akla gelen lügavi) manasında yani Allah'u teala kendisini ayette "maiyyetten" kastı “zât ile berâber olmak” değilde ''ilmi'' ile beraberliktir diye vaasıflandırmış derlerken doğru söylüyorlarda,Arşa istiva ise ''zatıyla arş'ta olma'' manasında kendisini vasıflandırmamış derken niye ayeti tahrif ile suçlanmışlardır?

Oysa "De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ındır" (6/el-En'âm, 12) ve "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir" (19/Meryem, 93) ayetleri, mekânın ve barındırdığı her şeyin; "Gecede ve gündüzde barınan her şey O'nundur" (6/el-En'âm, 13) ayeti de zamanın barındırdığı her şeyin Allah Teala'nın mülkü olduğunu açık biçimde ifade etmektedir.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
ŞÜPHECİ;el-İstivâ kelimesi, ‘alâ ‘edatıyla kayıtlı olarak geldiği zaman Arab lügatında bunun anlamı, bir şeyin üzerine yükselmek ve yerleşmek demektir.O'nu yükselmesi zatında ve mekanında yükseklik ve üstünlüktür.Bu aşağıdaki Ayeti celilelerde zikri geçen istiva kelimesinin anlamı ise; yerleşme… Kurulma… Ve… Oturma demektir… Kelimenin bu anlama geldiğine delalet eden delillerinden bir kaçı ise şunlardır.وَقِيلَ يَا أَرْضُ ابْلَعِي مَاءكِ وَيَا سَمَاء أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاء وَقُضِيَ الأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْداً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ“ Ve denildi ki: Ey yer, suyunu yut ve ey gök suyunu tut. Su azaldı ve iş bitirildi. Gemi de Cudi’ye oturdu. Haksızlık yapan kavim yok olsun. “ (Hud: 44.)Bu Ayeti celile de geminin cudi dağı üzerine oturduğundan bahsedilmektedir… Yani istiva’nın oturma, yerleşme manasında olduğu anlatılıyor.Rabbimiz yine bir Ayeti celilesinde şöyle buyurur:وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُم مِّنَ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِه“......“ O’ki bütün çiftleri yarattı ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti. Ki,onların sırtlarına kurulasınız – oturasınız – “(Zuhruf): 12 – 13.)Bu Ayeti celileden de anlaşıdığı gibi istiva, oturma, kurulma anlamına gelmektedir… Mu’minun suresinde de Rabbimiz şöyle buyurur:فَإِذَا اسْتَوَيْتَ أَنتَ وَمَن مَّعَكَ عَلَى الْفُلْكِ …“ Sen ve yanında bulunanlar gemiye yerleştiğiniz zaman… “Mu'minun( 28)Bu Ayeti celileden de istiva, yerleşme(istikrar) anlamında kullanılmıştır.

CEVAP;Delil olarak sunmuş olduğu üç ayette geçen “istivâ ” sözcüğünün manası‎ doğru ama dikkat ederseniz bu manalar‎ı yarat‎ıkları için kullanı‎lmış‎‏tı‎r. Her kim Allah'ın istivâsını yaratıkların istivâsına benzetirse Müşebbihe olur.Her kim de Allah'ın istivâsının benzeri hiçbir şey yoktur derse o muvahhiddir .Çünkü bu üç ayetin hepsi bir mekanda yükselme,mekan tutma ve bir yere değme gibi özellikleriyle yaratı‎lm‎‏ış birer istivâdı‎rlar.O halde bu ayetler ne için delil olabilir? Allah'u tealâ( haşa) bir mekanda yükselme,mekan tutma ve bir yere değme anlamında istivâ ettmekten münezzehtir.

Bir diğer hususta Kur'an'da ve arap lügatında istivâ'nın alâ takısı ile sadece yukarıdaki anlamlarda gelmediğidir.Delili ise Allâh-u Teâlâ'nın şu buyruğudur. فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ (Fetih/29) burada ''küvvetlenmek'' ''düz olmak'' anlamında kullanılmıştır.Bu ayette Allah'u tealanın istivâsına delil olamaz..Ayrıca arap dili uzmanı‎ Râg‎ıp el-İsfahânî, de"istiva" kelimesine: ''Müsâvî olmak; kendi kendine itidal manası‎nı‎ vermi‏ştir. Arapça olan bu kelime ''alâ'' takısı ile "istilâ", "ilâ" tak‎ısı‎ ile "nihayete erme" manas‎ında da kullanı‎lı‎r''.demiştir.(İslam Ansiklopedisi Ar‏ş mad.)

Dilin sahipleri olan Arapların kullanımını dikkate alanlar ve kelâm kitaplarında da geçen Cahiliyye şairi Ahtel'in "Kad istevâ bişrun ale'l ırâki min ğayri seyfin ve mihrâkî" “Bişr Irak’ı kılıç kullanmaksızın ve kan akıtmaksızın istiva etti” beytini şâhid getirerek bu şiirde “istiva”nın (''alâ'' takısı ile) “isitila”(hükmetmek) anlamında kullanıldığına dikkat çekerler. Ayeti (Hadid/4) bu şekilde yorumlamanın te’vil değil hakiki anlamlarından ''tenzihe uygun olanı'' tercih etmek olduğunu ileri sürmüşlerdir..

Ondan sonra ayette “Arş‏’ı‎n üzerinde” ifadesi geçmemektedir.Çünkü عَلَى “Ale” kelimesi illa ki, “mekân” manası‎nda olmaz ve kullanı‎lmaz. “Ala” sözcüğünün ba‏şka manalar‎ı da vard‎ır.Allâh-u Teâla şö‏ِyle buyurdu:أُولَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ (Bakara /5) Anlamı‎: ”İşte onlar Rablerinden gelen hidayet üzeredirler.” Bu ayette geçen عَلَى mekânla mı‎ tefsir edilir?Yine Allâh-u Teâlâ şöyle buyurdu:وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَنْ نَصْبِرَ عَلَى طَعَامٍ وَاحِدٍ(Bakarah /61)Anlam‎ı: ”Ey Musa! Bir tek yemekle yetinmeyiz.”İşte bu ayette de عَلَى kelimesi geçti ama “mekân” manas‎ında değildir.Çünkü onlar yemek üzerine oturmayacaklard‎ır.Yine Allâh-u Teâlâ ‏ِşöyle buyurdu:أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لا تَعْلَمُونَ(Bakara / 80)Anlam‎ı: ”Yoksa Allâh hakkı‎nda bilmediğiniz ‏şeyleri mi söylüyorsunuz?” Burada da عَلَى kelimesi geçiyor. Hâş‏â “mekân” olarak tefsir ederseniz “Allâh’‎ın üzerinde” olur.Demek ki, عَلَى kelimesi her zaman “mekân” olarak aç‎ıklanmaz.

İmam Razi
“Tefsir”inde şöyle buyuruyor: “Müşebbihe, Allâh’ın Arş'ın üzerine oturmuş olduğunu söyleyip, bu ayet(ler)i delil getirmişlerdir. Bu, hem aklen, hem naklen birkaç bakımdan bâtıl ve yanlıştır:
1)Hak Teâlâ, Arş ve mekân yok iken de vardı. O, mahlûkatı yarattığında bir mekânda olmaya ihtiyaç duymamıştı. Aksine O, mekândan münezzehtir ve hep böyle olmakla (ezeli ve ebedi olarak) muttasıf olmuştur. Ancak, batıl bir iddiada ve zanda bulunan kimse, Arş'ın hep Allah'la birlikte olduğunu zannetmiştir.
2)Arş üzerinde oturanın bir cüzünün (parçasının), Arş'ın sol tarafında olan parçasının aksine, Arş’ın sağ tarafında olmuş olması gerekir. O zaman oturan kimse bizzat, te'lif ve terkib edilmiş (parçalardan meydana getirilmiş) bir varlık olur. Böyle olan her varlık ise, bir te'lif ve terkib edene muhtaç olur. Bu ise, Allah hakkında imkânsızdır.
3)Arş üzerinde oturan, bir yerden bir yere hareket edip geçmeye ya muktedirdir ya da onun için böyle bir şey mümkün değildir. Eğer birinci ihtimal söz konusu ise, o zaman, o hareket ve sükûnun mahalli haline gelmiş olur ve zorunlu olarak, muhdes (Sonradan var olan) bir varlık olur. Eğer ikinci ihtimal söz konusu ise, o zaman, o bağlanmış bir varlık gibi olur, hatta kötürüm birisi gibidir. Hatta bundan da kötüdür. Çünkü kötürüm olan bir kimse, başını ve göz bebeklerini hareket ettirmek istediğinde, bu onun için mümkündür. Fakat bu, müşebbihe’nin ma'bûdu için mümkün değildir.
4)Müşebbihe'nin ma'bûdu, ya her mekânda vardır, ya da bir mekândadır. Eğer o her mekânda ise, o zaman onlar o ma'bûdun, pislik ve necaset mekânlarında da bulunduğunu kabul etmeleri gerekir ki, hiçbir akıllı bunu söylemez. Eğer o, bütün mekânlarda değil de bir mekânda bulunuyorsa, o zaman, o kendisini bu mekâna yerleştirmiş olan bir varlığa muhtaç olmuş olur ve böylece de muhtaç bir varlık olur. Bu ise Allah hakkında imkânsızdır.
5)Allâh'ın, "O (Allah'ın) benzeri gibisi yok"(eş-Şûrâ / 11) ayeti, O'nun için hiçbir yönden benzerlik ve eşitliğin olmadığı manasını ifade eder. Binaenaleyh eğer Allah-u Teâlâ oturuyor olsaydı, oturma bakımından ona benzeyen başkasının da olması gerekirdi. Diğer hususlar da böyledir. O zaman da, ayetin manası kaybolurdu.
6)Allâh-u Teâlâ, وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ buyurmuştur "O gün Rabbinin Arş’ını, üstlerinde bulunan sekiz melek taşıyacaktır" (el-Hakkah /17). Melekler Arş’ı taşıdıklarında, Arş’da ma'budların oturduğu mekân olunca, bu durumda, meleklerin, müşebihenin ma'budunu da taşımış olmaları gerekir. Bu da imkânsızdır.
7)Şayet bir mekânda karar kılan bir varlığın ilah olması caiz (mümkün) olsaydı, güneş ve ayın da birer ilah olmadığı nasıl bilinebilecekti? Çünkü bizim güneş ve ayın ilah olmadıklarını ortaya koyarken izlediğimiz (akli) yol, onların hareket ve sükûn ile muttasıf oldukları, böyle olan varlığın ise muhdes olup, bir ilah olmadıkları şeklindeki metodudur. Siz bu yolu iptal edince, güneşin ve ayın hanlığını tenkid kapısı, sizin için kapanmış olur.
8)Ümmet-i Muhammed, Allâh’ın "De ki, "O, Allah birdir" (el-İhlâs 1.) ayetinin müteşâbih ayetlerden değil de muhkem ayetlerden olduğu hususunda icmâ etmiştir. Binaenaleyh eğer Allâh, bir mekânda olsaydı, o zaman O'nun sağ tarafındaki izleyen şeylere bitişik tarafı, sol tarafındaki şeylere bitişik tarafından başka olurdu. O zaman da o, mürekkeb (parçalardan meydana gelmiş) ve kısımlara bölünebilecek bir varlık olmuş olurdu ve gerçekte "Tek" olmamış olurdu. O zaman da, "De ki: "O, Allah tektir" (el-İhlâs/1.) ayeti, yanlış olmuş olurdu. (Hâşâ)
9)Ayette geçen “isteva” bunu istikrar manasına hamletmek imkânsızdır. "İstila" manasına hamletmek gerekir.
10)Bu, mutlaka te'vile yönelmek gerektiği hususunda kesin bir delildir. Bu da şudur: Aklın delaleti, buna, İstikrar manasını vermenin imkânsızlığını gösterip; "istiva" lafzının zahiri de "istikrar" manasına delâlet edince; bizim ya iki delilden her biri ile amel etmemiz yahut ikisini birden terk etmemiz, ya da nakli olanı, akli olana tercih etmemiz yahut da aklı tercih edip, nakli te'vil etmemiz gerekir. Birincisi batıldır. Aksi halde o zaman, bir şeyin hem mekândan münezzeh olması, hem de mekânda bulunması gerekir. Bu ise imkânsızdır. İkincisi de imkânsızdır. Çünkü bu, iki zıddı birlikte yok saymayı gerektirir ki, bu da yanlıştır. Üçüncüsü de batıldır. Çünkü akıl, naklin esasıdır. Zira yaratıcının varlığı, ilmi, kudreti ve peygamber gönderişi akli delillerle sabit olmadıkça, nakille de sabit olmaz. Dolayısıyla aklı tenkit etmek, hem aklın, onunla birlikte hem naklin tenkidini gerektirir. Binaenaleyh geriye ancak, aklın doğru olduğuna kesin olarak hükmetmemiz, naklin de tevili ile meşgul olmamız kalır. Bu, maksadı elde etme hususunda kâfi bir delildir. Bu sabit olunca diyoruz ki: Âlimlerden bazıları buradaki "istiva”dan muradın "İstilâ" manası olduğunu söylemişlerdir. Nitekim şair de şöyle demiştir:"Bişr, kılıç kullanmadan ve kan da akıtmadan, Irak'ı istiva (istilâ) etmiştir.'' (Kur'an ayetleri tefsirinde cahiliye şiirinin önemini bu işe yabancı olmayanlar iyi bilirler.)
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
İşte sana Selef’in tercümanı ve müfessirlerin imamı Ebû Ca'fer İbnü Cerîr Et-Taberî'nin "Arşın üzerinde istivâ etmek" hakkındaki görüşü:

Arş’ın üzerinde istivâ etmek meselesinde Selefî olduğunu iddia eden ama haddizatnda Halef’in geri zekalları olan kimseler, bir de cihet ve mekan hususunda Allah Teâlâ'ya cihet ve mekan ta’yîn eden görüşlere tutunurlar. Ben zannetmem ki insaflı bir kimse Ebû Ca'fer İbnü Cerîr et-Taberî radyallâhu anhü hazretlerinin Selefî olduğunu münakaşa mevzuu etsinler.İbnü Cerîr, bu Bakara suresinde geçmekte olan ”Sonra Semâ’ya istivâ etti…” ayetinin tefsirinde ِşöyle dedi:

- "İstivâ" Arab kelâmında bir çok manaya gelir.(Onlardan ilk üçünü saydiktan sonra ) (Dördüncüsü): İstivâ kelimesinin manalarından bir tanesi de ;عُلُوٌّ=/"Uluvv" ve ;اِرْتِفَاعٌ=/"İrtifa'”/”yüksekte olmak, yücelmek ve yükselmek” demektir. Bir insanın ;إِسْتَوَي فُلَانٌ عَلَي سَرِيرِهِ= /”falancı divanının üzerine çıktı” denilir.Bu ayeti celîleye bu manaların hangisi daha çok yakışıyor?. Yani bunların en evlâsı, ;ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ= ayeti celilesindeki İstivâ ;عَلَي عَلَيْهِنَّ واَرْتَفَعَ=/”üzerine çktı ve yükseldi, kudretiyle onları tedbir etti; yani “onlar yedi kat sema olarak yarattı” demektir. Arab kelamnda,; ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ= ayeti celîlesindeki istivâ'nın "Uluvv” ve “irtifa'" olduğunun anlaşılacağını inkar eden kimselere şaşılır, "Allah Teâla semanın üzerine yükseldi” demek, “önceden altndaydı da sonra üstüne yükseldi” manasna gelebileceği endişesiyle böyle bir yanılmadan kaçınmak için, buradaki istivâ'nn İrtifa'/yükselme manasında olduğundan kaçınan kimselere şaşılır. Bu kimse şu mahzurdan kaçar ama onu bilinmeyen ve hoş olmayan bir şekilde te’vîll eder. Sonra da bu kaçtığı şeye/mahzûra kendisi tutulur. Ona, sen, "istevâ" akbele/ikbâl etti demektir. Allah Teâla, daha önce "İdbâr" mı etmişti?. Yani, önceden semaya arkasını mı dönmüştü de şimdi önünü döndü, ona yöneldi; bunu mu iddia ediyorsun? denilir.Eğer iddia ederse ki, “bu İkbâl, fiili bir İkbâl değildir.Fakat bu tedbiriyle yöneldi manasında bir ikbaldir” derse, ona şöyle denilir: Aynı şekilde de ki, “O’nun yükselmesi mülk ve sultan yükselmesidir. Bir yerden bir yere intikal ve bir yerden ayrılma yükselmesi değildir,manevi bir yükselmedir.” O bu hususta ne şey söylerse, onun gibi bir şeyle ilzam edilir…”-[Tefsîr-i Taberî:1/428 (Mektebetü ibni Teymiyye -Kâhire)]

Görüyorsun ki, İbnü Cerîr "Arşın üzerine istivâ"yı orada oturmak ve yerleşmek manasında tefsir etmedi; aksine onun “mülkiyet ve sultanlık”/”hükümrânlık manasında bir yükselmek,” “mâlik olmak hükümranlık altına almak manasında bir yükselmek” demek olduğunu anlattı. Allah teâla hakkındaki ;علو=/"uluvv" ve "yüksekte olma"yı Kur'ân'da nerede zikredildiyse, hep aynı şekilde (ma’nevî bir yükseklik olarak) tefsir etmiştir.

Evet, İbnü Cerîr et-Taberî’nin de ifâde ettiği gibi “istivâ” kelimesinin birçok ma’nâları vardır. Ona, kat’î nasslar istikâmetinde -Selefîliği munâkaşa kaldırmayacak İbnü Cerîr’in de dediği gibi- “maddî” değil de “ma’nevî /üstünde olmak” ma’nâsı vermek yerine “maddî” olarak “yer tuttu”, “yerleşti” ve “oturdu” manasını yamalamak bâtıl bir te’vîlden başka bir şey değildir. Bâtıl Te’vîl’i, ne Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, ne Selef ve ne de Halef câiz görmemiş ve yapmamışlardır. Hakk Te’vîl’e gelince… Evet, Selef’in bir kısmı ve Halef’in çoğu Bâtıl olmayan Te’vîl’i câiz görmüşler ve yapmışlardır....(Guraba dergisi)Mesafe olarak yüksekte bulunmak bir üstünlük, yücelik ve övgü vesilesi değildir. Halbuki Allah övülmeye lâyık en yüce ve aşkın bir varlıktır.

İnşeallah devam edecek?
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
İmamü'l Haremeyn Ebu’l-Meâlî Cüveyni rahimehullah haberi sıfatların te’vili için (Halef gibi) ileri sürdüğü temel gerekçe, bu sıfatların (zahiri anlamları) hudûs alâmetleri taşımalarıdır. Bu gerekçeyi Lumau’l-Edille adlı eserinde şöyle özetler: “Allah Teâlâ, sonradan olmaya/hudûsa ve eksiklik alametine delalet eden her şeyden münezzehtir… Bu sebeple Rabb, yönler ile nitelenmekten, bir şeyin karşısında, hizasında bulunmaktan yücedir. Bölgeler O’nu kuşatamaz, kenarlar O’nu saramaz, sınır ve miktarı kabulden uzak/yücedir. Bunun delili şudur: İçini doldurduğu bir yön niteliği taşıyan her şey mütehayyiz/yer kaplayandır. Her mütehayyiz, cevherlerle bir arada bulunma ve onlardan ayrılmaya kâbildir. Birleşme ve ayrılmayı kabul eden her şey, onlardan ayrılamaz. Ve onlardan ayrılamayan her şey, cevherler gibi sonradan olma/hâdistir.”(Lumau’l-Edille, s.107-108)Nitekim o, te’vil için geniş bir alan bulunması durumunda âyetlerin hudûs anlamı içerecek şekilde değerlendirilmesinin anlamsız, hatta bu tavrın akılsızca bir iş olduğunu belirtir.(el-İrşâd, s.150) Âyetleri hudûsa delâlet edecek şekilde anlamanın izin verilebilecek bir husus olmadığını belirten Cüveynî böyle yapanlar için “Biz onlardan değiliz, onlar da bizden değil” der(eş-Şâmil, I, 316)Hatta, apaçık bir küfre en yakın olanların bunlar olduğunu söyler.(eş-Şâmil I, 321) Bu sözü, Allah için “intikal/yer değiştirme”yi kabul edenler için söyler ki, genel ilke açısından bu, hudûsa delalet eden bütün ifadeler için de geçerlidir.Cüveynî, bu durumlarda te’vilden kaçınmanın doğurabileceği bazı kötü sonuçları da şöyle zikreder: “İtikadda meydana gelebilecek bir takım mahzurlardan sakınmak amacıyla te’vilden uzak durmak, kafa karışıklığına, zihin bulanıklığına yol açar, halkı yanlışlara sevkeder, bir takım şüphelerin usûlü’d-din’e girmesine yol açar ve Kur’an’dan bir kısım âyetlerin asılsız zanlara maruz kalmasına sebep olur.”(el-İrşâd, s. 60)Ebu’l-Meâlî’nin haberi sıfatların te’vilinde kullandığı yöntemlere de maddeler halinde kısaca değinmek istiyoruz:
1.Te’vilde en çok kullanılan yöntem Arap dilinin imkânlarından yararlanmaktır. Eğer Arap dili haberi sıfat olarak görülen tabirlere hudûsa delalet etmeyen farklı anlamlar yükleme imkânı tanıyorsa, bunlar kullanılır. Bunun için de Arapça-daki yaygın kullanımlara ve şiirlere müracaat edilir. Örneğin, “Rahman arşa istivâ etti” (20:5) âyetindeki “istivâ” tabiri, zâhirî olan ve hudûsa delâlet eden “oturma” anlamına değil, Arap şiirinde örnekleri bulunan (istila)“hükmetme, galip olma, üstün olma” anlamlarına hamledilir.(Lumau’l-Edille, s.108; eş-Şâmil, I, 317) Zira bu âyetin zâhirî anlamı, Allah’ın bir mekanda bulunması, bir mahal ile temas etmesi manalarını içermektedir ki, bunun kabul edilmesi ne akıl ne de tevhid prensipleri çerçevesinde mümkündür.
2.Bazı durumlarda te’vil, tek bir kelimenin değil, metnin tamamının sahip olduğu anlam çeşitliliğinden birinin tercih edilmesi ile gerçekleştirilir. Örneğin, “Allah, Âdem’i kendi/onun suretinde yarattı”(Bkz. Buharî, Sahih, Kitâbu’l-İsti’zân, Beyrut 1987, V, 2299, (hadis no: 5873) ; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1999, XII, 275, (hadis no: 7323)hadisinde, “kendi/onun” diye tercüme ettiğimiz “hû” zamirinin, Allah yerine, Hz. Âdem’e veya hadîsin sebeb-i vürûdunda yer alan köleye döndürülmesi, Arap dili açısından mümkündür. Böylece bu imkânlardan herhangi birinin kabul edilmesi, Allah Teâlâ’ya sûret nisbet edilmesine engel olmaktadır.(el-İrşâd, s. 152-153; eş-Şâmil, I, 323)Aksi takdirde Müşebbihe fırkasının benimsediği gibi, Allah’ın, insan yüzüne benzer bir yüzünün olduğunun kabulü gerekir.
3.Arap dilinde yaygın bir kullanım alanına sahip bulunan hazf uygulaması, bazı âyetlerin zâhiri şekilde yorumlanması için uygun zemin hazırlamaktadır. Örneğin “Rabbin geldi…” (89:22) âyetinde kastedilen Rabbin emri, kazası ve hükmünün gelmesidir. Zira Allah’ın gelme, yer değiştirme vs. vasıflardan münezzeh olduğu aklen bilindiği gibi, bu kullanımın hem Kur’an’da hem Arap edebiyatında örnekleri çoktur. Mesela “Allah ve Rasûlüne karşı savaşanların cezası…” (5:33) âyetinde kastedilenin bizzat Allah olmayıp O’nun dostları olduğu apaçıktır.(el-İrşâd, s. 149-150; eş-Şâmil, I, 313. Diğer bir örnek için bkz. eş-Şâmil, I,311)
4.Bazı yerlerde, haberi sıfatları içeren âyetlerin bağlamları, onların zâhirî olarak anlaşılmasına engel olmaktadır. Örneğin, “Allah göklerin ve yerin nurudur…” (24:35) âyetinin son kısmında yer alan “Allah insanlara işte böyle temsiller getirir” ifadesi, “nur” kavramının anlaşılmasında zâhirî anlama müracaat edilemeyeceğini göstermektedir.(el-İrşâd, s.148) Bu imkân, bağlamın yanı sıra Kur’an’ın tamamı için de geçerlidir. Mesela, Allah Teâlâ hem yukarıda zikrettiğimiz âyette hem de Şûrâ sure-sinde (42:52) nur kelimesi ile birlikte hidâyet kavramına değinmektedir ki, bu da nur kelimesinden ne anlaşılması gerektiğine bir karine teşkil eder.(eş-Şâmil, I,311) Cüveynî bununla Kur’an’ın kavramsal bütünlüğüne dikkat çekerek, parçacı yaklaşımın doğurabileceği sorunlara işaret etmektedir.
5.Haberî sıfatları zâhiri anlamlarında kabul eden Haşviyye gibi fırkaların, bazı âyetlerde mecburen te’vile gitmeleri, bu yöntemin diğer âyetlerde de kullanılabileceğine dair karşı delil oluşturmaktadır. Cüveynî, “…Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (57:4) ve “…Herhangi üç kişinin yaptığı gizli konuşma yok-tur ki, O (Allah) dördüncüleri olmasın. Beş kişinin yaptığı gizli konuşma yoktur ki, O altıncıları olmasın…” (58:7), âyetlerini hiçbir akıl sahibinin zâhiri olarak Allah’ın bir mekanda bulunması şeklinde anlayamayacağını hatırlattıktan sonra, bu âyetleri “gizlilikleri kuşatma” şeklinde anlamaları durumunda Haşviyye’nin te’vile cevaz vermiş olacaklarını söyler.(el-İrşâd, s.150) Cüveynî burada, bazı âyetlerin zahirî anlaşılmasının aklî imkansızlıktan önce, taşıdığı tecrübî imkansızlığı göstermiş olmaktadır.Burada hemen belirtmeliyiz ki, Cüveynî’nin te’vil konusundaki muhatapları, bahsi geçen ibareleri zâhirlerine yapışarak, hakiki anlamda kabul eden Haşviyye ve Kerrâmiye gibi itikâdî fırkalardır.Yoksa İmamü’l-Harameyn, bu ibareleri te’vil etmemekle birlikte, keyfiyetinin bilinemeyeceğini söyleyen ve bunların hudûs alâmetleri olarak kabul edilmesine cevaz vermeyen anlayışa itiraz etmediğini ifade etmektedir.(eş-Şâmil, I, 315-316) Bu bakımdan bunların dikkat etmeleri gereken husus, bu ibarelerin zâhirî anlamlarından uzak durmaktır.(eş-Şâmil, I, 288)Diğer taraftan, Cüveynî’nin, kaleme aldığı son eser olan el-Akîdetü’n-Nizâmiyye’de haberî sıfatları te’vil etmekten (Selef gibi) uzak durma tavrını tercih ettiğini biliyoruz. Öncelikle belirtmek gerekir ki bu risalede Cüveynî, te’vile başvuranları da “ehl-i hak” içinde gördüğünü ifade etmektedir. Bu yolu tutanların, âyetlerin zâhirlerine inanmaktan kaçındıklarını ve dil uzmanlarının ortaya koydukları açıklamalar mucibince hareket ettiklerini belirtir.(el-Akîdetü’n-Nizâmiyye, İFAV, s.32)Biz bu risalede te’vili yasaklayacak veya onu iptal edecek bir gerekçe ile karşılaşmıyoruz.(Kelam araştırmaları 7:1Ocak 2009 Eş'ariliğe yaptığı katkılar bakımından Ebu'l Meali el-Cüveyni Dr.Murat Memiş s.108-109-110-111)l-Akîdetü’n-Nizâmiyye adlı eserinde, “Dinen kabul ettiğimiz ve Allah’a olan imanımızın gereği saydığımız husus, bu konuda selef ulemâsına tabi olmaktır. Zira onlar, sıfatlarla ilgili müteşâbih âyetlerin manasını vermeden kaçınmışlardır” demektedir.(Ebu’l-Me’âlî, el-Akîdetü’n-Nizâmiyye, İstanbul, ts., s. 32-34.)

Ehl-i sünnetin iki itikâd imâmından birincisi İmam Eş'arî rahimehullah, Arş ve îstiva'yı beyan etme sadedinde Ehl-i sünnetin orta yolunu tutmuştur. İbni Asakir bu mevzuda diyor ki: “Yine Neccariye şu gö*rüşü benimsemiştir: «Allah'u Teâlâ cihet ve hululsüz olarak her yerde vardır.» Haşevilerden Mucessimeler ise şöyle diyorlar : «Allah'u Teâlâ Arşda yerleşmiştir. Arş O'nun yeridir, O, Arşın üzerinde oturuyor.» İmam'ı Eş'arî ise; her iki görüşün arasında orta bir yol tutarak bu mevzuda şöyle diyor: «Allah, Ezelde vardı. Fakat onun asla mekânı yok*tu. Arş'ı ve Kürsü'yü yarattı, bir mekâna muhtaç olmadı. O, yani Allah, mekânı yarattıkdan sonra, mekânı yaratmazdan önceki hali gibi idi.».” (İbni Asakir: Teybin-u Kizbil-Mufteri s.150 ve yine bak: El-Eş'arî: Mekalât'ül-İsla-miyyin s.320)

İmam Eş'ari Allah'ın bir mekanı olamayacağını söylemekle tanınan insanların en meşhurudur.O'ndan Ehl-i Sünnet inancını alan Eş'ari mezhebinde olan talebeleri ve alimleri ve onlardan alanlardan alan ve günümüze kadar gelen herkesin kuşaktan kuşağa naklettiği akide işte budur.

Ve ikincisi İmam Mâturidî rahimehullah , Eş'arî'nin bu görüşünü benimsiyor ve Kitab'üt-Tevhîd ismindeki eserinde şu satırları okuyoruz: «Sonra müslümanlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Müslümanlardan bazıları Allah'u Teâlâ Arş'ın üzerinde yerleşmiştir, diye vasfetmişlerdir. Onların katın*da Arş, meleklere yüklenmiş ve etrafı Meleklerle kuşatılmış bir tahtdan ibarettir. Bu iddialarım şu âyetlerin zahirleri ile ispat etme dâvasındadırlar: «...O gün Rabbi'nin Arş'ını, üstlerinde sekiz melek taşır...» «Bir de Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etra*fını kuşatmışlardır.», «Arş'ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbîh ederler...»Allah'u Teâlâ'nm Arş üzerinde karar kıldı diye iddiada bulunanlar «O Rahman, (Kudret ve hâkimiyeti ile) Arş'ı istilâ etti.» âyet-i celîleyi delil olarak ileri sürüyorlar. Ve Allah daha önce Arş/ta bulunmazken, sonradan orada karar kıldı diyorlar. Bu sözlerine de «... Sonra Arş'ı istilâ etti.»âyeti celîleyi delil gösteriyorlar. Müslümanlardan bir kısmı da «Allah'u Teâlâ her yerde bulunur, her yer onun mekânıdır» diyorlar ve delil olarak da Allah'u Teâlâ'nın: «... Herhangi bir üç sırdaşın, bir fısıl*tısı oluyor mu, mutlak O (Allah) dördüncüleridir» âyeti kerîmesini öne sürüyorlar...Şeyh Ebû Mansur Mâturîdî şöyle diyor: «Bütün bunların hepsi, eşyanın Allah'a ve Allah'ın eşyaya izafe edilmesi O'nu, ancak yü*celik vasfı ile. vasıflandırmayı ve O'na ta'zimi intaç eder. Bu konuda asıl olan şudur ki, Gerçek*ten Allah-u Teâlâ, mekân yokken de vardı. Bütün mekânların yok edi*lip kaldırılması caizdir ve Allah ise olduğu gibi bakîdir. O daha Ön*ce olduğu gibi, şimdi de varlığı aynıdır. Allah'u Teâlâ değişmek, zeval bulmak, bulunduğu halden başka bir hale geçmek, aynı halinden yoklu*ğa dönüşmekten beridir. O, bu gibi hallerden yücedir.Çünkü bu tür hal*ler, hadis olmanın alâmet ve işaretidir.»Bu konu hakkında bizce (Mâturîdîlerce) esas alman husus şöyle ifa*de edilmektedir: Gerçekten Allah'u Teâlâ «...O'nun misli gibi (O'nun benzeri) hiç bir şey yoktur.» buyuruyor. Allah bu beyanı ile kendi zatı*na mahlûkatının benzediğini nefyediyor. Biz açık ve seçik olarak ifade etmiştik ki Allah'u Teâlâ fiilinde ve sıfatında herhangi bir şeye benze*mekten berî ve münezzehtir . "Rahman'ın Arş'a istivâsını'' Kur'ân'da vârid olduğu gibi mânâ vermek vaciptir ve aklen de böyle olduğu sabit*tir. Sonra onu (istivayı) bir şeyle te'vil ederken kesinlik ifade etmeyiz.Çünkü zikrettiğimiz te'villerden herhangi birine ihtimali olduğu kadar (henüz bize ulaşmamış, teşbih şâibesi taşımayan başka bir manaya gelme) ihtimalide olabi*lir... Biz, Allahu Teâlâ o tabirle neyi murad ettiyse ona inanırız ve yine böylece, Vahy ile sabit olan ru'yetullah vb. diğer meselelerde de inancımız böyledir. Bu hususlarda teşbihi nefyederek, hiç bir yorum yapmadan murâd-ı ilâhi her ne ise ona iman gereklidir. (Mâturîdî:Kitab'ut Tevhîd,Sh.67,68, 74)

Şu şüphecilere taaccüp etmemek elde değil!.Nasılda utanmadan İmam Maturidi ile İmam Ebu Hanife'nin itikadı aynı değil (!) fitnesini yaymaya çalışıyorlar.Neden itikatta Ebu Hanife'nin mezhebinde değilde Maturidisin? Neden itkatta iki farklı mezhebiniz var? derler . Bak şu şüpheciye,bilmezmiki imanda, itikatta tek mezhep vardır.O'da Ehl-i sünnet ve'l cemaattir (Fırka-i Naciye).İmam-ı Matüridi ve İmam Azam da, talebeleri de biz de hepimiz Ashabı kiramın akidesindeyiz. İmam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Kelami tartışmaların popiler olduğu ve zararda zirve yaptığı dönemde,İmam Maturudi bu tartışmaların merkezine uzak bir coğrafyadan,İmam Eş'ari ise tam içlerinden dini savunmak ve bid'ata engel olmak için,Ehli sünnet itikadını Eshab-ı kiramın, Tabiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve sistemleştirmişlerdir ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise İmam-ı A’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.

Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikatta doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.İmam Eş'ari ve İmam Maturudi'ye tabi olmamız,Sahabe, tabiinin ve dört imamın akidesini yansıttığı içindir.Dört imamın mezhebine bağlı olupta onların akidesini almamak bizlere has değildir.Bu da yukarıda naklettiğimize göre selefin mezhebine gizlenen Haşviyye'den Mücessime ve Müşebbihe'nin tavrıdr.(Bkz.İz b. Abdusselâm, “Mulhatü’l-İ’tikâd” -Daha şaşırtıcısı İbni Teymiyye'de bunu itiraf eder ''Haşeviyyeler iki kısma ayırılır Bir kısmı haşv,teşbih,ve tecsimden kaçınmaz.Diğer bir kısmı ise Selefin mezhebi arkasına gizlenmişlerdir.'' der .Bkz.Mecmüu'l Feteva 4/144 ) Ey okuyucu ! Şüphecilerin ''Selef'in ve Dört mezhep imamın itikadını'' yansıtan eserlerine dikkat et .İçindeki çelişkileri iyice belle,hem onların bu imamlara fıkhi konularda bile taklid etmekten nasıl hicap duyduklarını hatırla ,nasıl olurda onları akaidde takip edecekler diye düşün?

Tarih,Eş'ari ile Maturudiye alimlerine kaydettiği mücadelenin zaferi gibi,herhangi bir Mücessime, Kaderiyye veya Dehriyye (maddecilik) veya ehl-i kitaba mensup olan (Hristiyan ve Yahudi) taifesine öyle bir zafer kaydetmemiştir.Her hangi bir muhakkik alime mudakkik bir fakihe rastlarsan,illa kendisi ya Eş'ari veya Maturidir. Şüpheciler ise kitaplarında ''Eş'ariyye ve Maturudiler Allah'ın isim ve sıfatlarının tamamını ve bir kısmını inkar eden Muattıladandır'' derler.Mefahim adlı eserden iktibasla cevap verelim,''Eş’ârî mezhebinin akaiddeki mevkii hakkındaki cehaletlerinden dolayı onları Allah’ın sıfatları ile alakalı görüşlerinden dolayı dinden çıkmış sapkın fırkalardan biri olarak görenler vardır.Eş’ârî mezhebi hakkında var olan bu cehalet, Ehli Sünnet’in birliği ve beraberliğine zarar verici boyutlara ulaşmıştır.Anlamakta güçlük çekiyorum, nasıl oluyor da bazıları, hakiki iman ehli olan ehl-i sünnet ile bazı sapkın grupları birbirine bu kadar yaklaştırabiliyor, Mutezile ve Cehmiye gibi fırkaların ileri sürdükleri görüşler ile Ehli Sünnet’in dediklerini birbiriyle aynı kabul edebiliyorlar.أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ“Müslümanları mücrimler gibi mi kabul ediyorsunuz. Size ne oluyor; nasıl hüküm veriyorsunuz.” (35–6)Eş’ârî’ler, ilimleri ile dünyayı bir uçtan bir uca doldurmuş olan Müslümanların hidayet imamlarıdır. İnsanlar onların ilim fazilet ve dindarlıklarına şahittirler. Onlar Mutezile’nin sapkınlıkları karşısında durmuş, Ehlisünnet’in en faziletli üstadlarıdırlar''.(Mefahim)Değerli Alim el-Maliki'nin bu sözlerinden sonra sorduğu sorunun bir değişiğini biz soralım İmam Eş'ari mezhebinden İzz b.Adusselam İbnu'l Cevzi,İmam Nevevi,İbni Hacer Askalani, İmam Suyuti,Kurtubi, Bakillani, Fahru’r-Razi, İbni Hacer Heytemi, Şehrestani,İmam Subki,Îmam'ul-Harameyn Cüveyni,Hüccet'ül İslam İmam Gazzali,Ebu Bekr İbni Arabi,İmam Rabbani vd. ile Maturudi mezhebinden olan Peygamberimizin müjdesine(sahihtir) nail olmuş Fatih Sultan Mehmet başta ,İmam Kastallani, Sadru'l-İslam Pezdevî, Sâbûnî, Ömer en-Nesefî ,Ebû’l-Mu’în en-Nesefî,Molla Aliyyul Kari,İbnu’l-Humâm,Zebidi,İbni Abidin,Kevseri vd. büyük âlim ve eşsiz üstadlar, eğer Ehli sünnet değillerse, söyler misiniz o zaman kim Ehli sünnet ? Oysa ''Malikilerin tamamı ,Şafiilerin dörtte üçü,Hanifilerin üçte biri,Hanbelilerin bir kısmı,Bakıllani döneminden bu yana Eşari mezhebindendir. Hanifilerin üçte ikisi, Maverünnehir diyarında , Türk illerinde ,Afganistan,Hindistan,Çin ve Uzakdoğuda Mutezileye kayanlar hariç, Maturudi mezhebindendir... Eşariyye ,Mutezile ile Haşviyye arasında orta yolu tutmuştur.Ne Mutezile'nin yaptığı gibi nakilden, ne de Haşviyye'nin yaptığı gibi akıldan uzaklaşmıştır...Eş'ari'yle Maturidi dünyanın her tarafında Ehl-i Sünnetin imamlarıdırlar.'' '(Muhammed Zâhid Kevseri-Mezheplerin doğuşuna bir bakış- sh;44-46 -47)Maturidi ve Eşarinin talebelerinin benzer ifadelerle selefin mezhebi en güvenilir anlayıştır, dedikleri akılda tutulursa bu daha kolay anlaşılır.
 

bedr

Kayıtlı Kullanıcı
Katılım
14 Nis 2010
Mesajlar
17
Tepki puanı
0
Puanları
0
Yaş
43
Neden dua esnası‎nda eller yukarı‎ kaldı‎rı‎l‎ır?

ŞÜPHECİ; Dua an‎ında ellerin yukar‎ıya doğru kaldırılması Allah'u teala'n‎ın yüksekte,yukar‎ı cihette olmas‎ını‎n delilidir....

CEVAP; Molla Aliyyu'Kari Fı‎khul Ekber ‏şerhinde derki;-''Bu düşünce ise reddedilmiştir. Çünkü gökyüzü duanın kıblesidir. Elleri göğe doğru kaldırmanın manası çeşitli nimetlere sebep olan rahmetin inme yeri olmasına binaendir. Eğer durum onun dediği gibi olsaydı, duada yüzümüzü gö*ğe doğru yöneltmek gerekecekti... ..Nitekim Allah Teâlâ'nın şu kavli de buna işaret etmektedir:“Kulum benden sana sorduğu zaman (de ki), ben ona yakınım. Dua ettiği zaman dua edenin duasını kabul ederim.” (2/186.)“Ne tarafa yönelirseniz Allah'ın yüzü o taraftadır.” (2/115) Şeyh Ebû Man en-Nesefî, bu konuda diyor ki; araştırıcı âlim*ler; dua halinde elleri göğe doğru kaldırmanın halis bir kulluk oldu*ğunu kararlaştırmışlardır. Şârih Allâme Sığnakî demiştir ki; bu söz rafızî, Yahudi, Kerrâmiye ve bütün Mücessime taifesinin Allah Te*âlâ'nın Arş üzerinde bulunduğu noktasında dayandığı ve yapıştığı düşünceye cevaptır.Bir kavle göre namaz kılarken Kabe bedenlerin kıblesi olduğu gibi dua anında Arş da kalblerin kıblesi olmuştur. Daha önce de geçtiği üzere bu düşüncenin kabul edilmesine imkan yoktur. Zira kul dua anında da kıbleye yönelmek, elleri göğe doğru kaldırmak ve yüzünü göğe doğru kaldırmamakla emredilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi gerçekten yöneliş ancak kalbten göklerin yara*tıcısına karşı olur. Evet, duada ellerin göğe doğru kaldırılmasının sebebi gökler, rızık deposu olduğu içindir. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda söyle buyuruyor:“Sizin rızkınız göklerdedir.”(51/22.)Bununla beraber insan, maksadının hâsıl olacağı yöne yönelme*ğe meyletme alışkanlığına sahiptir. Meselâ; devlet başkanı gibi. Or*dusuna ve halkına rızık vaad ettiği zaman, devlet başkanının orada olmadığını kesinlikle bilmemelerine rağmen bütün insanlar onun hazinesine doğru yönelirler.''-(F‎khu'l Ekber Şerhi)

Yukarıda İmam Nevevi'den naklettiklerimizi hatırlayın! -''Ve Allâh-u Te’âlâ’ya dua etmek isteyen ki‏şi göğe yönelir, t‎ıpkı‎ namaz kı‎lacak olan ki‏şinin Kâbe’ye yöneldiği gibi. Bu ,Allâh-u Te’âlâ’n‎n gökle s‎ını‎rlı‎ olduğu manas‎ına gelmez Kâbe cihetinin O’nu sı‎nı‎rlamad‎ığı‎ gibi. Fakat gök dua edenlerin k‎ıblesi olduğundandır''-....(Müslim şerhinde)

Hadis ve Şâfi'î fıkıh alimi Imam- Şa'rânî rahimehullah "Dua ederken yukarıya bakmamak" başlığı altında diyor ki:-"Allahü teâlânın belli bir sınır olmadığı gibi, yönleri de yoktur...Buhari ve diğerleri merfuan şu hadisi anlatırlar: (Bazı kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini yukarıya dikiyorlar? Bu davranışlarına ya son verirler ya da gözlerinin yok olacağını bilmelidirler.)" -(El-Uhudü'l-Kübrâ, Bedir Yayınevi, s.810-811 ve s.843)

Şeyhülislâm Ebussuud Efendi rahimehullahü teâlâ'nın fetvalarında şöyle yazılıdır:
-''876. Mes’ele: Hak celle ve 'ala hazretleri, mekândan münezzeh olucak, göklerde deyu i'tikâd etmek mi gerektir, ve nice i'tikâd etmek gerektir?
Elcevap: "Cemîl emkineden [mekânlardan] münezzeh olup, gökler yerler hükmünde ve ilminde ve kudretinde" deyu i'tikâd etmek lâzımdır. Du'âda eli yukarı kaldırmak, cihet-i fevk [üst yön] du'âya kıble kılındığı içindir. ''-

Alleme İmam Kevseri rahimehullah şöyle der;-''Lâkin elleri semaya kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”.Başın yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere intikal halinde midir?... Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.''-

Fakîh Ebu Mansur Mâtürîdî rahimehullah diyor ki : ''Ellerin göğe doğru kaldırılma*sına gelince bu, ibadet hâlinde vukubulur. Cenab-ı Allah kullarını istediği şeyle ibadet ettirir ve istediği yere de onları yöneltir.''Allah, gök yüzün*de de bulunduğu için göğe ellerin kaldırılması ve ellerin o cihete kaldırıl*ması vukubuluyor'' diye zanneden kimse namazda ve namaza benzeyen hususlarda Allah'a yönelerek yere başını koyan kimsenin bu hali ile ye*rin altına yöneldiğini iddiada bulunan kimsenin zannettiği gibidir. Ve namazda şark'a veya garp'a veyahut Hacc'a çıktığı için Mekke'ye yönelindiği vakitte Allah'ın bu cihetlerle bulunduğunu iddia eden kimsenin zannettiği gibi..Bu gibi hususlardan Allah yüce ve beridir.''(İmam Matüridi,Kitab'ut Tevhîd, Hicret Yayınları)

Ebü'l-Muîn en-Nesefî rahimehullah diyor ki;''Dua edenin ellerini yukarıya kaldırması salt kulluk ve itaat alâmetidir. Yüce Allah ne Kâbe'de, ne de yerin altında olmasına rağmen, namazda Kâbe'ye yönelmek, secde anında yüzü yere koymak da böyledir. " (Kitâbü't-temhid li Kavâidi't-tevhîd (Tevhidin Esasları), İz Yayıncılık, İst., 2007, s.39-42)

İbni Kurtubi
rahimehullah diyor ki;'' Dua esnasında ellerin semaya kaldırılması*nın sebebi ise, vahyin semadan gelmesi, yağmurun oradan inmesi ve kudsiyetin (temizlik ve arınmışlığın) yeri olması, tertemiz meleklerin orada bu*lunması, kulların amellerinin oraya yükseltilmesi, Allah'ın arş'ının ve cenne*tinin semanın üstünde bulunmasıdır ve bu Allah-u Teala'nın Kabe'yi dua ve namaz için kıble yapmasına benzer. Çünkü yüce Allah, onlara ihtiyacı bulun*madığı halde mekânları yaratmış olandır. O, mekânı ve zamanı yaratmadan, mekân ve zaman var olmadan önce ezelde de vardı ve şu anda da ezelde ol*duğu hal üzeredir.''(İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/513-515)

Molla Aliyyu'Kari yukarıdaki sözlerinden önce şu önemli hususlarada değinir;''Daha önce geçtiği üzere Ebû Hanîfe Müteşâbih sıfatlara inanır ve tevilinden sakınırdı. Allah Teâlâ'yı bu sıfatların zahirî manasından da tenzih eder, dolayısıyla Selef âlimlerinin görüşünde olduğu gibi bu husustaki bilgiyi Allah Teâlâ'ya havale eder. Halef âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de budur. Selefin Mezhebi daha sağlam, daha doğru ve daha kuvvetlidir. Şarih(İbni Ebi'l-İzz)'in sarf ettiği şu söz de ne tuhaftır. “Mekâneh” kelimesi mekanın müennesidir. Bu şekilde şârih ikisinin de mana bakımından bir olduğunu kasdediyor, manevî menzile ile hissî mertebe arasında bir ayırım yapmıyor(...) Îmam'ul-Haramayn'den Allah'ın yücelik ve yükseklik sıfatının nefyi hususunda şöyle de*diği sabit olmuştur: Allah Teâlâ var iken Arş yoktu. Allah Teâlâ ha*len olduğu gibidir. Allah Teâlâ'nın mekan yönünden yüksekliğini nakzeden hususlardan biri de, Allah Teâlâ yer cihetinde olmadığı hal*de secde esnasında kulun alnını yere koymasıdır. Kul başını secde için yere koyup, en yüksek olan Allah'ı noksanlıklardan berî kılanın, derken bu tenzihin mekân cihetinden olmadığını ittifakla ifade et*miş oluyor. Bişr el-Merîsi'nin secdede: “Â'lâ ve esfel olan Allah'ı tesbih ederim.” söylemesi ise zındıklıktır, küfürdür. Allah'ın isimle*ri hakkında ilhaddır. '' (F‎khu'l Ekber Şerhi)

Şüpheciler Ebu Hanife'den sonra Ebu Yusuf'un da kendileriyle aynı akidede olduğunu göstermek için Ebû Yûsuf’un, Bişr el-Merîsî’yi Yüce Allah’ın Arşın üzerinde oluşunu inkâr etmesi üzerine tevbe etmeye davet ediş olayı meşhurdur.(Akidetu’t-Tahaviyye şerhi sh.298) diyerek yukarida AIiyyul-Kârî'den gelen cevaptan anlaşılacağı üzere garip bir şekilde olayı sunmuştular.Bu olayın aslı şu şekildedir; Bişr b. Velîd el-Kindî, Kadı Ebû Yûsuf’un yanına gelerek ona: Sen bana kelâmla uğraşmayı yasaklıyorsun. Halbuki Bişr el-Merîsî ve Alî el-Ahvel kelam ile uğraşıyorlar ,dedi. Ebû Yûsuf: Onlar ne söylüyor , diye sorunca, Bişr b. el-Velîd: Onlar: Allah her yerdedir, diyorlar dedi.Bu sefer Ebû Yûsuf: Onları yanıma getir, dedi. Onları getirmek üzere gidenler bulundukları yere vardıklarında Bişr kalkıp gitmiş idi. Bundan dolayı Alî el-Ahvel ile bir başka yaşlı birisini getirdiler.Ebû Yûsuf yaşlı olana bakarak dedi ki: Eğer sende bir parça edep görmemiş olsaydım, senin canını yakardım. Bundan dolayı verdiği emir üzerine hapse atıldı, el-Ahvel’e ise sopa vuruldu, etrafta dolaştırılarak teşhir edildi.(Bkz.Hafız Zehebi el-Uluvv li'l Aliyyi'l -Azim,Ümmül Kurra sh.181 /Ehl-i Sünnet’in Muhaliflere Cevabı sh.50)

İbni Ebi'l-İzz'in getirdiği gibi günümüzde bir çok Selefiyye mensubu bu olayı dillerine pelesenk yapmış ,''Ebu Yusuf 'ta Allah'ın arşın üzerinde olduğuna inanıyor'' izlenimi vererek aktarıyorlar .Oysa görüldüğü gibi bu olayda kendilerine hiç bir delil değil ,şüphe bile yoktur. İmam Yusuf 'ta üstadı Ebu Hanife gibi Allah'ı mekandan,cihetten münezzeh tutardı. Bişr el-Merisi Allah(c.c) her yerdedir diyor,tabiiki Ebu yusuf gerekli itirazı yapacaktır.Selefiyye ekolündekilerin iddia ettiği gibi Ebu Yusuf 'un Bişr'i ''Allah’ın (c.c)Arşın üzerinde oluşunu inkâr etmesi'' nden dolayı cezalandırması söz konusu değildir..Şayet ''Allah zatıyla Arş'a yerleşmiş'' deseydi.İmam Yusuf Allahu alem aynı müeyyideyi uygulardı.Bişr'in “Â'lâ ve esfel olan Allah'ı tesbih ederim.” sözünden de anlaşılacağı üzere o ''Arş'ın üstü dahil olmak üzere Allah her yerdedir '' diyordu.Ebu Yusuf ise ne Bişr gibi haşa!''Allah(c.c) arş dahil her yerde'' deyip mahlukatıyla iç içe olduğunu söyler ,ne de İbn-i Ebi'l İzz'in dediği gibi haşa!''Allah(c.c) (zatıyla) Arşın Mahlukatın üzerindedir'' deyip,bir yön ve mekan tayin eder .Ebu Yusuf'un da içinde bulunduğu Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat bu sözlerden beridir.Nitekim İmam Tahavi bunu aşağıda açıkça ifade edicektir.Burada unutulmaması gereken bir şey daha varki şüphecilerin saygı duyduğu bir isim İbni Teymiye'nin sözlerinden aktaralım;Selefin yerdiği kelam şeriat din ve akla aykırı batıl kelamdır.(Mecmuu'l Feteva 13/147,Mecmuu'l Feteva 12/212-)
 

Bu konuyu görüntüleyen kişiler

Üst Alt